Leke etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Leke etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Aralık 2022 Cuma

Yokluğunda bir varlık var

"Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır. Yani, kendini bilse, vücut verse, kâinat kadar bir zulümat-ı adem içindedir. Yani, vücud-u şahsîsine güvenip Mûcid-i Hakikîden gaflet etse, yıldız böceği gibi bir şahsî ziya-yı vücudu, nihayetsiz zulümât-ı adem ve firaklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enâniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakikînin bir âyine-i tecellîsi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudatı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zira, bütün mevcudat, esmâsının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcibü'l-Vücudu bulan, herşeyi bulur." Sözler Risalesi'nden.

Kibir avuçlarını kapamaktır. "Ben bana yeterim!" demektir dünyaya. Hatta "Ben hepinize yeterim!" Bu sadedde tekebbür ancak el-Mütekebbir olan Allah'ın hakkıdır. Çünkü es-Samed olan yalnız Odur. Herşey varlığa çıkmak (ve de varlıkta kalmak) için yaratışına muhtaçtır. Oysa hiçbirşeye muhtaç değildir. el-Kayyum Odur. Bir projektörün görüntüyü perdede tuttuğu gibi her ân bizleri varlıkta tutar. Allah büyüklendiğinde kendisini olmadığı birşeyle tavsif etmez arkadaşım. Bunu sakın yanlış anlama. Çünkü büyüklenmek 'fazlası görünmek' gibi anlaşılıyor bizde sadece. Doğru değildir. Allah büyüklendiğinde Zât-ı Kudsîsini hakkıyla tarif etmiş olur. Senasını ettirdiğinde hakettiği övgüyü işitmiş olur. Şükrümüz de zaten hakettiği teşekkürdür. Yani ki, arkadaşım, Hak Teala bizden her ne istese hakkı olanı ister. İhtiyacından istemez. Gereğinden ister. Adaleti öğretir. 'Mış gibi' sahası değildir orası. 

'Mış gibi'yi biz aramızda yaparız. Çünkü hakikatte sahibi olmadığımız şeylerin ticaretini yapıyoruz şu hayatta. Emanetçisi olduklarımızı al-satıyoruz. Emanetçi sahiplik iddia ettiğinde hakikatin gurbetine düşer. Kibri terkettiğimizde tevazu sılamız olur. O 'vazedildiğin gibi' olma halidir. 'Alçakgönüllülük' diyorlar ya karşılamıyor. Aslı şu: Alçalmak, alçaktaymış gibi yapmak, yok. Zaten alçaktasın. Ait olduğun yerden konuşmaktır tevazu. Yapmacıklık değildir. Tasannuyu kibirliyken yapan biziz. Cenab-ı Hakkın büyüklenmesi ise yapmacık değildir. Kemalini tarifidir.

"İnsan kendisini müstağni gördükçe azgınlaşır!" buyruluyor Alâk sûresinde. İşte Kur'an'ın kelamullah olduğuna bir delil. Sen bundan daha isabetlisini duydun mu? Kur'an'da sahiden Allah konuşuyor. Zira bu derece teşhis başkasının sözünde bulunamaz. Ancak Ustası eserini bu denli 'tastamam' tarif edebilir. Evet. Gerçekten de 'kendimizi ihtiyaçsız gördükçe' azgınlaşmaya başlıyoruz. Yoldan çıkışımız da biraz şuna benziyor: Bir fabrikanın herhangi bir çarkı, çevresiyle uyumlu şekilde görevini yürütmesi gerektiğini unuttukça, kendi başına buyruk şeyler yapmaya başladıkça, düzenin zararına işliyor. Kendimizi yeterli görmek bizi büyük resme ilgisizleştiriyor. Lekemizle uğraştırıyor. Uyumdan habersizleştiriyor. Hodbinlik, hodgamlık, hodendişlik... Yani ki 'ben merkezcilik' hükmü altına alıyor herşeyimizi. Ve bu odaklanma hatasıyla parçası olduğumuz bütüne zarar vermeye girişiyoruz artık. Halbuki, arkadaşım, konu biz değiliz. Konu hep beraber Allah'ın senasını edebilmek. Bir orkestrada konu davulcu değildir. Hizmetçisidir. Davulcu gümgümünü konunun ta kendisi sanrılarsa bütün ahengi altüst edebilir. İstiğnamız bizi böylesi bir yanlış tezahüre götürüyor. Harf kendisini kelimenin tamamı sandığında okunacakları okutmaz olur. Vurgu azı çoğa galip eder. Varlıkta elbette tuttuğumuz bir yer var. Ancak tutamadığımız yerler tuttuğumuzdan çok.

'Kanser' nedir bilir misin? Kanser sorunlu bir hücrenin bedenin yerine geçmeye çalışmasıdır. Amitoz bölünmeyle meczup çoğalarak içinde yaratıldığı âkilliği mahvetmesidir. En nihayet yıktığı uyumun enkazında kendisi de kalır. Öldürdüğü canlının vücudunda kendisi de ölür. Bindiği dalı kesen oduncu gibidir yani. Fakat bu ebleh halini sonu gelene kadar farketmez. İnsanın tekebbürü de onun kanserleşmesidir işte. Tevazusu şifasıdır. Bunu şuradan da anlayabilirsin ki: Tevazu gösterdikçe, varlık, yaptığının doğruluğuna işaret eder gibi seni ödüllendirir. Bir Kanser Hastasından Yakınları İçin 75 Faydalı Öneri isimli kitapta okumuştun. Sonra Vücudunuz Hayır Diyorsa: Duygusal Stresin Bedelleri eseri de öğrendiklerini desteklemişti. Ölümcül hastalıklara yakalananlar genelde hayatın yükünü tek başlarına kaldırmaya çalışanlar. Hastalık sürecinde ilk öğrendikleri şeyse 'insanlardan yardım istemeye alışmak'tır. Hatta, yazar Deborah Hutton'ın tecrübesiyle de altını çizdiği üzere, sanki kanser, acizliğini bilmeyen insanlara 'yardım istemeyi belletmek' için gönderilmiştir. Aslını idrak ettikçe bir nebze hafifler.

Aleyhissalatuvesselam Efendimiz "Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremeyecektir!" buyuruyor. Onun bu inci-mercan beyanına şu açıdan da iman ediyorum: Evet. Öyle. Kibri yokedemeyen insan hayatından tasannuyu da çıkaramıyor. Tasannuyu yokedemeyense 'mış gibi' yapmaktan kurtulamıyor. 'Mış gibi' gemiye atabileceğimiz yükleri sırtımızda taşımamızın en büyük müsebbibi. Yani, her neyde kibir yapıyorsak, onun fazladan yükünü çekiyoruz. Bu fazla yük de 'mümkün cennet fırsatı'ndan uzaklaştıyor bizi. Çünkü, cennet, ona ihtiyacımızı bildikçe bizi tamamlıyor. Bizim tamamlanmamız cennetimiz oluyor. Eğer ihtiyaçlarımız olmazsa Allah'ı bilemezdik. Yaralarımız olmasaydı bedenimize ışık sızamazdı Mevlana Hazretlerinin tabiriyle. Eksik bırakıldık ki tamamlanalım. Avuçlarımız boş bırakıldı ki oraya bağışlarda bulunulsun. Rahmet dolsun. Sahibi bulunsun. İnkâr etmek yerine açmalıyız. Açtıkça zenginleşeceğiz. Açtıkça hayatımız bereketlenecek. Açtıkça cennete dönüşecek.

Hem yine denmiyor mu: "Her adam için, heyet-i içtimaiyede görmek ve görünmek için mertebe denilen bir penceresi vardır. O pencere kamet-i kıymetinden yüksek ise tekebbürle tetâvül edecek. Eğer kamet-i kıymetinden aşağı ise tevazu ile takavvüs edecek ve eğilecek, tâ o seviyede görsün ve görünsün. İnsanda büyüklüğün mikyası küçüklüktür. Yani tevazudur. Küçüklüğün mizanı büyüklüktür. Yani tekebbürdür."

Dua da bu anlamda bir 'kabullenme eğitimi' değil mi? Mürşidim bir başka yerde diyor ki: "Bir müslim ne derece dine mütemessik ise, o derece kibrinden, gururundan, hatta izzet-i rütebîden fedakârlık etmek gerektir." Çünkü sebeplere hallakiyet/yaratıcılık vermemenin (tevhidin) sonucu kendini detaylaştırmaktır. Hatta şunun arkasında, arkadaşım, 'yaralarınla barışmak' da vardır. Bediüzzaman'ın 'elyazısının kötülüğünü kabullenmekle-barışmakla' elde ettiği zenginliği düşünsene: "Eskiden beri diyordum: 'Ya Rabbi! Ben o kadar muhtaç iken ve nazmı severken, bu iki nimet bana verilmedi' diye, teşekkî değil, tefekkür ediyordum. Sonra bana kat'î tebeyyün etti ki: Şiir ve hat bana verilmemek de büyük bir ihsan imiş. Hem o hatta ihtiyacımı sizin gibi kalem karamanlarının muavenetleri temin ediyor. Hat bilseydim, hatta itimad edip, mesâil ruhta kararlayarak nakşedilmeyecekti. Eskiden, hangi ilme başladım, hattım olmadığı için ruhuma yazardım. Fevkalâde bir meleke ihsan edildi." 

Eksiklerimize "Bakalım nasıl tamamlanacağız?" diye baktıkça cennetimizin kapısı açılıyor. İstiğnaya kapıldıkça bizden küsüyor. Allah korusun. Cennetinden kopan cehennemine yuvarlanıyor. Sahi şu da enteresan değil mi: Cehennem sürekli yandırılmakla sanki bir 'eksiltilme' yeridir. Adem memleketidir. Yıkım cenderesidir. Cennetse nimetlenmekle sürekli 'arttırıldığımız' bir semttir. Vücud yurdudur. İnşa menzilidir. Eğer cehennemin müsebbebi içimizde barındırdığımız kibirse, yani ki o ateşi "Ben hepinize yeterim!" iddiası tutuşturuyorsa, "Bak bakalım yetiyor musun?" tarzı 'mütemadiyen eksiltilmeyle' cezalandırılması mâkul değil midir? Hem madem cennetlik olanlar mütevazı davranıyor. Eksikliğini biliyor. Onların da 'mütemadiyen çoğaltılması' manidar görünmez midir? Ben; hem bu dünyadaki hem ahiretteki tecellileriyle; kibir ile adem, tevazu ile vücud arasında bağlar görüyorum. Ama gösterebiliyor muyum? İşte ona da sen karar vereceksin arkadaşım. Yani onu da sen tamamlayacaksın. Ne de olsa yorum şahit olunanı tamamlar. Zenginleştirir. Ve şahit olunduğunun bir delilidir. 


13 Mayıs 2016 Cuma

Peygamber neden tevbe eder?

Haddimizi bilmek lazım. Şeriatın hikmetini bildiğimiz kadarından hareketle bilmediğimiz kısmına emniyet ederiz. Öğrenmeyi bırakmayız, ama hiç geçmeyen cahilliğimizi de bir kenara bırakamayız. Bu da bir nevi tevekküldür. Kur'an'da defaatle Allah Resulü aleyhissalatuvesselama (ve onun üzerinden hepimize) emredilen 'tevekkül'ün sadece 'para kazanmakla' veya 'rızkın boğazdan geçen kısmıyla' ilgili olduğunu düşünmek hata olur. Tevekkül, melek kardeşlerimizin öğrettiği en kısa tanımıyla, kendi sınırlarımızdan Alîm ve Hakîm olan Allah'ın ilmine ve tasarrufuna kaçmaktır. Bir avukata veya başka bir ehl-i ihtisasa vekalet verdiğinde yaptığın şey; kendi cehaletinden, onun uzmanlık alanındaki 'etkin bilgisine' ve 'yetkin tasarrufuna' sığınmaktır.

İnsan da, İslam'ın ve imanın şahit olduğu güzelliklerinden hareketle, şeriatın ve akaidin bütünü için Allah'a tevekkül eder. ('Hikmetinden sual olunmaz' tabirinin kulağımıza fısıldadığı hakikat de budur.) Yani, şeriatın bütün uygulamalarının veya akaidin bütün parçalarının hikmeti kendisine açılmamış olabilir. Hatta bu noktadaki bilgisi kendisini kurtaracak kadar da olabilir. Ancak bildiği kadarından/kadarıyla tanıdığı Rabbisi, kendisine emniyet edilmeye layık bir Âlemler Rabbi olduğundan, tevekkülde tereddüt etmez. Sahabenin "İşittik ve itaat ettik!" ifadesiyle işaret edilen kuvvetli inkıyadında böylesi bir Allah marifetinin payı elbette büyüktür.

Mürşidimin hayrı 'vücudî' ve 'küllî' şerri ise 'ademî' ve 'cüzî' olarak ifade edişinden ders almışımdır ki: Küllîsi vücudî/varlıksal olan hayırlıdır. Şer ise ancak bu hayrın kuşatılamayışından kaynaklanan bir kesb/kazanma sorunundan kaynaklanan cüzîdir. Bütünle bağı bu kazanma sorunundan dolayı koparıldığından ister istemez ademî olur. Bütünden kopan bir açıdan yokluğa düşer çünkü. Peki, biz birşeyi Allah'ın hilkatinden koparabilir miyiz ki o vücudîlikten kopmuş olsun? Hayır ve haşa! Fakat niyetle ve yorumla veya onunla amel edişle kendi küçük âlemimizde onu bütünden kopuk yansıtırız. Bu yansıtma bir nevi karartma ve saptırma olduğundan zulüm olur.

Bir büyük bütünün parçası olanı bütünden kopuk göstermek tevhidin karşısına kurulmuş şirkin cürmüdür. Kafirin aynası bir 'bütünden koparma' makinesidir. Bakışındaki ve yorumlayışındaki koparma refleksi yüzünden süzgecinden geçene de tereddütle yaklaşılır. Günahkâr mü'min ise bir koparma makinesi değildir. Aynasının kastı bu değildir. Fakat yeterince temizlenmediğinden onda da bazı nesneler birbirinden kopuk görünür arasıra. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'günah' ile 'kalpte oluşan siyah nokta' arasında kurduğu ilgi, aynadaki lekelenmenin yansıyan şeyleri de kusurlandıracağına dair uyarı içerir bizlere dönük.

Demek tevbe bir açıdan da aynayı temizlemektir. Tevbenin temizleyiciliğini ben 'itiraf' ve 'istiğfar' katmanlarında apaçık görüyorum ki, muhtemelen siz de gördüğümü tarifimin ardından kendi hayatlarınızda benzerlerini bulacak veya anımsayacaksınız. Yalom'un Bugünü Yaşama Arzusu'nda geçen bir cümledir: "Tedavi, suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği yerden başlar..." İşte tevbe insanda budur. Tevbe eden insan, tıpkı Birinci Lem'a'da Hz. Yunus aleyhisselam üzerinden bize anlatıldığı gibi; "Allahım, sen kusurlardan münezzehsin. Ben nefsime zulmedenlerden oldum!" diyen insandır. Kendisindeki sorunla yüzleşen, sorunu üzerine alan, elbette Allah'ı karşısında 'subhan' olarak bulacaktır. Çünkü lekenin asılda değil, yansıyanda/yansıtanda olduğunu itiraf etmiştir.

Bu itiraf, lekeyi silmek isteyene bağışlanmış en büyük nimettir. Neden böyle söyledim? Çünkü itiraf, lekenin yerini ve şeklini teşhis etmek sayılır. Lekenin nerede olduğunu bilen elbette cilasını da oraya çalar. Bu açıdan tevbenin bize asl-ı insanı hatırlatmak gibi bir büyük faydası da var. Ki bence, başta Allah Resulü aleyhissalatuvesselam olmak üzere, ismet sıfatıyla tertemiz nebilerin ettikleri tevbeleri bu perspektiften anlamak mümkündür. Onlarınki lekenin itirafı değil aynanın/aynalığın itirafıdır. Yahut da şöyle söyleyebilirim: Onlarınki aynanın kendisine sadece bir ayna olduğunu hatırlatmasıdır.

Peki, tevbe edilmezse ne olur? Bunun bizler için içerdiği en büyük problem, 'enfüsî tefekkür' diye isimlendirdiğimiz içsel yolculuğun sakat bir zeminde yaşayacağı sorunlardır. Lekelerini itiraf edemeyen ayna sahibinin, o aynadan yapacağı okumalar nasıl sağlıklı olabilir? Kendisini tenzih eden ayna elbette lekelerin kendisindeki varlığını inkar edecek, ama lekelerin varlığını inkar edemeyecektir. Çünkü lekelerin üzerine denk geldiği yerleri okuyamamaktadır. Boşluklar yalanla bile olsun varlığa dönüşmeyeceğinden, boşluklarla/lekelerle dolu bir aynadan yapılacak bir marifet yolculuğu da boşluklar ve lekelerle dolu olacaktır. O boşlukları ayna sahibi kendi hevasıyla ve su-i tevilleriyle doldurmaya çalışır. Buradan dalalet çıkar. Her dalalet itiraf edilmeyen günahların/lekelerin marifete yaptığı izdüşümlerden/gölgelerden kaynaklanır. Belki biraz da bu yüzden mürşidim diyor: "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var."

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...