29 Eylül 2022 Perşembe

Peygamberimiz hangi tarikattendi?

Damlaya geldiği deniz sorulur. Denize geldiği damla sorulmaz. Işığa kaynadığı güneş sorulur. Güneşe kaynadığı ışık sorulmaz. Kayaya koptuğu dağı sorarsın. Fakat dağa koptuğu kayayı soramazsın. Çünkü, arkadaşım, bütün parçadan daha azı olamaz. Bütünü parçadan az görmek bir mantık hatasıdır. O yüzden böylesi imâlarla edilen suallere karşı da dikkatli ol. Cevap vermekte acele etme. Üzerlerine kuruldukları mantığın sakatlığını ortaya koy önce. Sonra, eğer dilersen, yeniden kurgulayıp soruyu, bir yanıt verebilirsin. Bence en güzeli de budur. Aksi halde cevaplamak pusuya düşmek olur. Düşmanın mızrağını vücuduna saplayıp bedeninden çıkan ucuyla yine düşmana saldıramazsın. Öyle hücum edene cesur demezler.

"Peygamberimiz hangi tarikattendi?" veya "Aleyhissalatuvesselam Efendimiz hangi mezheptendi?" gibi sualler de böylesi tuzaklardır bana göre. Neden? İlk olarak Onun bütünlüğünü ıskalattığından. Nübüvveti parçalaştırdığından. Parçaya bütünü yutturacak bir cerbeze çevirdiğinden. Halbuki din nübüvvetin göğsünden kaynar. Sünnetiyle şekillenir. Hayatıyla hayatlanır. Hz. Aişe radyallahu anha annemizin tabiriyle Onun ahlakı Kur'andır. Hakikat bu iken nasıl ulu güneşe "Hangi pırıltıdan doğdun?" denilir. Nasıl okyanusun anneliği damlada aranır. Nasıl dağın cesameti çakıltaşlarıyla açıklanır. Kül cüzzün içine sığmaz ki. Aksine parçalar bütünde toplanır. Aleyhissalatuvesselam Efendimiz bütünlüğümüzün ta kendisidir. Bizse, mü'minliğimiz miktarınca, Onun parça parça parçalarıyız. Mahşer günü sancağı altında toplanmayı ümit ettiğimiz gibi bugün de hidayeti altında toplanırız.

Öyleyse bu suallerin düzeltilmiş şekli şöyle olabilir: "Hangi tarikatler Tarikat-ı Muhammediye'dendir?" veya "Hangi mezhepler Mezheb-i Muhammediye'dendir?" Onun da cevabını Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in manası veriyor zaten. Ona rağmen yol arayanlar bid'adadır. Bidayeti olduğu caddenin içinde kalanlarsa Ondandır. Onun ta kendisi olamazlar. Onun kadar/gibi bütünlüğü ifade edemezler. Lakin ittibaları miktarınca yolun parçası olurlar. Yani ki: Bütünlükleri yolun etrafını çevirir. Parçalıklarıysa yolun içinden geçirir. Bu nedenle kat'iyyen horgörülemezler. Doğrudur: Parça bütünden küçüktür. Ama parça bütünden gayrısı da değildir. Madem damla denizdendir. Madem ışık güneştendir. Madem  kaya dağdandır. O zaman damlaya, ışığa, kayaya hakaret dolayısıyla denize, güneşe, dağa hakarettir. Cüze hakaret külle de hakarettir. Ehl-i Sünnet tarikatlere/mezheplere yapılan saldırılar da bu nevidendir arkadaşım. Hiç tereddüt etme. Adını tam koy. Hasmının şom niyetini tam kavra. Halılarını tutuşturana "Binayı yakmıyor ki canım!" hoşgörüsüyle bakma. Madem ki halı binanın içindedir. O halde parçasıdır. O halde binadandır. Ateşin kastına bina da dahildir.

İstersen sana bunu Esmaü'l-Hüsna üzerinden de izah edebilirim. (En azından denerim.) Şöyle ki:  Aleyhissalatuvesselam Efendimiz İsm-i Âzâma, her ismin âzâm mertebesine mazhardır, yüceliği öyle bir yüceliktir. Hatta bir yerde mürşidim der ki: "İsm-i Âzama mazhar olan Resul-ü Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın bir âyette mazhar olduğu feyz-i İlâhî belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir." Subhanallah! Sen, öyle bir güneşler güneşini ufkuna yerleştir, sonra da dönüp şu diğer hikmete bir bak: "İsm-i Âzam herkes için bir olmaz. Belki ayrı ayrı oluyor. Meselâ: İmam-ı Ali radıyallahu anhın hakkında Ferd, Hayy, Kayyûm, Hakem, Adl, Kuddûs, altı isimdir. Ve İmam-ı Âzamın İsm-i Âzamı Hakem, Adl, iki isimdir. Ve Gavs-ı Âzamın İsm-i Âzamı yâ Hayydır. Ve İmam-ı Rabbânînin İsm-i Âzamı Kayyûm, ve hâkezâ, pek çok zatlar daha başka isimleri İsm-i Âzam görmüşlerdir..." 

Şimdi, 'her ismin âzâm mertebesine mazhar olmak' nerede, o 'isimlerden birkaçını İsm-i Âzâm tutmak' nerede... Mesafeyi birazcık kavradın mı arkadaşım? Benim gibi heyecanlandın mı? Evet. Salih büyüklerimiz o güneşin gölgesinde gezen parıltılardan ibarettir sadece. (Allah o parıltıları gecemizden eksik etmesin.) Parıltı güneştendir. Doğru. Fakat güneş parıltıdan değildir. 'Parıltı' dedim. O da seni aldatmasın. Mütekebbir burnun havaya dikilmesin. Onların parıltısı güneşe göre parıltıdır. Sana göreyse güneştir. Haddini bilerek konuş. Sen belki kibrit alevi dahi değilsin. Parladığın da şüphelidir. Sahi. Kuzum kendi karanlığına bakmıyor musun? Ateşböceği gibi pırpırını görmüyor musun? Nankörlüğün körlüğünü arttırır. Körlüğün nankörlüğünü ziyadeleştirir. Bakmayanların halini seçiyorsun. Güneş gibi büyüklere/yollara dil uzatıyorlar. Allah bizi dilleri kopasıcalardan eylemesin. Âmin.  

16 Eylül 2022 Cuma

Kervanı kaybetmenin çaresi yolu bilmektir

"O azabı çekmekte kabahat, kusur ona aittir. Çünkü, kalbindeki hadsiz istidad-ı muhabbet, hadsiz bir cemâl-ı bâkiye mâlik bir Zâta tevcih etmek için verilmiş. O insan, sûiistimal ederek o muhabbeti fâni mevcudata sarf ettiği cihetle kusur ediyor, kusurunun cezasını firâkın azabıyla çekiyor." 3. Lem'a'dan.

Diyelim ki bir basket maçını izliyorum. Şöyle bol sayılı olanlardan birisini. (Onlar hep bol sayılıdır gerçi.) Önümdeki deftere tek tek not alıyorum kimin-kaç sayı attığını. Nedense lazım bana. Aaaa. Eyvah. Cık, cık, cık. Elektrikler kesilmesin mi! Ne yaparım? "Elektrikler geldiğinde maç istatistiklerini incelerim!" cevabı geliyor aklıma. En uygun çözüm bu gibidir. Zaten maç o istatistiklere ulaşmak için izlenmektedir. Asıl gaye budur. İzlemek vesiledir. Arada bağlantı kopsa ne zarar! Neticede yine bilgiye ulaşılacaktır ya. Araç amacı boşa düşüremez. Gamlanmaya gerek yoktur. Bu düşünceyle teselli bulurum. Daha da önemlisi: Derdimin dert olmadığını, yalnız vesvesem olduğunu, yani ki evham yaptığımı, kısa görüşlü davrandığımı böyle bilirim. Süreçte bir aksama yoktur. Öyleyse izleyememekten doğan bir sıkıntı da yoktur. Yitirilen mutlak şekilde seyir değildir. Yitirilen yalnız şahitliktir. Kazanılan yeni bir dikkattir. Süreçte aksama olduğunu sanan istatistiğe değil maça bakandır. Onun lezzetine tutunandır. Evet. Hedefin varlığından haberdar olmayanlar için seyri kaybetmek yolu kaybetmektir. Halbuki gayemiz böyle bir sancıya mecbur etmez hiçbirimizi.

Diyelim ki birbirimizi takip ederek bir yere gidiyoruz. Kaç araç? Üç araç. Beş araç. On araç. Her neyse. Yol kalabalık. Vasıta çok. Şeritler vızır vızır. Şoförlüğüm kötü. (Aslında şoförlüğüm hiç yok.) İnsan da aciz. Ve trafikte arkadaşlarımı kaybettim. Eyvah. Ne yaparım? "Buluşmak için sözleştiğimiz yere giderim!" cevabı geliyor aklıma. En uygun çözüm bu gibidir. Zaten yola menzile varmak için çıkılmıştır. Asıl gaye budur. Takip vesiledir. Arada dostu kaybetsek ne zarar! Neticede yine buluşulacaktır ya. Araç amacı boşa düşüremez. O halde gamlanmaya gerek yoktur. Bu düşünceyle teselli bulurum. Daha da önemlisi: Derdimin dert olmadığını, yalnız paniklemem olduğunu, yani ki evham yaptığımı, kısa görüşlü davrandığımı böyle bilirim. Süreçte bir aksama yoktur. Öyleyse takipleşememekten doğan bir sıkıntı da yoktur. Yitirilen mutlak şekilde vuslat değildir. Yitirilen yalnız ülfettir. Kazanılan yeni bir dikkattir. Süreçte aksama olduğunu sanan yola değil arkadaşa bakandır. Onun varlığına tutunandır. Evet. Menzilin varlığından haberdar olmayanlar için arkadaşını kaybetmek yolu kaybetmektir. Halbuki yolculuk böyle bir sancıya mecbur etmez hiçbirimizi.

Mürşidim, 3. Lem'a'sında, Kasas sûresinin 88. ayetini tefsir ediyor. Kısa bir meali şöyledir: "Herşey helâk olup gidicidir—Ona bakan yüzü müstesnâ. Hüküm sadece Ona aittir; siz de Ona döndürüleceksiniz." Ayetin aslını okuduğunuzda bir ikiye bölünmüşlük hissedersiniz. (Ben hep hissediyorum.) "Küllü şey'in halikün illa vechehu..." Duraksamak zorunda bırakılır âdemoğlu sanki burada. Biraz bekletilir. Akıp gidemez. (Harflerin mecbur ettiği bir 'es'tir sanki.) Ve şöyle devam eder: "Lehül hükmü ve ileyhi turcaun." Manasına baktığınızda yine bir yutkunma kaçınılmazdır. Herşey yokolup gidici! Ona bakan yüzü hariçte kalarak. Kolay kaldırılacak bir bilgi mi bu? Bir değil yüz kere yutkunsan, yüz ara versen, nefes alsan, dinlensen, hakediyor.

Bediüzzaman, daha tefsirinin başında, "O azîm âyetin meâlini bu iki cümle ifade ediyor!" diyerek nakşî ruesasının bir hâtme-i mahsusuna dikkat çeker: "Ya Bâki, ente'l-Bâki. Ya Bâki, ente'l-Bâki!" Neden bir değil iki? Neden aynı cümlenin iki kere tekrarı? Bir ziyadelik yok mu bu işte? Acaba dalgınlık mıdır? Yok. Asla. Değildir. Sakın aldanmayın. Zira ayeti aynı ifadenin iki farklı karşılığıyla tefsir eder devamında. (Yani 1. Nükte'de.) Tekrarının hikmetsiz olmadığını öğrenirsiniz böylece. Nasıl ayette bir ikiye bölünmüşlük vardır; ayete meal olarak okunan hâtmenin de 'aynılığı içinde yaptığı' iki farklı iş vardır. Mevzuyu özetle kavramak isteyenlere mürşidimin ilgili makamlarda kullandığı şu kelimeleri önerebilirim. Birincisi 'kesik'tir. İkincisi 'merhem'dir. Nasıl vücuddaki bir iltihap önce deşilir, akıtılır, sonra üzerine şifalı merhem sürülür. Ayet-i kerimenin ikili yapısında da böyle bir durum vardır. Önce hikmetli bir kesik atar. Sonra merhemini çalar.

Sözü uzatıyorum. Seni de sıkıyorum. O yüzden hızla esasa dönüp yazıyı bitireyim arkadaşım: Ayetin ikinci parçasında da (yani merhem bahsinde) iki türlü teselli seziyorum ben. Birincisi şurasında gizli: "Hüküm sadece Ona aittir." İkincisi şurasında parlıyor: "Siz de Ona döndürüleceksiniz." Hani başlarken iki temsil zikretmiştim ya. Hadi onlara dönelim yeniden. Ve hatırlayalım: Maçı takip eden beklemediği kesintiye karşı teselliyi nerede buluyordu? 'Nihaî bilgiye ulaşabileceği ümidinde' değil mi? Yani maçın hükümlerini sonradan-başkasından öğrenebilirdi. O halde izleyemediğine yanmasına gerek yoktu. Hiçbirşeyi kaçırmış sayılmazdı. Zaten hepsi hıfzediliyordu. Şahit olamamak artık 'mutlak şekilde kaybetmek' anlamına gelmezdi.

İşte dünya da avuçlarımızdan böyle kayıyor. 'Ânı yaşamak!' diye birşeyden bahsediyorlar ya, inanma, yalandır. İnsan anı yaşayamaz. Ancak kaçırır. Çünkü sınırlıdır. Çünkü acizdir. Çünkü mahluktur. Herşey avuçlarından çekilir gider. Tutamaz. Tutunamaz. Ne kadar severse o kadar ayrılır. Üstelik dikenleri ellerinden çok kalbini kanatır. Yakar. Yandırır. Bu nedenle "Hüküm sadece Ona aittir!" tesellisine çok muhtaçtır. Yükünü omuzlarından gemiye bırakmayı başarır böylece. Sonuçların sahibi elbette sürecin de sahibidir. Süreci bilmeyen sonucu belirleyemez. Allah Teala hükmü sahiplendiği an sürecin şahitlik yükünü de hafifletir üzerimizde. Ayrılıklar mutlaklıktan kurtulur. Madem 'unutması mümkün olmayan'ın hıfzındadır tüm detaylar, o zaman hep varlar; hem yazılmışlar hem kalmışlar; hiç unutulmamışlar, yazık olmamışlardır.

Peki yol arkadaşlarını kaybeden seyyah teselliyi nerede buluyordu? 'Menzilin bilgisine zaten sahip olmasında' değil mi? Evet. Çünkü menzili bilen yolun şahitlik yükünden kurtulmuş oluyordu. Gideceği yerde buluşacak olduktan sonra aradaki ayrılıklara aldırmıyordu. Gözden kaçırmalara yanmıyordu. Firak aralarına darılmıyordu. Bunlar geçici şeylerdi. Kaybolmak değildi. Ziyan edilmek değildi. Yazıklanmaya gerek yoktu. Umudu her zaman koynundaydı. Buluşacak olanların ayrılığı arızîydi. Aslolan vuslattı. Arkadaşlarının gideceği yere gidebildikten sonra neden takipteki sıkıntılarına aldırsındı ki. Başının çaresine bakardı. 

İşte dünya da gözümüzden böyle siliniyor. O kadar çok sevdiğimiz var ki! Hepsini sonsuzca takibe ne onların ömürleri ne bizim ömrümüz yetiyor. Trafik de yoğun. Araç da çok. Hızlar korkunç. Subhanallah! Peki ne olacak? Yol boyunca bu sancılarla mı uğraşılacak? Yok. Hayır. Gerek yok. Hiç gerek yok. Cenab-ı Hak müjdesini buyuruyor işte: "Siz de Ona döndürüleceksiniz." Yani tekrar buluşacaksınız. Menzilinizin konumu belli. Takipleşmek şart değil. Her firâka bin telaş etmeye neden yok. Gözünüzden yiten de oraya gidiyor siz de. Herkesin yolunun ucu o meydana çıkıyor. O halde var mı küçük hasretler için dövünmeye? Öyle yapmak yerine kazasız-belasız yolu tamamlamaya dikkat etmek daha doğru olmaz mı? Akşam yuvasına dönecek kuş sabah yavrusunu kaybettiğine üzülür mü? Huzura döndürüldükten sonra huzursuzluğa hiç lüzum var mı?

3. Lem'a'yı düşünürken kalbime lütfedilenlerden bazıları bunlar oldu arkadaşım. Seni de haberdar etmek istedim. Gönlüne hoş geldiyse sarıl. Gelmediyse bırak. Başka bazıları daha var. Belki onları da yazacağım. Yazamasam da üzülmüyorum eskisi gibi. Ne de olsa onları da menzilimde bulacağım. Yeter ki yüzleri Ona baksın. Ona bakan yüzlerle meşgul olsun. Yüzleri Ona baktırsın. Gövde gözü takip eder. Yüzün nereye bakıyorsa oraya yürüyorsun. Yürüyüşünde bozukluk varsa yüzüne dikkat et derim arkadaşım, vesselam.

14 Eylül 2022 Çarşamba

Rafızî olacağına Emevî ol!

İmtihanı bidayetinde bitirmek, bitirdiğini sanmak, yetinmek, tembellerin şanıdır. Hiçbir maksûd ilk adımın garantisi altında olmaz. Her başlayan bitirmez. Bitiremez. Menzile ancak sebat edenler varır. Evet. İmanımız bizi süreçle de sorumlu tutuyor. Kimse yalnız "Kalbim temiz!" demekle kurtulmuyor. Çünkü kalbinin temizliği-kirliliği de süreçle isbatlanıyor. Yaşamak bir isbattır. İblisin iftiralarına karşı delilimizdir. Takva ehli misin? O halde hakikaten kalbin temiz. Fâsık mısın? O halde beyanın yalan. Akıbet aynadır. Yani ki arkadaşım: Delilsiz iddianın yalandan pek bir farkı yok. Burhanın söyleminin canıdır. Zamanda/mekanda bir iz bırakmış olmalısın. Varoluşun ağzından çıkanı doğrulamalı. Ateşli bir sınanmadan geçmedikten sonra altınla toprak bir. Aleyhissalatuvesselam davasıyla parladıktan sonra anlıyorsun kim Ebu Bekir (radyallahu anh) kim Ebu Cehil (aleyhi'l-la'ne). Kim elmas kim kömür? Kim üzerindeki nuru inkâr ediyor. Kim "O söylemişse doğrudur!" diyor. İş her şekilde 'sürecin hakkını vermeye' bakıyor yani. Başlamak bitirmek değil.

Hem biliyor musun: İlk adımdan ötesini düşünmeyenlerin tehlikesi de çoktur. Mürşidim bir yerde musırrane der ki: "Lâkayt Emevîlik, nihayet sünnet cemaate, salâbetli Alevîlik, nihayet Râfizîliğe dayandı."

Neden öyle oldu? Çünkü taraflardan birisi haklı bir noktadan başladığı halde haklı kalmaya konsantre olmadı. İlk adımıyla baştan çıktı. Ehl-i Beyti bahane tuttu. "Bidayetteki haklılığım bana yeter!" dedi. Diğeriyse haksız bir noktadan başladığı halde haklılığı elde etmeye gayret etti. Ümmetin desteğini arzuladı. İtibar kazanmaya çalıştı. O gözünü kendine, bu gözünü ehl-i sünnet ve'l-cemaate, sabitledi. Ötesine bakmayan istikamete çekecekleri de göremedi. Uyarıları işitemedi. Sapmalarını keşfedemedi. Gözünü cemaatten ayırmayansa en nihayet içine dahil oldu. Süreç onu terbiye etti. Çünkü, makamını korumak için bile olsun, ister-istemez, onların temayülünü yokluyordu. Rızalarını arıyordu. Teveccühlerini kazanmaya çalışa çalışa sonunda 'onlardan birisi'leşti. Ümmetin geneline aldırdı. O genel de onu irşad etti.

Metnin devamında mürşidim başka misaller de veriyor: "Hem zâlime karşı miskinliği esas tutan Hıristiyanlık, nihayat tecellüd; cebbarlıkta ve zâlime karşı cihad, izzet-i nefsi esas tutan İslâmiyet—eyvah!—nihayet miskinlikte karar kıldı. Hem mebdei, taassup derecesinde azîmet olsa, nihayeti müsaheleye, ruhsata taraftarsa, nihayeti salâbete müncer olur. Bir kısım Hanbelî, Hanefî gibi. Hatta en garibi, bir kısım mutaassıplar, mesleklerinin zıddına olarak, küffara karşı müsamaha dostluk ve lâkayt Jönler husumet ve salâbet taraftarı çıktılar. Güya mebde-i Hürriyetteki mevkilerini becayiş ettiler."

İşte, arkadaşım, bence bu neviden bütün sıkıntılar bir tür 'ilk adımına kapanma'dan kaynaklanıyor. Bugün de ilk adımının tesellisiyle, belki de kolaycılığıyla, sürecin devamındaki sınanmalara konsantre olmayanlar şaşırtıyorlar. "Ben haklı bir noktadan başlıyorum!" cümlesinden başka ses işitmeyenler pusulalarını da yitirmeye yaklaşıyorlar. Halbuki, sen de bilirsin, bu ümmetin istikameti sünnet ve cemaat üzerinde durur. Onlara yaslananlar onlarla ayakta kalır. İslam cadde dinidir. Sahabe yolu cadde-i kübradır. Bundan ayrılanların, istikametini ümmetle sınamayanların, belki onları elitik bir tavırla küçümseyenlerin akıbeti kötüdür. Arasokakların dini olamaz İslam. Arasokaklarda en doğrusunu arayanlar yollarını şaşırırlar.

Ben, bugünlerde neredeyse CHP'ye oy toplayacak kadar kafasını/kalbini karıştırmış dindarların da, böylesi bir arıza yaşadıklarını düşünüyorum. Çünkü onlar da 'hak-hakikat-istikamet' üzerine cesim iddialarla yola çıktılar. Sonra mesleklerinde öyle boğuldular ki, şimdi nereye doğru gittiklerini, "Delil ve akıbete bakınız!" sisteminde sorgulatmıyorlar. Sağlama yapamıyorlar.

Ha, AK Parti'nin hatası yok mu? Elbette var. O da bir çeşit Emevîliğe gitmiş olabilir. İktidar mutlaka bozar. Güç, maddiyat, siyaset elbette zehirleyicidir. Fakat AK Parti'nin Emevîliği kimsenin Rafizîliğine bahane olamaz. Kimse Yezit'in yezitliğini bahane ederek Bizans ordusuna katılamaz. (Hz. Ali radyallahu anhın en ciddi taraftarlarından olan Ebu Eyyüb el-Ensarî radyallahu anh buna pek kıymetli bir misaldir. Kendisi İstanbul'un kuşatmasına Emevîlerin yönetimindeki bir orduyla katılmıştır.) Burası ne kadar kötüleşse yine dindar halkın teveccühüne bakıyor. İster-istemez desteğini kazandıracak şeyler yapıyor. Yapmaya zorunluluk hissediyor. Çünkü tabanı onlar. Ötekilerin böyle bir arayış içinde olduğu düşünülebilir mi? Takıyyelerine inanılır mı? Şahsen ben hiçbir türlü inanmıyorum. Eğer Emevîlik ve Rafızîlik arasında bir seçim yapmak zorunda bırakılacaksam oyum Emevîliğin olacak. Ehvenü'ş-şerreyn olarak onu destekleyeceğim. Çünkü onların gözü bizde. Nehirden ayrılan yine nehre karışabilir. Gözü dışarıda olan sonra bize karışır mı?

8 Eylül 2022 Perşembe

Musa (a.s.) gidince hem Firavun hem İsrailoğulları kazandı

Arkadaşım, geçenlerde Musa aleyhisselamın kıssasını düşündüm, özellikle de bir bölümünü. Hani İsrailoğulları, Hak Teala canibinden kendilerine bahşedilen, kudret helvasından usanırlar da 'soğan' isterler. Bıldırcın etinden bıkarlar da 'sarımsak' talep ederler. Hatırladın değil mi? Evet. İşte orası. Tamam. "Bu bize ne anlatıyor ki?" diye dualandım üzerine. Suallenmek dualanmaktır. Zira mürşidimden öğrenmiştim: Kur'an'ı karşımızda mürşid olarak bulmak 'anlatılanın hikâyemiz olduğunu farketmeye' bağlıdır. Ne kadar alınganlığımızı arttırırsak o kadar hisse alırız. Bu titizlenme birnevi taleptir. Önü imanlı bir ümittir. Arkası mütevekkil beklentidir. Rahman'ın kapısına avuç avuç açılmaktır. Oraya dilenenler boş döndürülmezler. Avucunu yalayan yumandır ancak.

Ben deli miyim? Yummadım. Yummak kibir alametidir. Ve Cenab-ı Hakka karşı mahlukunun kibirlenmeye hakkı yoktur. Çünkü hiçbirşeyinde Ondan büyük değildir. Daha iyisini bilemez. Daha doğrusunu seçemez. Daha kuşatıcı değildir. Halbuki İsrailoğulları bu sırra uyanamadılar arkadaşım. Bugün bile onların siyasetine, akidesine ve hatta psikolojisine baksan bir 'seçilmişlik sanrısı' içinde olduklarını görürsün. Herkes bir yana onlar bir yanadır sanki. Diğerleri (yani bizler) hizmet etmek için vardır. Kendileri bambaşka üstün yaratılmışlardır. Menfaatleri gerektirirse ötekilere herşeyi eyleyebilirler. Dünyanın altını üstüne getirebilirler. Sanrıları zorlar buna onları. Zira âlemin akışı arzuları yönünde değildir. Rabbü'l-âlemîn bozuk hendeselerini hilkat nizamına mihenk tutmamıştır.

Allah'ın nizamının üstüne nizamlarını kurmak isterler. Hiç kaya denizin üstünde durur mu? İnsanoğlunun modern (me)deniyetiyle fıtrata açtığı savaş da böyledir. Ve artık küremiz inadımızdan illallah demiştir. Hem sıkılmış hem yıkılmıştır. Yani diyorum ki arkadaşım: Küresel çapta yaşadığımız her arıza gayrı mızrağın çuvala sığmamasındandır. Hatta yırtmasındandır. Denizimiz kayalarımızın çokluğundan boğulmuştur. Taşmamaya sabrı kalmamıştır. Öyledir. Hakkın düzenine meydan okuyanın düzeni yıkılmaya mahkumdur. Soğan-sarımsak ısrarların cezası da kudret helvasıyla bıldırcın etinden mahrum kalmaktır. Dizlerini dövmenin de sonradan faydası olmaz.

Ahirzaman yahudiliğin şöyle-böyle insanlığa hâkim olduğunu gösteriyor. Musa aleyhisselam gitti. Asâsı kırıldı. Sihirbazlar tekrar ortaya çıktı. Teknoloji neleri neleri gerçek gibi gösteriyor. Fakat ne garip. Hem Firavun hem İsrailoğulları kazandı. Bahşedilene razı olmak gönüllere yük artık. Yaratılışın sınırları içinde nasiblenmek zaman kaybı. İstikametli caddeyi terketmek hüner sayılıyor. Herkes farklı olmak istiyor. Herkes farklı olanı istiyor. Seçilmişlik sanrısı bireylere kadar indi. (Ajdar'ı dahi sesinin kötü olduğuna inandıramıyorsun.) Önceye dair neyi terketsen bir adım ileridesin. Hikmetli miymiş? Fıtrî miymiş? Güzel miymiş? Daha doğrusu muymuş? Uyumlu muymuş? Zararsız mıymış? Farz mıymış? Sünnet miymiş? Kimin umurunda! Farklı olmadıktan sonra ballar balının da bir anlamı yok. Önce öncekileri terkedeceksin. Dünyevî (me)deniyet ticaretini 'başkalık' üzerine kurdu bir kere. 

O şeytaniyetinde haklı. Aynılığa razı olanları yarıştıramaz. Kanaat onu büyüten ateşi söndürüyor. Kapitalizm hepimizden 'birer yahudi olmamızı' istiyor. Kudret helvasını bırakın. Bıldırcın etini terkedin. Bakın iphone'nun yeni modeli çıkmış. Soğan da olsa farklı olmayı isteyin. Sarımsak da olsa farklı olmaya yönelin. İçinizdeki 'seçilmişlik sanrısı' bundan başkasıyla hayatta kalamaz. Sünnetle farzla işiniz olmaz sizin. Cemaat, millet, ümmet, tarih eskide kalmış kelimeler. Hepiciğini boşverin. Allah insanlığı iki cins olarak mı yaratmış! Yetinmeyin efendim. Kendiniz başka cinsiyetler üretin. Peki sonuçta ne göreceksiniz? Kıssa buna dair de önemli şeyler söylüyor. Fakat oraya kadar gitmeye gerek yok. Biraz daha yaşarsak kıyametin koptuğunu bizzat göreceğiz belki.


Rolex'i Bahadır Yenişehirlioğlu'nun ne zaman 'helali' olur?

  "Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. '...