Ayet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ayet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Ekim 2023 Pazartesi

Çünkü 'kız gibi ilahlara' ihtiyaçları var

Efendim, bendeniz, lise 2’ye kadar pek efendi bir çocuktum. Etliye sütlüye karışmazdım. Derslerimden başımı kaldırmazdım. Ancak lise 2’ye gelince içimde birşeyler kırıldı. Yoruldum. Yarışmayı bıraktım. Serserileştim. Herşeye boşvermeye başladım. (Yıllar sonra Hermann Hesse’nin Çarklar Arasında’sını okuduğumda biraz maziyi görür gibi olmuştum bu yüzden. Kitapta geçen ‘İçimin çiçeği soldu’ cümlesinde de halet-i ruhiyemin en güzel resmedilişini bulmuştum.) Hatta bendeki bu değişim nedeniyle edebiyat öğretmenimiz Ömer Faruk Beyazıt Bey (ki kendisi bir yazardı aynı zamanda) yemekhanede şöyle demişti: “Oğlum, sana ne oldu böyle, kız gibi oğlandın geçen sene!”

‘Kız gibi oğlan’ ifadesi arkadaşlarım için makara malzemesi olsa da kastedilen kötü birşey değildi. O dönemde kızlar erkeklere kıyasla daha edepli olduğundan, aşırılık yapmaktan uzak durduklarından, bir tür iltifat sayılırdı. (Belki Anadolu’da hâlâ böyle yerler vardır. İstanbul’a dair ümitlerimi yitireli epey oldu. Bence buralarda edepsizlik yarışı başabaş gitmektedir.) Kişinin itaatkârlığına da bir işareti vardı elbette mezkûr ifadenin. Kız çocuğu dediğin daha bir söz dinler. Erkek çocuğu o kadar itaatkâr olmaz. Zaten bir eşikten sonra öyle olması da istenmez. Mücadele etmelidir. Hatta, tıpkı saltanat düzeninde yaşandığı gibi, yeri geldiğinde babasının bile ayağını kaydırmalıdır.

Her neyse. Geçenlerde Zuhruf sûresinin 15 ila 18. ayetlerini tefekkür ederken aklıma bu hatıra geldi. Daha doğrusu şöyle birşey oldu: O ayetleri tefekkür ederken başka bir anlam katmanı daha kafamda açılır gibi hissettim. Şimdi aklıma gelenleri, "Allahu a'lem!" kaydıyla, hikâye edeceğim. Bakalım sizde de bir hakveriş olacak mı? Fakat önce ayetlerin kısa bir meallerini buraya iktibas edelim:

"Kimi kullarını Onun bir parçası saydılar. Şüphesiz insan apaçık bir nankör! Yoksa O, yarattıkları arasından kızları kendisinin saydı da, erkek çocukları size mi ayırdı? Onlardan biri, Rahman’a yakıştırdığı (kız çocuğu) ile müjdelenince öfkeye kapılarak yüzü mosmor olur. 'Mücadelede başarısız olarak ömrünü süslenmekle geçirecek olan kız çocuğu mu?' diye öfkeyle sorar." Başka meallerde 18. ayetin şöyle verildiğini de görmek mümkündür: "Süs içinde yetişip de mücadelede kendisini savunamayanı mı Allah'a yakıştırıyorlar?"

Diyanet İşleri sitesinde mezkûr ayetlerin kısa bir tefsiri şöyle yapılıyor:

"Müşrik Araplar kız çocuklarını istemedikleri, onları doğru dürüst insan saymadıkları, savaşa dayanıklı olmayıp, ömürlerini güzel görünmek için süslenmekle geçirmeleri gerekçesiyle kadın cinsini hor gördükleri halde hem meleklerin hem de Allah’a ortak kıldıkları putların dişi olduklarına inanır, ayrıca bu dişi putları Allah’ın kızları olarak kabul ederlerdi. Ayetlerde bu hurafî ve tutarsız inançlar reddedilmiştir. (Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 770)"

Evet, müşrikler, kendilerine yakıştırmaktan hoşlanmadıkları kız çocuklarını Allah'a yakıştırıyorlardı. Allah'ın altında kurguladıkları sözde hiyerarşide dişi kimliğine öncelik veriyorlardı. Bu elbette bir açıdan büyük bir tutarsızlık oluyordu. Zira kendi hayatları için kötüledikleri şeyi Allah için iyi görüyorlardı. Halbuki kötü hep kötü olmak zorundadır. Zaten inkârcılığın mahiyetinde müzmin bir tutarsızlık vardır. Onlar gündelik hayatlarında inanmayacakları şeylere teolojik düzeyde iman etmeyi seçerler. Sözgelimi: Evlerinde mükellef bir sofra bulsalar bunun tesadüfler eşliğinde oluşacağına inanmazlar. Ancak kainattaki binbir muhteşemliğin aynı tesadüflerle açıklanabileceğine inanırlar. Yaşarken rastgeldikleri her fiilin bir faili olduğunu bilirler. Lakin yaratılışta 'Failsiz de olur'cu kesilirler.

Peki benim kafamda açılan ikinci katman ne? Onu da yukarıda söylediğimine ters gibi görünen bir başka iddiaya bindireceğim: Belki de müşrikler Allah'ın altındaki hiyerarşide düşledikleri diğer ilahlara dişi kimlikleri verirken pek de tutarsız değildirler? Hoppala! Ne demek şimdi bu? Şu demek:

Bediüzzaman'ın eserlerinde tekrar tekrar dikkatimizi çektiği bir durum var. İnsan bir kere şirkin kucağına düştü mü birçok imkansızlığı da yutmak zorunda kalıyor. Yahut da içinden çıkılmaz pekçok zıtlaşmayla boğuşmaya mecbur oluyor. Eh, tutarsızlıkla yaşamak da bir yere kadar, akıl en nihayet bir parça 'kandırılmayı' talep ediyor. Onlar da çeşitli argümanlarla kandırmaya çalışıyorlar. İşte içinden çıkamadıkları mevzulardan birisi de budur ki: Herbiri ilahlığı itibariyle sonsuzluk barındıran birçok tanrı nasıl olup da yaratılışta birbirine galip gelmeye çalışmaz? Birbiriyle çatışmaz? Birbirinin düzenini altüst etmez? Sınırlı mahluklar arasında bile hâkimiyet şiddetli kavgalara sebep olurken, baba oğluna katlanamazken mesela, ilahlar dairesinde nasıl böyle kavgalar olmaz? Zira yine Kur'an'ın ifadesiyle: "O ikisinde (yerde ve gökte) Allah'tan başka ilahlar bulunsaydı, (düzenleri) elbette bozul(up gitmiş)ti."

"Bu kâinatın Sâni-i Kadîr ve Hakîminin mülkünde iştirak yeri yoktur. Çünkü herşeyde nihayet derecede intizam bulunduğundan, şirki kabul edemez. Çünkü müteaddit eller bir işe karışırsa, o iş karışır. Bir memlekette iki padişah, bir şehirde iki vali, bir köyde iki müdür bulunsa, o memleket, o şehir, o köyün her işinde bir karışıklık başlayacağı gibi, en ednâ bir vazifedar adam, o vazifesine başkasının müdahalesini kabul etmemesi gösteriyor ki, hâkimiyetin en esaslı hassası, elbette istiklâl ve infiraddır. Demek intizam vahdeti ve hâkimiyet infiradı iktiza eder. Madem hâkimiyetin bir muvakkat gölgesi, muavenete muhtaç ve âciz insanlarda böyle müdahaleyi reddederse, elbette, derece-i rububiyette hakikî bir hâkimiyet-i mutlaka, bir Kadîr-i Mutlakta, bütün şiddetiyle müdahaleyi reddetmek gerektir. Eğer zerre kadar müdahale olsaydı, intizam bozulacaktı. Halbuki bu kâinat öyle bir tarzda yaratılmış ki, bir çekirdeği halk etmek için, bir ağacı halk edebilir bir kudret lâzımdır. Ve bir ağacı halk etmek için de, kâinatı halk edebilir bir kudret gerektir. Ve kâinat içinde parmak karıştıran bir şerik bulunsa, en küçük bir çekirdekte de hissedar olmak lâzım gelir. Çünkü o, onun nümunesidir."

Benim böylesi metinler eşliğinde vardığım neticeyse şudur arkadaşım: Müşrikler, Allah'ın altında tevehhüm ettikleri ilah hiyerarşisinde, elbette kızlara öncelik vermek zorunda kalıyorlar. Zira 'kız gibi ilahlara' ihtiyaçları var. Bu kadar tanrıya rağmen âlemin düzeninin bozulmayışını ancak bu şekilde açıklayabilirler(!). Alttaki ilahların itaatkâr olması lazım. Erkek gibi düşlenmemesi lazım. Eğer 'erkek gibi ilahlar' düşlenirse bu defa tutarsızlıkları hepten meydana çıkacak. Hevasatı elinde aptallaşmamış olanlar da soracak: "Aga, bunlar nasıl olup da kavga etmiyorlar, garip değil mi?"

Hülasa: Kur'an'ın müşriklerin mezkûr arızasına dikkat çekişinde böyle bir hikmet daha olabileceğini düşündüm. Böyle bir sırrın da öğretiliyor olabileceğini tefekkür ettim. (Cenab-ı Hak taksiratımı affetsin.) Hatta işi orada da bırakmadım. Bugüne taşıdım. Bugün feminizmi dünyaya dayatan küreselci müşriklerin de idealler dünyasını erkek kimliğinden arındırmayı hedef ittihaz ettiklerini aklıma getirdim. "Acaba bu da bir tür 'kadıncı müşrik teolojisine dönüş' mü?" diye sordum. Hepsinin cevabını ben veremem. Biraz da sizden yardım almam lazım. Fakat şu kadarına dikkatinizi çekip gideyim: Kadınları hem bu denli pespaye metalar haline getirip hem de bu kadar baştacı yaptığını iddia eden, cahiliye dönemini saymazsak, bunlardan başka kim var Allah aşkına?

3 Ağustos 2023 Perşembe

Psikolojinin Allah’ı yok mu?

"Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef'âli sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit tutmamıştır.”
Mesnevî-i Nuriye’den.

Allah amellerini mübarek etsin. Geçenlerde ODTÜ mezuniyet töreninde “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur!” ayet mealinin pankart olup gezdirildiğini gördük. Cenab-ı Hak, kelamullahından nur alan böyle sineleri çoğaltsın, müslüman memleketini müslümansız bırakmasın. Âmin. Fakat elbette yarasa tabiatlıların bu nurdan gözleri kamaştı. Hemen başlarını mâbâdlarına çevirdiler. Hatta mırıldandılar: “Böyle birşeyi savunmak akademinin/psikolojinin değerlerini aykırıdır!” Neden efendim? Onlar açık açık söylemezler ya. Biz çekinmeyip deyiverelim: Zira kafalarındaki bilimin Allah’ı yoktur. Yani Allah varsa bilim yoktur. O yüzden yanlarında ‘Allah’ denildiğinde ‘Euzü’yü duyan İblis’e dönerler. Şeytanlarından önce kendileri çarpılırlar. Kaçacak mağaralar ararlar.

Will Smith’in, yaşanmış bir hikâyeye dayanan, dişe dokunur, mesaj içerir filmlerinden Doğruyu Söyle’de (Concussion/2016) buna benzer bir sahne olduğunu izleyenler hatırlar. (Hafızamda kaldığı kadarıyla nakledeyim.) Nijeryalı dindar bir hristiyan olan Dr. Bennet Omalu ABD’de adlî tabiblik yapmaktadır. Amerikan futbolu yıldızlarının emekliliklerinin ardından intihara kadar varan psikolojik sorunlar yaşamaları dikkatini çeker. Böyle vakalardan birisini, cebinden de para harcayarak, özel olarak incelemeye tâbi tutar. Teşhisini kesinleştirir. Durum apaçıktır. Futbolcuların oyunun sertliği içinde kafalarına aldıkları darbeler beyinlerinde hasara neden olmaktadır. Ve bu hasar ilerleyen yaşlarda kendini iyice belli etmektedir. Dr. Omalu’nun asıl mücadelesi bu teşhisten sonra başlar. Kamuoyunun dikkatini çekmeye çalışır. Bulgularını yayınlamak ister. Bir bilimsel derginin editörüne verileri aktardıktan sonra şöyle bir cümleyle sunumu bitirir: “Tanrı insanı futbol oynasın diye yaratmamış!” Editörün bu finale tavrı gariptir: “Tamam. Güzel. Tanrıyı çıkar. Elindekileri makaleye dönüştür. Bunu dergide yayınlayalım.”

“Tanrıyı çıkar!” dindarlığın, sahadaki bilimsel muvaffakiyeti ne olursa olsun, titri/yetki sahibi Nemrutlardan gördüğü muamelenin özüdür. Belki biraz da bu yüzden, Bediüzzaman, “Muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar!” diye yakınan lise talebelerine şöyle cevap vermiştir: “Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla, mütemadiyen Allah'tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil onları dinleyiniz.” Devamında birçok misalle bu uyanışın yöntemini de belirtir mürşidim. Teberrüken birisini alıntılayalım: “Meselâ, nasıl mükemmel bir eczahane ki, her kavanozunda harika ve hassas mizanlarla alınmış hayattar macunlar ve tiryaklar var; şüphesiz gayet maharetli ve kimyager ve hakîm bir eczacıyı gösterir. Öyle de, küre-i arz eczahanesinde bulunan dört yüz bin çeşit nebatat ve hayvanat kavanozlarındaki zîhayat macunlar ve tiryaklar cihetiyle bu çarşıdaki eczahaneden ne derece ziyade mükemmel ve büyük olması nisbetinde, okuduğunuz fenn-i tıb mikyasıyla, küre-i arz eczahane-i kübrasının eczacısı olan Hakîm-i Zülcelâli, hatta kör gözlere de gösterir, tanıttırır.”


Bu meselede yukarıda zikredilenlerden daha garibi de şudur bence arkadaşım: Bu sekülerizm kaselislerinin din düşmanlığındaki gayreti, bönlüğü, basitliği, iptidaîliği, hamlığı vs. Batılı pirlerinde dahi bulunmaz. Mesela: Psikolojinin Freud ve Jung ile birlikte ‘üç kurucu babasından biri’ sayılan Alfred Adler, İnsanı Tanıma Sanatı isimli eserinde, ‘ben merkezciliğin’ psikolojik sağlığa verdiği zararı izah sadedinde, sözü ilginç bir yere getirip der ki:

“Gelişmiş bir toplumsallık duygusunu içinde barındıran ve ‘Başkalarına ne verebilirim?’ sorusunu soran biri tüm karşıtlığıyla kendini beğenmiş kişiyle yanyana getirildiğinde arasında ne büyük bir değer farkının bulunduğu hemen anlaşılacaktır. Bu da ulusların binlerce yıl önce müthiş bir kesinlikle sezdiği ve İncil’in o bilgelik dolu ‘Vermek almaktan daha hayırlıdır!’ sözünde dilegelen bakış açısına götürür bizi. Alabildiğine eski bir insanlık deneyiminin dışavurumu sayılan bu sözün anlamı üzerine düşündük mü görürüz ki: Burada anlatılmak istenen ruhsal bir durumdur; vermenin, kollayıp gözetmenin, yardım elini uzatmanın insanın ruhunda yarattığı havadır; bu hava, ruhsal yaşamda kendiliğinden bir denge ve uyum sağlar, veren kimsenin kendiliğinden ele geçirdiği bir Tanrı armağanıdır adeta. Daha çok almaya eğilimli kimse ise çoğu zaman dağınık ve tutarsız biridir. Hoşnut olmak nedir bilmez. Tam bir mutluluğa ulaşabilmek için elindekiler dışında daha nelere kavuşması ve neleri kendisine maletmesi gerekeceği düşüncesiyle oyalanıp durur hep. ‘Gözlerimi çevirip başkalarının gereksinimlerine bakayım’ demez. Başkalarının mutsuzluğunu kendi mutluluğu saydığından, bir uzlaşmanın sağlayacağı huzur düşüncesine kafasında yer yoktur. Dikkafalılığıyla yarattığı yasalara başkalarının boyun eğmesini ister amansız bir tutumla, varolandan başka bir gökyüzü ister, bir başka türlü düşünce ve duygu ister. Kısaca: Onda gördüğümüz herşey gibi hoşnutluk ve alçakgönüllülük duygusundan uzaklığı da dehşet vericidir.”

Adler bu hususta daha birçok önemli şey söylüyor. Fakat yazıyı daha fazla uzatmayalım. Yalnız şu noktaya bir dikkat çekelim: Adler’in bahsettiği bilgelik, sadece İncil’de değil, hadis-i şeriflerde de bulunuyor. “Veren el alan elden hayırlıdır!” buyuran Aleyhissalatuvesselam Efendimiz de bize mezkûr duruşu bir anlamda tavsiye ediyor. Biz; Bediüzzaman’ın ifadeleriyle; hodbin, hodgam, hodendiş bakanlardan değiliz varlığa. Olmamalıyız. Kainatı kendi merkezimizde şekillenmeye zorlamamalıyız. Bu yalnızca ‘nazarımızda pek fena bir memlekete’ düşmemize sebep olur. Halbuki memleket fena değildir. Nazarımızda öyledir. Mü’mine yakışan hüdabinliğinden kaynaklanan bir “Herşeyle beraber birşeyim!” neşesine sahip olmaktır. Tevhide iman tevhidle yaratılmış herşeye bağlar bizi. “İman bir intisabdır.” Artık bu zeminde, varlığın merkezini Allah’ın esmaü’l-hüsnası şekillendireceğinden, mü’min ben merkezciliğin vartalarından kurtulur. İnsaniyetini bütünün amacına kattıklarında arar. Kendi varlığına kapanmaz. 

Aman, neler söylüyoruz, çenemiz düştü, Adler Efendi bizi tehlikeli(!) sularda yüzdürdü. Psikoloji adına cür’et edip İncil’e gittik, hadis-i şeriflere uğradık, Allah’lı-Kur’an’lı lâflar ettik. Cık, cık, cık. Oldu mu hiç? Şimdi Allahsız bilimcilerimiz böyle şeylere müsaade ederler mi? “Çaaat!” diye tanrıyı çıkarmazlar mı aradan? Bir antidepresan yazıp yollayacaklarken müşteriyi camiye yönlendirirsek elbette ekmeklerine kan doğramış oluruz. Kalpler Allah’ın zikriyle tatmin olur, tamam, ama bazılarının gözü maddeden başka şeylerle tatmin olmaz. O yüzden ne Adler’e, ne Bediüzzaman’a, ne hadis-i şeriflere, ne de Kur’an’a uyup böyle lâflar edilmesin dilerler. Bunların psikolojisinin Allah’ı yok çünkü. Eh, evet, ODTÜ’de ayetli bilim yürek ister. Kardeşlerimizin yüreğini tekrardan tebrik ediyoruz.

11 Aralık 2022 Pazar

Nur'un İlk Kapısı ile Küçük Sözler arasında bir çelişki mi var?

"Sözlerdeki hakaik ve kemâlât benim değil, Kur'ân'ındır ve Kur'ân'dan tereşşuh etmiştir. Hattâ, Onuncu Söz, yüzer âyât-ı Kur'âniyeden süzülmüş bazı katarattır. Sair risaleler dahi umumen öyledir." 
Mektubat'tan.

Bediüzzaman'ın İlk Dönem Eserleri içinde derlenen telifi Nur'un İlk Kapısı'nın bir özelliği beni düşündürüyor. Fakat düşündüğümü aktarmazdan evvel 'kitabın müellifini tekrar buluşu' hikâyesini kendisinden dinleyelim: 

"(...) Barla karyesine, yirmi beş senelik bir mufarakattan sonra, aynen meskat-ı re'sim Nurs karyesine karşı olan sıla-i rahimden daha ziyade bir sâikle geldim. (...) Sonra, gayet zevkli ve neşeli bir halet içinde iken, sekiz sene hiç gücendirmeden mükemmel bana hizmet eden Sıddık Süleyman bana bir kitap getirdi. (...) Küçük Sözler'in ve bazı mühim Sözlerin çekirdeklerini ve bir kısmının tam izahlarını içinde gördüm. (...) Aslâ ve kat'a hatırıma gelmemişti. Bütün bütün bu eseri unutmuştum. Vücudunu hiç bilmiyordum. Sıddık Süleyman'ın sekiz sene sadakatli hizmetinin tam bir yadigârı nev'inden, onun gayet büyük bir hizmeti hükmünde kabul ettim, 'Bin bârekâllah!' dedim."

Yani, mürşidim, o bitmek bilmeyen sürgün/hapis telaşı içinde böyle bir eseri kaleme aldığını unutmuştur. Seneler sonra, kitabı himaye eden talebesi sayesinde, hatırlamıştır. (Allah ikisinden de razı olsun. Cennette Aleyhissalatuvesselam Efendimize komşu eylesin. Herbir harfi için bin hasene yazsın.) Benim dikkatimi çekense şu arkadaşlar: Bediüzzaman, mezkûr eserde, daha sonra Sözler'de (hassaten Küçük Sözler'de) karşımıza çıkacak pekçok temsili/izahı tekrarlıyor. (Nur'un İlk Kapısı'nın telifinin daha önce olduğu düşünülürse aslında tekrar diğerleridir.) Ancak önemli bir farkla: Başlarındaki ayetleri kimi zaman değiştiriyor. Halbuki, nur talebeleri olan hâkim kanaatimiz o ki, Risalelerin başındaki ayetler 'eserde tefsir edilen ayetler'dir. Yani manşetteki ayet neyse içerideki izah onunkidir. Nur'un İlk Kapısı ise bu bakışı 'daha üst bir tanesiyle' değiştirmemizi mecburî kılıyor. Çünkü izah aynı kaldığı halde ayet musırrane değişiyor.

Misal olarak hemen bir tanesini zikredebiliriz: Nur'un İlk Kapısı'nda 2. Ders, Sözler'de 8.'ye denk gelmektedir. İçerikleri hemen hemen aynıdır. Fakat 2. Ders'in başındaki "O gün Cennet takvâ sahiplerinin gözleri önüne getirilir. Cehennem de azgınlara gösterilir." (Şuarâ Sûresi, 26:90-91.) ayeti 8. Söz'de hiç anılmamaktadır. Aynı şekilde, 8. Söz'ün başındaki "Allah Teâlâ ki, Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Hayy Odur (Hayatı ezelî ve ebedî olan ve bütün varlıklara hayat veren Odur). Kayyum Odur (Bizzat kâim Odur. Varlığı sonsuza kadar devam eder, bütün varlıklar Onunla ayakta durur ve varlıkları Onunla devam eder)." (Bakara Sûresi, 2:255.) ile "Şüphesiz Allah katında makbul olan din İslâm dinidir." (Âl-i İmran Sûresi, 3:19.) ayetleri de 2. Ders'in hiçbir bölümünde geçmemektedir. Peki bu 'mübarek müşkül' karşılaşanı hangi uyanışa iter?

"Allahu'l-a'lem!" kaydıyla söyleyeyim. Çünkü en doğrusunu ancak Allah bilir. Ulaşılması gereken uyanış şudur: Bu eserler sadece başlarındaki ayetlerin tefsirleri değildir. Hem salt içlerinde bir şekilde zikredilmiş ayetlerin izahları sadedinde de sayılamazlar. Bediüzzaman teliflerinde sezdiğimiz-sezemediğimiz birçok ayetin/hadisin tefsirini yapmaktadır. Fakat, bir sebeple de onlardan bazılarını açığa vurmakta, hatta en başa almaktadır. (Diğer birçoğunuysa gizli tutmaktadır.) Sathî nazarla bakıldığında o eser sadece o ayetin tefsiri gibi görülmektedir. Öyle iddia edilmektedir. Halbuki Nur'un İlk Kapısı'nın bana yaşattığı türden uyanışlar yaşandığında bu iddia anlamsızlaşmaktadır. Bediüzzaman Risale-i Nur'da kaç ayeti tefsir etmiştir? Kimbilir. Belki bütün Kur'an Risale-i Nur'da zaten tefsir edilmiştir. Belki de edilmemiştir. "İçinde şu kadar ayet geçiyor!" denilmekle muradı/kapsamı tahdit edilemez. Öyle bir bakışla yukarıdaki durum açıklanamaz.

İşte düşündüğüm bundan ibaretti arkadaşlar. Sürç-i lisan ettiysem affola. Bana kıymetli geldi. Belki size de gelir diye yazdım. Zaten bildiğinizi tekrar ettiysem cahilliğime verin. Ben yeni farkettim. Heyecanlandım. Çocuk dediğin heyecanlandı mı dilini tutamaz. Cahillik de çocukluğa benziyor. Vesselam. 

2 Aralık 2022 Cuma

Yokluğunda bir varlık var

"Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır. Yani, kendini bilse, vücut verse, kâinat kadar bir zulümat-ı adem içindedir. Yani, vücud-u şahsîsine güvenip Mûcid-i Hakikîden gaflet etse, yıldız böceği gibi bir şahsî ziya-yı vücudu, nihayetsiz zulümât-ı adem ve firaklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enâniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakikînin bir âyine-i tecellîsi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudatı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zira, bütün mevcudat, esmâsının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcibü'l-Vücudu bulan, herşeyi bulur." Sözler Risalesi'nden.

Kibir avuçlarını kapamaktır. "Ben bana yeterim!" demektir dünyaya. Hatta "Ben hepinize yeterim!" Bu sadedde tekebbür ancak el-Mütekebbir olan Allah'ın hakkıdır. Çünkü es-Samed olan yalnız Odur. Herşey varlığa çıkmak (ve de varlıkta kalmak) için yaratışına muhtaçtır. Oysa hiçbirşeye muhtaç değildir. el-Kayyum Odur. Bir projektörün görüntüyü perdede tuttuğu gibi her ân bizleri varlıkta tutar. Allah büyüklendiğinde kendisini olmadığı birşeyle tavsif etmez arkadaşım. Bunu sakın yanlış anlama. Çünkü büyüklenmek 'fazlası görünmek' gibi anlaşılıyor bizde sadece. Doğru değildir. Allah büyüklendiğinde Zât-ı Kudsîsini hakkıyla tarif etmiş olur. Senasını ettirdiğinde hakettiği övgüyü işitmiş olur. Şükrümüz de zaten hakettiği teşekkürdür. Yani ki, arkadaşım, Hak Teala bizden her ne istese hakkı olanı ister. İhtiyacından istemez. Gereğinden ister. Adaleti öğretir. 'Mış gibi' sahası değildir orası. 

'Mış gibi'yi biz aramızda yaparız. Çünkü hakikatte sahibi olmadığımız şeylerin ticaretini yapıyoruz şu hayatta. Emanetçisi olduklarımızı al-satıyoruz. Emanetçi sahiplik iddia ettiğinde hakikatin gurbetine düşer. Kibri terkettiğimizde tevazu sılamız olur. O 'vazedildiğin gibi' olma halidir. 'Alçakgönüllülük' diyorlar ya karşılamıyor. Aslı şu: Alçalmak, alçaktaymış gibi yapmak, yok. Zaten alçaktasın. Ait olduğun yerden konuşmaktır tevazu. Yapmacıklık değildir. Tasannuyu kibirliyken yapan biziz. Cenab-ı Hakkın büyüklenmesi ise yapmacık değildir. Kemalini tarifidir.

"İnsan kendisini müstağni gördükçe azgınlaşır!" buyruluyor Alâk sûresinde. İşte Kur'an'ın kelamullah olduğuna bir delil. Sen bundan daha isabetlisini duydun mu? Kur'an'da sahiden Allah konuşuyor. Zira bu derece teşhis başkasının sözünde bulunamaz. Ancak Ustası eserini bu denli 'tastamam' tarif edebilir. Evet. Gerçekten de 'kendimizi ihtiyaçsız gördükçe' azgınlaşmaya başlıyoruz. Yoldan çıkışımız da biraz şuna benziyor: Bir fabrikanın herhangi bir çarkı, çevresiyle uyumlu şekilde görevini yürütmesi gerektiğini unuttukça, kendi başına buyruk şeyler yapmaya başladıkça, düzenin zararına işliyor. Kendimizi yeterli görmek bizi büyük resme ilgisizleştiriyor. Lekemizle uğraştırıyor. Uyumdan habersizleştiriyor. Hodbinlik, hodgamlık, hodendişlik... Yani ki 'ben merkezcilik' hükmü altına alıyor herşeyimizi. Ve bu odaklanma hatasıyla parçası olduğumuz bütüne zarar vermeye girişiyoruz artık. Halbuki, arkadaşım, konu biz değiliz. Konu hep beraber Allah'ın senasını edebilmek. Bir orkestrada konu davulcu değildir. Hizmetçisidir. Davulcu gümgümünü konunun ta kendisi sanrılarsa bütün ahengi altüst edebilir. İstiğnamız bizi böylesi bir yanlış tezahüre götürüyor. Harf kendisini kelimenin tamamı sandığında okunacakları okutmaz olur. Vurgu azı çoğa galip eder. Varlıkta elbette tuttuğumuz bir yer var. Ancak tutamadığımız yerler tuttuğumuzdan çok.

'Kanser' nedir bilir misin? Kanser sorunlu bir hücrenin bedenin yerine geçmeye çalışmasıdır. Amitoz bölünmeyle meczup çoğalarak içinde yaratıldığı âkilliği mahvetmesidir. En nihayet yıktığı uyumun enkazında kendisi de kalır. Öldürdüğü canlının vücudunda kendisi de ölür. Bindiği dalı kesen oduncu gibidir yani. Fakat bu ebleh halini sonu gelene kadar farketmez. İnsanın tekebbürü de onun kanserleşmesidir işte. Tevazusu şifasıdır. Bunu şuradan da anlayabilirsin ki: Tevazu gösterdikçe, varlık, yaptığının doğruluğuna işaret eder gibi seni ödüllendirir. Bir Kanser Hastasından Yakınları İçin 75 Faydalı Öneri isimli kitapta okumuştun. Sonra Vücudunuz Hayır Diyorsa: Duygusal Stresin Bedelleri eseri de öğrendiklerini desteklemişti. Ölümcül hastalıklara yakalananlar genelde hayatın yükünü tek başlarına kaldırmaya çalışanlar. Hastalık sürecinde ilk öğrendikleri şeyse 'insanlardan yardım istemeye alışmak'tır. Hatta, yazar Deborah Hutton'ın tecrübesiyle de altını çizdiği üzere, sanki kanser, acizliğini bilmeyen insanlara 'yardım istemeyi belletmek' için gönderilmiştir. Aslını idrak ettikçe bir nebze hafifler.

Aleyhissalatuvesselam Efendimiz "Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremeyecektir!" buyuruyor. Onun bu inci-mercan beyanına şu açıdan da iman ediyorum: Evet. Öyle. Kibri yokedemeyen insan hayatından tasannuyu da çıkaramıyor. Tasannuyu yokedemeyense 'mış gibi' yapmaktan kurtulamıyor. 'Mış gibi' gemiye atabileceğimiz yükleri sırtımızda taşımamızın en büyük müsebbibi. Yani, her neyde kibir yapıyorsak, onun fazladan yükünü çekiyoruz. Bu fazla yük de 'mümkün cennet fırsatı'ndan uzaklaştıyor bizi. Çünkü, cennet, ona ihtiyacımızı bildikçe bizi tamamlıyor. Bizim tamamlanmamız cennetimiz oluyor. Eğer ihtiyaçlarımız olmazsa Allah'ı bilemezdik. Yaralarımız olmasaydı bedenimize ışık sızamazdı Mevlana Hazretlerinin tabiriyle. Eksik bırakıldık ki tamamlanalım. Avuçlarımız boş bırakıldı ki oraya bağışlarda bulunulsun. Rahmet dolsun. Sahibi bulunsun. İnkâr etmek yerine açmalıyız. Açtıkça zenginleşeceğiz. Açtıkça hayatımız bereketlenecek. Açtıkça cennete dönüşecek.

Hem yine denmiyor mu: "Her adam için, heyet-i içtimaiyede görmek ve görünmek için mertebe denilen bir penceresi vardır. O pencere kamet-i kıymetinden yüksek ise tekebbürle tetâvül edecek. Eğer kamet-i kıymetinden aşağı ise tevazu ile takavvüs edecek ve eğilecek, tâ o seviyede görsün ve görünsün. İnsanda büyüklüğün mikyası küçüklüktür. Yani tevazudur. Küçüklüğün mizanı büyüklüktür. Yani tekebbürdür."

Dua da bu anlamda bir 'kabullenme eğitimi' değil mi? Mürşidim bir başka yerde diyor ki: "Bir müslim ne derece dine mütemessik ise, o derece kibrinden, gururundan, hatta izzet-i rütebîden fedakârlık etmek gerektir." Çünkü sebeplere hallakiyet/yaratıcılık vermemenin (tevhidin) sonucu kendini detaylaştırmaktır. Hatta şunun arkasında, arkadaşım, 'yaralarınla barışmak' da vardır. Bediüzzaman'ın 'elyazısının kötülüğünü kabullenmekle-barışmakla' elde ettiği zenginliği düşünsene: "Eskiden beri diyordum: 'Ya Rabbi! Ben o kadar muhtaç iken ve nazmı severken, bu iki nimet bana verilmedi' diye, teşekkî değil, tefekkür ediyordum. Sonra bana kat'î tebeyyün etti ki: Şiir ve hat bana verilmemek de büyük bir ihsan imiş. Hem o hatta ihtiyacımı sizin gibi kalem karamanlarının muavenetleri temin ediyor. Hat bilseydim, hatta itimad edip, mesâil ruhta kararlayarak nakşedilmeyecekti. Eskiden, hangi ilme başladım, hattım olmadığı için ruhuma yazardım. Fevkalâde bir meleke ihsan edildi." 

Eksiklerimize "Bakalım nasıl tamamlanacağız?" diye baktıkça cennetimizin kapısı açılıyor. İstiğnaya kapıldıkça bizden küsüyor. Allah korusun. Cennetinden kopan cehennemine yuvarlanıyor. Sahi şu da enteresan değil mi: Cehennem sürekli yandırılmakla sanki bir 'eksiltilme' yeridir. Adem memleketidir. Yıkım cenderesidir. Cennetse nimetlenmekle sürekli 'arttırıldığımız' bir semttir. Vücud yurdudur. İnşa menzilidir. Eğer cehennemin müsebbebi içimizde barındırdığımız kibirse, yani ki o ateşi "Ben hepinize yeterim!" iddiası tutuşturuyorsa, "Bak bakalım yetiyor musun?" tarzı 'mütemadiyen eksiltilmeyle' cezalandırılması mâkul değil midir? Hem madem cennetlik olanlar mütevazı davranıyor. Eksikliğini biliyor. Onların da 'mütemadiyen çoğaltılması' manidar görünmez midir? Ben; hem bu dünyadaki hem ahiretteki tecellileriyle; kibir ile adem, tevazu ile vücud arasında bağlar görüyorum. Ama gösterebiliyor muyum? İşte ona da sen karar vereceksin arkadaşım. Yani onu da sen tamamlayacaksın. Ne de olsa yorum şahit olunanı tamamlar. Zenginleştirir. Ve şahit olunduğunun bir delilidir. 


22 Ekim 2022 Cumartesi

Sünnetin de 'müteşabihatı' olur mu?

Bediüzzaman'ın Minhacü's-Sünne'si üç ayetle başlıyor. İlk ikisinin kısacık bir meali şöyledir: "(128:) Size, içinizden öyle bir peygamber geldi ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona pek ağır gelir. O size çok düşkün, mü'minlere çok şefkatli, çok merhametlidir. (129:) Ey Peygamber, eğer senden yüz çevirecek olurlarsa, de ki: Allah bana yeter. Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ben Ona tevekkül ettim. Yüce Arşın Rabbi de Odur." 4. Lem'a'ya Tevbe sûresinden misafir edilen bu inciler, mürşidim için, sünnete bakarken kalpten çıkarılmaması gereken mihenkler mesabesindedirler. Zira, Aleyhissalatuvesselam Efendimizin sözlerini-tavırlarını doğru şekilde anlamak, iki şeyi birden hatırda tutmakla olur: 1) Ümmetine olan 'iştiyakı'nı. 2) Ümmetine karşı 'istiğnası'nı. Evet. Bu ikisini kalbinin terazisine yerleştirenler ancak Onun amellerini doğru tartarlar. Koymayanlarsa hataya müsaittirler.

Eserinin başında yer verdiği üçüncü ayetse ilk iki ayeti daha iyi anlamamız için seçtiği konuyu gösterir: "De ki: Vazifem karşılığında sizden bir ücret istemiyorum. Sizden istediğim ancak akrabaya sevgi ve Ehl-i Beytime muhabbettir." Malumunuz üzere, Şûra sûresinin bu ayeti, Ehl-i Sünnet ile Şiiler arasında temel bir farklılığın kaynağı olmuştur. Ehl-i Sünnet 'Ehl-i Beyt' kavramlaştırmasını 'liyakat' zemininde kavrar. Şiilerse Ehl-i Beyti 'kanbağı' noktasında açıklamaya mutaassıbdırlar. Yani ki: Sünniler nazarında 'sünnete hakkıyla ittiba edenler' de veraset-i nübüvvetten hisse sahibidirler. Şialar içinse 'neseb bağı' dışında veraset hakkı yoktur. Bu nedenle iki ekolün imamet meselesine yaklaşımı başkadır. İstikametse, her zaman olduğu gibi, sünnilerin tarafındadır. Allah bizi onların dairesinden ayırmasın.

İşte, tam burada Bediüzzaman, Tevbe sûresinden aldığı mihenkleri kullanmaya başlar: 1) Peygamber aleyhissalatuvesselamın hiçbir ameli 'ümmetinin bütününe gösterdiği iştiyak' hesaba katılmadan ele alınmamalıdır. 2) Yine Peygamber aleyhissalatuvesselamın hiçbir ameli 'beşeriyet noktasında ümmetine karşı sahip olduğu istiğna' hesaba katılmadan değerlendirilmemelidir. Öyleyse, mesela, 'ümmetinin hadsiz salâvatına hadsiz ihtiyaç göstermesi' nefsine dair bir talepten değildir. (O noktada istiğnası vardır.) Ya? Ümmetine daha çok şefkat edebilmek için arzuladığı destektir. Çünkü aldığı salavatlarla makamı yükselir. Yükselen makamıyla daha çoğumuza şefaat eder. Hem de salat u selam sayesinde ümmetin nübüvvetle dinamik ilişkisi korunur. Mü'minler Efendilerine dua ettikçe bereket bulurlar. Zira Ona edilen dua da bir vesile-i rahmettir. Ki Zât-ı Mübareki de âlemlere rahmettir. Yani getirilen savalatlarla menfaat ve saadet bulan, inşaallah, salavatı getirenlerin ta kendileridir.

 "Hazret-i Hasan'ın (r.a.) başını öpmesinden Şah-ı Geylânî'nin hisse-i azîmesi var..." diye bitirdiği 2. Nükte'de büyük bir uyanış yaşarsınız. Demek, Aleyhissalatuvesselam Efendimiz, torunlarını dahi 'sırf torunları oldukları için' sevmemektedir. Hayır. Onun her türlü fiilinde/sözünde makam-ı nübüvvetin geniş okuyuşu vardır. Evet. O, Ehl-i Beytten geleceklerin gelecekte sünnetin himayesinde göreceği mühim hizmeti görmüş, onları temsilen Hz. Hasan ve Hüseyin efendilerimizin başlarını öpmüştür. Yani bu yoğun sevgi 'dünyevî bir akraba sevgisi' değildir. Arkasında ümmetin bütününü kapsayan bir anlam vardır. Hepsini kollayan bir uhrevî menfaat vardır. Hem zaten Hâtemü'l-Enbiya aleyhissalatuvesselam  sırf bir karabet-i nesliye saikiyle, yakınlarına kıyak olsun diye, böyle birşey arzulayacak değildir. Onun eteği böylesi çamurlardan da münezzehtir. Nübüvvetin istiğnası böyle ücretlere talip olmaktan beridir. Peygamberler ecirlerini, Kur'an'da buyrulduğu gibi, yalnız Allah'tan isterler. Kullara minnet etmezler.

"Bu hakikati teyid eden mükerrer rivayetlerde ferman etmiş: 'Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz necat bulursunuz: biri Kitabullah, biri Âl-i Beytim.' Çünkü Sünnet-i Seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan Âl-i Beyttir. İşte bu sırra binaendir ki, Kitap ve Sünnete ittibâ ünvanıyla, bu hakikat-i hadîsiye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı, Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyeye ittibâı terk eden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakiki dost da olamaz."

4. Lem'a'dan aldığımız bu mihenkleri, artık, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın hayatında 'müteşabih gibi görünen' her detaya karşı istimal edebiliriz. Özellikle de Oryantalistlerin (ve onların yerli mukallidlerinin) çoklukla dillerine doladıkları mevzulara karşı... Mesela? Mesela: Efendimizin eşlerinin çokluğu meselesi. Mesela: Zeyneb radyallahu anha annemizle izdivacı meselesi. Mesela... Neyse. Uzatmayayım. Sayısını çoğaltabiliriz. Fakat hepsinin cevabı aynıdır. Yani aynı zeminden verilir. Böylesi hiçbir meselede Aleyhissalatuvesselam Efendimizin sözü-tavrı 'nefsini önceleyen' bir tutumdan kaynaklanmamıştır. Onun her amel edişinde ümmeti için gözetilmiş faydalar vardır. Oryantalistlerin geviş getirdikleri "İnsanî zaafları onu böyle şeylere itmiştir!" tarzı okumalar tastamam iftiradır. Yazıktır. Rezilliktir. Kur'an'da haber verilen istiğnasına da aykırı düşer. Onun bizden gelecek hiçbir menfaate ihtiyacı yoktur. Aksine bizim sıkıntıya düşmemek için sünnetine ihtiyacımız vardır. Eğer hâlâ hikmetini kavrayamadıklarımız mevcutsa, zihnimizdeki bulanıklık, şüphe yok ki cahilliğimizdendir. Hüda'dan açılmasını dileyebiliriz. Yoksa sünnetine iftira edip şefkatini zedelememeliyiz. Terbiyesizlik etmemeliyiz. Onun sünneti de hep şefkatindendir. Şefkati de hep sünnettindedir. Sünneti yitiren şefkate liyakatini kaybeder. Öyle olmaktan Allah'a sığınalım arkadaşım. Dünyada bundan büyük bedbahtlık yoktur.


23 Mart 2021 Salı

Casus uyduları önce kim recmedecek?

"Biz dünya semâsını kandillerle donattık. Şeytanlar için o kandilleri birer taş yaptık. Onlara bir de alevli ateş azabı hazırladık." (Mülk sûresi, 5)

Geçenlerde Hindistan'ın 'uydu vurabilen füze' geliştirdiğini okudum. Hatta denemesini de yapmışlar. Başarılı olmuşlar. (Belki başka ülkeler çoktan yapmışlardır. Bilemiyorum. Konudan yeni haberim oldu.) Haberde füzenin geliştiriliş amacının 'casus uydulara karşı önlem' olduğu yazıyordu. Bu tabii bugün için böyleymiş. İleride uydulara silah sistemleri de eklenirse, ki bugün ekli olmadığını kim söyleyebilir, o zaman uzaydan gelecek saldırılara karşı da kullanmak gerekecekmiş. Böylesi füzeler her ülkenin envanterinde kayıtlı olacakmış. Olur mu olur. Neler gördük. Gayrı şaşmayız hiçbirşeye.

Şaşmayız ya. Fakat mevzu benim aklıma başka birşeyi getirdi. 15. Söz'ü. "Ne alaka şimdi 15. Söz'le?" demeyin muhterem kârilerim. Çok alakası var. 15. Söz neyi anlatıyor? Kur'an'da geçen 'casus şeytanların recmi' hakikatini izah ediyor. 7 Basamak'ı ile bizi o göğe çıkarıyor. Elhamdülillah. Hatta bir yerinde de diyor ki mürşidim: "Ezel, Ebed Sultanının pek çok Esmâ-i Hüsnâsı vardır. Tecelliyat-ı celâliye ve tezahürat-ı cemâliye ile pek çok şuûnâtı ve unvanları vardır. Nur ve zulmet, yaz ve kış, Cennet ve Cehennemin vücudunu iktiza eden isim ve ünvan ve şe'ni ise, kanun-u tenasül, kanun-u müsabaka, kanun-u teâvün gibi pek çok umumî kanunlar misillü, kanun-u mübarezenin dahi bir derece tâmimini isterler. Kalb etrafındaki ilhamat ve vesveselerin mübarezelerinden tut, ta semâ âfâkında melâike ve şeytanların mübarezesine kadar, o kanunun şümulünü iktiza eder." Yani semada olan aslında bir kanunun en geniş dairesi. Aynı kanun varlığın her köşesinde seziliyor. Tecelli ediyor. Görünüyor.

28. Lem'a'nın 28. Nüktesi ise konuyu, bir sual eşliğinde, daha dakik yerinden yakalıyor: "Şu gibi âyetlerden anlaşılıyor ki, cüz'î ve bazan şahsî bir hadise-i gaybiyeyi de haber almak için, gayet uzak bir mesafe olan semâvat memleketine casus şeytanların sokulması ve o çok geniş memleketin her tarafında o cüz'î hadisenin bahsi varmış gibi, hangi şeytan olsa, hangi yere sokulsa, yarım yamalak o haberi işitecek, getirecek diye bir mânâyı akıl ve hikmet kabul etmiyor."

Bediüzzaman'ın verdiği cevabı buraya alıntılayarak yazıyı uzatmayacağım. Merak edenler internetten kolaylıkla bulup okuyabilirler. (Adresini yukarıda söyledim.) Ancak 'uydu teknolojisi' sayesinde bu mevzudaki algı darlığımızı bir parça aştığımız kanaatindeyim. Hatta 'casus uydular' sayesinde mevzuun şerir yanını da çözdüğümüzü düşünmekteyim. Evet. Bugün kolaylıkla kabul ediyoruz ki: Eğer semada doğru yeri tutarsanız aşağıyı daha geniş bir perspektiften inceleyebilirsiniz. Hatta tuttuğunuz yere göre dost-düşman ülkelerin sırlarını da elde edebilirsiniz.

GoogleEarth'ün yanlışlıkla ortaya çıkardığı şeyler duymuşsunuzdur. Bunlar buzdağının sadece görünen kısmı. Esasında casus uydular uzunca bir zamandır 'bilgi toplama amacıyla' kullanılıyorlar. Eskiden bu teknolojiyi üretebilen ülkelerin sayısı sınırlıydı. Şimdi sahada oyuncu arttı. İşler karıştı. Trafik yoğunlaştı. Hepsi 'kendine göre melek' ülkeler de artık yeri geldiğinde bu meraklı casusları engelleyebilmek için silahlar üretiyorlar. Yani ayetin haber verdiği 'casus şeytanların recmedilmesi' hakikati bir başka rengiyle hayatımıza dahil oluyor. Evet. İnsanoğlu da eriştiği teknoloji sayesinde semadan bilgi toplanabildiğini görüyor. Bunu engellemenin yollarını kurcalıyor. Nihayetinde eriştiği çözüm: Yerden atış yapmak. Şimdilik böyle. Ancak dediğim gibi: İleride uydular silahlanırsa bu atışlar semadan yapılacak. Uzay istasyonlarından atılan füzelerle uydular vurulacak. Belki vurulan sadece uydu da olmayacak. Uzaydan karaya atışlar da yapılacak. Tıpkı karadan uzaya yapılabileceği gibi.

20. Söz'ün bakış açımızı kaldırdığı yükseklik ne zengin birşey. Peygamber mucizelerinin bugünün bilimi için 'dest-i teşvik' hükmüne geçtiği sırrı. İnsanlığın aklına karpuz kabukları düşürdüğü hakikati. Bunun bir başka rengini de 'casus şeytanların recmedilmesi' bahsinde görebiliriz. Çünkü bize bu makamda anlatılan da yine bir kıssadır. Şeytanlar-melekler arasında geçen mübarezedir. Bu mübarezenin ufkumuza düşürdüğü bir hayal vardır. Belki bugünün uydu sistemleri o hayalin isbatı olmaktadırlar. Kimbilir? Ben artık mezkûr ayetin verdiği haberi yadırgayanları yadırgıyorum. Görebildiğimiz boyutunda bunlar oluyorsa göremediğimiz boyutta ötekisi neden olmasın ki?

14 Ocak 2020 Salı

Dünya da bize artık bir parça ahiret gibi geliyor

Birşeyin ahiretine inanmamak bizi o şey hakkında daha kolay kandırılır hale getirir mi? Soru bu. Daha zoru ise şu: Birşeyin sahtesine inanmak onun gerçeğine karşı bizi duyarsız hale getirir mi? Hafızamızın ellerinde sıkıca tutalım lütfen. Çünkü üzerine konuşacağız. Bu sorular ilhamını En'am sûresinin 113. ayetinden alıyor. Kısa bir mealini alıntılayalım: "Onlar bunu, âhirete inanmayanların gönülleri o yaldızlı sözlere meyletsin, sonra ondan hoşlansınlar ve işlemekte oldukları kötülükleri işlemeye devam etsinler diye yaparlar." Fakat böyle yapınca yarım kaldı. 112. ayetin kısa bir mealini de ekleyelim: "Her peygambere insan ve cin şeytanlarını Biz böylece düşman ettik ki, bunlar, aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler ilham ederler. Eğer Rabbin dileseydi onlar bunu yapamazdı; onun için sen onları uydurduklarıyla başbaşa bırak."

Görüldüğü gibi ayet-i kerimeler bize kandırılmanın doğasında ahirete inanmamanın olduğunu söylüyor. Şeytanlar ahbaplarına yaldızlı sözler fısıldıyorlar. Doğru. Fakat tesirin asıl etkeni bu değil. Bizi bu demagojilerin/cerbezelerin etkisine açık hale getiren ahiretsizliğimiz. Dünyanın yaldızları bizi kandırıyor. Zira ahiretsiz düşünülünce o da bir tür güzelliğe benziyor. Daha doğrusu: Güzelliği 'yeterliye' benziyor. Öyle ya. Uzun zaman kullanılacağı düşünülmeden alınan eşyanın çıtıpıtısı kalbi iknaya yeter. Bıcır bıcırlığı gönle şenliktir. Ancak bir saniye!

Nasıl oluyor bu? İçimizde ahirete inanmayan var mı? (Bunu burada sormak zorundayım. Zira çikolatalı gofret reklamında olduğu gibi kalabalık içinde bağıramam.) Cevapları duyamasam da hep mü'min insanlarla konuştuğumu düşünüyorum. Üstelik Kur'an da kâfirlerden çok mü'minlere dersini tekrar ediyor. Evet. Tamam. Onları da hidayetine çağırmıyor değil. Evvelemirde bu dersler elbette o mahrumları davetle tanıştırmak için. Lakin bizim de hissemiz yok mu şunlardan? Yani bu nurlardan? En'am sûresinin 112-113. ayetleri bize ne öğretiyor peki?

Ben bu öğretinin inkârla değil amma unutmayla ilgili olduğunu düşünüyorum. Biz de kolay aldatılır oluyoruz. Ne zaman? Eylemlerimizin ahiretini unuttuğumuz zaman. Bir şuur olarak uhreviliği kafamızda gezdirmeyi bıraktığımız zaman. Ebedî resmin çağrısına/gösterdiğine kulaklarımızı kapadığımız zaman. Sonumuzu düşünmeyi bıraktığımız zaman. Bu ihmalleri yaptığımız zaman biz de kolay aldatılır oluyoruz. Evet. Bediüzzaman "Onlar dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler!" buyuran İbrahim sûresinin 3. ayetini tefsir sadedinde der ki:

"(...) âyetinin sırr-ı işarîsiyle, âhireti bildikleri ve iman ettikleri halde, dünyayı âhirete severek tercih etmek ve kırılacak şişeyi bâki bir elmasa bilerek rıza ve sevinçle tercih etmek ve âkıbeti görmeyen kör hissiyatın hükmüyle, hazır bir dirhem zehirli lezzeti, ileride bir batman sâfi lezzete tercih etmek, bu zamanın dehşetli bir marazı, bir musibetidir. O musibet sırrıyla hakikî mü'minler dahi bazan ehl-i dalâlete taraftar olmak gibi dehşetli hatâda bulunuyorlar."

Demek bu marazdan hiç de uzakta değiliz. Bakınız, yukarıdaki mealde 'şeytanların yaldızlı sözlerine kanmak'tan bahsedildi, aşağıda mürşidim de bize 'ehl-i dalâlete taraftar olmak'ı zikretti. Sanki birbirleriyle manaca bir ilgileri var. Ancak bu ilgiyi kavrayabilmek için biraz da ahiretin manasını konuşmak gerek. Ahiret bizce nedir? Bu zamanın bitiminde başlayan başka bir zaman mıdır? Yoksa bu zamanda yaşanan bir sonsuzluk mudur? Müslümanlar için ahiret tarifinin ben biraz daha ikincisine yakın olduğunu düşünüyorum. Biz sonsuzluğu bu zamanda yaşıyoruz. Aslında şükrederken bunu az-çok kestiriyoruz. Zaten kudsî metinlerde de sürekli bu konuda uyarılıyoruz. "Dünya ahiretin tarlasıdır!" diye dersimizi alıyoruz. Ancak yaşarken işin rengi değişiyor. Ahiret, ikinci bir şuura, bir lazımın lazımına, dönüşüyor. Ötede amellerin karşılığı olduğu hatırımıza geliyor. Fakat eylediklerimizin bizzat ahiret olduğunu çok da sezinleyemiyoruz.

Kafanızı daha fazla karıştırmaktan fazlasını yapmalıyım. 'Amellerin bizzat ahiret olması' bence onları ahiretleriyle birlikte yaşamakla ilgili birşey. Hani yine mürşidim, yukarıda zikrettiği derdin devasını, başka bir yerde şöyle izah eder: "Âkıbeti görmeyen, bir dirhem hazır lezzeti ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyat-ı insaniye akıl ve fikre galebe ettiğinden, ehl-i sefaheti sefahetten kurtarmanın çare-i yegânesi, aynı lezzetinde elemi gösterip hissini mağlûp etmektir." Yani arkadaşlar, ne yapıp edip, ahireti fiilerin içine kadar indirebilmeliyiz. Eylemlerimizin yekününden bir ahiret çıkarmak yerine herbir eylemin bir ahireti olmalı.

Zaten ömrü bereketlendiren de budur. Ehl-i dünya bile 'büyük amaç' sahibi olmanın eylemi büyüttüğüne inanır. Bu kadarını kavramıştır. Mesela: Öğrenciyi okul hayatını haytalıkla geçirmekten alıkoyacak güzel bir meslek sahibi olma amacıdır. Niyetidir. Şuurudur. Bu onu gafletin tesirlerinden korur. Ahireti, ama seküler bir ahireti, eylemlerinin ufkuna yerleştirdiği zaman eylediklerinin ömrü uzar. Günübirlik şenlikleri yerine bir ömürlük meslekleri olur. Bu sahte bir ahirettir. Seküler bir ahirettir. Ancak belki bugün mü'minleri mağlup eden ahiret de budur. Dünyayı seve seve tercih ettiren şeytanların ahiret dilini konuşmaya başlamasıdır.

Bakınız: Bu sahte ahiret yokken bizim gerçek bir ahiretimiz vardı. Kariyer sahibi olmak gibi hedeflerin modern zamanlara kadar ufukları kaplamaması fıtratında 'bu kadarla yetinmemek' olan insanı bir ahiret hedefine teşvik ediyordu. Dünyanın boyu kısaydı. İnsan çabuk üzerine tırmanıp ahirete uzanıyordu. Fakat şimdi iş değişti. Ahirzaman şeytanları baldan önce bunun sahtesini keşfettiler. Bizi uzun eğitim/çalışma yılları sonunda ulaşılabilecek 'kariyer putları'na maruz kıldılar. Artık yeni bir ahiret kovalıyoruz. Eylemlerimizi ona göre yapıyoruz. Ancak o ahiret sahici bir ahiret değil. Şeytanlar bizi ahirete karşı sahte bir ahiretle kandırıyorlar. İşte bu yüzden dünya hayatını seve seve tercih ediyoruz. Çünkü dünya da bize artık bir parça ahiret gibi geliyor.

25 Haziran 2019 Salı

Yıldızlar kaybolurken neden Allah'ı anayım ki?

Şualar'da bir kısacık mektup var. Allah ikisinden de razı olsun. Bediüzzaman'ın talebesi Re'fet abiye yazdığı bir cevap. Şöyle başlıyor: "Âlimâne suallerin Risale-i Nur'un Mektubat kısmında çok ehemmiyetli hakikatlerin anahtarları olmasından senin suallerine karşı lâkayt kalamıyorum." Re'fet abinin neyi sorduğunu ise mektubun şu kısmından sezinliyoruz:

"Madem, Kur'ân bir hutbe-i ezeliyedir, nev-i beşerin umum tabakatıyla ve ehl-i ibadetin bütün tâifeleriyle konuşur. Elbette onlara göre müteaddit mânâları ve küllî mânâsının çok mertebeleri bulunacak. Bazı müfessirler, yalnız en umumî veya en sarih veya vâcip veya bir sünnet-i müekkedeyi ifade eden mânâyı tercih eder."

Yani? En doğrusunu Allah bilir amma sanki 'işarî tefsire' dair bir izaha ihtiyacı var Re'fet abinin. Sorusu da büyük ihtimal bunun üzerine. Bediüzzaman da, müfessirlerin ekserce yaptığı tefsirler ile aynı ayetlere yapılan işarî tefsirlerin, elbette ehl-i sünnet usûlüne bağlı kalınmak şartıyla, birbirlerini yanlışlamadığını, Kur'an'ın her muhatabına 'onun ihtiyacına göre görünür' şeyler de söyleyebildiğini, bunun da kelamullahın mucizeliğinin bir başka yönü olduğunu vurguluyor.

Ve devamında Tur sûresinin 49. ayetinden misal getiriyor: "Gecenin bir kısmında ve yıldızların kayboluşunda da Onu tesbih et!" Ayetinin manasının hem sünnet olan 'teheccüd namazına' ve hem de sünnet-i müekkede olan 'fecir sünnetine' işaret ettiğini, müfessirlerin de genelde bu manaların üzerinde durduklarını söylüyor, ancak şunu da fısıldamadan elimizi bırakmıyor: "Yoksa evvelki mananın daha çok efradı var."

Daha evvel de bir yazımda belirtmiştim: Ben bir hocanın talebesine bıraktığı boşlukların onun yetişmesinde büyük öneme sahip olduğuna inanırım. Fakat yanlış anlaşılmasın. Bu boşluklar talebeyi 'ne yapacağını bilemez' hale düşürecek türden boşluklar değildir. Yani yoldan çıkarıcı boşluklar değildir. Ya? Bu boşluklar talebeye 'nasıl balık tutulacağını' öğrettikten sonra oltanın, sandalın ve gölün karşısına bırakıp "Hadi bakalım!" demek gibidir. Eğer bu "Hadi bakalım!" denmezse, talebe kendi balığını tutma konusunda boşluğa düşürülmezse, aldığı bilgi teorik düzeyde kalır. Fiiliyata geçemez. Meleke olup yerleşemez. Ancak kendi boşluğundan boğulmadan çıktıktan sonra talebe ilmine güvenir. Tıpkı suyun üstünde kalmayı başaranın artık yüzüşüne güvenmesi gibi.

Bediüzzaman'ın da eserlerinde bu türden bıraktığı boşluklar var. Hatta ben Kur'an'ın bütün ayetlerini tefsir etmeyişini de böylesi bir cesaretlendirici boşluk olarak görüyorum. Tabii benim gibilere değil. Ehli olanlara. Ancak; velev ki deniz, göl, nehir olmasın; bizim de yüzebileceğimiz sular var. Sineğe damla da bir denizdir. Tutup Rahman sûresini tefsir edebilecek halimiz yok. Amma, yukarıda işaret edildiği gibi, bazı ayetlerden rızkımız olan işarî tefsirleri çıkarabiliriz. Evet. Ancak sakın ki ehl-i sünnet çizgisinden sapmayalım. Hevamıza koşmayalım. Salih seleflerimizin hükümlerine bağlı kalalım, inşaallah, âmin.

İşte, mezkûr mektuptan cesaret alarak ben de, "Gecenin bir kısmında ve yıldızların kayboluşunda da Onu tesbih et!" ayetini tefekkür etmeye başladım. İlk gördüğüm şu oldu: Gecenin bir kısmında Allah'ı tesbih etmek bir tedbir. Yıldızların kayboluşunda tesbih etmek ise bir ihtiyaç. Neden böyle söylüyorum? Çünkü kırsalda yaşamışlığım var. Yalancı ışıkların olmadığı yerlerde yıldızların anlamını iyi bilirim.

Yıldızlar ümittir. Yıldızlar güvendir. Yıldızlar kaybolmanın önündeki engeldir. Geceleyin yıldızlar arkadaşınız gibi olurlar. İnsan herşeyi ancak kıyasla bilebilen bir canlı olduğu için yıldızları görmekle kendi varlığından ümitlenir. "Onlar ordaysa ben de buradayım!" der. Burada olmak neşesini alır. Ama ya hava kapandığında? Allah Allah! Hava kapandığında insan korkunun en ağırını yaşar. Ne yöne gittiğini kestiremez. Nerede olduğunu kestiremez. Işık namına son ümitleri de ellerinden alınmıştır. Yani demem o ki: Gecenin bir kısmında tesbih etmek, sonrasında yıldızların kayboluşunun da anılmasıyla, esasında Allah'a körkütük bir karanlıkta bırakılmadığı için şükretmektir.

Allah Rahman'dır. Geceyle bizi muhatap kıldığında bile, hâşâ, zalim değildir. Zülcelali ve'l-İkram'ın celal içre ikramları pekçoktur. Geceyle korkutursa yıldızlarla da ümit verir. Gecenin bir kısmında Allah'ı tesbih ettiğinde, yani onun kusurlardan noksan olduğunu kendine hatırlattığında, bunun delillerini görücü niyetlerle varlığa baktığında, yıldızların nimetiyeti yüzüne tebessüm eder. "Böyle merhametli bir Sultan bana zulmediyor olamaz!" farkedişiyle keder-savar ümitler gözlerini sana kırpar. Yıldızlar gibi yanıp yanıp sönerler. O yanıp yanıp sönmeleriyle sanki nazarına 'hişt-pişt' çekerler. Yani dikkatini isterler.

Peki bunları da hesaba katınca tam tersi olmalı değil miydi? Yani, asıl gece tesbihi bir ihtiyaç, yıldızlar kaybolurken tesbih etmek ise bir tedbir sayılmalı değil miydi? Hayır. Böyle değil. Çünkü ihtiyacının şiddeti senin o ihtiyacı hissedişte zayıflayıp-kuvvetlenmene bakıyor.

Aczini hissettiğin yerde zaten yüzün tesbihe âmâde. Arayışında. Allah'a bakıyor. Rahman'ı arıyor. Asıl, Alak sûresindeki ifadesiyle, kendini ihtiyaçtan uzak gördüğünde, yani müstağni saydığında, muhtaçlığını kavrayamadığında azgınlaşıyorsun. Tesbih de bunun için. Bizi körlükten kurtarmak için. Yoksa Allah'a tesbihimizle birşey bağışlıyor değiliz.

Bu açıdan bakıldığında, elbette, seni Allah'a muhtaç hissettiren gecede tesbihin 'teheccüd namazı kıymetinde' bir sünnet; ama-fakat-lakin görece müstağni bir havaya girdiğin fecr vaktinde, yani kendi ayakların üzerinde durduğunu sandığın zamanlarda tesbihin ise 'fecir sünneti kıymetinde' sünnet-i müekkede. Bu bahiste emrin kuvveti senin ona ihtiyacınla orantılı. Gafletten sıyrılmaya ne kadar ihtiyacın varsa o kadar tesbih var. O şiddette tesbih var. O kadar anmalısın. Allahu'l-a'lem.

18 Mayıs 2019 Cumartesi

NASAistler bunu da açıklasın!

Göğün direksiz yükseltildiğini söyleyen bir ayet bugünün insanına ne anlatır? Yoksa "Yahu bizim bugün astronomimiz var, NASA'mız var, bilmem kaç türlü uzay aracımız, uydumuz, teleskobumuz, üstelik uzaydan malumat verir fizik-matematik-kimya bilgimiz var. Dahası: Karadeliklere kavuşur fehmimiz, 'big-bang'e kafa yorar fikrimiz ve aynı anda "Dünkü pastadan bir dilim kalmış mıdır acaba?" diye buzdolabının ahvalini merak eden aklımız var. Yani var, var, var, varoğlu var. Her türlü imkanımız var. Bunları çoktan çözdük biz!" mi der?

Onun toz kondurmadığı gururu kendisinin olsun. Ben böyle diyemiyorum. Çünkü mürşidim bana öyle öğretmiyor. Evet. 30. Lem'a'nın ism-i Kayyum bahsinde, Bediüzzaman, mezkûr ayette ilk bakışta anladığımdan aşkın birşeyler de sakladığını gösteriyor. Ne mesela? Hop! Yağma yok sevgili arkadaşım. Önce bahsi geçen ayetin kısa bir meailini alıntılayacağız: "Gökleri görebileceğiniz bir direk olmaksızın yükselten, sonra arşa istivâ eden, güneşi ve ayı emrine boyun eğdiren Allah’tır. Herbiri belirlenmiş bir vakte kadar akıp gitmektedir. İşleri Allah düzenliyor, âyetleri de açıklıyor ki, rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanasınız."

Tamam. Meailimizi alıntıladık. Şimdi mürşidimin bize öğrettiklerine gelelim. Öncelikle şunu söyleyebiliriz: Bediüzzaman'ın 'göğün direksiz yükseltilmesini' bizden daha üst bir şekilde okumayı seçiyor. O, Furkan-ı Hakîm'in böyle demekle, 'boşlukta olanların da aslında başıboş bırakılmadığına' dikkatlerimizi çektiğini düşünüyor. Ve diyor: "Evet, sırr-ı kayyûmiyetin cilvesine bu noktadan bakınız ki, bütün mevcudatı ademden çıkarıp, herbirisini bu nihayetsiz fezada, 'Göğü direksiz yükseltti!' sırrıyla durdurup, kıyam ve bekà verip, umumunu böyle sırr-ı kayyûmiyetin tecellîsine mazhar eyliyor. Eğer bu nokta-i istinad olmazsa, hiçbirşey kendi başıyla durmaz, hadsiz bir boşlukta yuvarlanıp ademe sukut edecek."

Yani onun yaptığı okuma bir tür yaslanma kanunu üzerine. 'Yaslanma kanunu' ne demek? Fakat bir saniye! Ben sana yanlış yaptım arkadaşım. Kayyumiyetin ne olduğunu biliyormuşsun gibi hareket ettim. Belki de bilmiyorsun. O halde kısacık da olsa bir tarifini neden denemeyelim? İşte geliyor: Kayyumiyet Cenab-ı Hakkın herşeyi ayakta tutmasıdır. Daha doğrusu varettiklerini 'var'da tutmasıdır. Yani o Rahman'ın yarattıklarıyla ilişkisi "Bir kere yarattı. Tamam. Bitti. Daha karışmıyor!" ilişkisi değildir. O, pekçok ayette de altını çizdiği üzere, varlığı başıboş bırakmaz. Her an yaşadıkları değişimler, gelişimler veya yıkımların tamamında isimleriyle, sıfatlarıyla ve tasarruflarıyla yanlarındadır. Burada 'yanlarındadır'ı Allah'a mekan izafe etmek anlamında kullanmıyoruz arkadaşım. Ona da bir dikkatini isterim. Sakın yanlış anlayayım deme. 'Kontrolünde tutmak' bağlamında 'aklımıza yanaşsın diye' tercih ediyoruz bu kullanımı. Yoksa elbette Allah mekandan münezzehtir. O yarattıklarının her türlü kusurlarından münezzehtir. Âmenna!

Zaten ayetin devamında gelen 'istiva etti'yi de bu nedenle 'hükmü-tasarrufu altına aldı' diye tefsir ediyoruz. Evet. Senin de dikkatini çekmiştir: Direksizliğin ardından zikredilen herşeyde bir 'kontrol altında tutmak, idare etmek, yaratmak, takdir etmek' vurgusu var. "(...) sonra arşa istivâ eden, güneşi ve ayı emrine boyun eğdiren Allah’tır. Herbiri belirlenmiş bir vakte kadar akıp gitmektedir. İşleri Allah düzenliyor, âyetleri de açıklıyor ki, rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanasınız." Yani; ne güneş, ne ay, ne zaman, ne mahlukatın işleri, ne de ayetlerin açıklanması; hiçbirisi 'akışına bırakılmış' değil. Hepsi takdirler üzerine gelişiyor.

Akıp gitmeleri 'akışına bırakıldıkları' anlamına gelmiyor. Hepsinin hesaplanabilir aidiyetleri var. Uydukları yasalar var. İşlerinde düzenlilik var. Belirginlik var. Güneşin ne yaptığı belli. Ayın her dönüşü hesaplı. Evrendeki herşey zamanlı. Bunun bize açıklanmasının hikmeti de şu: Başıboş bırakılmadığımızı bu düzeyde farkedersek Rabbimize kavuşacağımıza da iman ederiz. Madem buraya gelişimiz, yaşayışımız ve hatta tüm yaşananlar başıboş değil, o halde biz de başıboşluktan gelen bir boşuboşunalıkla helak olmayız. Elbette bize sırr-ı imtihanla bırakılan 'özgürlük alanımızdan' hesaba çekiliriz. Hem korkmayalım yani. Kontrol altındayız.

'Yaslanma kanunu'na geri dönelim. Arkadaşım, duyunca herhalde sen de katılıverirsin, biz 'yaslanma' ifadesini 'irademizden çıkma' bağlamında da kullanırız. Hemencecik bir misal: Ev taşıdığımızı düşünelim. Eşyanın taşıma sürecinden çıkması ne iledir? Onları bir yerden alıp başka bir yere bırakma iledir. Yani onları daha önce yaslandıkları yerden alır ve yine yaslanabilecekleri başka şeylerin yanına götürürüz. (Üzerinde durmak da bir tür yaslanmadır aslında.) Bununla başardığımızda da aslında şudur: O şeyin varlığının sağlıkla devamı dikkatimizden çıkmış olur. Evet. Taşırken varlığı daha fazla bize bağlı idi. Düşürsek kırılırdı. Duvara vursak çizilirdi. Fazla sıksak çatlardı. Bırakmasak belimiz kopardı. Ama ne zaman ki güvenli bir yer bulup onu oraya yasladık, üzerine koyduk veya bıraktık, işte, o zaman varlığını da irademizden/dikkatimizden çıkarmış olduk. Elhamdülillah. Rahatladık. Çünkü biz sınırlıyız. Varlığına şahit olduğumuz herşeyi her an elimizde, aklımızda, dikkatimizde veya kalbimizde tutamayız. Aciz düşeriz. Dayanamayız. Belki de çıldırırız. Sevdiğimiz herşeyin sağlığını her an dikkatimizde tutmak kafayı yedirir bize. Allah korusun.

Ama Allah onları da korusun. Çünkü onları seviyoruz. O halde bunca şeyin varlığı bu kadar düzenle nasıl devam ediyor? İşte Cenab-ı Hak ayetteki bu 'direksizlik' ihtarıyla bizi 'göremediğimiz bir direğe' yönlendiriyor. Daha doğrusu her an değişim içinde olan varlığın hareketlerin bir mutlak iradenin kontrolünde sürdürüldüğüne dikkat çekiyor. Biz elimizden bırakmaya muhtacız. O muhtaç değil. Biz yoruluruz. O yorulmaz. Biz kırarız. O kırmaz. Biz bir yerde kendi haline bırakmak zorundayız. Ama o bunun zorunda değildir. Hem âlemi başıboşluk üzerine yaratmış da değildir. Çünkü başıboş olan şey düzensiz de olur. Sen bir saat çocuğunu sokakta başıboş bırakabiliyor musun? E-5'te arabanın direksiyonunu bırakıp kestirebiliyor musun? Eve gelen faturaların kendi kendilerine ödenmelerini umuyor musun? Sen bu kadarcık işi gelişgüzelliğe bırakmazken Cenab-ı Hak yarattığı âlemi bırakır mı hiç?

Yani, özetle, bu âlem hiçbir direğe yaslanmıyor arkadaşım. Bu âlemin direği direksizlik. Direksizlik ne demek? Direksizlik işte Allah'ın Kayyumiyetidir. Tabir-i caizse her anda hükmü süren dikkatidir, hikmetidir, rahmetidir, idaresidir, yönlendirmesidir, rububiyetidir.

Onun Kayyumiyetine iman etmezsek biz bu varlığın şu düzenliliğini açıklayamayız. Her an yüzbin dikkat isteyen milyon işin ahenkle sürmesine akıl-sır erdiremeyiz. Hayretten kafayı sıyırırız! Üstelik burada kalbimize de büyük bir teselli vardır. Nasıl? Yaşadığımız boşluklara da buradan bir tedavi bulabiliriz. Eğer Cenab-ı Hak hiçbirşeyi başıboş bırakmıyorsa yaşadıklarımız da bizim yörüngemizin hikmetli parçalarına dönüşmez mi? O süreçlere bakışımız değişmez mi? Bu bakış bizi yalnızlık hissinden kurtarmaz mı? Öyle ya, ayet-i kerime hatırlatıyor, dönüşümüz yine onadır. Ondan gelip ona dönen yolunu hiç kaybeder mi? İşte ben de, elhamdülillah, mürşidimin söylediklerinden buna benzer birçok şey anladım canım arkadaşım. Sen benden fazlasını farkedersen benimle paylaşmayı unutma. Biliyorsun. Aynalar koridorunda herşey paylaşıldıkça çoğalır. Taşlar ise paylaştıklarını eksiltirler.

27 Mart 2018 Salı

Bilmek bile güçlüdür acizliğimizden

Yaşlanmak neyin delili olabilir acaba? Düşünsenize: Küçüğüz. Bebeğiz. Ağzımıza verilmese emziğe bile güç yetiremeyiz. Sonra çocuğuz. Yine hayatımızı idame edemeyecek kadar aciziz. Sonra genciz. Kendimizi çok güçlü biliriz. Yumruklarımızla duvarları delebiliriz. Daha sonra ortayaşlıyız. Sınırlarımızın farkındayız. En nihayet ihtiyarız. Yani yeniden bebeğiz. Mülkümüz sandığımız bazı şeyleri gelecek kuşaklara devretmişiz. Zayıflamışız. Güçsüzleşmişiz. Hatta bildiklerimizi unutmaya başlamışız. Belki de bunamışız. Söyleneni zor duyarız. Duyduğumuzu zor anlarız. Anlasak da hafızamızda tutamayız. Suya yazılmış bir yazı gibi kayıp gider zihnimizden. Bilmek bile güçlüdür acizliğimizden.

Bence, bu döngünün insana veriliş hikmeti, tıpkı Rum sûresinin haber verdiği gibi. Ne diyor 54. ayetinde hatırlayalım: "O Allah ki, sizi güçsüz bir halde yarattı; güçsüzlükten sonra size kuvvet verdi; kuvvetin ardından yine bir güçsüzlük ve ihtiyarlık verdi. O dilediğini yaratır. Çünkü O herşeyi bilen, herşeye gücü yetendir." Ve hüve'l-Alîmü'l-Kadîr. Ayet-i kerime böyle bitiyor. Cenab-ı Hak, buyurduğu yadsınamaz hakikatlerin ardından iki mübarek ismine dikkatlerimizi çekiyor: Alîm ve Kadîr. Ne demek Alîm? "Herşeyi bilen." Ne demek Kadîr? "Herşeye gücü yeten."

Özetle böyle söyleniyor. Ancak mezkûr ayet-i kerimeyi daha nitelikli bir şekilde anlayabilmek için biraz daha derin okumak gerekiyor bu iki ismi. Nasıl? Alîm: "Bütün arızî bilmeler Onun sonsuz bilgisinin birer bahşı olan." Kadîr: "Bütün arızî güç yetirmeler Onun sonsuz kudretinin birer delili olan." Yani bu iki isimde sadece Allah'ın bilişini ve kudretini tarif yok. Aynı zamanda kainattaki bilişin ve kudretin kaynağına da işaret var.

Kusurlu bir örnekle zihnimize yaklaştırmaya çalışalım. Elimizde üç tane bez parçası olsun. Bunlardan bir tanesini su kovamıza batırıp sıkabildiğimiz kadar sıkalım ve güneşin karşısına koyalım. Diğerini kovamıza batırıp sadece sıkalım. Üçüncüsü ise suya batırıp çıkaralım. Yani ne sıkalım ne de asalım. Ve şimdi bu üçünün ıslaklığını karşılaştıralım. Nasıl cevaplar verebiliriz? 1) Az ıslak. 2) Islak. 3) Çok ıslak. Veya: 1) Islak. 2) Daha ıslak. 3) Çok ıslak. Veya: 1) Nemli. 2) Islak. 3) Sırılsıklam. Bu üç bez arasında böylesi sıralamalar yapabiliriz. Fakat iş ıslaklığın kaynağına (yani suyun bizzat kendisine) geldiğinde ona bu tür bir soru soramazsınız: "Su ne kadar ıslak?" Saçma olur. Çünkü su ıslaklığın kendisidir. Sonsuzluğudur. Yani suyun ıslaklığı, tabir-i caizse, zâtîye misaldir. Bezlerdeki ıslaklık ise arızîye misaldir.

Bu nedenle biz dünyada, varlıklar arasında, zeki-daha zeki-çok zeki veya güçlü-daha güçlü-çok güçlü gibi sıralamalar yapabiliriz. Arızîler arasında böyle sıralamalar yapabilmek mümkündür. Fakat zâtî olan böyle bir sıralamaya tâbi olmaz. (İhlas sûresini hatırlayalım.) Olursa zâtî olmaz. Birşeyin zâti olması aynı zamanda kaynağın o olması anlamına gelir. Birşey kaynağı olduğu şeyde acze düşmez. Bu yüzden müslümanlar olarak inanırız ki: Cenab-ı Hakkın tüm isimleri ve sıfatları sonsuzdur. Misli, şebihi, naziri yoktur. Çünkü bizdeki kıyaslanabilir izler sonsuz bir asla işaret ederler. Sonsuzluk asloluşun gerekliliğidir.

Geri dönelim. Ayette, dikkatimizi çektiği üzere, önce iki gelip-geçicilikten ve sonra da iki asıldan bahsediliyor bize. Yani önce çocukluktan büyüklüğe ve büyüklükten ihtiyarlığa değişen şeylerden örnekler veriliyor ve sonra da değişmeyen iki şeye işaret ediliyor. Evet, biz, tıpkı kovaya batırılıp çıkarılan bir bez gibi, önce ıslaklığın zirve noktasına doğru koşuyoruz. Sonra da kovadan uzaklaşan bez gibi zamanla kuruyoruz. Bu gelgitler işaret ediyor ki: Bizdeki bu meziyetler, mesela çok çok bilmekler, mesela çok çok kuvvetli hafızalar, mesela çok çok ağır şeyleri kaldırabilmeler, mesela çok çok çalışabilmekler, bütün bunlar aslında arızî şeyler. Ve biz bunların arızî olduğunu, yani bizim kendi üretimimiz/malımız değil bizde emanet olduğunu, onların elimizden gitmesiyle anlayabiliyoruz. Ve ihtiyarlık da bu noktada Alîm ve Kadîr isimlerinin iki şahidi oluveriyor. Yani ayet-i kerimenin ilk kısmı hemen peşinden gelen Esmaü'l-Hüsna'ya delil fonksiyonu görüyor.

Öyle ya! Bütün bu gelgitler bizden bağımsız olarak bin yıllar boyunca devam ediyorsa, o halde kova başka yerde, su başka yerde, asıl başka yerde. Bizim varlığımız yalnızca bir bezdir. Arızîdir. Islaklığın sahibi bize bahşettiğinde, bahşettiği kadar, biz de ıslanırız. Islaklığın sahibi bizden bahşını kestiğinde, bahşısı kestiği kadar, biz de kururuz. Değişenler değişmeyenin delilidir. Değişen herşey değişmeyen tekin delilidir.

Hem sadece bu da değil. İhtiyarlıkla gelen unutkanlığın Alîm ismine başka bir delaleti daha var. O da mürşidimin şu satırlarında bana gülümseyen birşeydir: "Tesemmüm vesilesiyle nisyan-ı mutlak hastalığının musibeti, benim hakkımda bir nimet ve merhamet hükmüne ve bazı hakaikin keşfine bir anahtar olduğunu, bana çok acımamak için haber veriyorum. (...) Ülfet ve âdet ve yeknesaklık perdeleri altında çok harika hakikatler gizleniyor gördüm."

Metnin devamını da düşünerek benim anladığım şudur: İnsan bildiğini unuttuğunda yeni bilmekler için kafasında yer açılır. Cehaletin tazelenmesi bir açıdan ilmin ziyadeleşmesidir. Bitirdiğini sandığı şeyi unuttuğunda bitmediğinin farkına varır insan. "Vardım!" sanrısını terkettiğinde yolun devam ettiğini anlar. Hafızası zayıf olanların yorum gücünün yüksekliği belki de buradandır. Onlar herşeyle yeniden yeniden muhatap olduklarından sürekli en başa dönerler. Ve bu da Alîm isminin bitmeyen hazinelerinin kapısını tekrar tekrar çalmak olur. Elhamdülillah. Cenab-ı Hak hiçbir hazinesinden bizi mahrum bırakmasın. Âmin.

19 Ağustos 2017 Cumartesi

Demet Akalın tevhide nasıl delil olur?

Bazı şeylerin bilinmek için kıyasa ihtiyacı var. Uyumsuzluk ortaya çıkana kadar uyum kendini göstermez. "Herşey zıttıyla bilinir." Tasavvuf büyüklerinin ilahî aşkı öğrenmek isteyen mürit adaylarına "Daha önce hiç sevdin mi?" diye sormaları boşuna değil. Sevmeyi öğrenemezsin. Ama daha önce sevmişsen daha doğru birşeyi sevmeyi öğrenebilirsin. Hem daha önce sevmişsen kesinlikle yanmayı da öğrenmişsindir. Allah'tan başkasını sevmek her daim yakar çünkü.

Her neyi sevsen yakar. Tatmin etmediğinden yakar. Doyuramadığından yakar. Karşılığını bulamadığından yakar. "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur!" buyuruyor Kur'an. Boşluğun öğretmenliği diyorum ben buna. Fakat en nihayet 'tatmin olmamayı' da öğrenmelisin. Boşluğa ihtiyacımız var. Şekeri bilmek için bibere ihtiyacımız var. Daha önce düşmüşsen, düşmenin korkusunu tatmışsan, ondan kaçıyorsan yani, mürşid sana 'sapasağlam bir kulp'a tutunmayı öğretecek. Büyük ateşi o küçük ateşin kıvılcımından tutuşturacak. Potansiyeline ihtiyacı var. Potansiyelinin tetiklediği boşluğa ihtiyacı var. Bir kere de olsa tatmış olmalısın o sevgiyi ve yoksunluğundan gelen karanlığı. Kaçıyor olmalısın.

Mürşidimin, değil yalnız ifade ettiği güzel mana için, biraz da içerdiği ahenk için pek sevdiğim bir cümlesi var. Bize varlığın uyumunu sesler üzerinden anlatıyor. O da şudur: "Havadaki demdeme, kuşlardaki civcive, yağmurdaki zemzeme, denizdeki gamgama, ra'dlardaki rakraka, taşlardaki tıktıka birer mânidar nevaz." Ben bu cümleyi okuduğumda ister istemez memleketimin akşamlarına gidiyorum. Kulağımın varolmaktan mutlu olduğu sessiz gecelere.

Aldığım dersin özeti şu: Evet. Anlam uyum. Manidarlık uyumla mümkün. Ve o sessizliğin sesinde hiçbir uyumsuz nota yoktu. Onlarca gece hayvanının, rüzgârın, dalların, otların ve böceklerin seslerinin birbirine karıştığı o şeye bu yüzden 'sessizlik' diyordum. Sessizlik aslında kulağımın uyumuna itiraz etmediği seslilikti. Farkettiğim 'intizamsızlıkları içindeki kemal-i intizam'larıydı.

Şöyle de denebilir belki: Doğada mutlak bir sessizlik yoktur. "Hiçbirşey yoktur ki onu hamd ile tesbih etmesin..." ayeti bu hakikati de kulağımıza fısıldar.

Yaşadığım mutlak bir sessizlik değildi. Zaten mutlak bir sessizliğe insan dayanamaz. Mutlak sessizlik yokluk kokusu ve korkusudur. Varını yokunu şaşırır insan onda. (Patlama sahnelerinin ardından, yaşanan şoku anlatmak için, bazı filmlerde kullanılan birkaç saniyelik mutlak sessizlikleri hatırlayalım.) Çünkü nihayetinde ses dediğimiz şey de varlık/yaratılış habercisidir. Mürşidim bu sadedde der: "Eşyada olan asvat birer savt-ı vücuttur, 'Ben de varım' derler."

Bize seslenen herşey öncelikle bizi varlığından haberdar eder. Bizi yalnızlıktan kurtarır. Bize yardım eder. Varlığının niteliğini yanımıza gelmeden haber verir. Ve biz varlıklarından, sırtımız onlara dönükken bile, böylece haberdar oluruz. Bu haberle mutlu oluruz. Yalnızlıksa elemdir.

Parça bütünden kopabileceğini mi sanır? Yahut Kur'anca soralım: "İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?" Beşer büyük bir kaderin parçasıdır. Büyük bir planın parçasıdır. Büyük bir yaratışın parçasıdır. Bunu içten içe bilir her insan. Ait olmayı sever. Farkedilmeyi sever. Farketmeyi sever. 'Cemal ve kemalini görmeyi ve göstermeyi' sever. Yalnız varolamaz bu yüzden. İnsan şahitsiz varolamaz. Yalnızlığın varlık şekli insanı tatmin etmez. Şahitliğini yarım bırakır.

Sesler bize lazımdır. Hem 'kulak' göz gibi de değildir. Arkası yoktur. Bakmadığı yön yoktur. Görüşü gözden daha kuşatıcıdır. Sesler bakmadığımız yerlerden bile dikkatlerimizi çekerler. Onlara odaklanmazken bile onları dinleriz. Bir çocuk annesinin ninnisiyle uyumayı neden takıntı haline getirir? Çünkü ses, gözlerini kapadığında bile, annesinin varlığından haber verecektir. Ninniler onu gözlerinin mahkûm olduğu mecburiyetten kurtarır. Annesi gözünün dikkat seviyesinde tutmak zorunda kalmaz. Ona bakmaz. Gözleri huzurla kapanır.

Seslere ihtiyacımız var. Yoksa dikkatimiz çok yorulur. Hem kalbimizi uyku tutmaz. Fakat seslerin de bir ahenk içinde olması gerekiyor. Beşerî seslerin uyumsuzluğu aslında bir yönüyle tevhidin delilidir. Eğer bu musikînin yaratıcısı bir olmasaydı bu kadar enstrüman uyumla çalamazdı/çalışamazdı. Binlerce canlının aynı anda sesler çıkardığı bir vadiye bakarken kulaklarınız cennetimsi bir huzur duymazdı. Nesne çoğaldıkça sesler azap olurdu.

Avcılar meydanında oturup insanları seyrederken şunu düşünüyorum bazen: Bu gürültü, bu uyumsuzluk, bu işkence Allah'a aynalığımızdır. Nasıl ki, acizliğimizle onun kudretine ayna oluyoruz, gürültümüzle de yaratışındaki uyuma ayna oluyoruz. Zıttın aynalığı böyle olur. İki mağaza arasındaki bir havuz kenarında otururken kulaklarınızı tırmalayan Demet Akalın ve Hadise şarkıları, onlar arasındaki uyumsuzluğun şiddeti, kafanıza yaptığı işkence, bir vadi dolusu canlıda Allah'ın yarattığı mucizeyi bütün ihtişamıyla gösteriyor.

Doğada birbirini tutmayan ritim yok. Bütün davulcular bir nizamdan haberli gibi çalıyor. Bu seslerin birbirinden haberi var. Var ki birbirlerinin kuyruklarına basmıyorlar. Asla ahenklerine zarar vermiyorlar. Birbirlerinin frekanslarını ezmiyorlar. Şarkıları hoş. Orkestraları muntazam. Kulak her birinden yarı bir lezzet alıyor. Tıpkı yetmiş hulle içinde ilikleri görünen bir cennet hurisi gibi. Renk rengi, güzellik güzelliği, ritim ritmi bastırmıyor.

'Tevhidin ses delili' diyorum ben buna. İşte, modern zamanların iki popstarı veya iki modern putu ('pop müziğin ilahesi' diye magazinciler söylüyor) nasıl da uyumsuzluklarıyla sırıtarak şu ayet-i kerimeyi tefekkür ettiriyorlar: "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka ilahlar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların düzeni) kesinlikle bozulup gitmişti." Amenna! Şimdi ben, meydanda çektiğim çileyle, bu ayetin yaşayan bir şahidi değil miyim? Elbette öyleyim. Belki de böylesi rahatsızlıkları da şu dersi almak için yaşıyorum/yaşatılıyorum. Rabbim bana bununla şunu öğretiyor: İnsan kainattaki uyumu görünür hale getirmek için varlığa çıkarılmış bir uyumsuzluktur.

19 Temmuz 2017 Çarşamba

Hayy ve Kayyum neden kardeştir? (7): Neden tekrar tekrar vahiy geliyor?

Âl-i İmran sûresinin üçüncü ve dördüncü ayetlerinin kısa bir meali şöyle: "(Resûlüm!) O, sana Kitab'ı hak ve önceki kitapları tasdik edici olarak tedricen indirmiş, daha önce de, insanlara doğru yolu göstermek üzere Tevrat ile İncil'i indirmişti. Furkan'ı da indirdi. Bilinmeli ki Allah'ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah suçlunun hakkından gelen mutlak güç sahibidir."

Bu ayetlerin kendilerinden bir önceki ayet-i celilede zikredilen 'Hayy' ve 'Kayyum' isimleriyle yakın bir ilgisi olduğunu düşünüyorum. Yani bu ayetlerde birbirlerine bakar pencereler olduğunu görüyorum. Nasıl? Belki biraz şöyle: Vahyin tedriciliği de bir açıdan Hayy ve Kayyum isimlerinin tecellisi. Ve bir açıdan delili. Veya Hayy ve Kayyum isimlerinin işaret ettiği/dayandığı şuunat-ı ilahî her ne ise 'vahyin tedriciliği' arkasında da aynı şuunat-ı ilahîyenin sırrı var.

Öyle ya! Bizler, bir saat ustasının yapıp, çalıştırıp, kendi haline bıraktığı saatler gibi değiliz. Değişiyoruz. Çarklarımız her an yepyeni hareketler yapmak zorunda kalıyor. Gelişiyoruz. Hayat dediğimiz şey zaten bu yüksek değişkenlik içindeki devamlılıkta tezahür ediyor. Değişken devamlılık hayat oluyor. Ahmed otuz yıldır Ahmed'dir ama her an başka bir Ahmed'dir. Bunu kendisi de bilir. Bir saat bilmiyor. Bir saat büyümüyor. Ama bir canlı büyüyor. Bir saat üremiyor. Ama bir canlı ürüyor. Bir saat hareket edemiyor. Ama bir canlı ediyor.

Böylesi detayların her biri saati her an yeniden saat ustasının elinde olmaya zorluyor. Saat her an yaratılmalı. Saat her an kollanmalı. Saat her an değişen şartlara uydurulmalı. Hem duvara, hem masaya, hem kola, hem daha sonsuz sayıda yere yakışmalı. Uyum sağlamalı. İşe yaramalı. Çalışmalı. Ustamız bizi kurup bırakmış olamaz. Bizimle ilgisi sürüyor. Aynı saatin girdiği farklı haller. Aynı saatin yaşadığı farklı değişimler. Bu anı anına uymayan tezahürler! Düşünüşler, hissedişler, yönelişler, keşfedişler, vazgeçişler... Mürşidimin tabiriyle zerrenin girdiği her yerde sanki bütün sistemi biliyormuş gibi kolaylıkla işlemesi. Bize, Ustamızın ilgisinin hiç kesilmediğini, her an bizi eylemekte ve bizde eylemekte olduğunu, onun elini çektiği bir anın yokluğa düşeceğini hatırlatıyor.

"Herbir zerrede, Vâcibü'l-Vücudun vücuduna ve vahdetine iki şahid-i sadık vardır. Evet, zerre, acz ve cumuduyla beraber, şuurkârâne büyük vazifeleri yapmakla, büyük yükleri kaldırmakla Vâcibü'l-Vücudun vücuduna kat'î şehadet ettiği gibi; harekâtında nizamat-ı umumiyeye tevfik-i hareket edip, her girdiği yerde ona mahsus nizamatı müraat etmekle, her yerde kendi vatanı gibi yerleşmesiyle Vâcibü'l-Vücudun vahdetine ve mülk ve melekûtun mâliki olan Zâtın ehadiyetine şehadet eder. Yani, zerre kimin ise, gezdiği bütün yerler de onundur."

Nasıl ki, canlılığımız, bir kerede canlı olarak yaratılmamıza ve sonra kendi halimize bırakılmamıza bakmıyor. Onu ayakta tutan hassas dengeler her anımızı ve her değişimi kuşatır bir şekilde korunuyor. Vücudumuzda bu dengenin korunması için her an büyük bir mücadele yaşanıyor. Büyük bir yardımlaşma görülüyor. Büyük bir hikmet işliyor. Büyük bir kudret çalışıyor... Aynen öyle de, insanın dünyaya gönderilişi, zamanı kuşatan varlığının devam ettirilişi ve küfrün ölümüyle ölmeyip vahyin nefesiyle hayatta tutuluşu da bir 'devamlı gözetişi' içeriyor. Sen, nasıl nefes alıyorsan, bu nefes seni nasıl canlı tutuyorsa, insanlık da vahyin nefesiyle canlı tutuluyor.

Vahyin bildirdiği hakikat de 'her zaman devam eden bu ilgiyle' ayakta tutuluyor. Seni, nefes nefes canlı ve yaratış yaratış var kılan Hayy ve Kayyum'dur ki, yine bu isimlerinin muktezası ve şanıyla, zamana yayılmış bir düzlemde, vahiy vahiy beşerin kalbini hayatta tutuyor, peygamber peygamber İslam'ın varlığını devam ettiriyor. Hem Kur'an'ı da ayet ayet, parça parça, kısım kısım indiriyor. Hem insanlığı da nesil nesil yaratıyor. Hem bir bebeği dokuz ayda dünyaya hazır hale getiriyor. Hem bir çocuğu onbeş yılda bülûğa erdiriyor. Hem... Hem... Hem...

Bu Hem hem'ler sayısınca Hayy ve Kayyum isimlerinin tecellilerini âleme yağdırıyor. Elhamdülillah. Biz de görüyoruz. Cenab-ı Hakkın isim ve sıfatlarıyla ilgimizin asla kesilmediğini, asla kesilmeyeceğini, asla başıboş bırakılmayacağımızı, asla kör noktaya düşmeyeceğimizi, asla unutulmayacağımızı, asla tam bağımsız olamayacağımızı, hep abdullah kalacağımızı bu değişimlerden ders alıyoruz. Sabit birşeyin yapılıp bırakılması kesilen bir ilginin delili olabilirdi belki. Ama sürekli değişen birşeyin kırılgan tekdüzeliği, her an yeniden yaratılmaya duyduğu ihtiyaç, her an ona yeni yeni güncellemeler yapılması, her an yeni yeni aksesuarlar eklenmesi, her an yeni yeni özellikler, bilgiler, yetenekler kazandırılması, her gün yeni şiirler yazması...

Bütün bunlar şefkatli Ustasının ona ilgisini kesmediğine delildir. Sonsuz bir rahmet kesilmeyen bir ilgiyi iktiza eder. Kelamıyla kalbine her an ilhamlar yağdırdığı gibi, Semi ismiyle de her an duyar, Basir ismiyle de her an görür, Rezzak ismiyle her an başka başka şekillerde doyurur.

Zaten Hayy ve Kayyum isimlerinin bu kesintisiz ilgiyle olan ilgisini anlamakta en güzel bir örnek de annelerin çocuklarının her anını kuşatmaya çalışan şefkatleri değil midir? En nihayet yine yüzümü ayete dönerek bitiririm: "(Resûlüm!) O, sana Kitab'ı hak ve önceki kitapları tasdik edici olarak tedricen indirmiş, daha önce de, insanlara doğru yolu göstermek üzere Tevrat ile İncil'i indirmişti. Furkan'ı da indirdi. Bilinmeli ki Allah'ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah suçlunun hakkından gelen mutlak güç sahibidir." Evet, sonsuz delilerle sana ilgisinin asla kesilmediğini isbat eden o Allahtır ki, zaten haberdar olduğu hatalara karşı kayıtsız kalmayacaktır. Günahlarımızın hakettiğinden o Rahman'ın lütfuna sığınırız. Âmin.

18 Temmuz 2017 Salı

Hayy ve Kayyum neden kardeştir? (6): Kendi başınalık bir sanrıdır

Âl-i İmran sûresinin 2. ayetinin bir kısacık meali şu: "Hayy ve Kayyûm olan Allah'tan başka ilâh yoktur." Kelime-i tevhidin 'Hayy' ve 'Kayyum' pencerelerinden seyredilmesi emri. Tevhidin bu iki perspektiften görülen delilleri. Ben bu derse şöyle başlarım: Allah'ın aşkınlığını idrak ettikçe kendi başınalıklarını kaybedersin. 'Ben ettim'ler, 'Ben yaptım'lar, 'Ben başardım'lar, 'Benim sayemde'ler eriyip gitmeye başlar. Neden böyle olur? Çünkü sonsuzluk 'dışındakileri mülkü kılarak' genişler.

Bir saniye. Yanlış dedim. Düzelteyim: Sonsuzluk genişlemez aslında. Sonsuzluğu anlayarak biz genişleriz. Bizim göğsümüz genişler. Dünyaya bakışımız genişler. Mürşidimin 'hurma çekirdeğinden koca bir hurma ağacına kadar' mertebeleri olduğunu söylediği imanın genişlemesidir sinemizdeki ferahlık. Peki rahatlığın en nihayet noktası ne? İşte Hayy ve Kayyum isimleri bize bunları da söylüyor.

Bir 'kendi başınalık sanrısı' olarak hayatı ve yine bir 'kendi başınalık sanrısı' olarak varoluşu Allah'a terkettiğinde, yani fail olarak kendini azledip (çok şükür) onu layık olduğu mevkiie koyduğunda (pek maşaallah) senin kalbindeki iman genişliği gider çeperlerine yaslanır. Öyle ya! Allah'ı 'en başta herşeyi yaratan' olarak bilmekle 'herşeyi her an devam ettiren' olarak bilmekte fark vardır.

Birisinde Allah'la kurduğun ilişki 'bir meçhul öncenin' ilişkisidir. Gidemezsin. Göremezsin. Kuşatamazsın. İkincisinde Allah'la kurduğun ilişki 'her anın' ilişkisidir. Gitmene gerek olmaz. O gelir. Görürsün. Tadarsın. Bilirsin. Seni en başta yaratan bir Allah'a duyduğun şey ancak bir 'vefa' veya 'minnet' olabilir. Araya çok sebep girer. Çok zaman karışır. Bunlar bağın kuvvetini azaltır. Ama her an seni yaratıyor olduğunu bildiğin bir Allah'a duyduğun şeyin adı ancak ve ancak şiddetli bir ihtiyaçtır. Her an yeniden özlenilen bir vuslattır. Arkada bırakılamaz. Araya birşeyler konulamaz. Unutulamaz. 'En başta iten'den 'her an tutan'a dönüşür Allah gönlünde.

Uyanışın başı burasıdır: Seni en başta hayata ve varlığa iten değildir Allah sadece. O, Hayy u Kayyum, seni her an hayatta tutan ve her an yeniden yeniden varedendir. Bir an bu isimlerin tecellisi üzerinden çekilse yokluğa düşersin. 'Kendi başınalık' veya 'başıboş bırakılmışlık' sandığın şeylerin ipleri o kadar incedir.

Hastalık-şifa, darlık-bolluk, mutluluk-hüzün, huzur-endişe... Bütün bu ikilemler, zıtlıklar, gelgitler sana sendekinin her an yeniden yaratıldığını hatırlatıyor. Yokluk-varlık, yokluk-varlık, yokluk-varlık. Her an oluyor bütün bunlar. Bunlar bir kere yaratılmış, sende bırakılmış, mülkün kılınmış olsaydı onlarla böyle gelgitler yaşamazdın. İnsan hakikaten 'kendi başına' olsa eksik bulmaz kendini. Bu ateş her an yeniden yakılıyor ki tecellilerde değişimler oluyor. Bir öyle bir böyle oluyorsun. Bir öyle bir böyle hissediyorsun. Bir öyle bir böyle yaşıyorsun. Allah'ın yaratışının seninle her an ilgili olduğunu sendeki bu değişimler gösteriyor. Hatta her an ihtar ediyor yoklukları: "Varımız yaratılmasa sen mahvolursun!" Cenab-ı Hak hatırlatıyor sana seni halden hale çevirmekle: "Her an itmesem bir an bile gidemezsin." Hayatta bir arpa boyu yol alamadığın vakitler seni uyarıyor.

'La ilahe illallah'ı en ciğerden söyleyişin Hayy ve Kayyum isimlerini andığın, anladığın ve ifade ettikleri manayla ilişkini kavradığın vakitler. Nasıl? Belki biraz şöyle... Bir de bakıyorsun ki: Yaşamının ve varlığının devamını sağladığını sandığın herşey batıp gidiyor. Her gün yeni şeyler yiyorsun, yeni şeyler görüyorsun ve yeni şeyler yaşıyorsun ama sendeki 'sen' değişmiyor. Bir aslın var. Bir asıl var. Bu aslın şunca değişim içinde sabitliğini koruyabilmesi, herşeye rağmen insanın kendisi olarak kalabilmesi, üzerinden kudret ve hikmet elini hiç çekmemiş bir yaratıcıyla mümkün.

Katip kalemini kaldırmıyor ki hat değişmiyor. Yazar değişmiyor ki roman kendi içinde çelişkiye düşmüyor. Öncesi ve sonrası birbirini unutmuyor. Bağ kopmuyor. Cümle kesilmiyor. Anlam bölünmüyor. İşte, başta alıntıladığım, Âl-i İmran sûresinin 2. ayeti de böyle bir ders veriyor bana: "Allah'ın Hayy ve Kayyum olması gerektiğini anladıktan sonra, anlarsın ki, Hayy ve Kayyum olabilenden başka ilah yoktur."

1 Temmuz 2017 Cumartesi

Arrival'dan Mesnevî-i Nuriye'ye: Hangi dilimiz eksik?

"O'nun ayetlerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için (alınacak) dersler vardır." (Rûm sûresi, 22)

Arrival'da uzaylılar dünyaya 12 ayrı noktadan iniş yapmışlardı. 12 ayrı bölge, 12 farklı kültür ve 12 farklı dil ailesi... Her bölge harıl harıl uzaylıların dilini çözmeye çalışıyordu. Bir noktada iş öyle bir yarışa dönüştü ki ülkeler birbirleriyle bilgi paylaşımını bıraktılar. Filmin ilerleyen kısımlarında misafirlerimiz konuyla ilgili olarak dünyalı uzmanlara şöyle bir uyarıda bulunmuşlardı: "Bizi ancak yardımlaşarak anlayabilirsiniz." Bunun elbette senaryonun üzerine inşa edildiği Sapir Whorf hipotezi ile bir ilgisi vardı. Ne diyordu o meşhur hipotez? Hatırlayalım: "Her dil farklı bir düşünme biçimidir." Dilin farklıysa düşünme biçimin de farklıdır! Daha çok bakış açısına sahip olmak için, yani hakikatin bütününü bütüncül-kuşatıcı bir gözle görebilmek için, daha fazla düşünce biçimine ihtiyacımız var. Hatta düşünce biçimlerinin hepsine ihtiyacımız var.

Ben bu bakış açısına Arrival'dan önce dilbilimci David Crystal'ın kaleme aldığı Dillerin Katli (Profil Yayınları) kitabıyla sahip olmuştum. Hatta Kur'an'da dillerin farklılığının birer ayet olarak ifade edilmesinden mülhem şu başlıkta yazmıştım hakkında: "Ayetlerin katli!" Oradan bir alıntı yapayım: "Dillerin Katli: Bir Dilin Ölümü Bir Milletin Ölümüdür kitabının yazarı dilbilimci Prof. David Crystal, Guardian’da yayınlanan bir makalesinde dillerin hızlı yokoluş sürecinin bizi götüreceği karanlık nokta hakkında şöyle bir öngörüde bulunuyor: 'Belki de bir gün öğrenilecek dil olarak sadece İngilizce kalır. (…) Eğer bu gerçekleşirse, bu gezegenin yaşadığı en büyük entelektüel felaket olur.'" Arrival filmi, o kitabı okumamdan seneler sonra, bu fikri destekleyen ve daha çok bilinen bir materyal oldu sadece. Ancak yine de dil konusunu yeterince tefekkür edebildiğimi düşünmüyorum. Kaçırdığım birşeyler olduğu kesin. Fakat ne?

Bugün, bu kayıp parçalardan 'bulduğumu sandığım' birisini daha, sizinle paylaşmak istiyorum. Şöyle başlayalım: Okuyanlar bilirler. Bediüzzaman, Allah'ın, bir yerde 'üç büyük küllî muarif' bir yerde de 'dört burhan-ı küllî' ile bize varlığını anlattığını söyler. Mesnevî-i Nuriye'de geçen şekline küçücük dokunalım:

"Birinci burhan: Muhammed aleyhissalâtüvesselâmdır. Şu burhan-ı neyyirimiz Şuâat'da tenevvür ettiğinden, tenvir-i müddeâmızda münevver bir mir'attır. İkinci burhan: Kitab-ı kebîr ve insan-ı ekber olan kâinattır. Üçüncü burhan: Kitab-ı mu'cizü'l-beyan, Kelâm-ı Akdestir. Dördüncü burhan: Âlem-i gayb ve şehadetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki âlemden birbirine gelen seyyârâtın mültekası, vicdan denilen fıtrat-ı zîşuurdur. Evet, fıtrat ve vicdan akla bir penceredir; tevhidin şuâını neşrederler."

Dikkat edilirse buradaki dört burhan (delil) aynı zamanda birer dildir. Anlaşılma şeklidir. Yani; Cenab-ı Hakkın, akıl-şuur sahibi mahlukatı ile konuşmasının yollarından birisidir herbiri bu burhanların. Rahman ve Rahim olan Allah, kulları ile, yalnız bir dil üzerinden değil, bu dört dilin tamamı üzerinden konuşur.

Bu yüzden Bediüzzaman'ın kainata da Kur'an gibi 'kitap' demesi veya tefsir kelimesini "Kur'an kainatı" veya "kainat Kur'an'ı" şekillerinde değişen özne ve nesnelerle kullanması bir mü'mine tuhaf gelmez. İşte şimdi de ikinci metni alıntılamanın zamanı geldi: "Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var: Birisi şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini 13 Lem'a ile Arabî Nur Risalesinden 13. Dersten işittik. Birisi şu kitab-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü'l-Enbiyâ aleyhissalâtü vesselâmdır. Birisi de Kur'ân-ı Azîmüşşandır."

Kur'aniyyûnların sağır kulakları çın çın çın çınlasın. Ben de bugünlerde, tıpkı Arrival'da dikkat çekildiği gibi, 'eksik dille anlamaya çalışma'nın zararlarına kafa yoruyorum. (Filme gönderme yaparsak: 'Hediye'yi 'silah' diye okutan eksiklik.) Yani Crystal'ın 'entelektüel fakirlik' dediği şeyi anlamaya çalışıyorum. Bu yoruş, bir açıdan, sahip oldukları tüm bilgi ve birikime rağmen hidayeti elde edemeyenlerin yoksunluğunu da bana fısıldıyor.

Diğer bir açıdan da tasavvufî eğitimin insanın iç dilini anlamaya çalışmakta neden bu denli ileriye gittiğini (önemsediğini) idrak etmemi sağlıyor. Yalnız bu kadar mı? Değil. Fazlası da var elbette: Mürşidimin, özellikle 'tefekkür'den önce andığı, 'acz, fakr ve şefkat' üçlüsünün bende nasıl bir iş eylediğini de anlıyorum buradan. Demek benim, diğer dilleri anlamadan önce, bende konuşan 'ilk dili' öğrenmem lazım. Bana konulan ilk dili anlamam lazım. Kendilik (veya insanlık) dilimi öğrendiğim zaman ancak, onun yardımıyla, diğer dilleri doğru bir şekilde anlamaya başlayacağım.

İnsanın aslını idrak etmesi ondaki ilk dil gibi. Diğer bütün dilleri doğru anlamasını sağlayan ilk dil o. Beni bencillikten uzaklaştıran bir ben bilişi. En çok yaralarımız bunu sağlıyor. Zayıflıklarımız bizi diğer dillerin anlattıklarını doğru okumaya yaklaştırıyor. Çünkü tarafımızdan kurgulanmayan tek gerçek bu. Kibir bir kurgudur. Güç bir kurgudur. Yalan bir kurgudur. Şöhret bir kurgudur.

Yaralarımız dışında övündüğümüz herşey kurgudur. Arızî olan ancak muhtaçlığıyla övünürse gerçekçidir. Firavun için 'hayatı boyunca hastalık görmediğine' dair birşey duymuştum. Ne feci! İnsan hastalık görmeli. Her zayıflığımız aslında insanlığımızın parçası. Bize evimizi de en çok duvarları anlatıyor. Onlara çarpmalıyız. Onlar bize sınırlarımızı öğretmeli. Öğretmeli ki, içinde kalan o yere, o çerçeveye 'ev' diye iltifat/ülfet edilmeli. Duvarlar içinde gördükçe evimizi idrak ediyoruz. İçimizde derinleştikçe dışımızdaki okumalar gelişiyor.

Amr b. Hişam ve Ömer b. Hattab (r.a.). İki Ömer'i birbirinden ayıran ne? Birisini Ebu Cehil ötekisini Ömerü'l-Faruk (r.a.) kılan ne? Daha genel konuşalım: Kur'an'dan yalnız birkaç ayet işitmekle İslam'a giren mühtedi ile bir İslam âlimi kadar Kur'an üzerine araştırmalar yapmasına rağmen hidayetten teberri eden oryantalisti birbirinden ayıran ne? Bence bu ayrımın en özünde şu var:

Onlar kendi içdillerini bilmiyorlar. Asl-ı insanı okumuyorlar. Hakkında düşünmüyorlar. Zaaflarıyla yüzleşmiyorlar. Nefisleriyle yüzleşmiyorlar. Yaralarıyla yüzleşmiyorlar. Gafletle yüzleşmiyorlar. Gaflet nedir? Gaflet sadece Allah'tan kaçınmak mıdır? Hayır. Gaflet hem Allah'tan hem de ona götürecek olan kendindeki boşluklardan kaçınmaktır. Hidayet nurunun ancak 'dillerin yardımlaşmasıyla' kalpte yakıldığını görmek için en uygun örnek işte şunlardır. Ne demeli? Kendi aczini ve fakrını görmeyen, mahlukata ve nefsine şefkat etmeyen, tefekkürle de bir yere ilerleyemiyor. Hatta, aksine, tefekkürü karanlığını arttırıyor. Yol açacağına yol kapıyor. Karanlığıyla başkalarına da zulmediyor. Karanlıkta bırakıyor. Zaten zalim o değil midir: 'Karanlığı kendisini aşan'dır.

Biraz daha has dairemize gelirsek: "Kur'an okuyorum. Hadis okuyorum. Tefsir okuyorum. Fıkıh okuyorum. Evrad u ezkar okuyorum. Fakat onlardan nur almadığımı hissediyorum..." diyenlerimizin de devası burada. Onu okudun, maşaallah, ama yalnızca onu mu okudun? Kendi içindeki yaraları da kolladın mı?

Hiç mi ağlamıyorsun? Hiç mi canın sıkılmıyor? Hiç mi boşluğa düşmez ayakların? Hiç mi duvarlar üzerine gelmez? Hiç mi dostun ihanet etmez? Hiç mi düşmezsin düşenleri kınadığın bir çukura?

Sende, sadece 12 değil, kimbilir kaç bölge var kıymetli misafirler indirilmiş hayatına. Seninle konuşmak isteyen misafirler. "Bizi duy!" diyen misafirler. "Beni gör!" diyen misafirler. "Hakkımda düşün!" diye yakaran misafirler. Kendini eksik hissetiğin anlarda onları bulabilirsin. Bu eksikler sen onları tamamlayacak uygun parçaları ara diye hayatına bırakılmış. Bu açlıklar kendi rızıklarını araman için.

Onları aramaya kapatarak sofrada lezzet bulamazsın. İştahı kapanana sunulacak lezzet en mükellef sofrada bile yoktur. Önce onlarla yüzleş. Kaçtığın yanlarınla yüzleş. Karanlık yanlarınla yüzleş. Zayıf düştüğün yanlarınla yüzleş. Deşebildiğin kadarını deş. Kendine numara yapma. Bu iyi gelmiyor. Ne ağlamaktan sıkıl ne yardım dilemekten! Gözünün biri kalbine bakmıyorsa diğeri esrarı okuyamayacak. Nur istiyorsan, eşyaya, kendi içinden geçen gözlerle bakmalısın. Dillerin hepsini konuşmalısın. Seni bu dillerden yalnız birisini işitmeye çağıranlardan sakın. Mana bütündedir çünkü.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...