22 Ekim 2023 Pazar

Recm cezası için kimseden özür dilemiyorum

"Hürriyeti âdâb-ı şeriatla takyid ediniz. Zira câhil efrad ve avam-ı nas kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaatsiz olur. Adalet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Ta ki namaz sahih ola." 
Divan-ı Harb-i Örfî'den.

Sinemanın-dizilerin en çok ekmeğini yediği mevzulardan birisi 'intikam'dır. İntikam yapımları çok izlenir. Zira herkes kahramanın mağduriyetiyle empati kurar. İntikam alınırken kendisi alıyormuş gibi hisseder. Yıllar önce bir arkadaşım canı sıkıldığında rahatlamak için Süleyman Çakır'ın Tombalacı'nın kemiklerini kırdığı sahneyi izlediğini söylemişti. (Her izleyişinde bir tür rehabilitasyon yaşıyormuş.) Adaletin yerine geldiğini düşünmek hepimizi rahatlatıyor. Uç misalleriyle bile olsa. Mesela: Şimdilerde kocaları tarafından ihanet edilmiş kadınların intikam aldığı diziler revaç buldu. Hatta öyle bir intikam alıyorlar ki, kocaları, "Ölsem de kurtulsam!" noktasına gelebiliyor. (Gone Girl filmi de bu hususta ilginç bir örneklik taşıyordu. "Aldatılan bir kadın ne kadar ileriye gidebilir?" sorusunu sorduran enteresan bir yapımdı.) Bir de böylesi vakalarda tezahür eden şöylesi bir durum var: Günah başkasına karşı işlendiğinde çok ağır gelen cezalar bize karşı işlendiğinde "Az bile yaptım!" normalitesine dönebiliyor. Doğrular yerinden oynuyor. Bu oynaklık da ister istemez sorduruyor: Adalet nedir?

Michael J. Sandel'ın Eksik Kitaplar'dan çıkan Adalet'ini okudum bu yakınlarda. Cidden istifade ettiğim bir okuma oldu. (Tanıttığım video için: https://youtu.be/TpB0DcIlVsQ?feature=shared) Sandel, eserinde, şöyle bir sistematik üzerinden ilerliyor: 1) Tartışmalara konu olan bir vakayı paylaşıyor. 2) Sonra o vakayı 'adalet' olarak açıklayan 'adalet felsefesini' izah ediyor. 3) Sonra izah ettiği felsefenin çözüm olamadığı başka bir vakayı okuyucuya naklediyor. 4) Sonra bu ikinci hâdiseye çözüm üretebilen başka bir adalet yaklaşımını analiz ediyor. 5) Sonra bu sonra naklettiği yaklaşımın da çözüm üretemediği üçüncü bir hâdiseyi daha paylaşıyor... Ve hakeza. Kitapta bu metod üzerine birçok adalet yaklaşımını öğrenmiş oluyorsunuz. Hem de günahlarıyla-sevaplarıyla. Sandel, mâkul gördüğü yaklaşımların dahi, içinden çıkamadığı durumlar olduğunu kabul ediyor. Onların da zaaflarını ortaya koymaktan geri durmuyor. Eserin, bana göre, tek açığı çok fazla ABD-Avrupa merkezli ilerlemesi. Dünyanın geri kalanının adaleti nasıl anladığına kulak vermemesi. Eh, buna da artık alıştık, "Niye böyle?" demiyoruz. Amerikalıların Asya'da-Afrika'da bir yeri haritada bulma yetenekleri bile zayıftır zira.

Kitabın gözümü açtığı şeylerden birisi de 'adalet' tartışmalarının aslında 'itikat' tartışmaları olduğudur. Yani esas gerilim ideolojik düzeyde yaşanmaktadır. Doğru-yanlış kabulleri daha en temelde başkadır. Taraflar başka ilkeler/usûller eşliğinde adaleti aramaktadır. Bu ilkeler/usûller vakaları değerlendirme şekillerini etkilemektedir. Ve nihayetinde mevzu 'Senin-benim adaletim!' noktasında düğümlenmektedir. Sözgelimi: Toplumsal faydayı merkeze alan bir yaklaşım bireyin haklarını örselemektedir. Birey haklarına vurgulu bir yaklaşımsa toplumsal faydayı/zararı gözardı edebilmektedir. Erdem merkezli yaklaşımların otoriterliğe evrilmesi riski vardır. Hürriyet merkezli yaklaşımların sefaheti/sapıklığı normalleştirmesi tehlikesi sözkonusudur. Hasılı: İlkeler üzerinden ilerleyen seküler adalet arayışları da dört başı mâmur bir düzen kuramamışlardır. Her yerin mutsuzları vardır. Her ilkenin bir/birçok istisnasına rastlanmaktadır. Sandel'ın da 51. sayfada dediği gibi:

"(...) ahlakî çıkmazlarla mücadele etmek, özel hayatımızda ve kamusal alanda, uygulanacak ahlakî iddianın nasıl geliştirileceğini açıklar. Demokratik toplumlarda hayat doğru, yanlış, âdil ve adaletsiz üzerine anlaşmazlıklarla doludur. Bazı insanlar kürtaj hakkını savunurken diğerleri için kürtaj cinayettir. Bazıları çabalarıyla para kazanmışlardan vergi almanın âdil olmadığına inanırken, bazıları fakirlere yardım için zenginlerin vergilendirilmesinin hakkaniyet olduğuna inanır. Bazıları geçmişteki yanlışları düzeltmek adına, üniversite kabullerinde pozitif ayrımcılığı savunurken, bazıları bunu yetenekleriyle kabul edilmeyi hakeden insanlara karşı yapılmış ayrımcılığın adaletsiz bir türü olarak kabul eder. Bazıları terör şüphelilerine işkence yapılmasını özgür toplumun bir alçaklığı ve ahlakî iğrençlik olarak reddederken, bazıları terörist bir saldırıyı engellemek için gerekliyse bunu savunur. Siyasal seçimler bu anlaşmazlıklar üzerine bir kazanma ve kaybediştir. Sözde kültür savaşları bunlar üzerine yapılır. Kamusal hayatta ahlakî soruları tartışırkenki hırs ve güç dikkate alınırsa, aklın ötesinde, ahlakî düşüncelerimizin kesin olarak inançla ve yetişme tarzıyla belirlendiğini düşünmeye meyledebiliriz."

Zaten meselenin tarihî düzlemine de baktığınızda hukukun 'tek' değil 'birçok' versiyonu olduğunu görürsünüz. Aynı dönemde, üstelik çok yakın coğrafyalarda yaşamış, uygarlıkların dahi birbirinden çok farklı hukuk sistemleri vardır. Hatta bu hukuk sistemlerinin detaylarına dair birşeyler öğrendiğinizde "Nasıl olur ya?" dedirten şaşkınlıklar yaşayabilirsiniz. (Mesela: Ben ortaokul yıllarında Anadolu uygarlıklarını ders alırken Frigyalıların verdikleri bazı cezaları çok aşırı bulup şaşırmıştım. Saban kırmanın, öküz öldürmenin, tarlayı âtıl bırakmanın cezasının ölüm olması benim için çok şaşırtıcıydı. Ama Frigyalılarda tarım çok önemli olduğu için, devletin düzeni tarım üzerinde durduğu için, bu cezalar onlara göre çok âdil uygulamalardı.) Bugün de durum bundan başka değildir. ABD'de, farklı eyaletlerin aynı suça verdikleri farklı cezalar olabildiği gibi, bazıları için suç olan diğerleri için suç sayılmayabilir de. Nitekim, Avrupa ülkelerinde de, AB'ye rağmen, farklı yasalar bulunmaktadır. (Ötenazi kimilerinde yasal kimilerinde değildir.) Nihayetinde bu konuda kabul edilmesi gereken mâkuliyet 'adalet' diye tek bir normun dünya tarihinde hiçbir zaman vuku bulmadığıdır. Adalet denilen şey, öyle birşeydir ki, Sandel'ın da dikkat çektiği gibi, inançla ve yetişme şeklinizle dahi değişir. Onu herşey etkiler.

Şimdi, mesele böyle vuzuhiyet kazanınca, şeriat-ı Muhammediye'ye (a.s.m.) iman eden ben gibilerin köşeye sıkışmışlık psikolojisinden kurtulması icap ediyor. Zira benim varlıkta tuttuğum yer bir istisna değil. Benim varlıkta tuttuğum yer, en azından, herkesin tuttuğu yer gibi bir yer. En azından bu kadarı... Nasıl ki iki ABD eyaleti sosyolojileri nedeniyle farklı hukuki uygulamalara sahipse, nasıl ki Anadolu uygarlıkları farklı ceza sistemlerine sahip olabiliyorlarsa, evet, ben de varoluşumun temellerini şekillendiren imanım nedeniyle hukukta farklı bir duruşa sahibim. Hatta böyle bir duruşa sahip olmam zaruridir. Çünkü yükseldiğim kökün başkalığı beni dallarımda da başka kılıyor. Üstelik benim adalet anlayışım farklı bir usûl üzerinden kendini temellendiriyor. Sırf kimi uygulamalarımın bu çağın kulağına garip gelmesiyle tukaka olamam. Yargılanamam. Alaşağı edilemem. Çünkü onların uygulamaları da benim kulağıma garip geliyor. Tıpkı Frigya yasalarının bugünün çocuklarına garip gelmesi gibi. Yahut Sandel'ın eserine serpiştirdiği uç misallerin (ki hepsi yaşanmış olaylardır) sık sık "Olur mu öyle şey!" dedirtmesi gibi. Benim de, bir müslüman olarak, bu dünyaya "Olur mu öyle şey!" deme hakkım var. Bu dediğim aslında kendi kimliğim üzerinden dünyaya verdiğim mesajı da içerir.

Zina eden evli erkeğe/kadına uygulanan recm-taşlama cezası da bunlardan birisidir. Ben şeriatta böyle bir ceza olduğu için hiçbir toplumdan/çağdan özür dilemem. Neden dileyeyim ki? Aksine savunurum. Çünkü bu tutarlılığımdır. İslam'da bazı suçların ağır yaptırımlara maruz kalması tamamen önem hiyerarşisiyle ilgilidir. Ve, evet, bizim Allahımız yarattığı kullarının cinsel serbestîsini beğenmemektedir. Razı olmayışının tezahürü olarak da nasslarda şiddetli sınırlar tayin etmiştir. Cezaların ağırlığı suçun büyüklüğü nisbetindedir. Suç-ceza tebliğ özelliği de taşır. ABD'liye terör suçu çok ağır birşey olarak görünüyorsa bana da bu gayet ağır görünmektedir.

Ahirzamanın 'kimin eli kimin cebinde belli olmayan' toplumlarında kulağa garip geliyor diye uygulamam yanlış olmaz ki. Uygulamam ancak yaslandığı zeminin yanlışlığında yanlışlanabilir. Sistem kendi içinde tutarlı olmadığında sorgulanır. Ki İslam hukuku da, modern hukuk gibi genel geçer sayılan kimi ilkelere değil, nasslara dayanır. Aleyhissalatuvesselam Efendimizin uygulamalarına göre şekillenir. Fıkıh somut bir ortaya koyuş alanıdır. Ben bu konuda hesabımı yalnız oraya veririm. Yanlış yaparsam da orası bana hesap sorar. Çağın bana hesap sorabilmesi için, hem zamansal hem de mekansal anlamda, 'tek adalet' gibi birşeyi karşıma koyabilmesi lazım. Duruşumu kainattan nefyetmesi lazım. Bunun mümkün olmadığını hepimiz biliyoruz. Onlar da yasalarını değiştirmeden duramıyorlar. O halde beni nameşru kılabilecek nedir? Ben de, en azından, adalet türevi saydıkları şeylerden birisiyim. En azından böyleyim. Neden yürürlükten kalkayım ki? İşte, arkadaşlar, şeriatı talep ederken böylesi bir özgüvene çıkılması gerekiyor. O zaman meşruiyetimiz daha açık tebarüz edecektir.

12 Ekim 2023 Perşembe

En kalitesiz kâfir neden müslümanlardan çıkar?

"Çünkü mürtedin vicdanı tamam bozulduğundan hayat-ı içtimaiyeye zehir olur."
Lem'alar, s. 213


Küllîye düşmanlık cüz'e düşmanlığa benzemez. Bütüne düşmanlık bile parçaya düşmanlıktan başkadır. Gülün düşmanı gülün düşmanıdır. (Başka çiçeklere de düşmanlığını bu itiraftan çıkaramayız.) Papatyanın düşmanı papatyanın düşmanıdır. (Başka çiçeklere de düşmanlığını bu itiraftan çıkaramayız.) Fakat, her kim cem-i manasıyla 'çiçek' düşmanı olsa, artık bahane tutamaz, cümle çiçeklerin düşmanı olur. Zira çiçek tür ismidir. Nev'in nâmıdır. Açan herşeyi kapsar. Dışında çiçeklik bırakmaz. Evet. İslamiyet de, işte, sair itikadlara nazaran çiçek gibidir. Hepsinin (varsa) kısmî güzelliği onun güzelliğinden bazı şûlelerdir. İçlerinde, eğer kalmışsa bir dane-i hakikat, o hakikatin ağacı şeriattadır. Kemaliyle İslamiyet toprağında tebarüz eder ancak. İstikametiyle ancak onda görünür. Bu nedenle Bediüzzaman 'mürted' ile 'harbî kâfir' arasındaki şu farka dikkatimizi çeker:

"İslâmiyet sair dinlere kıyas edilmez. Bir Müslüman, İslâmiyetten çıksa ve dinini terk etse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez. Belki Cenâb-ı Hakkı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şeyi tanımaz; belki kendinde kemâlâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder. Onun için, İslâmiyet nazarında harbî kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte olsa, musalâha etse; dahilde olsa, cizye verse İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur. Fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünkü vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir hükmüne geçer. Halbuki, Hıristiyanın bir dinsizi, yine hayat-ı içtimaiyeye nâfi bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesâtı kabul eder ve bazı peygamberlere inanabilir ve Cenâb-ı Hakkı bir cihette tasdik edebilir."

Yani, arkadaşım, bu dinin kâfiri başka dinlerin(!) kâfirine benzemiyor. Onlar tahrif olmuş müfredatlarından edindikleri kadar bilgiyi reddedebiliyorlar. Bir tanrıyı inkâr ediyorlarsa da bu müslümanların nihayetsiz kemalde Allah'ı değil. Bir şeriata karşı koyuyorlarsa da bu İslam gibi her yönüyle sırat-ı müstakim bir içeriğe sahip değil. Hatta genellikle reddettikleri şey bâtılın şıklarından birisi oluyor. Başka bir bâtıla, yine bir bâtılı inkâr ederek, itikat ediyorlar. Tıpkı 'teslis'i reddedip ateist olan bir hristiyan eskisi gibi. Halbuki, İslam'a göre, ateizm ne kadar bâtılsa teslis de o derece bâtıldır. Şirk bütün efradıyla yine şirktir. Tevhidin dışında kalan hiçbir alan bizden değildir. Bu açıdan bâtılın kâfiri ancak bâtıldan bâtıla hasımdır. Bâtıla hasım olanın davasında bâtılla beraber hak birşeyler de bulunabilir. Lakin lebaleb hak ile dolu olana düşmanlık husumet sahibinde hiçbir nur bırakmaz.

Bu meseleyi 'bilim felsefesi' üzerine okuma yapmış olanlar için tanıdık gelebilecek bir temsille açıklayalım. (Çünkü bu temsil bilimsel bilginin hakikati ifade etmediğini savunanların kullandığı bir argümandır.) Bugün günlerden perşembedir. (Yazının yazıldığı gün itibariyle.) Ben eğer "Bugün günlerden çarşambadır!" desem, bu söylediğim hakikat değildir, ancak büsbütün yanlış da değildir. Zira "Bugün günlerden çarşambadır!" demek "Bugün günlerden pazartesi, salı, cuma, cumartesi, pazar da değildir!" demeyi kapsar. Ki kastettiği bu alt manalarda isabetlidir. Hepsi birden reddedilemez.

İşte, bilimsel bilginin kainatta bir kısım işlerimizi görmesi de, onu hakikat seviyesine çıkaramaz. Zira, bir konuda işe yarıyor olmak, nefsü'l-emirdeki hakikate isabet ediyor olmayı gerektirmez. Düğmeye her dokunduğumuzda lambanın yanması "Işığı düğme yaratıyor!" demeyi haklı kılmaz. (Elektrik de bundan aşkın değildir.) Cep telefonuyla çivi de çakabilirsiniz. Lakin bu cep telefonunun çivi çakmak için tasarlandığı anlamına gelmez. Furkan'da Hak Teala'nın "Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım!" buyurduğundan böyle bir mana da kavranmalıdır. Yoksa insanın ve cinlerin başka yan işler yapmadığı-yapamayacağı değil. Merkezdeki yaratılış maksadları bu alanlar değildir. Ve, evet, cep telefonuyla çivi çakarsanız sahibi de sizi cehenneme çakar.

Konuyu dağıtmaya başladık. Mürşidimin cümlelerine müracaat ederek toparlamaya çalışalım. O yine bir yerde diyor ki:

"Meselâ, nasıl ki bir saray bulunsa, büyük bir dairesinde büyük bir elektrik lâmbası bulunur. O elektrikten teşa'ub etmiş ve onunla bağlı küçük küçük elektrikler, küçük menzillere taksim edilmiş. Şimdi, birisi o büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirip ziyayı kapatsa, bütün menziller derin bir karanlık içine ve bir vahşete düşer. Ve başka sarayda, büyük elektrik lâmbasıyla merbut olmayan küçük elektrik lâmbaları, her menzilde bulunuyor. O saray sahibi büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirerek kapatsa, sair menzillerde ışıklar bulunabilir, onunla işini görebilir; hırsızlar istifade edemezler. İşte, ey nefsim! Birinci saray, bir Müslümandır. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm, onun kalbinde o büyük elektrik lâmbasıdır. Eğer onu unutsa, el'iyâzü billâh, kalbinden onu çıkarsa, hiçbir peygamberi daha kabul edemez. Belki hiçbir kemâlâtın yeri ruhunda kalamaz. Hattâ Rabbini de tanımaz. Mahiyetindeki bütün menziller ve lâtifeler karanlığa düşer. Ve kalbinde müthiş bir tahribat ve vahşet oluyor. Acaba bu tahribat ve vahşete mukabil hangi şeyi kazanıp ünsiyet edebilirsin? Hangi menfaati bulup, o tahribat zararını onunla tamir edersin? Halbuki, ecnebiler o ikinci saraya benzerler ki, Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın nurunu kalblerinden çıkarsalar da, kendilerince bazı nurlar kalabilir—veya kalabilir zannederler. Onların mânevî kemâlât-ı ahlâkiyelerine medar olacak, Hazret-i Mûsâ ve İsâ Aleyhimesselâma bir nevi imanları ve Hâlıklarına bir çeşit itikatları kalabilir."

O halde bana "Ben kâfirim!" diye soran kişiye benim de şunu sormak hakkım olur: "Neyin kâfirisin?" Bütün kemalatı kendisinde barındıran İslamiyetin mi? Yoksa başka bir bâtıl itikadın mı? Başka bir bâtılın kâfiri olmuşsan sende kimi doğrular ayakta kalmış olabilir. Ancak Muhammed Mustafa aleyhissalatuvesselama hasım olmuşsan, yandın, daha sende güzellik namına hiçbirşey ayakta duramaz. Zira kâfiri olduğun şeyler artık senin hasımlarındır. Reddettiğine göre kendine seçtiğin pozisyon onların karşısıdır. Veyahut onlar senin artık ulaşamayacaklarındır. Bu nedenle İslam mürtedine hakk-ı hayat tanımaz. Bu tavrında da gayet tutarlıdır. Eğer bir itikad bütün kemalatın kendinde olduğuna iman ediyorsa, içinden dışına inkâr ile çıkanın da, kemalata dair ne varsa yitirdiğini kabul etmek zorundadır. Böyle bir yitirişin de telafisi mümkün değildir. Çünkü yitirdiği şeylere husumeti nedeniyle içinde nokta kadar nur barındırmayan bir karanlığı büyütmektedir:

"Hüsün ve cemâl, görmek ve görünmek ister. Görmek ve görünmek ise, müştak seyirci, mütehayyir istihsan edicilerin vücudunu ister. Hüsün ve cemâl ebedî, sermedî olduğundan, müştakların devam-ı vücutlarını ister. Çünkü daimî bir cemâl ise, zâil bir müştaka razı olamaz. Zira, dönmemek üzere zevâle mahkûm olan bir seyirci, zevâlin tasavvuruyla muhabbeti adavete döner. Hayreti istihfafa, hürmeti tahkire meyleder. Çünkü, hodgâm insan, bilmediği şeye düşman olduğu gibi, yetişmediği şeye de zıttır. Halbuki, nihayetsiz bir muhabbet, hadsiz bir şevk ve istihsan ile mukabeleye lâyık olan bir cemâle karşı zımnen bir adavet ve kin ve inkâr ile mukabele eder. İşte, kâfir, Allah'ın düşmanı olduğunun sırrı bundan anlaşılıyor."

Dikkat et. Sen "Bugün günlerden çarşambadır!" demedin. "Bugün günlerden perşembe değildir!" dedin. Doğrudan hakikate kastettin. Doğrudan onu itham ettin. Onu reddettin. Senin mesuliyetin elbette 'harbî kâfir' ile bir olmaz. "Mürtedin katli var!" diye boşuna İslamiyete gönül koyma. Adaletsizlik ile de suçlama. Çünkü İslamiyet herşeyi olması gereken yere koyuyor. Seninle onu bir tutmuyor. Onunla seni bir tutarak ona da sana da zulmetmiyor. Herkes reddettiğine göre tartılıyor. Peki sen neyi reddettiğini hakikaten tartıyor musun? Vatanına ihanet edenin idamını aklın pekâlâ alıyor. Hak da veriyorsun. Peki Allah'ına ihanet edenin cezalandırılmasında alamadığın ne?

2 Ekim 2023 Pazartesi

Çünkü 'kız gibi ilahlara' ihtiyaçları var

Efendim, bendeniz, lise 2’ye kadar pek efendi bir çocuktum. Etliye sütlüye karışmazdım. Derslerimden başımı kaldırmazdım. Ancak lise 2’ye gelince içimde birşeyler kırıldı. Yoruldum. Yarışmayı bıraktım. Serserileştim. Herşeye boşvermeye başladım. (Yıllar sonra Hermann Hesse’nin Çarklar Arasında’sını okuduğumda biraz maziyi görür gibi olmuştum bu yüzden. Kitapta geçen ‘İçimin çiçeği soldu’ cümlesinde de halet-i ruhiyemin en güzel resmedilişini bulmuştum.) Hatta bendeki bu değişim nedeniyle edebiyat öğretmenimiz Ömer Faruk Beyazıt Bey (ki kendisi bir yazardı aynı zamanda) yemekhanede şöyle demişti: “Oğlum, sana ne oldu böyle, kız gibi oğlandın geçen sene!”

‘Kız gibi oğlan’ ifadesi arkadaşlarım için makara malzemesi olsa da kastedilen kötü birşey değildi. O dönemde kızlar erkeklere kıyasla daha edepli olduğundan, aşırılık yapmaktan uzak durduklarından, bir tür iltifat sayılırdı. (Belki Anadolu’da hâlâ böyle yerler vardır. İstanbul’a dair ümitlerimi yitireli epey oldu. Bence buralarda edepsizlik yarışı başabaş gitmektedir.) Kişinin itaatkârlığına da bir işareti vardı elbette mezkûr ifadenin. Kız çocuğu dediğin daha bir söz dinler. Erkek çocuğu o kadar itaatkâr olmaz. Zaten bir eşikten sonra öyle olması da istenmez. Mücadele etmelidir. Hatta, tıpkı saltanat düzeninde yaşandığı gibi, yeri geldiğinde babasının bile ayağını kaydırmalıdır.

Her neyse. Geçenlerde Zuhruf sûresinin 15 ila 18. ayetlerini tefekkür ederken aklıma bu hatıra geldi. Daha doğrusu şöyle birşey oldu: O ayetleri tefekkür ederken başka bir anlam katmanı daha kafamda açılır gibi hissettim. Şimdi aklıma gelenleri, "Allahu a'lem!" kaydıyla, hikâye edeceğim. Bakalım sizde de bir hakveriş olacak mı? Fakat önce ayetlerin kısa bir meallerini buraya iktibas edelim:

"Kimi kullarını Onun bir parçası saydılar. Şüphesiz insan apaçık bir nankör! Yoksa O, yarattıkları arasından kızları kendisinin saydı da, erkek çocukları size mi ayırdı? Onlardan biri, Rahman’a yakıştırdığı (kız çocuğu) ile müjdelenince öfkeye kapılarak yüzü mosmor olur. 'Mücadelede başarısız olarak ömrünü süslenmekle geçirecek olan kız çocuğu mu?' diye öfkeyle sorar." Başka meallerde 18. ayetin şöyle verildiğini de görmek mümkündür: "Süs içinde yetişip de mücadelede kendisini savunamayanı mı Allah'a yakıştırıyorlar?"

Diyanet İşleri sitesinde mezkûr ayetlerin kısa bir tefsiri şöyle yapılıyor:

"Müşrik Araplar kız çocuklarını istemedikleri, onları doğru dürüst insan saymadıkları, savaşa dayanıklı olmayıp, ömürlerini güzel görünmek için süslenmekle geçirmeleri gerekçesiyle kadın cinsini hor gördükleri halde hem meleklerin hem de Allah’a ortak kıldıkları putların dişi olduklarına inanır, ayrıca bu dişi putları Allah’ın kızları olarak kabul ederlerdi. Ayetlerde bu hurafî ve tutarsız inançlar reddedilmiştir. (Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 770)"

Evet, müşrikler, kendilerine yakıştırmaktan hoşlanmadıkları kız çocuklarını Allah'a yakıştırıyorlardı. Allah'ın altında kurguladıkları sözde hiyerarşide dişi kimliğine öncelik veriyorlardı. Bu elbette bir açıdan büyük bir tutarsızlık oluyordu. Zira kendi hayatları için kötüledikleri şeyi Allah için iyi görüyorlardı. Halbuki kötü hep kötü olmak zorundadır. Zaten inkârcılığın mahiyetinde müzmin bir tutarsızlık vardır. Onlar gündelik hayatlarında inanmayacakları şeylere teolojik düzeyde iman etmeyi seçerler. Sözgelimi: Evlerinde mükellef bir sofra bulsalar bunun tesadüfler eşliğinde oluşacağına inanmazlar. Ancak kainattaki binbir muhteşemliğin aynı tesadüflerle açıklanabileceğine inanırlar. Yaşarken rastgeldikleri her fiilin bir faili olduğunu bilirler. Lakin yaratılışta 'Failsiz de olur'cu kesilirler.

Peki benim kafamda açılan ikinci katman ne? Onu da yukarıda söylediğimine ters gibi görünen bir başka iddiaya bindireceğim: Belki de müşrikler Allah'ın altındaki hiyerarşide düşledikleri diğer ilahlara dişi kimlikleri verirken pek de tutarsız değildirler? Hoppala! Ne demek şimdi bu? Şu demek:

Bediüzzaman'ın eserlerinde tekrar tekrar dikkatimizi çektiği bir durum var. İnsan bir kere şirkin kucağına düştü mü birçok imkansızlığı da yutmak zorunda kalıyor. Yahut da içinden çıkılmaz pekçok zıtlaşmayla boğuşmaya mecbur oluyor. Eh, tutarsızlıkla yaşamak da bir yere kadar, akıl en nihayet bir parça 'kandırılmayı' talep ediyor. Onlar da çeşitli argümanlarla kandırmaya çalışıyorlar. İşte içinden çıkamadıkları mevzulardan birisi de budur ki: Herbiri ilahlığı itibariyle sonsuzluk barındıran birçok tanrı nasıl olup da yaratılışta birbirine galip gelmeye çalışmaz? Birbiriyle çatışmaz? Birbirinin düzenini altüst etmez? Sınırlı mahluklar arasında bile hâkimiyet şiddetli kavgalara sebep olurken, baba oğluna katlanamazken mesela, ilahlar dairesinde nasıl böyle kavgalar olmaz? Zira yine Kur'an'ın ifadesiyle: "O ikisinde (yerde ve gökte) Allah'tan başka ilahlar bulunsaydı, (düzenleri) elbette bozul(up gitmiş)ti."

"Bu kâinatın Sâni-i Kadîr ve Hakîminin mülkünde iştirak yeri yoktur. Çünkü herşeyde nihayet derecede intizam bulunduğundan, şirki kabul edemez. Çünkü müteaddit eller bir işe karışırsa, o iş karışır. Bir memlekette iki padişah, bir şehirde iki vali, bir köyde iki müdür bulunsa, o memleket, o şehir, o köyün her işinde bir karışıklık başlayacağı gibi, en ednâ bir vazifedar adam, o vazifesine başkasının müdahalesini kabul etmemesi gösteriyor ki, hâkimiyetin en esaslı hassası, elbette istiklâl ve infiraddır. Demek intizam vahdeti ve hâkimiyet infiradı iktiza eder. Madem hâkimiyetin bir muvakkat gölgesi, muavenete muhtaç ve âciz insanlarda böyle müdahaleyi reddederse, elbette, derece-i rububiyette hakikî bir hâkimiyet-i mutlaka, bir Kadîr-i Mutlakta, bütün şiddetiyle müdahaleyi reddetmek gerektir. Eğer zerre kadar müdahale olsaydı, intizam bozulacaktı. Halbuki bu kâinat öyle bir tarzda yaratılmış ki, bir çekirdeği halk etmek için, bir ağacı halk edebilir bir kudret lâzımdır. Ve bir ağacı halk etmek için de, kâinatı halk edebilir bir kudret gerektir. Ve kâinat içinde parmak karıştıran bir şerik bulunsa, en küçük bir çekirdekte de hissedar olmak lâzım gelir. Çünkü o, onun nümunesidir."

Benim böylesi metinler eşliğinde vardığım neticeyse şudur arkadaşım: Müşrikler, Allah'ın altında tevehhüm ettikleri ilah hiyerarşisinde, elbette kızlara öncelik vermek zorunda kalıyorlar. Zira 'kız gibi ilahlara' ihtiyaçları var. Bu kadar tanrıya rağmen âlemin düzeninin bozulmayışını ancak bu şekilde açıklayabilirler(!). Alttaki ilahların itaatkâr olması lazım. Erkek gibi düşlenmemesi lazım. Eğer 'erkek gibi ilahlar' düşlenirse bu defa tutarsızlıkları hepten meydana çıkacak. Hevasatı elinde aptallaşmamış olanlar da soracak: "Aga, bunlar nasıl olup da kavga etmiyorlar, garip değil mi?"

Hülasa: Kur'an'ın müşriklerin mezkûr arızasına dikkat çekişinde böyle bir hikmet daha olabileceğini düşündüm. Böyle bir sırrın da öğretiliyor olabileceğini tefekkür ettim. (Cenab-ı Hak taksiratımı affetsin.) Hatta işi orada da bırakmadım. Bugüne taşıdım. Bugün feminizmi dünyaya dayatan küreselci müşriklerin de idealler dünyasını erkek kimliğinden arındırmayı hedef ittihaz ettiklerini aklıma getirdim. "Acaba bu da bir tür 'kadıncı müşrik teolojisine dönüş' mü?" diye sordum. Hepsinin cevabını ben veremem. Biraz da sizden yardım almam lazım. Fakat şu kadarına dikkatinizi çekip gideyim: Kadınları hem bu denli pespaye metalar haline getirip hem de bu kadar baştacı yaptığını iddia eden, cahiliye dönemini saymazsak, bunlardan başka kim var Allah aşkına?

Rolex'i Bahadır Yenişehirlioğlu'nun ne zaman 'helali' olur?

  "Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. '...