28 Eylül 2021 Salı

Cübbeli Ahmed Hoca'nın derdi ne?

"Nitekim, bu din telakkisi ve ona uygun yürütülen din eğitimi sonuçlarını vermeye başlamıştır. Artık Allah'tan korkulması gerektiği gibi korkmayan, çünkü kendi çağdaş tanrı tasavvurlarını oluşturan, dolayısıyla çağdaş yaşamlarının önünde hiçbir engel oluşturmayacak bir tanrı tasavvuruna kavuşan, bu sebeple artık haram-helal, ayıp-günah gibi kavramları eski bularak kullanılmış bir mendil muamelesi yapan yeni kuşak ilahiyatçılar yetişmektedir."
Prof. Dr. Salim Öğüt, Modern Düşüncenin Kur'an Anlayışı kitabından.

Bir Irmağa Yolculuk'u çocukken izlemiştim. 'Devrimci sinema'yı takip edenler belki hatırlayacaklar: Haydar, işçilerin gözünü açmaya çalışan bir devrimciyken, ihanetlerinden dolayı onlara kinlenir. Patronlara yamanır. Hatta zulümde onları da geçer. Gel zaman git zaman eski aşkı Nazlı kasabaya döner. Bıraktığında sıradan bir köylü olan bu kızcağız sosyalizmi öğrenmiş, yani ki gözü açılmış, bir gazeteci olarak da taze kapitalist Haydar'ın karşısına dikilmiştir. Aralarında şöyle bir tartışma geçer:

- Önce onlar sattı beni. Sen bile sattın. Aleyhimde ifade verdiniz. Sizin yüzünüzden yattım ben içerde yıllarca.

(...)

- Sen bana neyi anımsatıyorsun biliyor musun? Yol açan bir makineyi. Kocaman yollar açan bir buldozeri. Onların açtığı yoldan binlerce kişi geçer. Yalnız bir sakıncası vardır bu makinelerin. Bir parçaları kırıldı mı kalırlar yolun ortasında. Bırak yol açmayı, yolu tıkarlar. Sen artık parçası kırık bir dozersin. Çekil yolumdan. 


Yol açmak-tıkamak bahsi açıldı. Aklıma Eşkıya filmi de geldi. Onu da lisedeyken izlediğimi anımsıyorum. Baran'ın dağa çıkış sebebi galiba ağasını vurmaktı. Geçmişte suça karışan insanlar, eğer cezasını göze alamıyorlarsa, dağa çıkarlarmış. Eşkıya olurlarmış. Aslında 'eşkıya' kelimesi tıpkı 'evliya' gibi birşeyin çoğulu. Tekili şakî. Manası: Yol kesen. 'Şak' kelimesiyle etimolojik bir bağı var mı bilmiyorum. Biliyorsunuz 'şak' Arapça 'yarmak' da demek. Belki gidişlere-gelişlere engel oldukları için, yani birnevi yolu yardıkları için, bu isim verilmiştir. Allahu'l-a'lem. Risale-i Nur'da 'katıuttarik' veya 'katiüttarik' şeklinde geçiyor ki yine aynı manaya gelmektedir. 

İlk Dönem Eserleri'nde iki yerde istimal ediliyor bu kelime: 1) "Ey gafil! Eğer ölümü öldürebilirsen, zevali dahi dünyadan izale edebilirsen ve acz ve fakrı beşerden kaldırabilirsen ve katiüttariklik yapmak için zihayatın, hususan insanın ebede giden yolunu seddedecek bir çare bulmuşsan, dinden istiğna ve dinin şeairini terk etmeye insanları davet edebilirsin." 2) "Ey gafil ve sarhoş! Eğer bu mecburî seferden beni halâs edecek bir çare bulmuşsan, söyle. Fakat bulduğun çare kàtiüttariklik olmasın. Çünkü inkâr ve dalâlet, ancak kabrin ağzında zulümat-ı adem-âbâdda sukutu kabul demek olduğundan, şu kàtiüttariklik çok defa uzun seferden daha müthiş ve daha korkunçtur. Madem çaresi yok, öyleyse sus! Ta Kur'ân-ı Hakim dediğini desin." Gelelim şimdi en meşhuruna. Yani 1. Söz'de geçtiği şekline: "İşte, böyle bir seyahat için, iki adam sahrâya çıkıp gidiyorlar. Onlardan birisi mütevazı idi, diğeri mağrur. Mütevazii, bir reisin ismini aldı; mağrur almadı. Alanı her yerde selâmetle gezdi. Bir kàtıu't-tarîke rast gelse, der: Ben filân reisin ismiyle gezerim. Şakî def olur gider, ilişemez."

Eh, evet, yol kesmenin doğasında 'gidecek yeri kalmamak' var. Tıpkı Baran gibi. Suçunuzun bedeliyle yüzleşmek istemediğinizde yolunuz 'yol kesmek' oluyor. Öyle ya: Gidecek yer yok. Dönecek yer yok. Hayatta da kalabilmeniz lazım. O zaman ne yapılacak? Başkalarının hayatlarından çalınacak. Ebu Cendel radyallahu anhın Hudeybiye antlaşmasının ardından yaşadıklarını anımsayalım. Ne yapmak zorunda kalmıştı? Sîfülbahr'a kaçarak yetmiş kadar arkadaşıyla Kureyş kervanlarının yolunu kesmeye başlamıştı. Hatta Mekkeliler onların korkusundan en sonunda antlaşmanın Sîfülbahr'dakiler lehinde bozulmasını rica ettiler. Böylece Medine'ye kabul edildiler.

Eşkıyalığın maddisi olduğu gibi manevisi de var. Bugünlerde İblis'in kıssasıyla Bediüzzaman'ın 'katıuttarik' kullanımları arasında bağ görmeye başladım. Çünkü o da (A'râf sûresinde haber verildiği şekliyle) mealen diyor: "İblis dedi ki: Bundan böyle benim sapmama izin vermene karşılık, ant içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın." Demek eşkıyaların piri de İblis'tir. Yol kesenlerin ilki odur. Bu istikamette şakîlik eden herkes İblis'in talebeliğini gütmektedir. Fakat şuna da bir dikkatini istirham ederim arkadaşım: Denilir ki: İblis eskiden meleklerin muallimiydi. Yani bilgilidir. Demek hidayetin malumatına, argümanlarına, kelimelerine de sahiptir. O yüzden yol kesenliği eşkıyalığın en beteri olmuştur. Sahi ya: Kurdun en tehlikesi gövdeye girendir. Zira gövdeye giren gövdeyi bilendir.

Mürşidim bu sadedde diyor ki: "Ey birader! Düşman hariçte olsa, insan, silâhsız o düşmanla geçinebilir. Fakat düşman kal'á içine girse ve gizlense, o vakit o düşmana karşı silahlanmak, zırh giymek ve gayet dikkat etmek, hem pek ciddi sebat etmek lazımdır. Ta ki hayat-ı ebedîsini hafî darbelerden kurtarabilsin." Hem yine diyor: "İşte, dalâlette, iktidarsızların muktedir görünmeleri ve ehemmiyetsizlerin şöhret kazanmaları içindir ki, hodfuruş, şöhretperest, riyâkâr insanların ve az birşeyle iktidarlarını göstermek ve ihâfe ve ızrar cihetinde bir mevki kazanmak için ehl-i hakka muhalif vaziyete girerler. Ta görünsünler ve nazar-ı dikkat onlara celb olunsun. Ve iktidar ve kudretle olmayan, belki terk ve atâletle sebebiyet verdiği tahribat onlara isnad edilip onlara bahsedilsin."


Eşkıyalığın psikolojisinde bunlar da var. Mağruriyetinden Âdem aleyhisselam gibi et-Tevvâb ismini alıp sılasına dönmeyen İblis yurtsuz kaldı. Boşlukta kaldı. Anlamsız kaldı. Çünkü tevhidin herşeyi kuşatan anlamından koptu. Fakat anlamsız da yaşanamaz. Boşluk her yükten ağırdır. Aidiyetsiz sürdürülmez ömür. Adressiz huzur olmaz. İşte bu devrede İblis ademden/yokluktan yeni bir amaç tayin etti: Hidayet yollarını kesmek. Âdemoğlunu doğrudan saptırarak cennetinden etmek. Bu yıkımı anlam edinip ona tutundu. Yarımlığını başkalarını yarım bırakma süreciyle telafi ettiğini sandı. Mürşidimin tabiriyle: Dalalette iktidarsızlığı ona muktedirlik göründü. Ehemmiyetsizliğine rağmen şöhret kazandı. Yıkmak kolay yapmak zordu çünkü. 

Dikkat çekmekse her zaman varolmak, hünerli olmak, aferin almak demek değildir: "Nasıl ki, böyle şöhret divanelerinden birisi namazgâhı telvis etmiş, ta herkes ondan bahsetsin. Hattâ, telvis edenden lânetle de bahsedilmiş de, şöhretperestlik damarı kendisine bu lânetli şöhreti hoş göstermiş diye darbımesel olmuş."

Şimdi bu yazının nasıl olup da Cübbeli Ahmed Hoca'ya bağlanacağını merak etmişsinizdir. Ona geleyim: Kanaatimce Hoca da (daha pekçokları gibi) bizi 'kurdun gövdeye girişi' hakkında uyarıyor-uyardı. Hatta tesiri adına tokat etkisi yapan bir söylem de kullandı. Öyle de oldu. Epeyce ses getirdi. Ciğer yakan bu konu nihayet gündem oldu. Şunu da kabul edelim: Hocanın İmam Hatipler-İlahiyatlar hakkındaki çıkışı birçoğumuzun ciğerindeki nefesin dışarıya salınmasıydı. Hatta çocukları halihazırda İmam Hatiplerde-İlahiyatlarda okuyanlar dahi çıkışına destek verdiler. 

Neden? Zira onlar da kimi şahitliklerinden ötürü bu türden bir eşkıyalığın hidayet müesselerini ele geçirmesinden korkuyorlardı. Tıpkı Bediüzzaman'ın endişelendiği gibi: "1338'de Ankara'ya gittim. İslâm Ordusunun Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. 'Eyvah,' dedim. 'Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!'" Evet. AK Parti iktidarı dindarlığın yeniden hürriyet kazanmasına vesile oldu. Fakat bu zaferin neş'esini kullanmak isteyenler yok muydu? İlahiyatçıların söylemlerindeki gariplikler neyi ifade ediyordu? Bu defa da farklı bir delikten ısırılmamak için dikkatli olmak gerekmez miydi? Çünkü mürşidim de kendi çağının tecrübesini anlattığı metnin devamında diyordu: "Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu."


Bence İmam Hatipler-İlahiyatlar hakkında bu türden kaygılarını ifade eden herkes bir ejderhanın önünü almaya çalışıyorlar. Ki, takip edenler görmüştür, mevzu üzerine merhum Prof. Dr. Salim Öğüt Hoca'nın eleştirilerinden paylaşımlar yaptım.  Birçok isimden daha benzer alıntılar yapabilirdim. Göğsünde 'ümmetin sahih itikad üzere kalması' adına dert taşıyan herkesin az-çok bu tarz endişeleri var zira. Peki karşılarında ne var? Bazen kocaman bir sessizlik. Bazen körkütük bir tepki. Hatta "Kur'an insan sözüdür!" diyen Mustafa Öztürk'e veremedikleri karşılığı Cübbeli Ahmed Hoca'ya veriyorlar. (Halbuki hangisinin dediği daha muzırdır bellidir.) Bu da "Neresi/ne kadar elden gitti?" sorusunu akıllara getiriyor. Korkuyorum. Belki de cepheyi çoktan kaybettik. 1438'de 1338'in tekrarını yaşıyoruz. Ejderha başardı.

Modernizm Kemalizmin evladıdır. Bunu herkes bilir. Zaten 'Türkçe ibadet' gibi çoğu başlığı Kemalizm açmıştır. Modernizm, kendi tabiatına da uygun gördüğü için, Kemalizmin arkasından gitmiştir. Bugün Kur'an Müslümanlığı, Tarihselcilik vs. gibi hangi ekolün ipini takip etseniz Tek Parti Dönemindeki uygulamalarda izlerine rastlarsınız. Zaten dinde reform yapmak isteyenlerin, zâhirde nizâ da görünse, özde böylesine iyi anlaşmaları kaçınılmaz. Ancak bu defaki fitnenin Kemalizmden daha farklı yönleri de var. Mesela: Ehl-i Sünnet aidiyetini önemsemeyen, ama dinî argümanları kullanabilme yeteneğine de sahip, İblis gibi 'yarı âlim' kitleleri var. Bunlar tam âlim olmuyorlar. Çünkü ya güçleri yetmiyor yahut da sonuçları işlerine gelmiyor. Yarı âlimlikse hakikatleri çarpıtmak için yeterli malzemeyi sağlıyor.

Düz liseye gidenler dinî konuları sahiden bilmiyorlar. Ama İmam Hatip'e-İlahiyata giden bazıları hem bilmiyorlar hem de bilmediklerini bilmiyorlar. Yani birisinin talebeleri cahilse diğerininkiler cehl-i mürekkep sahibi. Bu yüzden doğruyu tekrar kabullenmeleri daha da zor oluyor. Anlatıldığında da onu aşağılıyorlar. Çünkü kibrin zirveleri 'yarı âlimlik' rütbesiyle hakedilmediği halde tutulmuş vaziyette.

İmam Hatipler-İlahiyatlar müslümanlar için medreselerin-tekkelerin kapatılmasından doğan boşluğu aşmaya bir dozerdi. Hayırlı işlerinden Allah razı olsun. Fakat Bir Irmağa Yolculuk'ta dendiği gibi: Dozer bozulunca yolu daha beter kapıyor. İşte, yazının özeti, Cübbeli Ahmed Hoca bundan başka ne söyledi ki? Üstelik İblis'in kıssası da bize aynı şeyi söylüyor. Çokbilmişin sapıtması cahilin haline benzemez. Yahut yine mürşidimin dediği gibi: "Bilirsiniz ki, eğer dalâlet cehaletten gelse, izalesi kolaydır. Fakat dalâlet fenden ve ilimden gelse izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla yola gelebilirdi. Çünkü öyleler kendilerini beğeniyorlar. Hem bilmiyorlar hem kendilerini bilir zannediyorlar." 

Eh, evet, bizim mahallenin çocukları katıuttarikliğe başlarsa, dinde reform çığlıkları her yanımızı kuşatırsa, İmam Hatipler-İlahiyatlar Ehl-i Sünnet olmayı 'taassub' gibi görürlerse, artık hazırlanalım: Kıyamet yaklaşmış demektir. Cenab-ı Hak cümle vatanın evladını böylesi zararlı akımlardan korusun. Âmin. Âmin. Âmin.

22 Eylül 2021 Çarşamba

Cennette nasıl bir fizik var?

Thomas Mann, Mario ile Sihirbaz'da, “Özgürlüğe yönelen irade boşluğa düşer..." diyor. Fakat 'irade' konusuna gelmeden önce dikkatini başka bir hususa çekmek istiyorum. Michio Kaku'nun Einstein'dan Ötesi isimli kitabında anlatılan birşeye. Muhtemel kıyamet senaryolarından birisine. Evet. Orada, "Evrenimiz dengesiz mi?" başlıklı bölümde söylenenlere bakınca, fiziğin de bir açıdan kıyameti öngördüğünü kavrıyoruz. Hatta bu kıyameti 'kainattaki tüm atomları kapsar şekilde' geniş düşünebildiklerini anlıyoruz. Neyse. Lafı uzatmayayım arkadaşım. Yerinden aktardığımda meramım billurlaşacak. Her hayrın başı 'Bismillah' diyelim:

"(...) GUT ve süpersicim kuramları dünyanın buharlaşmasından daha büyük bir felakete işaret etmektedir. Fizikçiler maddenin daima en düşük enerji durumunu (boşluk durumu olarak adlandırılır) aramaya çalıştığını öngörürler. Örneğin: Daha önce anlatıldığı gibi su daima yokuş aşağı akmaya çalışır. Bununla beraber, eğer bir nehrin üzerine baraj kurarsak, durumu değiştirmek mümkündür. Barajın arkasında biriktirilen su en düşük enerji hâli olmayan bir 'yalancı boşluk durumu' içerisindedir. Bu, suyun barajı patlatarak aşağıdaki gerçek boşluk durumuna akmak istediği, fakat başaramadığı anlamına gelir.

"(...) kuantum mekaniğinde suyun bir 'kuantum sıçraması' yapması ve barajın içinden geçmesi olasılığı mevcuttur. Belirsizlik ilkesi uyarınca suyun nerede olduğunu bilmediğimiz için onu olabileceğini en az beklediğimiz yerde (yani barajın öbür yanında) bulmamız konusunda belli bir olasılık vardır. Fizikçiler suyun engel içinden bir tünel açacağı kanaati taşımaktadırlar. Bu durum rahatsız edici bir düşünce uyandırmaktadır. (...) Ya evrenimiz olabilecek en düşük enerjili evren değilse? Ya daha düşük enerjiye sahip başka bir evren daha varsa ve birdenbire bir kuantum geçişi meydana gelirse? Bu bir âfet olurdu. Yeni boşluğun içinde fizik ve kimya yasaları tanınmayacak kadar değişebilirdi. Bildiğimiz şekliyle madde mevcut olmayabilirdi. Tamamen yeni fizik ve kimya yasaları ortaya çıkabilirdi. Sık sık 'fizik yasalarının değişmez olduğu' söylenir. Eğer evren aniden daha düşük enerji durumuna kuantum sıçraması yaparsa bildiğimiz fizik yasaları da tanınmayacak kadar değişikliğe uğrayabilir."

Bütün varlığı bir nehir olarak düşünmek... Ama bir saniye. Bu bana tanıdık geldi. Sanki mürşidim de ahiret hakkındaki bir bahiste benzer şeyler söylüyordu: "(...) Madem bu karışık mevcudat dâr-ı fâniden dâr-ı bekàya akıp gidiyor. Elbette, nasıl ki hayır, lezzet, ışık, güzellik, iman gibi şeyler Cennete akar; öyle de, şer, elem, karanlık, çirkinlik, küfür gibi zararlı maddeler Cehenneme yağar. Ve bu mütemadiyen çalkanan kâinatın selleri o iki havza girer, durur." Eh, evet, elbette İslamî meseleleri "Bugün böyle, yarın şöyle, öteki gün öyle..." diyen bilimin argümanlarına bağlamamalı. Onlara kat'iyyet atfetmemeli. Fakat sağladığı imkanı da kullanmalı değil mi arkadaşım? Ve dahi bütün evreni kapsayacak bir kıyameti kafalarını sığdıramayanlara göstermeli: Kuantum mekaniği de böylesi bir geçişi öngörebiliyor. En azından ihtimallerden bir ihtimal olarak tanıyor. Cahiller gibi "Olmaz öyle şey!" demiyor.


Bana bu mevzuda ilginç gelen ikinci şey de şu: Cennet-cehennem hayatlarıyla ilgili ayetlerde-hadislerde bugünün fiziği, kimyası, hatta biyolojisi ile anlaşılamayacak şeylerden bahsedilir. Cehennemlikler gördükleri azaba rağmen bir türlü ölmezler mesela. Cennetlikler de yine bizimkinden apayrı, aşkın, daha üst bir fizikte, kimyada, biyolojide yaşamaktadırlar. Şunu da mutlaka anımsayalım bu makamda: Cennetlikler karşılaştıkları nimetleri dünyadakilere 'benzetirler' ama 'apayrılığını' da ifade ederler. (Bediüzzaman'ın böylesi ayetleri tefsir ettiği 28. Söz'ün 1. Makam'ını vaktiyle "Cennette nasıl bir fizik var?" başlığı ile ders konusu yapmıştım. Youtube'da kaydı vardır.) Haşr-i cismanîyi, yani bedensel dirilişi, reddedenlerin kavrayamadıkları şeylerden birisinin de bu olduğunu zannediyorum arkadaşım. Yani: İçinde yaşadığımız fiziği, kimyayı, biyolojiyi mutlak görmek, değişemezliğine körükörüne inanmak, cennet-cehennem tasvirlerini 'ancak maddeyi inkâr etmekle inanılabilecek şeyler' sanmayı zorunlu kılıyor onlar için belki. Bizse, elhamdülillah, bu zorunluluğa katılmıyoruz. (28. Söz'ün 1. Makam'ı haşr-i cismanînin zaruretinin savunusunu da yapar.) Görünüşe göre fizikçiler de böylesi bir zorunluluğun olmadığını söylüyorlar: "(...) Sık sık 'fizik yasalarının değişmez olduğu' söylenir. Eğer evren aniden daha düşük enerji durumuna kuantum sıçraması yaparsa bildiğimiz fizik yasaları da tanınmayacak kadar değişikliğe uğrayabilir."

Şimdi tekrar en başa dönelim: “Özgürlüğe yönelen irade boşluğa düşer..." cümlesini Thomas Mann'a söyleten nedir? Bence kıymetli bir farkındalığıdır. Hakikaten irade sahibi olmanın bedeli bir tür boşluğa düşmektir. Evet. Zira seçilecek şeyde tereddüt vardır. Şıklar vardır. Alternatifler vardır. Yollar vardır. Yöntemler vardır. Karar vermeden hemen önceki o anda/dönemde insan bir boşlukta asılı kalır. Michio Kaku'nun yukarıdaki tasvirleriyle ele alırsak: En kararlı enerji düzeyine ulaşmadan, yani dengesini bulmadan, hemen önce bir baraj önündeki su gibi birikir insanın meyelanı. İçimizdeki geçiş/dönüşüm başlarken bir sıçrama da olur. Nihayet karar verilir. Yani karar bulunur. Burada 'karar' kelimesindeki bir zenginliğe de dikkatinizi çekmek isterim: Onun bir manası da sükûnettir. Değişmezliktir. Ölçülülüktür. Durgunluktur. Aleyhissalatuvesselamın Tirmizî'de naklolunan bir hadisinde "Semâ emvâcı karardâde olmuş bir denizdir!" buyurması bu anlam katmanına bakar. Yine Bediüzzaman'ın bu fani âlem hakkında en çok yaptığı benzetme 'kararsız' ifadesiyledir. "Sakın zannetme tebdil-i memleket delilleri bu Oniki Sûret'e münhasırdır. Belki had ve hesaba gelmez emareler, deliller var ki, şu kararsız mütegayyir memleket zevâlsiz, müstekar bir memlekete tahvil edilecektir." Âşık Yunus'a da bir rahmet duası göndermeden ayrılmayalım bahisten: "Ne zaman anarsam seni,/Kararım kalmaz Allahım./Senden gayrı gözüm yaşım,/Kimseler silmez Allahım."

Ben şimdilerde bu iki fizik arasında bir bağ olabileceğini düşünmeye başladım. Belki de zâhirdeki bu âlemin 'kararsızlığı' bâtınımızda 'iradeyle' kendisini gösteriyor. Oradaki boşluk buradaki boşlukla karşılığını buluyor. Âlemden ayrı değiliz. Aynı sırrın parçalarıyız. Mürşidim de "Tagayyür, inkılâp ve felâketlere mâruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir..." diyerek başladığı bahiste "Lâkin, insandaki bu kuvvetlere, şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmişse de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin herbirisi, tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar..." diyerek aynı kararsızlığa işaret eder. Yani kuvve-i gadabiyemiz (korunma güdüsü), kuvve-i şeheviyemiz (menfaat güdüsü) ve kuvve-i akliyemiz (kârı-zarardan ayırma güdüsü) fıtraten sınır sahibi değildirler. Taşkınlığa yatkındırlar. Onların bu kararsızlığı vahiyle, nübüvvetle, şeriatla, sünnetle bir baraj sahibi yapılmıştır. İfrattan-tefritten korunmuştur. İstikamet böylece tayin edilmiştir. 'Sırat-ı müstakim' de buna denilmiştir: "Sırat-ı müstakimden murad şu üç mertebedir." Allahu'l-a'lem kaydıyla şunu da ekleyelim:


Belki de fizik âlemin dönüşümü bizimle başlamaktadır arkadaşım? İnsan cennet görmüş bir varlık olarak dünyaya dönmüştür. Harcı dünyadandır. Ancak sırr-ı imtihan gereği beka âlemine ayağını basmışlığı da vardır. İki âlem arasındaki bu gitgelli hukuku belki de köprünün bizzat kendisi veya bidayeti olmasına işaret eder. Michio Kaku'nun 'kuantum sıçramasının başlayacağı tünel' olarak tarif ettiği şey belki de insanın bizzat kendisidir. İmtihanıdır. Biz şu an bâki âlemlerle fâni âlemin arasındaki eşiğiz. Dışımız-içimiz arasındaki bu etkileşim de buna işaret ediyor olabilir. Âlemin özetiyiz. Çünkü belki âlem bizden geçiyor. Bizden geçerek dönüşüyor. Biz nasıl seçersek öyle dönüşüyor. Yahut dönüşmesi bizimle başladı. Kıyamette de tam dönüşümünü yaşayacak. Evet. Belki biraz da bu yüzden herşeyden bu kadar çok etkileniyoruz. Herşeyi bu kadar çok etkiliyoruz. Bu kadar ilgiliyiz. Bu kadar bilgiliyiz. Bu kadar kabiliyetliyiz. Allah'ın katında bu yüzden bir kıymetimiz var. Bu yüzden imtihanla muhatabız. Bu yüzden sınanıyoruz. Bu yüzden şeriatla mükellefiz. O büyük resimde denk geldiğimiz böyle bir eşik olduğu için belki. İblis de bizimle bu yüzden uğraşıyor.

Arkadaşım sözlerim çok mu farazî geldi? Haklısın. Bazen hayallerim aklımın önüne geçiyor. Lakin şu sana da gizemli gelmiyor mu? 'Eûzü' çekerek okumaya başladığımız Kur'an yine 'istiaze sırrı'nı anlatan Felak-Nas sûreleri ile bitiyor. Yani bütün süreç bize bir 'sığınma' öğretiyor. Neyden sığınıyoruz peki? Çok şeyden. Biraz şeytanımızdan, biraz nefsimizden, biraz kararsız âlemin gösterdiği kötü sûretlerin yapacağı tahripten, ama en çok da 'irade sahibi olmanın yaşattığı boşluk'tan. Kendimizden. Kararsızlığımızdan. Düşebileceklerimizden. Seçebileceklerimizden. Onlar sonucu olacaklardan. Yaratılacaklardan.

Evet. Biz, ne zaman şeriat-ı Muhammediye aleyhissalatuvesselam ile amel etsek, ne zaman onun öğrettiği marifetullahı hatırlasak, hatta ne zaman küçücük bir sünnete ittiba etsek, bir kararsızlıktan Allah'ın bizim için seçtiği karara kaçarız. Onun bizim için seçtiği şeyin kendi seçimlerimizden hayırlı olduğuna inanırız. Âlemler Rabbi Odur çünkü. Doğru kararı en iyi o bilir. Ona tevekkül ederiz. Yani özetle demem o ki: Belki de kararsız kainatın muhatap olduğu boşluğun bir özü/özeti irade sahibi olmak üzerinden bizde tezahürdedir. İnsanda da irade sûretinde sınanmaktadır. Onun da muvaffakiyeti Allah'a kaçmaktadır. Herşey böylesi bir bütünde bütünlenmektedir. Veya... Neyse. Çok uzattım arkadaşım. Seni de sıkmaya başladım. Duayla bitirelim en iyisi: Cenab-ı Hak, bizi, Kur'an'daki ifadesiyle 'kendisine firar edenlerden' eylesin. Âmin.

14 Eylül 2021 Salı

İhsan Şenocak Hoca "Selçuk Bayraktar Filenin Sultanlarını döver!" mi dedi?

Johan Huizinga Homo Ludens (Oyuncu İnsan) isimli eserinde der ki: "Kültür oyun biçiminde doğar." Ve ekler: "Toplum oyunlar aracılığıyla hayatı/dünyayı nasıl yorumladığını ifade eder." Eserin başka bir yerindeyse şu haklı tesbitini okuruz: "Oyunbozan hilebazla aynı şey değildir. Çünkü hilebaz oynuyormuş gibi davranır. Görünüşte hâlâ oyunun büyülü çemberini kabul ediyormuş gibidir. Toplumun hilebaza oyunbozandan daha hoşgörülü davranması ilginçtir. Bunun sebebi oyunbozanın 'oyun dünyasının kendisini' yıkıp dağıtmasıdır. Oyunbozan önceden başkalarıyla birlikte geçici süreliğine içine kapandığı oyun dünyasının keyfiliğini ve kırılganlığını açığa vurur. Oyunu yarattığı 'yanılsamadan (illusion)' sıyırır. Anlam dolu bir kelime olan 'illusion' sözlük manasıyla 'oyunda kalmak' demektir. Öyleyse o hemen oyundan atılmalıdır."

Bu eşikte Bediüzzaman'ın da bir tür 'oyunbozan' olduğunu düşürüm. Ne açıdan? Elbette tek dünyalı (m)edeniyet açısından. Evet. O, giyiminden tutun söylemine kadar, kurgulanmak istenen oyuna "Sen gerçek değilsin!" diye haykırmaktır. Batı kaselisi rejimin ona karşı uyguladığı tecridi de bir tür 'oyun dışında bırakma gayreti' olarak ele alırım. En azından 'denemesi.' 23. Söz'ün 2. Mebhas'ının 2. Nükte'sinde "Hakikî terakki ise insana verilen kalb, sır, ruh, akıl, hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, herbiri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubûdiyetle meşgul olmaktadır. Yoksa, ehl-i dalâletin terakki zannettikleri, hayat-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en süflîsini tatmak için bütün letâifini ve kalb ve aklını nefs-i emmâreye musahhar edip yardımcı verse, o terakki değil, sukuttur..." diyen mürşidim metnin biraz ilerisinde de 'uyandırıcı' bir temsil arzeder:

"Ben büyük bir şehre giriyorum. Baktım ki o şehirde büyük saraylar var. Bazı sarayların kapısına bakıyorum; gayet şenlik, parlak bir tiyatro gibi nazar-ı dikkati celb eder, herkesi eğlendirir bir cazibedarlık vardı. Dikkat ettim ki: O sarayın efendisi kapıya gelmiş, itle oynuyor ve oynamasına yardım ediyor. Hanımlar yabanî gençlerle tatlı sohbetler ediyorlar. Yetişmiş kızlar dahi çocukların oynamasını tanzim ediyorlar. Kapıcı da onlara kumandanlık eder gibi bir aktör tavrını almış. O vakit anladım ki, o koca sarayın içerisi bomboş, hep nazik vazifeler muattal kalmış, ahlâkları sukut etmiş ki, kapıda bu sureti almışlardır. 

Sonra geçtim, bir büyük saraya daha rastgeldim. Gördüm ki, kapıda uzanmış vefadar bir it ve kaba, sert, sakin bir kapıcı ve sönük bir vaziyet vardı. Merak ettim, niçin o öyle, bu böyle? İçeriye girdim. Baktım ki içerisi çok şenlik. Daire daire üstünde ayrı ayrı nazik vazifelerle saray ehli meşguldürler. Birinci dairedeki adamlar sarayın idaresini-tedbirini görüyorlar. Üstündeki dairede kızlar-çocuklar ders okuyorlar. Daha üstünde hanımlar, gayet lâtif san'atlar, güzel nakışlarla iştigal ediyorlar. En yukarıda efendi, padişahla muhabere edip halkın istirahatini temin için ve kendi kemâlâtı ve terakkiyâtı için, kendine has ve ulvî vazifelerle iştigal ediyor gördüm. Ben onlara görünmediğim için, yasak demediler, gezebildim. Sonra çıktım, baktım. O şehrin her tarafında bu iki kısım saraylar var. Sordum. Dediler: O kapısı şenlik ve içi boş saraylar, kâfirlerin ileri gelenlerinindir ve ehl-i dalâletindir. Diğerleri namuslu Müslüman büyüklerinindir."

Tam da Huizinga'nın 'oyun bozmak' şeklinde tarif ettiği şeydir yaptığı. "Kral çıplak!" diye haykırmanın ifadesidir: "İşte, o şehir ise, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye ve medine-i medeniyet-i insaniyedir. O saraylar, herbirisi birer insandır. O saray ehli ise, insandaki göz, kulak, kalb, sır, ruh, akıl gibi letâif ve nefis ve hevâ ve kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiye gibi şeylerdir. Herbir insanda herbir lâtifenin ayrı ayrı vazife-i ubûdiyetleri var. Ayrı ayrı lezzetleri, elemleri var. Nefis ve hevâ, kuvve-i şeheviye ve gadabiye, bir kapıcı ve it hükmündedirler. İşte o yüksek letâifi nefis ve hevâya musahhar etmek ve vazife-i asliyelerini unutturmak, elbette sukuttur, terakki değildir. Sair cihetleri sen tabir edebilirsin." Bediüzzaman seküler canlılığı hakiki hayat saymamaktadır.


Bakışımızı biraz daha kaldırınca yine farkına varırız ki: Hocaların, dinî sembollerin, İslamî tezahürlerin tek dünyacı cenahta oluşturduğu alerjinin ardında da bu vardır. Yani: Oyun bozulmaktadır. Kur'anî ifadesiyle 'asıl hayata sahip olan ahiret' hatırlanmaktadır. Yine kıymetli bir alıntının yeri geldi. Roman Diliyle İktisat'ında Mustafa Özel Hoca Faust II'den şöyle bir alıntı yapar: "Lanet olası çan sesleri! Yaralıyor insanı./Alçakça, hain bir mermi gibi./Hatırlatıyor kindar seslerle./Hâkimiyetimin pürüzsüz olmadığını." Ve Faust bütün zenginliğine-gücüne rağmen bu kuleyi yaktırmadıkça mutlu olamaz: "İşte, böyle zenginlik içinde, eksik olan şeyimizi hissederek, en acı ızdıraplarla kıvranıyoruz. Şu küçücük çanın sesi ve o ıhlamurların kokusu, sanki kilisede veya mezarımdaymışım gibi, vücudumu kaplıyor. O herşeyi alteden iradenin kudreti burada, şu kumların üstünde, kırılıyor. O çan çalınca tepem atıyor. Bu karşı koyma ve inat en şerefli başarının zevkini kaçırıyor..." Eh, evet, Goethe'nin çan sesleri üzerinden anlattığı metafiziği biz coğrafyamızda ezan sesinden işitebiliriz. Bazılarının 'çav bella' özlemini buradan anlayabiliriz.

Dahası: İhsan Şenocak Hoca'nın 'Filenin Sultanları' hakkındaki sözlerinin neden tukaka edildiğini de buradan okuyabiliriz. Çünkü o 'Filenin Sultanları'na 'Nafilenin Sultanları' demek cür'etinde bulundu. Yani oyun bozdu. "Kral çıplak!" diye haykırdı. (Umarım 'çıplak' kelimesi başımı yakmaz.) Benim şu yazıda çevirdiğim dolapları çevirmedi. Doğrudan söyledi. Yani "Bunun İslamca bir itibarı yok!" demeye getirdi. "Üzerindeki alkışa, ilgiye, övgüye, cikciğe, sanjana, havaifişeklere, medya pohpohuna kanmayın! Bu oyundur. Ve böylesi oyunların hakikatte bir değeri yoktur." Bunlar benim cümlelerim elbette. Kendisinin twitter'daki bir ifadesi ise şudur: "Kur'an beğeniye göre tebliğ edilirse, tefeci rahatsız olmasın diye faiz, zalimin keyfi kaçmasın diye adalet, hırsızın morali bozulmasın diye had, flört yapanlar üzülmesin diye mahremiyet ayetlerini okuyamazsınız. Kur'an reçetedir. Reçete beğeniye göre değil hastalığa göre yazılır." 

Amenna. Ve fakat seküler düzenin devam ettiricileri buna epeyce içerlediler. Hocayı sosyalmedyada-medyada iyice bir linç ettiler. En azından denediler. Ne yazık ki Tek Parti Dönemi'ni kaçırmışlardı. Bediüzzaman'a ettiklerini ona da yapamazlardı. Fakat nihayetinde gözden düşürmek de bir tür tecrid sayılır. Hem hiçbirşey yapamamaktan da yeğdir. Şenocak Hoca'ya da bunu elverdiğince eylediler.

Tartışmayı izlerken dikkatimi çeken başka şeyler de oldu. Nedir? Mesela: Konu 'erkek futbol takımları' olsa pek de eleştirilere ses etmeyecek aydın zümreler de celallendiler bu çıkışa. Entelektüel bir konu kıldılar onu. Buna bir miktar şaşırdım. Şaşkınlığım geçince şöyle bir kanaate vardım: Bu zamanda konu 'kadınlar' oldu mu her işin rengi değişiyor arkadaşım. Çorbanın içine bir parça feminizm, bir tutam liberalizm, hatta bir demet LGBT karışıyor. Öyle ya: Hayreti yöneten ilgiyi de yönetir. İlgiyi yöneten iradeyi de yönetir. İradeyi yöneten gayreti de yönetir.

Evet. Aynen. Neye hayret ediyorsak ilgimiz/merakımız peşinden gidiyor. Neyi merak ediyorsak irademiz; aklımızın, duygularımızın, latifelerimizin tüm gücünü, gayretini, imkanlarını alıp oraya temerküz ettiriyor. Popülarite manipülasyon yaratıyor. Sanrı bir itibar alanı oluşturuyor. Ahirzamanda Deccal'in sahip olacağı söylenen 'cennet görünümlü cehennem' ve 'cehennem görünümlü cennet'ler buradan bir parça anlaşılıyor. Sözgelimi: Yeşerseler Enes b. Malik açacaklar yerde Enes Batur kalıyorlar. Sahte kahramanlar ümmetten geleceğin harbi kahramanlarını çalıyorlar. Hani hep söylenir ya: İngilizler sömürgelerine top oyunlarını onların dikkatlerini bu türden sunî/kurgu gerilimlere çekmek, gayretlerini buraya yoğunlaştırmak, sömürülmek gibi, özgürlük gibi, direniş gibi konulardan uzaklaştırmak için öğretirlermiş. Tabir-i caizse: Oyunlarla gerçek hayattan koparmaya çalışırlarmış. Galiba 'Filenin Sultanları' da bacılarımız için böyle bir işe yarıyor. Yahut da yarıyordu. Veyahut da yarayacaktı. Ancak bir hoca çıktı. Oyunbozanlık yaptı. "O iş öyle değil!" dedi. Sultanları parlatmak, kızlara 'ideal' olarak göstermek, yeşeren istidatlarını meşin yuvarlağın arkasına yoğunlaştırmak yönündeki çabalara çomak soktu. O kadar masrafı, çalışmayı, lanseyi hiç etti. Cık, cık, cık. Olmadı bu iş hocam.

Geçenlerde ben de konuyla ilgili bir paylaşım yaptım. Dedim: "Selçuk Bayraktar'ın başardığı şeyler bana yüz file sultanlığından daha harbi geliyor. İçi hava dolu bir meşin yuvarlağı, değil karşı sahaya, aya fırlatsanız ne hakikati var? Fakat bu adamın yaptıkları, eğer engellenmezse, İslam coğrafyasının tamamını etkileyecek bir irade kazandıracak." 


Sonra korktum bana da bir linç gelir. Aman, yok, kimse beni kâle almadı efendim. Sonra düşündüm: Aslında İhsan Şenocak Hoca'nın parmağı da aynı yönü göstermiyor mu? Daha doğrusu: İslam'ın parmağı bu yönde değil mi? İnsan sahici, faydalı, hikmetli, işe yarar birşeyler ürettiğinde İslam bunlardan hangisiyle savaşıyor? Hangisine 'Olmaz!' diyor? 'Olmaz'ı bırak hatta destekliyor. Teşvik ediyor. Sırtını sıvazlıyor. 'Olmaz!' dediği neyi kurcalasanız peşinde bir zarar var. Abeslik var. İsraf var. Selçuk Bey ekibiyle birlikte cihadda omzumuzu güçlendirecek birşey yapıyor. Geliştirdiği teknoloji müslüman coğrafyasında yeni bir direniş noktası oluşturuyor. Bu ekibin yaptığına kadın-erkek ayırmadan gıpta edilmez mi? Ekibindeki ablalar-abiler hep birden alkışlanmaz mı? Peki Filenin Sultanları ne üretiyor? Popçular ne üretiyor? Tik-Tokçular ne üretiyor? Youtuberlar ne üretiyor? CHP'nin heykel mühendisleri ne üretiyor? (M)edeniyetin her ıslığına koşmak zorunda mıyız? Peşine düşmek mecburiyetinde miyiz? Halimize bakıp, imanımıza bakıp, ahlakımıza bakıp bir 'seçmece' yapamaz mıyız? Eurovizyona kaç yıldır katılmıyoruz mesela. Katılmamakla kim/ne kaybediyor? Hiç. Bilakis epeyce saçmalıktan kurtulduk bence. 

Sorular çoğaltılabilir ama hepsinin gösterdiği şudur sanki arkadaşım: Popülarite bir aygıt. Bir manipülasyon aygıtı. Yönetim aygıtı. İçtihad Risalesi'nde söylendiği şekliyle bu zamanın Süfyan ibni Uyeyne'lerini yüz seneye muhtaç eden arızadır şu: "Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa'nın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerâit-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inâyet inkısam etmiştir. Zihinler mâneviyâta karşı yabanîleşmiştir..." denmesinin sebebidir. Evet. Birileri hayretimizi popüler/rağbetli kıldıkları şeylerle yönetmek istiyorlar. Çünkü onlarla uğraşırsak zararımız dokunmayacak. (Aslan yün yumağını kovalarken domuzlara zararsızdır.) Gayretimiz hava-cıva mevzulara harcanacak. Huizinga'nın altını çizdiği şekliyle bu oyun biçiminden küresel güçler için zararsız bir kültür/kültürler doğacak. Fakat bu çocuklar ilimle, teknolojiyle, silahla oynadılar mı o kadar rahat vermezler. İyisi mi Filenin Sultanı olsunlar. Füzelerin Sultanı falan olmasınlar. Tamam?

Tamamsa İhsan Şenocak Hoca'yı linç etmeye devam edebiliriz.

11 Eylül 2021 Cumartesi

Senai Demirci nereye düşüyor?

"Narsizm, kişinin ilgisini kendisine yöneltmesinin karanlık yüzüdür, ancak çoğunlukla özsaygıyla karıştırılır. (...) Günümüzde herşeyi kendimiz için yaptığımızı söylemek istiyoruz. Başkaları için fedakârlık yapmak istiyorsanız, hele de kadınsanız, bu bir çeşit zayıflık olarak görülüyor. (...) Bütün yaşamları boyunca kendilerine 'çok özel' oldukları söylenen gençler, çaresizce özsaygılarını korumaya çalışıyor ve birçoğu da eleştirelliği ve karamsarlığı zırh olarak bürünüyor. (...) Ben Nesli aşırı övgüyle büyüdü. Bu nesil sorumluluk duygusu ile motive olmaz. Çok çalışmak kendi içinde bir erdem değildir. Ancak toplumda onları diğerlerinden ayırıyorsa o zaman uğraşmaya değer." 

Jean M. Twenge, Ben Nesli kitabından...  


İmam Zahid el-Kevserî Hazretlerinin ehl-i bid'a hakkında bir sözü vardı. Ebubekir Sifil Hoca'nın kaleminden okuduğumu anımsıyorum. Aynıyla ezberimde değil maalesef. Manaca nakledeceğim. Diyordu ki merhum: Bir insan ehl-i sünnetten ayrılan görüşlere sahipse illa bir yerde kendisiyle, söylemiyle, iddiasıyla, kurgusuyla, uydurmasıyla çelişkiye düşer. Bizcesini söylersek işin: Saçmalar. Tutarsızlığını açığa vurur. Rezil olur. Hakikaten de gün geçtikçe bunun misallerini daha bir sıklıkla görüyoruz. İşte onlardan bir tanesini de Senai Demirci vasıtasıyla gördüğümüzü düşünüyorum. 

Mevzu nedir peki? Efendim, mevzu aslında göründüğünden derindir, hazindir. Ahirzamanda insanlar üzerine çevrilen manipülatif dümenlerin tezahürüdür. Düğümlere üflemektir. Evet. Bu asır, Bediüzzaman'ın da ifadesiyle, 'enaniyet asrı'dır. Benliklere öylesine kitlesel/bireysel mağduriyetler-üstünlükler fikri aşılanmaktadır ki artık hiçbirisi ele-avuca sığmamaktadır. (Jean M. Twenge "Ben Nesli" eserinde hastalığın kökünü birkaç nesil öncesine kadar taşır. Yani bugün görülen arızalar yüzyıllara yayılmış bir tahribatın sonuçlarıdır. Kitabın altbaşlığıysa bu noktada çok ilginçtir: "Bugünün gençleri niçin bu kadar özgüvenli, iddialı fakat bir o kadar da depresif ve kaygılı?") Faşist ekollerin ırkçılık zemininde yücelttikleri 'toplum'la Liberal çizginin övgüsüyle yükselttiği 'birey' aynı 'ben'e hizmet ederler. Birincisinde "Ben üstünüm!" daha bir "Biz üstünüz!" sosuyla süslenmişken ikincisinde anamesaj daha ortadadır. Ancak, Bediüzzaman'a göre, ikisiyle de aranılan aynı şeydir: 

"Evet, ene ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken, mahiyeti bilinmezse, tesettür toprağı altında neşvünemâ bulur, gittikçe kalınlaşır, vücud-u insanın her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi, vücud-u insanı bel' eder. Bütün o insan, bütün letâifiyle adeta ene olur. Sonra, nev'in enaniyeti de bir asabiyet-i nev'iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i nev'iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze eder."

İşte, bugün, ister 'feminizm'in bizzat kendisi ister daha 'modernist İslamî' versiyonları olsun,  aynı manipülasyona çalışmaktadırlar: Kadın üzerinden bir mağduriyet edebiyatı/zemini oluşturup bu mağduriyetin mesuliyetini yükledikleri geleneksel/kimliksel her öğeyi 'enaniyetin intikamcı coşkusuna' dövdürmek. Zincirlerinden boşanan bu duygusallıkla yerli-yerleşik olanın konumunu elverdiğince geriletmek. Gözden düşürmek. Ezdirmek. 'Kadına şiddet-kadın cinayeti' konulu haberlerin 'erkeğe şiddet-erkek cinayeti' (zaten böyle başlıklar yoktur) mevzulu haberlerden daha belirgin şekilde basında yeralmasından tutun, benzer kurgudaki sanatsal ürünlerin medyada 'egemen/tekil söylem' haline gelmesine kadar, her noktada bu manipülasyonun izlerine rastlamak mümkündür.

Eh, evet, küresel zeminde hal böyleyken Senai Demirci gibi İslam modernistlerinde de benzer söylemlere rastlamak normal karşılanmalı artık. Ki kendisi twitterda sormuş: "Hiç merak ettiniz mi cennetle müjdelendiği söylenen on sahabe içinde neden hiç hanım yok?" Böyle bir muğalatayı Demirci'ye sorduran nedir? Hakikaten bilmiyor mu? Hayır. Doğrusu buna inanmayı 'kendimi aptal yerine koymakla' eşdeğer sayıyorum. Senai Demirci elbette cerbezesinin cevabını biliyor. Fakat o böyle argümanları dillendirmekle altyapısı olmayan sevenlerinde bir algı operasyonunu başarabileceğini düşünüyor. Nedir? Belki böylelikle o kitlede hadis-i şeriflere karşı bir önyargı inşa edebilecektir. Madem ki, 'sadece erkekleri' cennetle müjdeliyordur, o halde bir kadın hadislere nasıl inanır? Öyle ya. Taktik taktiktir efendim. Mü'minler olmasa da mü'mineler belki bir parça gaza gelirler.  Ya Nasib.

Bir takipçisinin itirazı üzerine de iddialarını şöyle genişletiyor: "1) Peygamberimiz bile cenneti garanti görmezken 'cennetle müjdelenmek' nasıl mümkündür? 2) Hadi bu mümkün diyelim, listeye Mekkeliler girer de, Yesriblilerin girmemesi nasıl açıklanır? 3) Hadi bunu da anladık diyelim, hiçbir kadın cennetle müjdelenmeyi haketmez mi?" Doğrusu bu cümleleri okuyunca kendimi "Bir insan giderek cahilleşir mi?" sorusu karşısında buldum. Neyse. Takipçilerine hürmeten kısaca cevaplayalım:


1) Cennetle müjdelenen on sahabe içinde neden hiç hanım yok? 

Çünkü 'cennetle müjdelenen on sahabe' rivayeti bu kadarcıktır. Tam liste açıklaması değildir. Hem zaten, standart bir müslümanın bildiği üzere, cennet müjdeleri bu hadisten ibaret değildir. Kişilerin kimliği ve de sayısı ise bu müjdeyi paylaştığı şartlarla ilgilidir. Sözgelimi: 'Cennet hanımlarının efendileri' hadisinde de hiç erkek yoktur. Yine münhasıran bir hanımın veya erkeğin cennetle müjdelendiği hadislerde de o hanım veya erkekten başkası yoktur. Bu tarz hadislere sanki Aleyhissalatuvesselamın hasmıymış gibi "Gördün mü bak şunları anmadı!" imâsıyla bakılmaz. Bu fitne/husûmet imâsıdır. Çirkefçe açık aramaktır. Ben eminim ki: Medine münafıkları bu hadis-i şerifi Demirci kulağıyla işitseler, böyle bir manipülasyonun iş yapacağını da düşünseler, aynı şeyi salyalar akıtarak dillendirirlerdi. Onlara da bu çok görülmezdi. Meslekleri budur. Fitne çıkarmaktır. Ya Senai Demirci'ninki nedir? Demirci Bektaşî misali rivayetlerin yarısını yutarak neyi amaçlamaktadır?

2) Peygamberimiz bile cenneti garanti görmezken 'cennetle müjdelenmek' nasıl mümkündür? 

Aleyhissalatuvesselamın mizac-ı beyanına aşina olmayan birisi böyle şeyler söylese denir ki: Bilmiyor. Cahil. Yazık. Halbuki Demirci bu konularda malumatlı birisi. Hadi, kendisi okuduğunu-yazdığını unutacak bir yaşa geldi diyelim, çevresinden de mi uyaran olmuyor? Elbette Efendimiz aleyhissalatuvesselam cennetliktir. Bütün peygamberler cennetliktir. Kendisi de vaad-i ilahî ile cennetlik olduğunu bilmektedir. Hakkın bildirmesiyle haberdardır. Bunda şüphesi olan mı vardır? Onun endişe bildiren hadis-i şerifleri öncelikle 'irade-i cüziyesine' sonra da 'tedris-i ümmete' bakar. Yani kul nefsi/sa'yi üzerinden cenneti garantileyemez. 

Bu ucbdur. Manevî bir hastalıktır. Ancak Allah lütfederse cennete girer. Aleyhissalatuvesselam Efendimiz lütf-i ilahî ile cennete gideceğinden haberdar edilmiştir. Lakin bunun kendi iradesinde olmadığını beyan sadedinde, hem de ümmetine ders olması için, endişe arzetmiştir. Yani birisinin mevzuu 'fıkh-ı bâtın'dır. Diğerinin mevzuu 'fıkh-ı zâhir'dir. Sözgelimi: Bir insan şartlarına riayet ederek zekatını verse, sonra ona sorulsa, "Zekatın oldu mu?" Elbette zâhire göre "Oldu!" diye cevap verecektir. Fakat bu şartların ötesinde "Allah bu amelinden razı oldu mu?" diye sorulsa nasıl "Evet!" diyecektir? Bunu bilemez ki. İşin bu tarafı iç terbiyeye dönüktür. İçin tekinliği amelinden emin olmamaktadır. Dışın tekinliği şartlarına uyulan amelden şüphe etmemektir. Dönüp iade etmemektir. Tevekküldür. Ötekinde aksidir. Birisinin makamı havftır/korkudur. Diğerininki recadır/ümittir. Eskilerin tabiriyle manevî alanda "Oldum!" demek "Öldüm!" demektir. İç-dış şartları birbirinden başkadır.

Millete çarşaf çarşaf 'esma' öğrettikten sonra tutup kendinde unutmak taaccüb edilecek bir iştir. Elbette Cenab-ı Hakka kullukta birçok ismin gölgeleri bulunmaktadır. Bu gölgelerde haller başka başka olmaktadır. Allah'ın Sadıku'l-Vaad isminin tecellisinde beyan edilen hakikatle ism-i Ğâfûr'un secdesinde edilen dua bir olmaz. Efendimiz aleyhissalatuvesselamın cennet için edeceği şefaat de haktır akıbeti için duyduğu endişe de... Hiçbirisi diğerine nakise getirmez. Kemal katar. Senai Demirci bunları unuttuysa mahallesindeki çocukların ellerinden tutsun da camilerdeki Elif-Bâ derslerine devam etsin. Belki eksiklerini tekmil eder.

3) Hadi bu mümkün diyelim, listeye Mekkeliler girer de, Yesriblilerin girmemesi nasıl açıklanır? 

Bunu Senai Demirci değil de din düşmanlığı açık birisi dese ağzımın dolusuyla "Alçaaak!" diye bağırırdım. Çünkü buradaki alçaklık pek açıktır. Azıcık hadis-i şerifleri karıştırmış herkes bilir ki: Medinelilerden de cennetle müjdelenen çoktur. Hatta onlara dair iltifatları toplansa kitap olur. Senai Demirci, haydi bütün bunları unuttu diyelim, Hz. Hasan ile Hüseyin'in (radyallahu anhum ecmain) Medineli olduklarını da mı bilmez? Evet. Onlar Medine'de doğmuşlardır. Ve cennet gençlerinin efendileridirler. Ha, yok, iş daha da çirkefleşiyor da bu hadislerde bir 'kabilecilik' güdüldüğü imâ ediliyorsa, buna da ancak gülerim. Kabileciliği (bir fitne aracı olarak) dibine kadar kullanmaya çalışan Medine münafıklarının o gün bulup gösteremediklerini Demirci bugün mü bulup göstermektedir? 

Dördüncü soruya değinmeyeceğim. Çünkü cevabını birinci soruda verdik. Efendimiz aleyhissalatuvesselamın hanımları da cennetle müjdelediği pekçok hadis-i şerif bulunmaktadır. Senai Demirci'nin burada yaptığı bir markette manav reyonunun önünde durup "Burada et düşmanlığı yapılıyor!" diye bağırmak kadar saçmadır. Şarlatanlığı kesip azıcık ilerlese kasap reyonuna gelecektir. İddialarının ne kadar boş olduğunu görecektir. Ama elbette 'görmek isteyen' görecektir. Bile-isteye kör olanın kalbi mühürlenmiştir. Allah onlara hakkı göstermez. Güneşe baksalar da ışıktan hisseleri olmaz.

En başa dönersek, arkadaşlar, ahirzaman fitnesi 'enaniyet/benlik' üzerine çalışıyor. Herbirimizi 'benbenci' bir hale getirmeye gayret ediyor. Irkçılık bunun bir versiyonu. Feminizm başka bir versiyonu. Modernizm daha başka bir versiyonu. Liberalizm bambaşka bir versiyonu. Hangisinin arkasına düşseniz kendini 'en doğruyu bilen' ve 'en az kıymeti bilinen' olarak görüyor. Varlık hiyerarşisinin zirvesinde kendisini konumlandırıyor. Dışındaki âleme de parmak sallıyor. İş öğretiyor. Din öğretiyor. Oradan aldığı enerjiyle başka herşeyin üzerine gidiyor. Bediüzzaman'ın ahirzaman terbiyesinde acz/fakr bilincini en başka koyması belki de biraz bundan ötürü. Çünkü ilk önce 'benlik bilincinin' doğru yerde konumlanması lazım. Bozulma oradan başladı. Düzelme de ancak oradan olacak. Cenab-ı Hak ehl-i sünnet ve'l-cemaat istikametinden ayaklarımızı ayırmasın. Âmin. Âmin.

8 Eylül 2021 Çarşamba

Mehdiyet sosyo-psikoloji kaldırır mı?

Basit bir gerçek sık sık unutuluyor gibi duruyor. Nedir? "Seküler bilimler 'seküler'dir." Yahut daha bizcesiyle: "Dünyevî ilimler 'dünyevî'dir." Ne demek bu? Yani onlar birşeyin varoluşunu, sebeb-i hikmetini, hikmet-i vücudunu, 'neden'liğini maddî sınırlar içinde ifade etmeye çalışırlar. Esbap dairesine konsantredirler. Ötesinde izahlara bu yüzden kördürler. Laboratuvara sokamadıklarına inanmazlar. Kabullenmezler. Meşruiyet tanımazlar. 'İlahiyat' kırmızı çizgileridir. Ve ancak kendilerinin bittiği yerde başlar. Fizik, kimya, biyoloji böyle olduğu gibi insana temasıyla lâtifleşen 'sosyoloji' ve 'psikoloji' de böyledir. Aynı zemindedir.

Bu nedenle birşeyin 'sosyoloji' veya 'psikoloji' veyahut 'sosyo-psikoloji' ile açıklanması neredeyse otomatik olarak semavîlikten kurtarılıp arzîleştirilmesi anlamındadır. Yani: Fizik nasıl ki "Işığı kim yaratıyor?" sorusuna "Allah!" değil de "Güneş!" diye cevap vermeyi tercih ediyorsa; kimya nasıl ki "Yağmuru kim yağdırıyor?" sualine "Allah!" değil de "Bulutlar!" demeyi beğeniyorsa; biyoloji nasıl ki "Meyveyi kim veriyor?" merakına "Allah!" değil de "Ağaçlar!" demeyi uygun görüyorsa; sosyoloji de "(...) inancını kim yaratıyor?" tarzındaki tefekkürlere "Toplum!" demeyi makbul görür. Psikoloji aynı cevabı "İnsan!" temelinde zeminlendirir. Özetle: Bu tür ilimlerin yapmaya çalıştığı şey zaten 'herşeyi madde sahasında açıklamak'tır. Madde ötesi izahlara alan/gerek bırakmamaktır. Bu nedenle İslamî bir umdeyi bu mezkûr zemine çekip 'vardır-yoktur' tartışmasına girenler bıçağı Cebrail aleyhisselamın boynuna indirirler. Şeriatın gayb-aşina bağlarını görmezden gelmelerinin sonucudur şu.

Her ne kadar isimleri Mustafa-Mehmed de olsa İslam modernistlerinin yaptıkları da aynı şeydir. 'Mehdiyet' gibi keyiflerine uygun bulmadıkları mevzuları 'sosyo-psikoloji' zeminine taşıyıp cerhetmek isteyen bu zevat, eğer bunu bir usûl kaidesi olarak İslam'a sokarlarsa, dinin bütün itikad zeminini dinamitlediklerini bilmezler. Veya bilmezden gelirler. Zira, az-çok bu neviden kitapları karıştıranlar hatırlarlar, ateist sosyo-psikoloji yaklaşımı kullandıkları argümanların hemen hemen aynısını, dinin herbir umdesine karşı-için kullanmaktadır. Sözgelimi: "Mehdiyet tarih boyunca insanların hep bir kurtarıcı bekleme arzusundan doğmuştur. Bütün dinlerde vardır. İslam'a da buradan geçmiştir..." derseniz ateist meslektaşınız da size der ki: "Allah da öyledir. Peygamber de öyledir. Haşir de öyledir. Kader de öyledir..." Çünkü mehdiyet için geçerli olan bütün şartlar bunlar için de geçerlidir.

Yine mesela: "Yok, yanılıyorsun, peygamberlik öyle değildir!" derseniz adam size der ki: "Peygamberlik tarih boyunca insanların hep gizemli bir varlıkla iletişim kurma ihtiyacından doğmuştur. Bütün dinlerde vardır. İslam'a da buradan geçmiştir..." Haşir konusunda itiraz etseniz der ki: "Öldükten sonra dirilme tarih boyunca insanların sonsuzluğu arzulamasından doğmuştur. Bütün dinlerde vardır. İslam'a da buradan geçmiştir..." Hatta Allah konusunda uyarınıza da karşılık verir ki: "Tarih boyunca korkulacak olaylar karşısında insanlık bir üstün varlığa sığınma ihtiyacı içinde olmuştur. Bütün dinlerde vardır. İslam'a da buradan geçmiştir..." Hülasa: Kur'an deseniz öyle der. Namaz deseniz böyle der. Oruç deseniz şöyle der. Yani siz semavî neyi dillendirseniz size arzda yayılmış veresesini göstererek cerheder. Kendi argümanınızla size avlar. Ondan sonra dizlerinize vurmaya başlarsınız. Fakat geç olur. Çünkü semavîyi arzda açıklamaya konsantre olmakla tuzaklarına düşmüşsünüzdür.

Doğru yöntem nedir peki? Doğru yöntem yerdeki bağların yaratıcılık anlamına gelmediğini kavramakla başlar. İslam'dan önce de 'mehdiyet' diye bir inanç olabilir mi? Evet. Olabilir. Çünkü İslam, bizzat müslümanların inanışına göre de, ilk peygamber Hz. Âdem aleyhisselamdan son peygamber Hatemü'l-Enbiya aleyhissalatuvesselama kadar hep gönderilen dindir. Dolayısıyla tarih boyunca benzer izlere rastlamak mümkündür. Hz. Muhammed Mustafa aleyhissalatuvesselamın şeriatında varolan emirlerin, özellikle de itikad umdelerinin, benzerlerinin İsa aleyhisselamın veya Musa aleyhisselamın dinlerinde de varolması müslüman için "Aaaa, nasıl olur öyle şey, cık cık cık!" bir durum değildir ki. Zaten İslam geçmişten-geleceğe gelenin hep kendisi olduğunu tekrar tekrar beyan eder. Böyle olduğunu apaçık beyan eden bir din tarihsel/toplumsal düzlemde kendi izlerine rastlayınca neden yadırgasın? Neden bunların bulunmasını kendisi için bir nakise saysın? Hatta, aksine, bir delil sayar. Geçmiş şeriatlardan böyle izlerin kalması İslam'ın hak din olduğunun delilidir. Zebur'da, Tevrat'ta, İncil'de Aleyhissalatuvesselamı haber veren birçok ifade bulunmaktadır.

Fakat bununla beraber şunu da soralım: Kendisi doğrudan Allah'ın semavî hakikat hazinesine bağlanan son din neden yatayda/arzda incik-boncuk toplamaya muhtaç olsun? Müslüman olmayana zaten diyecek birşeyimiz yok. Ama müslüman olan buna niye ihtimal veriyor? Allah'ın vahyi, Allah Resulünün sünneti, onların açtığı deniz gibi marifet nerede müslümanı aç bırakıyor ki başka sofralardan doymaya çalışsın? Biz 'mehdiyet' meselesini zaten üzerinde şekillendiği bu zeminde neden ele almıyoruz da hep sosyolojinin-psikolojinin dilencisi ediyoruz? Hadis kaynaklarımızdaki bu kadar rivayete rağmen. Ulemanın konu hakkındaki bu kadar beyanına rağmen. Arkamızdaki bu külliyetli mirasa rağmen.

İkinci bir arıza da şurada arkadaşlar: İslam bir tevhid dini olarak elbette kainatı yaratanla insanı yaratanın, insanı yaratanla da dini gönderenin aynı Allah olduğunu ortaya koyuyor. Kabul ediyor. Öğretiyor. Böyle bir dine iman eden insanlar dinlerindeki hakikatlerle kendi ruhları-psikolojileri-fıtratları arasında bağlar gördüklerinde neden "Aaa, nasıl olur öyle şey, cık cık cık!" çeksinler? Elbette aynı ustanın elinden çıkmakla birbirlerine bakar yanları olacaktır. Birbirine bakan yanları olacaktır ki kevnî şeriatla kelamî şeriatın parçaları 'cuk' diye birbirine oturacaktır. Bu birbirine oturma sayesinde insan fıtratı da hak dini tanıyacaktır. Oturmasa, tutmasa, yakışmasa insan, hâşâ, Allah'a karşı bir argüman sahibi olmaz mı? "Ya Rabbi, gönderdiğin din bana uymadı, ruhuma karşılık gelmedi, kabullenemedim!" demez mi? Öyle sanması başka. Ama hakikatte öyle olması daha başka. Hakikatte öyle olmasını reddederiz. Kâfir ise öyle sandığı için küfrü seçebilir. Bu kendisinin hatasıdır. Varlığın değil.

Şimdi soralım: 'Mehdiyet' gibi meselelerin "İnsanlar tarih boyunca bla bla..." ile açıklanmasının bir müslümanın semavî argümanlarını cerheden ne yanı vardır? Nasıl olabilir? Fıtratta/zamanda mehdiyetin izlerine rastlamak "Onun aslında hakikat olmadığına..." nasıl bir göndermesi yapılabilir? Amerika kıtasının tarih boyunca varolduğunun söylenegelmesi şimdiki varlığının cerhine delil olabilir mi hiç? Aksine, standart bir müslümanın kafasına-kalbine göre, kendisine gelen bir haberin fıtratına uygun düşmesi ülfetin kaynağıdır. Vahdetin izleridir. Hak dinin müjdecisidir. Bilakis, böyle izlere rastlamadığı zaman, müslüman kendisine verilen haberden şüphelenir. Şimdi namazın, orucun veya Allah'a inanmanın ruha-psikolojiye bakan, rahatlatan, ihtiyaç olan yanları var diye hakikaten varolduklarını inkâr mı edeceğiz? Yoksa bu hallerini onların hakikatine delil mi sayacağız? İkincisi daha makûl görünmüyor mu? En azından kalbinde istikametten parçalar kalanlara sesleniyorum.

Her neyse. Sabah okuduğum bir köşe yazısından hareketle bunları yazdım. Acele ettim. Belki güzel de ifade edemedim. İnşaallah meramımı bir parça izah ediyordur. Cenab-ı Hak ayaklarımızı Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in istikametinden ayırmasın. Âmin. Âmin. Âmin.

7 Eylül 2021 Salı

Haşre iman etmezsek geçmez ki bu yarımlık!

Geçtiğimiz günlerde Noel Carroll’un Sanat Felsefesi’ni okudum Ütopya Yayınları’ndan. "Sanat nedir?" veya "Neye sanat denilir?" gibi soruların 'çözümsel felsefe' ile ele alındığı metin boyunca birçok sanat yaklaşımı masaya yatırılıyordu. Neyse. Uzatmayayım. Yaklaşımlardan ikisi hususen dikkatimi çekti. Bunlardan birisi 'biçimsel yaklaşım' idi. Kuramcısı olan Clive Bell'e göre özü şuydu bu yaklaşımın: "Bir resmin sanat olup olmadığını belirleyen şey onun bir önemli (belirgin) biçime sahip olmasıdır. Yani bir resim ancak ve ancak çarpıcı bir tasarımı varsa sanattır." Fakat sonraları ortaya çıkan 'yeni biçimci yaklaşım' sırf tasarımı sanatın tarifine yeterli görmüyordu. Eserin bir de 'içeriği' olmalıydı. Yine yerinden alıntılarsam: "(...) O halde bir sanat eserinin içeriği anlamıdır. Ne hakkında olduğudur. Biçim de anlamın sunum şeklidir. (...) Sanatçı özünde sunum biçimleri ve anlamları eşleştirmek, biçimi içerikle birleştirmek, konusunda uzmandır. (...) Anlamı olmayan bir çalışmanın biçimi de olamaz."

Eh, serde nurculuk var, herşey bizi Risale-i Nur'a götürüyor. Bu mevzu da beni 12. Söz'e götürdü. Okuyanlar bilirler. "Hikmet-i Kur'âniye ile hikmet-i fenniyenin farklarına şu gelecek hikâye-i temsiliye dürbünüyle bak..." diye başlayan bu metin benzer bir hakikatten bahseder:

"Bir zaman hem dindar hem gayet san'atkâr bir hâkim-i namdar istedi ki: Kur'ân-ı Hakîmi, maânîsindeki kudsiyetine ve kelimâtındaki i'câza şayeste bir yazı ile yazsın, o muciznümâ kamete harika bir libas giydirilsin. İşte, o nakkaş zat, Kur'ân'ı pek acip bir tarzda yazdı. Bütün kıymettar cevherleri yazısında istimal etti. (...) Sonra o hâkim, şu musannâ ve murassâ Kur'ân'ı, bir ecnebî feylesofa ve bir Müslüman âlime gösterdi. Hem tecrübe, hem mükâfat için emretti ki: 'Herbiriniz bunun hikmetine dair bir eser yazınız.'"

Hikaye böyle başlar. Peki devamında neler olur? Atlamalar yaparak takip etmeyi sürdürelim:

"Feylesofun kitabı yalnız harflerin nakışlarından ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hâsiyetlerinden ve tarifatından bahseder. Mânâsına hiç ilişmez. Çünkü o ecnebî adam Arabî hattı okumayı hiç bilmez. Hattâ o müzeyyen Kur'ân'ı bilmiyor ki bir kitaptır ve mânâyı ifade eden yazıdır. Belki ona münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor. Lâkin, çendan Arabî bilmiyor, fakat çok iyi bir mühendistir, güzel bir tasvircidir, mahir bir kimyagerdir, sarraf bir cevhercidir. İşte o adam bu san'atlara göre eserini yazdı."

"Amma Müslüman âlim ise, ona baktığı vakit anladı ki: O, Kitâb-ı Mübîndir, Kur'ân-ı Hakîmdir. İşte bu hakperest zat, ne tezyinat-ı zahirisine ehemmiyet verdi ve ne de hurufun nukuşuyla iştigal etti. Belki öyle birşeyle meşgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği meselelerinden daha âli, daha galî, daha lâtif, daha şerif, daha nâfi, daha cami'... Çünkü, nukuşun perdesi altında olan hakaik-ı kudsiyesinden ve envâr-ı esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı."

Özet geçeyim: Her ikisi de yazdıklarını Hâkim'e götürdüler. Hâkim filozofun manayı ıskalamasından kızdı. Âlimi ise tebrik etti. Sonra mürşidim temsili hakikat bahsine şöyle taşıdı: "Eğer temsili fehmettinse, bak, hakikatin yüzünü de gör: Amma o müzeyyen Kur'ân ise şu musannâ kâinattır. O hâkim ise Hakîm-i Ezelîdir. Ve o iki adam ise; birisi, yani ecnebîsi, ilm-i felsefe ve hükemâsıdır. Diğeri Kur'ân ve şakirtleridir."

Daha çabuk sonuca varmak isteyenler içinse anamesaj şu satırlarda saklıdır sanki:

"Amma, ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise, huruf-u mevcudatın tezyinatında ve münasebatında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatin yolunu şaşırmış. Şu kitab-ı kebirin hurufatına 'mânâ-yı harfî' ile, yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken, öyle etmeyip 'mânâ-yı ismî' ile, yani mevcudata mevcudat hesabına bakar..."

Evet. Anladınız. Mürşidim hikmet-i fenniyeyi (yani günümüz seküler bilimlerini) biçime saplanıp kalmakla itham ediyor. Onları, içeriğe değer vermemekle, hatta düpedüz anlamamakla, suçluyor. Kainata bakışları yüzeysel olduğu için de ürettikleri malumat manaya dair birşey söylemiyor. "Hattâ o müzeyyen Kur'ân'ı bilmiyor ki bir kitaptır ve mânâyı ifade eden yazıdır." Hikmet-i Kur'aniye ise okumalarında bir 'içerik' derinliğine sahip. Tasarımı inkâr etmemekle birlikte aslolanın 'anlam' olduğunun farkında. Bu yüzden okumasında isabet ediyor: "(...) nukuşun perdesi altında olan hakaik-ı kudsiyesinden ve envâr-ı esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı."

Varlıktaki sanatın içeriği nedir peki? Onu da yine mürşidimin şu cümlelerinde özetlenmiş buluyoruz:

"Bütün mevcudatın hakaiki, bütün kâinatın hakikati, esma-i İlâhiyeye istinad eder. Herbir şeyin hakikati bir isme veyahut çok esmaya istinad eder. Eşyadaki sıfatlar, san'atlar dahi, herbiri birer isme dayanıyor. Hattâ, hakikî fenn-i hikmet Hakîm ismine ve hakikatli fenn-i tıp Şâfî ismine ve fenn-i hendese Mukaddir ismine, ve hâkezâ, herbir fen bir isme dayandığı ve onda nihayet bulduğu gibi, bütün fünun ve kemâlât-ı beşeriye ve tabakat-ı kümmelîn-i insaniyenin hakikatleri esma-i İlâhiyeye istinad eder. Hatta muhakkıkîn-i evliyanın bir kısmı demişler: Hakikî hakaik-i eşya esma-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise o hakaikin gölgeleridir. Hatta birtek zîhayat şeyde yalnız zâhir olarak yirmi kadar esmâ-i İlâhiyenin cilve-i nakşı görünebilir."

Kendimizi felsefenin dar kalıplarına sıkıştırmayalım arkadaşım. Fakat şu kadarcık dersimizi de alalım: Müslümanlar da 'yalnızca biçimi var diye' birşeyin sanat eseri olduğuna inanmazlar. Ya? Biçimle birlikte manidar bir içeriğinde bulunması gerekir. Hatta içeriğin anlamı çoğu zaman biçimin de önüne geçer. Bu nedenle İslam 'kalıp' değil 'gönül' dinidir. ‘Bedene’ değil ‘ruha’ bakar. 'Ne adına' olduğu 'ne olduğunun' önündedir. Yahut hadiste buyrulduğu gibi: "Ameller niyetlere göredir." Bu dinin değer atıflarının neredeyse tamamı maneviyatadır. Mesela: Takvaya, dürüstlüğe, ahlaka, cömertliğe, merhamete vs. Bunların üzerine varoluşunu bina eder.

Ahirzamanın Deccalî anlayışınınsa bir gözü kördür. Yani tek gözlüdür. O yüzden değer atıfları genelde 'tasarıma' yaslanır. Güçlü, güzel, zengin, başarılı, enerjik vs. kimlikler kaymağa yükselirler. Lakin buradan tasarımın da büsbütün önemsizleştirildiğini çıkarmayalım. Allah Hakîm'dir. Her işinde hikmetlidir. Dolayısıyla varoluşta hiçbirşey sanatsız değildir. Ancak asıl derinliğin 'mülk' değil 'melekût' kısmında olduğunu kavramak gerekir. Melekûtu kavranmayan şeyin vücudu da yarım müşahede edildiğinden manası eksik anlaşılır. Yahut hiç anlaşılmaz.

'Yarım kalmak' dedim. Aklıma Haşir Risalesi okumalarım geldi. Evet. Bu sıralar eseri tekrar tefekkür ederken farkediyorum ki: Bediüzzaman Hazretleri haşrin 'olmazsa olmazlığını' kainatın yarımlığına bina ediyor. Daha doğrusu 'biçim-içerik uyumsuzluğunu' haşrin gerekliliğine delil kılıyor. Nasıl? 10. Hakikat üzerinden örneklersem mesela diyor ki:

"Hiç mümkün müdür ki, şu bekàsız misafirhane-i dünyada ve şu devamsız meydan-ı imtihanda ve şu sebatsız teşhirgâh-ı arzda bu derece bâhir bir hikmet, bu derece zahir bir inâyet ve bu derece kahir bir adalet ve bu derece vâsi bir merhametin âsârını gösteren Mâlikü'l-Mülk-i Zülcelâlin daire-i memleketinde ve âlem-i mülk ve melekûtunda daimî meskenler, ebedî sakinler, bâki makamlar, mukim mahlûklar bulunmayıp, şu görünen hikmet, inâyet, adalet, merhametin hakikatleri hiçe insin?"

Sorularla açmaya çalışalım: 1) Kainatın 'biçimi' nasıl? el-Cevap: Bekasız, devamsız, sebatsız. 2) Peki kainatın 'içeriği' nasıl? el-Cevap: Bâhir, zahir, kahir, vâsi... Yani eserin içeriğine indiğinizde sonsuzluk işaretleri okuduğunuz halde biçimine döndüğünüzde muhataplığınız fanilikten haber veriyor. Eğer bu biçim yarımlığını içeriğe taşırsanız Allah'ı, hâşâ, birçok eksiklikle suçlamak zorunda kalacaksınız. Halbuki bu eksikliklere sahip olsa, hâşâ, kainatı bu intizamla yaratamayacak. Hatta hiçbir yokluğu varlığa çıkaramayacak. Zira yokluğun varlığa çıkması da ancak burada bahsedilen sonsuz hikmet, inayet, adalet ve merhametle mümkün. Tek bir atomun varlığı bile karşısında bir sonsuzluk istiyor.

Öyleyse, Allah içerikte kemal sıfatlara sahip olduğunun birçok delilini arzetmişken, biçimde neden aksini de gösterir(!) tezahürler yaratmaktadır? Sözgelimi: Zalim zulmünün cezasını görmeden ölmektedir. Mazlum hakkını almadan dünyadan ayrılmaktadır. Halbuki fizik, kimya, biyoloji vs. düzeyine indiğinizde biçimde de en ince hakların/adaletin gözetildiği bir düzen işlemektedir. Peki bu kafa karıştıran çelişki(!) kainata neden bırakılmıştır?

Arkadaşlar, Bediüzzaman'ın bu soruya cevabı gayet basittir, mâkuldür. Aklın gideceği tek yoldur. O da şudur: Tasarım eksik değildir. Müşahedemiz yarımdır. Melekûta dair çıkarımlarımız doğru. Fakat mülkte gördüğümüz kısım noksandır. Bunu şöyle bir temsille fehminize yaklaştırmak istiyorum: Çok iyi bir yazarın yeni romanının üçte birlik bölümünün elinize geçtiğini düşünün. Okuduğunuz kadarından sağlam bir müellifle muhatap olduğunuzu anlıyorsunuz. Cümleler kallavî, ifadeler yerinde, akış muhteşem. Fakat? Fakat roman ansızın kesiliyor. Olayların bazıları doğru yerlere bağlanmadan kalıyor. O zaman ne düşünürsünüz? A) Kitabın önceki kısmında yaptığımız çıkarımların aksine bu yazar aslında roman yazmaktan hiç anlamamaktadır. Hatta böyle bir yazar yoktur. Roman kendi kendine oluşmuştur. B) Elimizde romanın sadece bir kısmı vardır. Kitabın tamamını henüz görmemişizdir. Devamını da yaşadığımızda şahitliğimizdeki mülk eksiği tamamlanacaktır. Mülk-melekût, yani biçim-içerik, uyumu sağlanacaktır. Taşlar yerine oturacaktır. İşte, elhamdülillah, doğru tercih budur.

Yani bizim mülkte/biçimde eksiklik sandığımız şeyler aslında şahitliğimizin yarımlığından kaynaklanmaktadır. Manzaranın tamamını görecek kemale henüz erişmeyişimizdendir. Zamanı vardır. Mekanı vardır. İmtihan da buradadır. Bizim içim ‘gayb’ vardır. Gaybı olan eserin tamamını görmüyor demektir. (Gayba iman eden de "Eserin tamamını görmüyorum!" hakikatine ferasetle iman edendir.) Bu nedenle biçimle içerik arasındaki uyumu yakalayamaması normaldir. Evet. Onun sınandığı şey de belki budur: İçeriğe bakıp biçimin devamına iman etmek. Ve tek dünyalıların itikadını da bozan en çok budur: Biçimde kendi kısıtlılıklarınca gördükleri sorunları içeriğe de taşımak. Daha doğrusu: Kendi sınırlarını içeriğin de sınırları sanmak. Mahlukiyetten kaynaklanan eksiklerini hatta Allah tasavvurlarına kadar götürmek. Allah’ı insanlaştırmak. Kendi kayıtlarıyla onu da kayıtlı bellemek. Her neyse. Yazı giderek dallanıp budaklanıyor. Belki sizi de bıktırıyor. Bende de başka konulara girme isteği uyandırıyor. En iyisi burada bitireyim. Cenab-ı Hak el-Hâdî ismiyle bizi istikametimize hidayet eylesin. Âmin.

Rolex'i Bahadır Yenişehirlioğlu'nun ne zaman 'helali' olur?

  "Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. '...