22 Şubat 2020 Cumartesi

Diskolar kazanıyor çünkü tekkeler kapalı!

Diskolar neden giderek daha çok doluyor arkadaşım? Çünkü tekkeler kapalı. İnsanları melekî yanlarıyla tanıştıracak müesseselerimiz kalmadı. İçlerindeki meleğe dokunamayanlar beşerî yönlerine daha çok tutunuyorlar. Cennetlerine bakamayanlar cehennemlerine daha fazla iman ediyorlar. Zikirle tatmin edilemeyen kalpler gafletle teskin olmayı deniyorlar. Faniliğinin denizine düşen hayvanîliğinin yılanına daha sıkı sarılıyor senin anlayacağın. Hem şu da var:

Deizm, ateizm veya evrimle ilgili tartışmaların ucu da en nihayet buraya dayanıyor kanaatimce. "Türkiye'de deizm neden artıyor?" (eğer bize nakledilen rakamlar doğruysa) diye sorulacak olursa cevap için mutlaka uğranmalı. Yine bundan olabilir. Yani insanın 'içindeki harikaya inanışının azalması'ndan. Kendi mucizeliğine şahitliğinin kısıtlanmasından. Neden böyle olsun? Çünkü bazı şeyleri sadece ilimle halledemezsiniz. Bal tarifini okumakla bilinmez. Tatmak gerek. Anlatarak anlaşılmaz bazı şeyler. Zevk de gerek. İnsanın içindeki 'hayvan-üstü'ye inanması için de ona dokunması gerek. Keşfetmesi gerek. Hissetmesi gerek. Tekkeler işte bunu başarıyordu.

Mürşidim Telvihat-ı Tis'a'sında diyor: "Merkez-i hilâfet olan İstanbul'u beşyüzelli sene bütün âlem-i Hıristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul'da beşyüz yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük camilerin arkalarındaki tekkelerde 'Allah Allah' diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i İlâhiyeden gelen bir muhabbet-i ruhaniye ile cûş u huruşlarıdır." Ben burayı da bir parça yukarıda dediklerimle ilişkilendiriyorum.

Neden? Çünkü biliyorum: Tekkelerde 'Allah Allah' demekle başarılan şey de bir tür direnişti. Hadis-i şerifin ifadesiyle 'eskimeye yatkın olanın' tekrar/tekrarla kalpte diriltilmesiydi. Tecdid edilmesiydi. Hem daha neyin direnişiydi bu arkadaşım? Hayvanî yanlarımıza karşı melekî yanlarımızın da direnişiydi. Elhamdülillah. Oradaki o cûş u huruşlar mü'min ruhları bir işgalden de koruyordu. Dünya onlara hayvanî yanlarını hatırlattıkça onlar içlerindeki meleğe bakıyorlardı. 'Allah Allah' diyerek, tıpkı maşuğu anılmış bir âşık gibi, meleklerini uyandırıyorlardı.

Seyr u sülûklarınca tattıkları böyle başkalıklardı ki "Sadece bir hayvansın!" denildiğinde müstehziyane gülmelerine sebep oluyordu. Öyle ya: Yalnız kalıbından ibaret olana "Deden maymundu!" denilse inanacağı gelebilir. Satıhta kalıcılık bu zannîliği doğrulayabilir. Fakat göğsündeki zümrüd-i ankâyı görene artık hangi dedeyi versen inanmaz. Sânî-i Zülcelal'den başkasını o göğse dokundurmaz. Neden? Çünkü gördükçe farkettiği şudur: "Bende sığar iki cihan./Ben bu cihana sığmazam!" Bu sırra dokunan artık ne ateizmin inkârına, ne deizmin ilgisizliğine, ne de evrimin hayvansallığına inanır. Zira bunlar şahit olduklarının da inkârıdır.

Bu meselenin birinci yanı. İkinci yanına gelebilmek için de yine Bediüzzaman'ın cümlelerini misafir etmeliyim. Alıntılayacağım yerse şurasıdır: "Evet, haricî siyaset memurları ve erkân-ı harpler ve kumandanlara bir derece vazifece münasebeti bulunan siyasetin geniş dairelerine ait mesâili, basit fikirli ve idâre-i ruhiye ve dîniyesine ve şahsiyesine ve beytiyesine ve karyesine ait lüzumlu vazifesini geri bıraktırmakla onları meraklandırıp ruhlarını serseri, akıllarını geveze ve kalblerini de hakaik-i imaniye ve İslâmiyeye ait zevklerini, şevklerini kırıp havalandırmak ve o kalbleri serseri etmek ve mânen öldürmekle dinsizliğe yer ihzar etmek tarzında, kemâl-i merakla, onlara göre mâlâyâni ve lüzumsuz mesâil-i siyasiyeyi radyoyla ders verip dinlettirmek, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye öyle bir zarardır ki, ileride vereceği neticeleri düşündükçe tüyler ürperir."

Arkadaşım, uzunluğu nedeniyle belki tutmakta zorlandın, olabilir, sana yardımcı olacağım. Anladığım kadarıyla burada deniliyor ki: Benim gibilerin siyasetle (veya güncelle diyelim) çokça meşgul olması ruhlarını, akıllarını, kalplerini ve İslam'a dair zevklerini-şevklerini kötü etkiliyor. Hatta bu durum bir tür 'dinsizliğe yer hazırlamak' hükmüne geçiyor. Neden böyledir? En doğrusunu Allah bilir. Benimse şöyle bir yorumum var: Siyaset dairesi insaniyetimizde yüzeyin de yüzeyidir. Hamlıklarımızı en belirgin şekilde gördüğümüz sahadır. Hayvaniyetimiz de en çok orada tezahür eder. Mürşidim de bu manayı destekler şekilde başka bir yerde der: "Selef-i Salihînden başka, siyasetçi, ekserce tam müttakî dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar, müttakî olanlar, siyasetçi olmazlar. Yani, maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebeî hükmüne geçer. Hakikî dindar ise, 'Bütün kâinat bütün yaratılmışların en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir!' diye, siyasete, aşk u merak ile değil, ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakikate âlet etmeye—eğer mümkünse—çalışabilir. Yoksa, bâki elmasları kırılacak âdi şişelere âlet yapar."

İşte, dikkatin sürekli bu alanda gezinmesi, zikrettiğimiz tekke misalinin tam tersi bir örneklikle, içimizdeki hayvanı çağırmak hükmüne geçer. Kim ne yanını beslerse orası güçlenir. Hayvanlığını besleyenin hayvanlığı güçlenir. Melekliğini besleyenin melekliği güçlenir. Varlığı sadece siyaset penceresinden izleyen de, kaçınamadığı kem manzara nedeniyle, arkasına daha az inanmaya başlar. Sizde öyle olmuş mudur bilmem: Muhatap olduğum ateistlerin/deistlerin ilk argümanları hep siyaset üzerinedir. "Allah varsa savaşlarda çocuklar neden ölüyor?" veya "Allah varsa dünyada neden bu kadar kötülük var?" gibi sorular esasında 'perdesiyle çok meşgul olanın' arkasına karşı giderek körleşmesinin sonuçlarıdır. Halbuki yansıma asıl değildir. Perdenin kendisi Allah değildir. Perde 'aşılması gereken'dir. Bu 'aşma sanatı'nı bize Esmaü'l-Hüsna okumaları öğretir. Perde aşılamadığı takdirdeyse varlığın fonksiyonu amaçlananın tam tersine dönüşür. Yine mürşidim bu noktada der: "Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab, perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden."

Bizim nuranîlerle daha çok meşgul olmaya ihtiyacımız var. Yoksa karanlık içimizi daha da çok karartıyor. Kalın perdeler inanışımızı azaltıyor. Can meleğimizin sesi yüreğimizde kısılıyor. Hayvanımız coşkuyla kükrüyor. Bunun çaresi tekkelerin tekrar hayata dönmesidir. Çünkü tekkelerin hayata dönmesi Allah'ın hayatımıza geri dönmesidir. Niçe'nin "Tanrı öldü!" dediği de bence budur. Yani Allah manasının insan anışında öldürülüşüdür. Bu ölüm tüm kasavetlerimizin başlangıcıdır. Başka hiçbir manayla kirlenmeyecek şekilde yalnız 'Allah' ism-i şerifini anmaksa, evet, bugünlerde en çok bundan yoksunuz ve en çok buna ihtiyacımız var. Tefekkür eksenli derslerimizi bile bir tür siyasetle işgal ediliyor. Korumaya çalışsak da olmuyor. Kirleniyor. Fakat Allah'ın ismini anılan yere, hadis-i şerifte de ifade buyrulduğu gibi, melekler toplanıyor. Evet, arkadaşım, herhalde anladın: Meleklerin daha çok mekana ihtiyacı var. Yoksa diskolar kazanıyor.

10 Şubat 2020 Pazartesi

Objektif olayım derken dinden çıkılır mı?

Hikmet-i Hûda, denk geldi, bu sıralar Kur'an'ın ayetlerini kanunlar gibi görmeye dair birçok yazı karaladım. 'Kanun' derken ne kasettiğimi de bir parça açayım: Efendim, kanun derken, 'her zamanda nümuneleri bulunan hükümler' demeyi azmediyorum. Sözgelimi: Yerçekimi bir kanundur değil mi? Evet. Peki neden? Çünkü yer her zamanda çeker. Ve her mekanda bu çekimden dolayı çekilen/düşen birşeyler bulunur. (Uzayda değilseniz tabii.) Ayağı kaydığı için havada uçmaya başlayanımız hiç olmamıştır. Hep düşülmüştür. Hep çekilinmiştir. İşte buna 'kanun' denir. Yani kanunlar sonuçları tekrarlanan hükümlerdir.

Saded harici girecek ama söylemeden geçemeyeceğim: Benim evrim konusundaki itirazlarım da hep bu noktadan kaynaklanır: 'Bilimsellik' dediğimiz bilgi alanının dayandığı 'sonuçların tekrarlanabilirliği' ilkesi evrimde bulunmaz. Yani, hangi şartlar bu katakulliyi tetikliyorsa, onların tesbit edilip laboratuvar ortamında tekrarlanmasıyla, bu evrim denen hakikati(!) görebilmemiz lazımdır. Peki bize gösterilen birşeyler var mıdır? Vardır. Ama bunlar hep tür içi çeşitlenmelerdir. Tür içi çeşitlenmelere hiçkimse itiraz etmez. Çünkü zaten şu dünyada kaç milyar insan varsa hiçbirinin yüzü, sesi, parmak izi, retina kalınlığı, DNA'sı, daha bilmem neleri neleri birebir birbirini tutmaz. Evet. Bu çeşitlenmedir. Haktır. Tekrarlanmaktadır. Her zamanda görülmektedir. Tamam. Fakat evrim hakkında asıl sorunumuz şudur: Bu türden tür içi çeşitlenmelerle türden türe atlamalar mümkün olabilir mi? Kardeşlerim, dostlarım, canlarım, bu konuda bencileyin derim ki:

Evrimciler gayba imanda müslümanlardan daha ileridedirler. Hatta dinlerinin haphalis mü'minidirler. Mesela: Müslümanlar, ayette buyrulduğu gibi, bahara bakıp tekrar dirilişin mümkünlüğüne kanaat getirirler. Nümunesini görüp, yani her baharda gerçekleşen tekrarı görüp, kanuna inanırlar. (Bu yerçekimine kıyasla havaya atılan şeylerin düşmesi gibidir.) Evrimciler ise türden türe evrime dair hiçbirşeyi tecrübe edemeden ona iman ederler. "Bak, Ahmed'in gözü kahverengiyken oğlu Mehmed'in gözü ela, o halde maymunun oğlu da insan, balinanın yavrusu da kerkenkele olabilir!" gibi, maymuna/balinaya bile hayretinden damağını şaklattıracak bir sonuca gelirler. Topraktan çıkardıkları havucu ısırıp, tadını da beğenip, yine topraktadır diye taşları salataya doğramaya başlarlar. Eh, herkesin imanı kendine, buna birşey demiyoruz. Diyemiyoruz. Afiyet olsun. An şartla ki 'bilimsellik' diye satılmasın. Biz bu salatayı yemiyoruz. Ne kadar lafla karılmış olsa da. Yazıktır. Günahtır. Dişlerimize acıyoruz.

Neyse, bu saded harici bahisten uzaklaşalım, asıl konumuz 'istiaze'ye gelelim. Efendim, istiaze, en özet ifadesiyle 'sığınmak'tır. 'Euzü' demekle kastettiğimiz, Allah'a sığınmak diye meallendirdiğimiz, hatta her işimize besmeleyle birlikte bidayet eylediğimiz birşeydir istiaze. Ancak, ahirzamanda maruz kalınan manevî yontulmayla birlikte, kelimelerin altlarını dolduran ruh da yitirildiğinden, kişioğlu/kızı için bazen 'istiaze' sadece 'euzü' demekten ibaret kalır. Daha nelerin nelerin o 'euzü'nün parçası olduğunu düşünmez. Ardına düşmez. Bilmez. Hatta, 'objektif bakış' veya 'bitarafane muhakeme' denilen janjanlı sûretlerle, günde belki yüz kere tekrarladığı bu söze (yani euzüye) ideolojik olarak karşı da çıkabilir. Evet. Buna da artık sıkça rastlıyoruz. İmanından şüphe etmediğimiz insanlar artık pek kolay sığınacakları yeri şaşırıyorlar. Daha doğrusu: Sığınmanın değil 'sığınmamanın' doğru olduğuna inanıyorlar.

Neden? Çünkü modern dünya onlara böyle söylüyor. Birşeyin hakikatini bulmak istiyorsan mutlaka objektif olmalısın. Taraf tutmamalısın. Ortada kalmalısın. Hımm. Acaba hakikaten öyle midir? Bakalım Â'râf sûresinin 200-201. ayetleri bu konuda neler buyuruyor: "Şeytandan sana bir kışkırtma geldiğinde Allah'a sığın. Çünkü O, herşeyi işiten, herşeyi bilendir. Takva sahipleri, kendilerine şeytandan bir vesvese geldiğinde, güzelce düşünürler ve gerçeği görecek hale gelirler." Görüldüğü gibi, çok kısa meallerini alıntıladığımız bu ayetlerde, hakikati bulmamız için bize emredilenler şunlardır: 1) Kışkırtmanın şeytandan olduğunu tayin etmek. 2) Allah'a sığınmak. 3) Onun herşeyi işiten-bilen olduğunu anımsamak. 4) Takvanın gerektirdiği sakınımlı tavrı/endişeyi kuşanmak. 5) Güzelce düşünmek. 6) Gerçeği görmek.

Farkettiğiniz üzere Hakîm Kitabımız bize hiç de objektif olmayı falan tavsiye etmiyor. Bilakis. Vesveseyle düşülen bir boşlukta sahiplenilecek ilk tutum hangi safta olduğunuzun tayini. Sözgelimi: "Ahiret var mı yok mu?" diye aklınıza bir şüphe geldi. Nerede duracaksınız? Modern dünya diyor ki: "Ne kesinlikle var de ne de yok de. Ortada dur. İki şık da mümkünmüş gibi bak." Kur'an bize buyuruyor ki: Eğer sana vahiyle/sünnetle iletilen bilgide vesveseye düşersen ortada bir yerde durma. 1) Hemen düşmanını hatırla. Bu itirazın nereden geldiğini düşün. Vesveseye karşı duruşunu netleştir. 2) Sonra da o düşmana karşı hangi safta durduğunu anımsa. Oraya koş. Sığın. 3) O safın sahibinin 'Semî' ve 'Alîm' isimlerini kalbine hatırlatarak cevap ümidini edin. Senden habersiz veya vesvesene karşı bilgi/cevap veremeyecek bir yere sığınmadın sen. Herşeyi işitene ve bilene sığındın. 4) Takvanın gereği olan endişeyi terketme. Onunla duruşunu sabitle. Dağılma. 5) Allah'ın tarafında olarak düşün. Düşünmeyi de boşlama. Tefekkürden korkma. 6) İslam'ın sana bildirdiği şeyin gerçek olduğunu gör. Ararsan elbette sana delilleri bağışlanacaktır. Bulacaksındır.

Çok mu bilimselliğe aykırı geldi bu tarz? Einstein'ın gücüne mi gitti? Newton mezarında ters mi döndü? Cık, cık, cık. Eh, yapacak birşey yok, İslam böyle. Biz Einstein'ın ilahlığına değil Allah'ın ilahlığına iman ettik. Dolayısıyla duruşumuz da bilimselliğin modern metodlarına göre değil Allah'ın emrettiğine göre olacaktır. Peki İslam'ın tefekküründe hiç mi objektiflik yoktur? Vardır efendim vardır. Ziyadesiyle vardır. Ancak bu bilgiyi kalbindeki taraftarlığı yitirmeden üretir İslam. Durduğu yeri yitirmeden üretir. Hak ile bâtılın ortasında mevhum bir yere sığınmadan üretir. Böylece saman alevi demagojiler ile savrulmaktan da kurtulur. Bu Ebu Bekir radyallahu anhtan bize miras kalan bir tutumdur: Biz evveliyetle "Bunu o mu söyledi?" diye sorarız. Bilginin ondan geldiğinden emin olursak da "O söylediyse doğrudur!" deriz. Bundan sonra da durduğumuz yerin delillerini bulur, görür, anlatırız. Elhamdülillah.

Belki başka yazılarda da bundan bahsettim: Farkettiğimde çok etkilendiğim birşeydir. Sözler'de 7 Basamak'la 7 Sema'nın izahını yapan Bediüzzaman, ilgili ayetlerin arkasında aslanlar gibi durarak, finalde şunu söyler: "İşte yıldız böceği hükmünde olan kafa fenerine itimad eden ve Kur'ân güneşinden gözünü yuman kozmoğrafyacı efendi! Şu Yedi Basamaklarda işaret edilen hakikatlere birden bak. Gözünü aç, kafa fenerini bırak, gündüz gibi i'caz ışığı içinde şu âyetin mânâsını gör. O âyetin semâsından bir hakikat yıldızı al, senin başındaki şeytana at, kendi şeytanını recmet..." Böyle dedikten sonra devamında da iki ayet anar. Ben yine kısacık meallerini alıntılayacağım: "Biz dahi etmeliyiz ve 'Şeytanların yanımda bulunmasından, ey Rabbim, sana sığınırım!' beraber demeliyiz. 'Tam ve kesin delil ve herşeyde açık ve kati şekilde görünen hikmet Allah'ındır!'" İlginçtir. Bu bahsin hemen devamındaki bölüm 'bitarafane muhakeme'nin eleştirisiyle meşhur Hüccetü'l-Kur'an Ale'ş-Şeytan ve Hizbihî bahsidir. Başlarında yeralan birkaç cümle de şöyledir:

"(...) O vakit anladım ki, benimle konuşan şeytandır; beni vartaya yuvarlandırıyor. Kur'ân'dan istimdad ettim. Birden, bir nur kalbime geldi, müdafaaya kat'î bir kuvvet verdi. O vakit, şöylece Şeytana karşı münazara başladı. Dedim: Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir..." Hasılı: Arkadaşlar bu bahis tam da bir önceki bahsin finalinde dediği gibi 'kendi şeytanını recmet'medir. Hatta daha yukarı çıkarsak mezkûr ayetlerde öğretilen metodun tastamam uygulanmasıdır.

Elhamdülillah. Biz vahye muhatap olduk. Sünnette ittiba ettik. Bizim için artık 'hak' ve 'bâtıl' diye iki alan var. Bu alanlar yokmuş gibi davranamayız. 'Acaba'lara kapılamayız. Acabalara kapılanların kapılması da hakperestlikten değildir. Dinine yeniden müşteri oluyor demektir. Allah korusun. Bu, hüner değil, tuzağa düşmektir.

Ehl-i Sünnet ulemamızın ittifak ettiği bahisler de bizim için öyledir. Hakikattir. Bunlarda acabaya düşmeye başlayan bilsin ki sığınması gereken yeri şaşırmıştır. Yahut da şöyle demeli: O 'euzü' ne demek anlamamıştır. 'İstiaze sırrını' kavramamıştır. Her Kur'an'ı okumaya başlayışında söylemesi öğretilenin kendisine hayatta nasıl bir duruş kazandırdığını kuşatamamıştır. Şunu da söyleyelim: Elbette delil ararız/üretiriz. Soru da sorarız. Cevap da veririz. Ancak bunu kalbimizin durduğu yeri şaşırmadan yaparız. Yapmalıyız. Böylesi safını şaşırmışların bugünlerde düştükleri acayipliklere sıkça rastlıyorum. Şaşırıyorum. Üzülüyorum. Bazen de öfkeleniyorum. Ne diyelim? Ahirzamandır. Görülecek çok şey vardır. Nefsimizi kurtarmaya bakalım. Ümidimiz duamızdır. Allah istikametten ayırmasın. Âmin.

1 Şubat 2020 Cumartesi

Gözü Darth Vader'lıkta olanın kulağı salavatta olmaz

Bir vakitler yazılarımda Bediüzzaman'ı 'mürşidim' diye zikretmemi eleştirenler vardı. Her yazımda hemen tepkilerini koyarlardı. Şimdi ya usandılar yahut da alıştılar. Halbuki ben bunu özellikle yapıyordum. Onu 'mürşid' olarak sevdiklerine halen inandığım kişilerin 'Bediüzzaman' bile demekten çekinerek 'Said Nursî' diye konuştuklarını/yazdıklarını görüyordum. Sıkılıyordum. Üzülüyordum. Bu sakınımlı dilin içimizde de birşeyleri öldüreceğine kâniydim. Bir direniş olarak bastıra bastıra 'mürşidim' demeye başladım. Bugün dahi her 'mürşidim' deyişimde bir direniş ruhu hissederim. Elhamdülillah. Hem aynı direnişi "Bediüzzaman öyle diyor demeyelim de Risale-i Nur öyle diyor diyelim!" diyenlere karşı da gösteririm. Yani bu tavrı da arızalı bulurum. Şairin ifadesiyle, dansçıyı danstan, güzelliği güzelden ayırmanın mümkün olmadığını zannederim.

İnsan mürşidi hakkında konuşuyorsa mürşidi olduğunu hissettirmeli. Kaçınmamalı. Babamdan bahsettiğimde yabancı birinden bahsediyormuş gibi yapamam. Yapmam da hoş görülmez. "Kamil oğlu Şükrü şöyle demiştir..." diyemem. "Babam bir keresinde dedi ki..." derim. Mürşidim de öyledir. Kalbimin taraftarlığı elbette dilime işler. İşlemelidir. Yazarken de bundan sakınmam. Sakınılmamalıdır. Bazıları bir miktar nötrleşmenin tebliğ diline faydalı olacağını savunurlar. Buna şuraya kadar katılıyorum: Muhatabının kalbini kendi kalbin gibi olmaya zorlayamazsın. Senin sorgulamadığını onun da sorgulamamasını bekleyemezsin. Dolayısıyla bilgiyi aktarırken empati yapmaya muhtaçsın. Empati elbette kendi kabuğunu bir parça terke zorluyor seni. Ortak bir paydada geçerli olanı konuşuyorsun. Tamam. Fakat kendi kalbini de muhatabının kalbi gibi olmaya zorlamamalısın. Ne hissediyorsan o olmalı. Çünkü zorlamalar da insanda alışkanlık yapar. Alışkanlıklar yeni bir ahlaka, hatta belki fıtrata, dönüşür. "Ortada durayım!" derken karşıya geçmiş olursun. Tarafsızlığın da en düşülesi tuzağı budur.

Bu nedenle İmam Ali radyallahu anhın Hudeybiye'de 'Allah'ın Resulü Muhammed' ifadesini silip 'Abdullah'ın oğlu Muhammed' yazması emredildiğinde korkusunu anlarım. Hatta, her ne kadar emri veren Aleyhissalatuvesselam olsa da, yapamayışını kemaline yorarım. Çünkü itaatsizliği itaatsizlikten değildir. Metinden silemeyerek kalbinden de silemeyeceğini göstermiştir. Aslan tereddüdünde de aslandır. Tazecik gençleri 'Muhammed Mustafa' denilince salavat getirir gördüğümde ta götürür şununla ilgisini kurarım. İmam Ali radyallahu anhın Hudeybiye'deki şanlı tereddüdüdür bu gençleri bugün salavata âşık eden. O silememişti. Bunlar da İmam'larına ittibaen silemiyorlar. Silemediklerini de salavat getirerek gösteriyorlar. Öyle nakış nakış işlenmiş ki kalpleri sevgisiyle! İsmini taraftarlıklarından ayıramıyorlar. 'Maşaallah' diyelim gördükçe onlara.

Sünnet ümmetin kalbidir. Yaşamsal hafızasıdır. Sünneti ümmetin hayatından çıkarmak kalplerine format atmanın en kısa yoludur. Peki sünneti ayakta tutan nedir? İşte bu taraftarlık. Efendimiz aleyhissalatuvesselamın adı anıldığında bir salavat getirmek. Mescide girerken önce sağ ayağını atmak. Merhabanı onun selamına benzeterek söylemek. Bütün bunlar taraftarlığı diri tutmanın araçlarıdır. Dönergeç gibidirler. Hem ondan doğarlar hem onu beslerler.

Hadis-i şerifler bize, eğer üzerine özel bir mesai sarfedilmezse, kalplerdeki imanın da eskiyebileceğini söylüyor. Buna kendi aynamdan şöyle bir delilim var: Uzun zamandır tuttuğum takımın maçlarını takip etmiyorum. Buna bağlı olarak olup bitenlere merakım da azalıyor. Konuşmuyorum. Konuşulsa umursamıyorum. Giderek hiçleştiriyorum. İlgisizliğin sevginin zıttı olduğunu böyle görüyorum. İzleyip kızsaydım da bu sevgiden olacaktı. Nefretim bile sevgi kokacaktı. Halbuki sevginin asıl ölümü ilgisizlikledir. Dolayısıyla ilgiyi gösterir her çaba sevginin artımıdır. Meyvesidir. Canıdır. Hayatıdır. Yârin de öfkesinden değil ilgisizliğinden korkulur.

Mevzu dünyevî bir kazanım olduğunda seküler akıllar elbette ilginin yararını pek güzel kavrıyorlar. 'Tebessüm sadakadır'a sünnet diye burun kıvıranlar "Güleryüz başarıyı getirir!" deyince kulaklarına kadar gülümsüyorlar. Sağ ayağıyla mübarek bir yere girmenin bereketine inanmayanı "Benim uğurum/totemim budur!" deyu neredeyse takla atarak mekana girerken görüyorsun. Guru'sundan "İlişkinizin sağlığı için sevgilinize hoş sözler söyleyin!" diye işitince, canımı-cicimi sebil suyu gibi dağıtanlar, Habib-i Zişan'a bir 'aleyhissalatuvesselam'ı gönül sıkletiymiş gibi yutarak/yutkunarak söylüyorlar. Neden? Çünkü bir altşuur olarak farkındalar: Bu tarz eylemleri pek de yürümek istemedikleri bir yolu besliyor. Gücün karanlık tarafında Darth Vader keyfi çatmak isterken, salavat, Anakin Skywalker gibi kalmaları gerektiğini hatırlatıyor.

İşte bu yüzden ben yazılarımda mürşidime 'mürşidim' demekte teberri etmiyorum. Lisanlarında, 'Bediüzzaman'ı çoktan şutlamış, 'Said Nursî' ile yetinir olmuşlara da güceniyorum. Yabancı birisi yapsa ona elbette birşey diyemem. Mürşidi olarak bilmeyen nötrlüğünü ifade eden tabirleri seçebilir. İtiraz edilmez. Fakat bir nur talebesi 'Bediüzzaman' demekten neden teberri eder? 'Mürşidim' diyene neden kızar? Doğrusu bunları anlamaktan acizim. Anladığımsa sevginin tezahürsüz ayakta duramadığı. Evet. Ben o sevginin kalbimden hiç çıkmamasını istiyorum. Âmin.

Rolex'i Bahadır Yenişehirlioğlu'nun ne zaman 'helali' olur?

  "Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. '...