Zevk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Zevk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Şubat 2020 Cumartesi

Diskolar kazanıyor çünkü tekkeler kapalı!

Diskolar neden giderek daha çok doluyor arkadaşım? Çünkü tekkeler kapalı. İnsanları melekî yanlarıyla tanıştıracak müesseselerimiz kalmadı. İçlerindeki meleğe dokunamayanlar beşerî yönlerine daha çok tutunuyorlar. Cennetlerine bakamayanlar cehennemlerine daha fazla iman ediyorlar. Zikirle tatmin edilemeyen kalpler gafletle teskin olmayı deniyorlar. Faniliğinin denizine düşen hayvanîliğinin yılanına daha sıkı sarılıyor senin anlayacağın. Hem şu da var:

Deizm, ateizm veya evrimle ilgili tartışmaların ucu da en nihayet buraya dayanıyor kanaatimce. "Türkiye'de deizm neden artıyor?" (eğer bize nakledilen rakamlar doğruysa) diye sorulacak olursa cevap için mutlaka uğranmalı. Yine bundan olabilir. Yani insanın 'içindeki harikaya inanışının azalması'ndan. Kendi mucizeliğine şahitliğinin kısıtlanmasından. Neden böyle olsun? Çünkü bazı şeyleri sadece ilimle halledemezsiniz. Bal tarifini okumakla bilinmez. Tatmak gerek. Anlatarak anlaşılmaz bazı şeyler. Zevk de gerek. İnsanın içindeki 'hayvan-üstü'ye inanması için de ona dokunması gerek. Keşfetmesi gerek. Hissetmesi gerek. Tekkeler işte bunu başarıyordu.

Mürşidim Telvihat-ı Tis'a'sında diyor: "Merkez-i hilâfet olan İstanbul'u beşyüzelli sene bütün âlem-i Hıristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul'da beşyüz yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük camilerin arkalarındaki tekkelerde 'Allah Allah' diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i İlâhiyeden gelen bir muhabbet-i ruhaniye ile cûş u huruşlarıdır." Ben burayı da bir parça yukarıda dediklerimle ilişkilendiriyorum.

Neden? Çünkü biliyorum: Tekkelerde 'Allah Allah' demekle başarılan şey de bir tür direnişti. Hadis-i şerifin ifadesiyle 'eskimeye yatkın olanın' tekrar/tekrarla kalpte diriltilmesiydi. Tecdid edilmesiydi. Hem daha neyin direnişiydi bu arkadaşım? Hayvanî yanlarımıza karşı melekî yanlarımızın da direnişiydi. Elhamdülillah. Oradaki o cûş u huruşlar mü'min ruhları bir işgalden de koruyordu. Dünya onlara hayvanî yanlarını hatırlattıkça onlar içlerindeki meleğe bakıyorlardı. 'Allah Allah' diyerek, tıpkı maşuğu anılmış bir âşık gibi, meleklerini uyandırıyorlardı.

Seyr u sülûklarınca tattıkları böyle başkalıklardı ki "Sadece bir hayvansın!" denildiğinde müstehziyane gülmelerine sebep oluyordu. Öyle ya: Yalnız kalıbından ibaret olana "Deden maymundu!" denilse inanacağı gelebilir. Satıhta kalıcılık bu zannîliği doğrulayabilir. Fakat göğsündeki zümrüd-i ankâyı görene artık hangi dedeyi versen inanmaz. Sânî-i Zülcelal'den başkasını o göğse dokundurmaz. Neden? Çünkü gördükçe farkettiği şudur: "Bende sığar iki cihan./Ben bu cihana sığmazam!" Bu sırra dokunan artık ne ateizmin inkârına, ne deizmin ilgisizliğine, ne de evrimin hayvansallığına inanır. Zira bunlar şahit olduklarının da inkârıdır.

Bu meselenin birinci yanı. İkinci yanına gelebilmek için de yine Bediüzzaman'ın cümlelerini misafir etmeliyim. Alıntılayacağım yerse şurasıdır: "Evet, haricî siyaset memurları ve erkân-ı harpler ve kumandanlara bir derece vazifece münasebeti bulunan siyasetin geniş dairelerine ait mesâili, basit fikirli ve idâre-i ruhiye ve dîniyesine ve şahsiyesine ve beytiyesine ve karyesine ait lüzumlu vazifesini geri bıraktırmakla onları meraklandırıp ruhlarını serseri, akıllarını geveze ve kalblerini de hakaik-i imaniye ve İslâmiyeye ait zevklerini, şevklerini kırıp havalandırmak ve o kalbleri serseri etmek ve mânen öldürmekle dinsizliğe yer ihzar etmek tarzında, kemâl-i merakla, onlara göre mâlâyâni ve lüzumsuz mesâil-i siyasiyeyi radyoyla ders verip dinlettirmek, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye öyle bir zarardır ki, ileride vereceği neticeleri düşündükçe tüyler ürperir."

Arkadaşım, uzunluğu nedeniyle belki tutmakta zorlandın, olabilir, sana yardımcı olacağım. Anladığım kadarıyla burada deniliyor ki: Benim gibilerin siyasetle (veya güncelle diyelim) çokça meşgul olması ruhlarını, akıllarını, kalplerini ve İslam'a dair zevklerini-şevklerini kötü etkiliyor. Hatta bu durum bir tür 'dinsizliğe yer hazırlamak' hükmüne geçiyor. Neden böyledir? En doğrusunu Allah bilir. Benimse şöyle bir yorumum var: Siyaset dairesi insaniyetimizde yüzeyin de yüzeyidir. Hamlıklarımızı en belirgin şekilde gördüğümüz sahadır. Hayvaniyetimiz de en çok orada tezahür eder. Mürşidim de bu manayı destekler şekilde başka bir yerde der: "Selef-i Salihînden başka, siyasetçi, ekserce tam müttakî dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar, müttakî olanlar, siyasetçi olmazlar. Yani, maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebeî hükmüne geçer. Hakikî dindar ise, 'Bütün kâinat bütün yaratılmışların en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir!' diye, siyasete, aşk u merak ile değil, ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakikate âlet etmeye—eğer mümkünse—çalışabilir. Yoksa, bâki elmasları kırılacak âdi şişelere âlet yapar."

İşte, dikkatin sürekli bu alanda gezinmesi, zikrettiğimiz tekke misalinin tam tersi bir örneklikle, içimizdeki hayvanı çağırmak hükmüne geçer. Kim ne yanını beslerse orası güçlenir. Hayvanlığını besleyenin hayvanlığı güçlenir. Melekliğini besleyenin melekliği güçlenir. Varlığı sadece siyaset penceresinden izleyen de, kaçınamadığı kem manzara nedeniyle, arkasına daha az inanmaya başlar. Sizde öyle olmuş mudur bilmem: Muhatap olduğum ateistlerin/deistlerin ilk argümanları hep siyaset üzerinedir. "Allah varsa savaşlarda çocuklar neden ölüyor?" veya "Allah varsa dünyada neden bu kadar kötülük var?" gibi sorular esasında 'perdesiyle çok meşgul olanın' arkasına karşı giderek körleşmesinin sonuçlarıdır. Halbuki yansıma asıl değildir. Perdenin kendisi Allah değildir. Perde 'aşılması gereken'dir. Bu 'aşma sanatı'nı bize Esmaü'l-Hüsna okumaları öğretir. Perde aşılamadığı takdirdeyse varlığın fonksiyonu amaçlananın tam tersine dönüşür. Yine mürşidim bu noktada der: "Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab, perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden."

Bizim nuranîlerle daha çok meşgul olmaya ihtiyacımız var. Yoksa karanlık içimizi daha da çok karartıyor. Kalın perdeler inanışımızı azaltıyor. Can meleğimizin sesi yüreğimizde kısılıyor. Hayvanımız coşkuyla kükrüyor. Bunun çaresi tekkelerin tekrar hayata dönmesidir. Çünkü tekkelerin hayata dönmesi Allah'ın hayatımıza geri dönmesidir. Niçe'nin "Tanrı öldü!" dediği de bence budur. Yani Allah manasının insan anışında öldürülüşüdür. Bu ölüm tüm kasavetlerimizin başlangıcıdır. Başka hiçbir manayla kirlenmeyecek şekilde yalnız 'Allah' ism-i şerifini anmaksa, evet, bugünlerde en çok bundan yoksunuz ve en çok buna ihtiyacımız var. Tefekkür eksenli derslerimizi bile bir tür siyasetle işgal ediliyor. Korumaya çalışsak da olmuyor. Kirleniyor. Fakat Allah'ın ismini anılan yere, hadis-i şerifte de ifade buyrulduğu gibi, melekler toplanıyor. Evet, arkadaşım, herhalde anladın: Meleklerin daha çok mekana ihtiyacı var. Yoksa diskolar kazanıyor.

27 Nisan 2015 Pazartesi

Reklamlar, cennetinden çıkarmak içindi, seni!

"Hiçbir tür dünyadaki tüm yaşamı sahiplenemez."
Daniel Quinn, İsmail'den.

'İsmail' isimli belgesel romanında Daniel Quinn insanlığı iki kısım olarak sınıflandırır: 'Alanlar' ve 'Bırakanlar.' Alanlar'ın düşünce yapısını şöyle ifade eder: "Bizi tek şey kurtarabilir: Dünya üzerindeki hakimiyetimizi arttırmalıyız. Tüm bu yıkımın sebebi dünyayı fethetmemiz. Ama hakimiyetimiz mutlak olana dek fethe devam etmeliyiz. O zaman, yani kontrolü tamamen ele aldığımızda, herşey yoluna girecek..." Bırakanlar'ın ise hâkim olmaya çalışmazlar. Uyum sağlarlar. Sahibi değil parçası olurlar. Ancak 'Alanlar' en nihayet hiçbirşeyi bırakmamaya karar vermişlerdir: "Gezegenimiz tarihinde bir tür, o türün de tamamı değil, 'Alanlar' olarak adlandırdığım tek bir kolu, bu yasaya meydan okumaya çalıştı. Onbin yıl önce bu insanlar dedi ki: 'Yeter artık. Bitti. Bu yasanın insanlar için bir bağlayıcılığı yok.' (...) Ve şimdi, beş yüz neslin ardından, bu yasaya karşı gelen tüm türlerin ödemek zorunda kalacağı cezayla karşı karşıyalar." Quinn'e göre dünyada yaşanmaya başlanılan küresel felaketler giderek yaklaşan kıyametin habercileridir.

Zahidlik, sadece dünya zevklerinden el-etek çekme olarak anlaşılırsa, yanlış anlaşılmaz ama, eksik anlaşılır bence. Zühd bir işgalcinin korkusudur. Zahidlik, özünde, varlığının Allah'ın varlığı yanında neredeyse yokluk olduğunu farkeden, bu idrakle Ona dair olmadığı yerde varolmamaya çalışanın ahlakıdır. Az yemek, az konuşmak, her abesten uzak durmak... Bu 'daha az varoluş'un altmaddeleridir onlar sadece. Yani zahid kendisini 'bizzat varolmaya değer' bulmaz. Varlık bahsinde konunun kendisi olmadığını bilir. Gösterilmesi gerekeni gösteriyorsa varlığı anlamlıdır. Yoksa varsa da yoktur. "Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır."

Zühdün sultanları kalplerimizi titreten menkıbeler bırakarak gittiler. Lezzeti şükür için isteyenlerin yolu ufkumuzda ümit, kendiliğimizde yeis, göğsümüzde mübarek bir yük oldu. Evet. Yaşanması güç. Yaşayacaklar güçsüz. Onlar gibi değiliz. Olamıyoruz. Farkındayız. Ama en azından hayretini bırakmamalıyız. Duasını korumalıyız. Onlar gibi olamamaktan 'keşke' demekle bile olsun tevbe etmeliyiz. Keşkelerin en güzeli keşke dediğin şeyin gerçekleşmesi için dua da etmektir. Duayla tevbe burada kardeş olur. Hakkında dua edilen, bir açıdan da, mahrum kalınmasından tekrar tevbe edilendir. Fazlasını arzulamak eksiğinden pişmanlıktır. Hem Aleyhissalatuvesselam buyurmuş: "Pişmanlık tevbedir."

İmansızın da korkusu olur ama takvası olmaz. Takva imanlı insanın korkusudur. İmansa, Bakara sûresinin hemen başında beyan edildiği gibi, gayba inanmakla başlar. Şahit olduğundan daha fazlasının varlığına inanmakla. Bu zihin açıklığını elde etmekle. Kalbi bu derece genişletmekle. İnsan bu vüsate erdi mi 'bizzat' kaldığı anlardan rahatsızlık duyar. Kendinden fazlasına iman eden görünmekten rahatsız olur. Göstermek ister. Gösterirken görünürse tamamdır. Ama göstermeden görünmek yokluktur. Ötesini göstermeyen görünüş zulümdür. Örtmektir. Kirletmektir. Sinemada ayağa kalkıp perdenin görünmesine engel olmaktır. Varlığının perdeliğini farkeder. Varlığının bizzat kaldıkça tehlikesini derkeder. Küfür büsbütün perdeliktir. Ama mü'min de gafletiyle perdelik edebilir.

'Fefirru ilallah.' Kaçmak kaçılan yerde daha az varolmaktır. Hatta mümkünse hiç varolmamak. Varlığını koştuğun yere taşımaya çalışmaktır. Sığınmak sığınılan yerde daha çok varolmaktır. Hatta mümkünse onda fani olmak. Bu yüzden Kur'an'a hep 'euzü'yle başlarız. Bu bir açıdan da şöyle dua etmektir: "Allahım varlığımı seni gösterenlerin alanına taşı, İblis'in gölgeliğinde bırakma." Kibir, israf, gevezelik, oburluk, cimrilik, yalancılık gibi pekçok kem haslet, varlığının arızîliğinin farkında olmayan, aynalığını kendiliği adına işgal etme hırsında bulunanların özellikleridir. Dikkat buyurun. Günahlarda hep bu vardır. Günah ardını göstermeden varoluşudur. Bir ameli Rabbiyle bağını kesmeden günaha çeviremezsiniz. Kesilince günahlaşır.

Bediüzzaman'ın da ifade ettiği gibi: Maksadın Esmaü'l-Hüsna'ya aynalık olduğunu bilenler için 'Bir ân-ı seyyale kâfidir.' Bu kadarcık varolmak yeterlidir. Kalmaya ihtiyaç yoktur. Ona dair olmak boyların-boyutların en uzunudur. Ân-ı seyyale, iki şimdiyi bile kaldıramayacak kadar kısa bir varoluş manasını taşıyorsa şayet, 'Vücudun en az yer işgal eden şeklidir' diyebiliriz. Şahitlik anla da olur. Anlamak zaten an'lamaktır. Bundan sonrası, yani daha fazla kalma arzusu, risk kokar. "Mü'minin niyeti amelinden hayırlıdır." Evet. Amelde vücud var. Niyette vücud yok. Amelde kalmak var. Niyette kalmak yok. Yokta imtihan yok. Varda imtihan hep var. İnsan iki şekilde de varolabilir çünkü: Allah için veya kendisi için. İki şekilde de mülk edinebilir: Allah adına veya kendi adına. Kaldığınız zaman imtihan anlara yayılır kaçınılmaz olarak. Anlar biteviye tekerrür eden bir sınavdır.

Dikkat ederseniz günahların kökeninde bu 'daha çok varolma' arzusunun izlerini görürsünüz. Zaten 'kuvveler' dediğimiz şeyler de varlığımızı hissettiğimiz ana damarlardır. Vücud açlığımızın üç tezahürüdür. Kuvve-i şeheviye de, gadabiye de, akliye de bir şekilde varlığa hizmet eder. Bir kere varolan her kere varolmak ister. Yokluğuna 'Ol!' buyrulan, varlığından o kadar mutlu olur ki, bir daha 'yokol'mak istemez. Biz buna aşk-ı beka da diyoruz. Hayatımızdaki bütün aşklar aşk-ı bekanın gölgeleridir aslında. Güzellik bize ölümü unutturandır. Varedene karşı duyulması gereken aşk varoluşa karşı yönelmiştir. Hatanın başı da burasıdır.

Yine mürşidimin, 'ben ve benim, o ve onun diyebilme yetisi' olan eneyi "(...) zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nuranî bir şecere-i tûbâ ile müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir..." diye tarif etmesi, işte, meselenin bu en temel arzuya bakan tarafını anlatıyor belki. Yani, varoluşu Allah'a dair bıraktıkça cennet, kendiliğimiz adına işgal ettikçe cehennem. Vazgeçtikçe cennet. Tuttukça cehennem. Çünkü tuttuğumuzda ömrü kısalıyor. Bizden ibaret kalıyor. Halbuki o tecellinin sonsuza dair olmak imkanı da var.

Hepimiz duymuşuzdur. İblis'in, Hz. Âdem aleyhisselam ile Havva annemizi kandırırken, şöyle bir yol izlediği anlatılır: Yasak meyvenin cennette sonsuza kadar kalmalarının tek yolu olduğunu söyler onlara. Bu bilginin sıhhatini bir tarafa bırakırsak, en temel şeye, yani aşk-ı bekaya dokunan yanıyla anlamlı geliyor bana. Bir insanı cennetinden nasıl çıkarırsınız? Helal olmayan bir fiile/mülke en temel arzusunu manipüle edip yönlendirerek... İblisin gerçekten insanı çok iyi tanıyor. Zira reklamcılığın özü hâlâ bu derstedir. Evet. Reklamlar da izleyicisini zaten yaşamakta olduğu cennetten uzaklaştırır. Ve elinde olmayanı cennet gösterir.

Zahidlik, eğer böylesi bir mülk idrakine yaslanıyorsa, savaşsız bir şekilde insanı kendinde tutar. Takvası tasannu olmaz. İçindeki taşlar yerine oturur. Çünkü zaten doğal olanın, fıtrî olanın, aksi düşünülemez olanın bu olduğunu bilir. 'Olması gereken şey' olduğunu düşünerek onu yaşar. Fakat bunun dışında insanın ikinci niyetlerle zahidlik yapması taklit kalır. Kendisinden murad olunan kemali vermez. Hatta böylelerinin takvası onları mutaassıplaştırır. Hesap soruculuğunu arttırır. Maddeten sahip olmadığı dünyaya hesap sorucu olarak sahip olmaya çalışır.

Allah bizi öyle imtihanlara uğratmasın. Mülke bakışı herhangi bir seküler gibi olan dindarın, dünya kollarını ona açtığında, ona hayır diyebilmesi mümkün olmaz. Tamam. Dünya ona gülmüyorken o da dünyaya küsebilir. Fakat ya galip geldiğinde? Ya güçlü olduğunda? Ya cebi dolduğunda? Ya... Ya...

Zafer zamanları tevbe zamanlarıdır. Nasr sûresindeki derstir bu. "Bir mülkü zâhiren mülküne katıyorsun, bu katma işi zor iştir, imtihanlı iştir, dikkatli ol!" demektir bence bu bir nevi. Ve nihayetinde zühd, bizzat lezzetten değil, lezzetin bağlı olduğu sahiplikten vazgeçmektir. Mülksüzlükteki asıl lezzete erişmektir. Öyle ya, lezzet, şeylerin varlığa hizmetini hissettirendir sadece. Lezzeti bu yüzden ararız. Burasından varlığı tanırız. Tanımak için kullandığımız aracı esas gaye sanmayalım. Zühdle lezzetlerden değil gidişiyle acı veren lezzetlerden vazgeçiyoruz. Onlar incitmesin diye sahiplenmiyoruz. Mülkleştirmenin doğru olmadığını firakın sancıları zaten haykırıyor bize. Yanıyoruz. Yanıyoruz. Yanıyoruz. Neyse. Sözü epeyce uzattım arkadaşım. Seni de yordum. Ne diyelim: Hak Teala cümlemize emanetçiliğin hakiki rüşdünü ilham eylesin. Âmin. Âmin. Âmin...

6 Nisan 2014 Pazar

Fâsık Psikolojisi

"(...) iyi olan hiçbir şeyi sevmezler yavrum, kendileri iyi olmadıkları için onları da yok ederler."
Gorki, Çocukluğum'dan...


Fâsık: Sözlükte 'çıkmak' manasına gelir. Istılahta ise dinin hükümlerine bağlanıp onları kabul ettikten sonra o hükümlerin tamamını ya da bir kısmını ihlâl eden anlamına gelmektedir. Fıskı derecelendirme açısından üç grupta toplamak mümkündür: 1) Günahı çirkin olarak kabul edip bazen günah işlemek. 2) Bir günahı ısrarla yapmak. 3) Günahın çirkin olduğunu inkar ederek bu günahı işlemeye açıkça devam etmek. Sonuncusu, küfrü gerektiren bir durumdur. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili'nden).

İlk kez Metin Karabaşoğlu abiden işitmiştim bu nüansı: “Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar” diye bildiğim hadiste İslam kelimesinin olmadığını. Daha sonra da Oyuncak Tamirhanesi’nde okudum aynı şeyi. Orada, bu kelimenin varolmayışından bir hakikat devşiriliyordu. İlgili yazının konusu bir yana, benim oradan kendime çıkardığım ders; hidayetin asıl, küfrün arizî oluşuydu. Yani tevhid inancı insanın özünde vardı. Öz temizdi. Varlık hayır üzerineydi. Küfür sonradan oyuna dahil oluyordu. Yaratılışta kötülük yoktu, yorumlanışta kötülük vardı.

Ama peşinden garip bir soru geldi bu sefer: Eğer özdeki tevhidse, insan nasıl bir sürecin sonunda küfre giriyordu? Neye mağlup oluyor da küfrü kabul ediyordu? Öyle ya, kainatta küfrü destekleyecek bir delil de yoktu. Hiç kimse laboratuvara kapanıp çalışırken şirkin varlığına bilimsel bir veri keşfetmiyordu. (Üretilen herşey teori/tasavvur düzeyinde, şirkin mümkünlüğünü yol bulmak nazarıyla kurgulanmış uydurmalardı.) Peki, bu kem yangın, ilk kıvılcımını nereden alıyordu?

Mustafa Akyol’a ait olan Modern Ezberlerin Sonu isimli eserde, sanıyorum, bunun cevabını yakaladım. Bu eserin Ateistlerin İnancı isimli bölümünde Mustafa Akyol şöyle bir bilgi veriyordu okurlarına:

(...) Amerikalı düşünür Benjamin Wiker, ateizm ile ‘hedonizm’ (hazcılık) arasındaki ilişkiyi vurgular. Hazcılık, Eski Yunan düşünürü Epikür’le başlayan bir akımdır. Epikür, özetle ‘İnsanın hayattaki tek hedefi, haz almak ve acıdan kaçmak olmalıdır’ der. Bu ise Epikür’ü ateizme götürür. ‘Tanrı fikri, bize ahlaki sınırlamalar getirmekte ve zevklerimizi kısıtlamaktadır’ diyen düşünüre göre, ateizm ‘hayatın tadını çıkarmanın’ yoludur. Kısacası ‘hakikat’ değil, ‘haz’ aradığı için varmıştır ateist dogmaya...

Anlaşıldığı üzere Mustafa Akyol, burada, küfrün kainatta bir delil bulamamasına karşılık, nasıl varolabildiğini sorguluyordu. Oradan araştırması sonucu vardığı sonuç, kaynağın hazcılık oluşuydu. İnsanın nameşru zevklere müptela oluşu, bir noktadan sonra bu günahların sıkletinden kurtulmak için küfre kaçmasına neden oluyordu. İlgili metni okur okumaz aklıma Bediüzzaman’ın İkinci Lem’a isimli eseri geldi. Orada da Üstad Hazretleri Hz. Eyyub aleyhisselamın kıssasından mülhem, tevbenin gerekliliğini vurguladıktan sonra fâsık psikolojisine şöyle değiniyordu:

(...) Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğ­farla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Mesela, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melaike ve ruhaniyatın vücudu ona çok ağır geliyor. Kü­çük bir emare ile onları inkâr etmek arzu ediyor.

Burada da vurgulandığı üzere günahkârlık ve ileri aşamasıyla fâsıklık, aslına küfrün kapısıydı. Günaha ve ondaki zevke müptela olan insan, vicdanındaki karşı koyuşu, hayır üzere olan içsesi bastırabilmek umuduyla en sonunda imkansızı vâki gibi görmeye başlıyordu. Bu noktada bir ayet ve bu ayetin İşaratü’l-İ’caz’da tefsir edilişi geldi aklıma:

"Bakın, Allah, bir sivrisineği (hatta) ondan daha küçük bir şeyi örnek getirmekten kaçınmaz. İmana ermiş olanlara gelince, onun Rablerinden gelen bir hakikat olduğunu bilirler. Hakikati inkara şartlanmış olanlar ise, 'Bu örnek ile Allah ne demek istiyor acaba?' derler. Bu yolla Allah, bir çoğunu saptırırken bir çoğunu da doğruya yöneltir, fakat fâsıklardan başkasını saptırmaz."

Bediüzzaman, ilgili ayeti tefsir ederken, yukarıdakine benzer bir yorumla şunları söylüyordu:

Evvelâ bilinmesi lâzımdır ki, Kur’ân-ı Kerimin i’câz ve nazmında şek ve şüp­heleri ika eden fâsıkların, bilhassa bu makamda, bu cümlede mezkûr sıfatlarla tavsifleri, pek yüksek ve lâtif bir münasebeti taşıyor. Evet, sanki Kur’ân-ı Kerim diyor ki:

‘Kur’ân-ı ekber denilen kâinatın nizamında kudret-i ezeliyenin i’câzını göremeyen veya görmek istemeyen o fâsıkların, Kur’ân-ı Kerîm'in de nazm ve i’câzında tereddütleri ve kör gözleriyle i’câzını göremeyip inkâr etmeleri, baîd ve garip değildir. Zira onlar, kâinattaki nizam ve intizamı, tesadüfe; ve tahavvü­lat-ı garibeyi ve inkılâbât-ı acibeyi, abesiyete ve tesadüfe isnad ettiklerinden, bozulmuş olan ruhlarının gözünden o nizam tesettür edip görünmediği gibi, pis fıtratlarıyla da, Kur’ân’ın mu’ciz olan nazmını karışık, mukaddemelerini akîm, semerelerini acı gördüler.
’”

Bu metinler, beni tavuk ve yumurta bahsine benzer bir sorgulamaya götürdüler: "Küfür mü günahtan çıkar, günah mı küfürden?" Cevap, bir yönüyle her ikisi için de evetti elbette. Fakat ilk küfrün, fâsıkların meyl-i günahlarından çıktığı, yani 'göremeyen veya görmek istemeyen'lerin nazarlarında, zatında hayır üzere olan varlığın küfür ve şer üzerine esnetildiği/yorumlandığı aşikârdı. Küfrün özünde mantık değil, hedonizm/zevkçilik vardı. Kuvve-i akliye, ancak daha sonra sapmış olan diğer iki kuvvenin peşinden bilgi üretimine başlıyordu dalalet ekolünde.

Tıpkı ayet-i kerimenin de dediği gibi; verdiği misallerle Allah ancak fâsıkları saptırıyordu. İçlerinde günah işlemeye yönelik karşı konulmaz bir arzu duyanlar, sonra bu arzunun peşinde doludizgin koşanlar, elbette aralarında engel olarak gördükleri şeyi, en nihayet inkâra kalkışıyorlardı. Tevbe bu yüzden önemliydi. Çünkü her günah içinde küfre gidecek bir yol vardı. Ve arkadaşım, o yol, insanın kötülüğü canı istediği sürece, açıktı.

Not: Bu yazı daha önce, epey kısa bir şekliyle Küfür Psikolojisi olarak yayınlanmıştı. Bakara sûresindeki ilgili ayet üzerine yeni bir yazı kaleme almaya niyetlendiğimde, sıfırdan yeni birşey yazmak yerine, çok dışına çıkamadığım görünce, eskisi üzerinde çalıştım. Fâsık Psikolojisi, o yazının zenginleştirilmiş şeklidir.

11 Kasım 2012 Pazar

İnkâr seçilmiş bir körlüktür

“Edebî birşeyler yazabilirim, yazarım, hatta yazdım, yok ileride yazacağım” tarzında hiç iddialarım olmadı. Yazmak başlıbaşına bir iddia olsa da hep bunlardan kaçtım ben. Çünkü biliyordum; olmadığım birşey gibi görünmeye çalıştıkça aslında olduğum şeyin altında kalacaktım. Bilinçaltına itilmiş ikinci bir kişilik gibi hep çıkmayı bekleyecekti asl-ı siretim. Ve ben farketmesem de hep ortalarda geziyor olacaktı. Yalnızca ben varlığını duyumsamayacaktım. Çünkü onu inkâr ediyordum. Nihayetinde ‘gözünü kapayan yalnız kendisine gece yapar.’ İnkâr, seçilmiş bir körlüktür. Ben de tahayyülden gecemde insanları kör sanıp kralın aslında çıplak olduğunu bilenlere komik bir şov yapacaktım. Yapmamayı seçtim. Önce Hz. Mevlana, sonra Hz. Bediüzzaman (Rabbim ikisinden de razı olsun) beni uyardılar.

“Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol!” cümlesine, insanlara hayatta başarı için Mevlana Hazretleri tarafından verilmiş bir tüyo gibi davranıyoruz, ama aslında bu tür tavsiyelerin hepsi insana insanca yaşamayı öğreten şeylerdir. İhtiyaç olan şeylerdir. Meyve değil, ekmektirler. Lüks değil, zarurettirler. Peki, bu insanca yaşama nedir, ona gelecek olursak. İnsanca yaşama, insanın yaşadığından zevk-i ruhanî almasıdır, kanaatimce. 

Bakınız, böyle menfaat elde etmekten, bedensel bir tatmine ulaşmaktan hasıl olan geçici zevki kastetmiyorum. Zevk-i ruhanî aynen beden değişirken sabit kalan ruh gibi hayatta sabit kalan bir zevktir. Bir kere alınmakla bitip tükenmez, yenisinin gelmesi beklenmez. O yaşadığınız sürece omuzlarınızda kalır. 

Nasıl bir örnek vereyim? Mesela birisine, çok dar bir anında, çok gerekli bir yardımı yaptınız. O bir zevk-i ruhanîye sebep olur işte... Onun zevk-i ruhanî olduğunu, hatırladıkça o zevkin yenilenmesinden anlayabilirsiniz. Demek ruhanîdir ki, izi ruhta kalmış, sizi terketmemiştir. Fakat bedensel bir zevk, tahattur edildiğinde çok az teselli verir. Belki teselli bile vermez. Verdiği tek şey teellümdür, acıdır. Zira geçip gitmiştir, geri gelmeyecek, tadını hissettirmeyecektir. Zevk bedensel olursa ancak “zeval-i lezzet elem verir.” 

Hop, hop... Nereye gidiyorum ben? Başka birşey anlatacaktım size. Hah, tamam. Hatırladım şimdi: Olmadığımız birşey gibi davranmaktan ve kendimiz olmaktan bahsediyorduk. Evet, kanaatimce insan ruhuna tasannudan/yapmacıklıktan daha ağır gelen birşey yoktur. Mademki bir oyunu sahneleyen oyuncunun o oyun sürecinde yaşadığı bir yıpranma, yorgunluk vardır—1998’de sanırım, Sivas’ta, Susam Sokağı’ndaki Kırpık karakterini seslendiren oyuncudan işitmiştim bunu—elbette böylesi bir maskeyi bütün hayatı boyunca taşıyan insanlarda da bir yıpranma olacaktır. Bu yönüyle Mevlana’nın tavsiyesi tüyo değil, ihtiyaçtır. Öyle algılansa daha mantıklı olur. Ki ben de öyle bakıyorum. Olduğum gibi görünmediğim veya göründüğüm gibi olmadığım yerlerde büyük bir azap çekiyorum. Özellikle uzak akraba ziyaretlerinde. Veyahut insanların beni olduğumdan fazla gördüğü yerlerde... 

Bana bunu ders verenlerden birisi de Bediüzzaman demiştim, doğrudur. Bediüzzaman’ın başta Münacaat Risalesi olmak üzere bence bütün eserlerinde olduğu gibi görünmek kaygısı vardır. Ha, bence olduğu şey, anlattığı şeyden daha yukarıdadır. Ancak daireleri karıştırmayalım. Onun kendi bulunduğu noktadan kendisini Allah’a uzak görmesi, benim bulunduğum noktadan onu Allah’a (bana kıyasla) çok yakın görmem çelişmezler, ikisi de caizdir. Çünkü kelam, bulunulan makama göre edilmiştir. (Kelama değer biçerken kimin söylediğine de bakılır.) Tıpkı Şems’in ilk tanıştıkları gün Mevlana’ya sorduğu sualde olduğu gibi. Hz. Peygamber aleyhissalatu vesselam ile Beyazıd-ı Bistamî kuddise sirruh arasında yaptığı kıyaslamadaki gibi... Hatırlarsınız, hiçbir yerden hatırlamasanız Elif Şafak’ın Aşk’ından hatırlarsınız. 

Nihayetinde olduğun gibi görünmek çok rahatlatıcıdır. Rol yapmaktan kurtarır ve fıtrata uygun bir yaşam sağlar. Zaten insan içindeki şirkleri öldürürse tasannu yapmaya da ihtiyacı kalmaz. Bence tasannuya/yapmacıklığa bizi en çok iten şey de Allah’tan başkasının kanaatine O’ndan daha fazla değer vermemizle ilintilidir. Bunu biraz da tebliğ aşkımız bize mantıklı gösteriyor. Öyle görünürsek, olmadığımız birşey gibi davranırsak insanlar davamıza daha çok gelir sanıyoruz. 

Halbuki dava dediğin içten dışa yürünen bir yol. Sen önce içindeki davaları karara bağlasan, farketmesen de dışarıda birşeyler olur. Zaten hep söylerim; ne zaman ki tebliğ yaşamanın önüne geçti; tasannu yol bulup içimize yerleşti. Çaresi de taptıklarımıza birer balyoz vurup suçu kırmadığımızın üstüne atmak. Böylece hepsi bizden soğumuş olacak. Role gerek kalmayacak. 

Hz. İbrahim aleyhisselam tasannudan yıldığı gün bunu yapmıştı. “Hastayım” diyerek katılmadığı kavmine karşı sergilediği tavır, belki öyle kanına dokundu ki düşündükçe; “Ne olacaksa olsun artık!” diyerek gitti putları kırdı. Balyozu da en büyüğünün üstüne astı. Bu sonuncusu yazının tamamı gibi salt kendi yorumum. Kayıtlara böyle geçsin. Ben peygamberlerin de insan olduğunu düşündüğümden haddimi aşarak bazen psikolojilerini anlamaya çalışıyorum. Kusursa, kusurumdur. İnsanlardan değil, Allah’tan affımı dilerim. Ben olduğum gibiyim.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...