Dindar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dindar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Eylül 2022 Çarşamba

Rafızî olacağına Emevî ol!

İmtihanı bidayetinde bitirmek, bitirdiğini sanmak, yetinmek, tembellerin şanıdır. Hiçbir maksûd ilk adımın garantisi altında olmaz. Her başlayan bitirmez. Bitiremez. Menzile ancak sebat edenler varır. Evet. İmanımız bizi süreçle de sorumlu tutuyor. Kimse yalnız "Kalbim temiz!" demekle kurtulmuyor. Çünkü kalbinin temizliği-kirliliği de süreçle isbatlanıyor. Yaşamak bir isbattır. İblisin iftiralarına karşı delilimizdir. Takva ehli misin? O halde hakikaten kalbin temiz. Fâsık mısın? O halde beyanın yalan. Akıbet aynadır. Yani ki arkadaşım: Delilsiz iddianın yalandan pek bir farkı yok. Burhanın söyleminin canıdır. Zamanda/mekanda bir iz bırakmış olmalısın. Varoluşun ağzından çıkanı doğrulamalı. Ateşli bir sınanmadan geçmedikten sonra altınla toprak bir. Aleyhissalatuvesselam davasıyla parladıktan sonra anlıyorsun kim Ebu Bekir (radyallahu anh) kim Ebu Cehil (aleyhi'l-la'ne). Kim elmas kim kömür? Kim üzerindeki nuru inkâr ediyor. Kim "O söylemişse doğrudur!" diyor. İş her şekilde 'sürecin hakkını vermeye' bakıyor yani. Başlamak bitirmek değil.

Hem biliyor musun: İlk adımdan ötesini düşünmeyenlerin tehlikesi de çoktur. Mürşidim bir yerde musırrane der ki: "Lâkayt Emevîlik, nihayet sünnet cemaate, salâbetli Alevîlik, nihayet Râfizîliğe dayandı."

Neden öyle oldu? Çünkü taraflardan birisi haklı bir noktadan başladığı halde haklı kalmaya konsantre olmadı. İlk adımıyla baştan çıktı. Ehl-i Beyti bahane tuttu. "Bidayetteki haklılığım bana yeter!" dedi. Diğeriyse haksız bir noktadan başladığı halde haklılığı elde etmeye gayret etti. Ümmetin desteğini arzuladı. İtibar kazanmaya çalıştı. O gözünü kendine, bu gözünü ehl-i sünnet ve'l-cemaate, sabitledi. Ötesine bakmayan istikamete çekecekleri de göremedi. Uyarıları işitemedi. Sapmalarını keşfedemedi. Gözünü cemaatten ayırmayansa en nihayet içine dahil oldu. Süreç onu terbiye etti. Çünkü, makamını korumak için bile olsun, ister-istemez, onların temayülünü yokluyordu. Rızalarını arıyordu. Teveccühlerini kazanmaya çalışa çalışa sonunda 'onlardan birisi'leşti. Ümmetin geneline aldırdı. O genel de onu irşad etti.

Metnin devamında mürşidim başka misaller de veriyor: "Hem zâlime karşı miskinliği esas tutan Hıristiyanlık, nihayat tecellüd; cebbarlıkta ve zâlime karşı cihad, izzet-i nefsi esas tutan İslâmiyet—eyvah!—nihayet miskinlikte karar kıldı. Hem mebdei, taassup derecesinde azîmet olsa, nihayeti müsaheleye, ruhsata taraftarsa, nihayeti salâbete müncer olur. Bir kısım Hanbelî, Hanefî gibi. Hatta en garibi, bir kısım mutaassıplar, mesleklerinin zıddına olarak, küffara karşı müsamaha dostluk ve lâkayt Jönler husumet ve salâbet taraftarı çıktılar. Güya mebde-i Hürriyetteki mevkilerini becayiş ettiler."

İşte, arkadaşım, bence bu neviden bütün sıkıntılar bir tür 'ilk adımına kapanma'dan kaynaklanıyor. Bugün de ilk adımının tesellisiyle, belki de kolaycılığıyla, sürecin devamındaki sınanmalara konsantre olmayanlar şaşırtıyorlar. "Ben haklı bir noktadan başlıyorum!" cümlesinden başka ses işitmeyenler pusulalarını da yitirmeye yaklaşıyorlar. Halbuki, sen de bilirsin, bu ümmetin istikameti sünnet ve cemaat üzerinde durur. Onlara yaslananlar onlarla ayakta kalır. İslam cadde dinidir. Sahabe yolu cadde-i kübradır. Bundan ayrılanların, istikametini ümmetle sınamayanların, belki onları elitik bir tavırla küçümseyenlerin akıbeti kötüdür. Arasokakların dini olamaz İslam. Arasokaklarda en doğrusunu arayanlar yollarını şaşırırlar.

Ben, bugünlerde neredeyse CHP'ye oy toplayacak kadar kafasını/kalbini karıştırmış dindarların da, böylesi bir arıza yaşadıklarını düşünüyorum. Çünkü onlar da 'hak-hakikat-istikamet' üzerine cesim iddialarla yola çıktılar. Sonra mesleklerinde öyle boğuldular ki, şimdi nereye doğru gittiklerini, "Delil ve akıbete bakınız!" sisteminde sorgulatmıyorlar. Sağlama yapamıyorlar.

Ha, AK Parti'nin hatası yok mu? Elbette var. O da bir çeşit Emevîliğe gitmiş olabilir. İktidar mutlaka bozar. Güç, maddiyat, siyaset elbette zehirleyicidir. Fakat AK Parti'nin Emevîliği kimsenin Rafizîliğine bahane olamaz. Kimse Yezit'in yezitliğini bahane ederek Bizans ordusuna katılamaz. (Hz. Ali radyallahu anhın en ciddi taraftarlarından olan Ebu Eyyüb el-Ensarî radyallahu anh buna pek kıymetli bir misaldir. Kendisi İstanbul'un kuşatmasına Emevîlerin yönetimindeki bir orduyla katılmıştır.) Burası ne kadar kötüleşse yine dindar halkın teveccühüne bakıyor. İster-istemez desteğini kazandıracak şeyler yapıyor. Yapmaya zorunluluk hissediyor. Çünkü tabanı onlar. Ötekilerin böyle bir arayış içinde olduğu düşünülebilir mi? Takıyyelerine inanılır mı? Şahsen ben hiçbir türlü inanmıyorum. Eğer Emevîlik ve Rafızîlik arasında bir seçim yapmak zorunda bırakılacaksam oyum Emevîliğin olacak. Ehvenü'ş-şerreyn olarak onu destekleyeceğim. Çünkü onların gözü bizde. Nehirden ayrılan yine nehre karışabilir. Gözü dışarıda olan sonra bize karışır mı?

12 Temmuz 2019 Cuma

Hukukumuzun da bir izzeti yok mu?

Bugünlerde tartıştığımız meselenin şöyle bir yanı da olduğunu düşünüyorum: Bu zamanın müslümanı kafası ile kalbi arasına sıkışmış durumda. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Biz 'beşerî hukuk' dediğimiz birşeyle yönetiliyoruz ama yüreğimizin anahtarları 'ilahî hukuk'un ellerinde. İmanımızdan ötürü, elhamdülillah ki elhamdülillah, hakikatin farkındayız. Olması gerekenin bugün ve yarın 'kıblesi dört mezhep bir fıkıh' olduğunu biliyoruz. Hukuk dediğimiz şeyi de, en azından gönlümüzde, fıkhın eşiğinden bakarak tanımlıyoruz. Çerçeveliyoruz. Sınırlandırıyoruz.

Fakat ahirzaman bizi birkaç paralel evrende birden yaşamaya itti. Aynı istikamete gitmeyen birkaç yolda birden yürümeye çalışıyoruz. Evet. Bugün yönetimimiz beşerî bir hukukun ellerinde şekilleniyor. Yasalarımız insanî. Yani insanlar tarafından yazıldı. Vahyin merkezinde teşekkül etmedi. Bu nedenle de sınırları sürekli oynuyor. Zira beşerî yasalar sınıflar-taraflar arası mücadeleye göre şekillenir. Hakkı alan ile veren arasında, veya yasa koyucular ile uyucular arasında diyelim, sürekli bir dalgalanma olur. Adaletin denge noktası, sürekli sarfedilen böylesi bir emekle, kollanır. Emekle sermaye mücadele eder, kadınla erkek mücadele eder, bireyle toplum mücadele eder, vatandaşla devlet mücadele eder, hatta taksici bile müşterisiyle mücadele eder."Hak verilmez alınır!" deyu bir kavga sürer gider.

Neden? Çünkü sınırlar herkesi bağlayıcı bir üst otorite tarafından belirlenmemiştir. Yasaları koyan sizin-benim-onun gibi 'zamanının oğlu' insanlardır. Yani sınırlılardır. Ve sınırlıların koyduğu yasa sınırötesinde yaşadığını düşünen insanları o kadar da bağlamaz. En azından sorgulanmaz, mutlak itaat edilir, boyun eğilir olamaz. Zaman üstü olmadığından sonralığın eleştirisinden kurtulamaz. Bu nedenle de beşerî hukuk sistemlerinde yasama ekseninde sürekli bir kavga vardır.

Hırsızlık oranı artarsa cezası arttırılır. Fakat ülkede hırsızlığı bir parça anlayışla karşılamayı gerektirecek mağduriyetler yaşanıyorsa tekrar bazı değişiklikler yapılır. Boşanmalarda kadınların mağdur olduğu görülüyorsa erkeğe dönük bazı yaptırımlar eklenir. Yok, tersi olmaya başlamışsa, kadına dönük de yaptırımlar eklenir. Hop, sonra bakarsınız, bu defa yine kadınlar mağdur olmaktadır. Hadi tekrar bir değişim. Hasılı: Son bulmaz süreç boyunca taraflar birbirlerinden koparabildikleri kadar et, pardon, hak koparmaya çalışırlar. Bazen de sürecin kendisi alınacak payı etkiler. Seçime doğru oy için emeği kollayan yasalar çıkarılır. Sonra aynı yasalarda sermayeyi de kollayan bazı değişiklikler yapılır falan. Bu iş böyle sürer. Ne herkes mutlu ne de mutsuz olur.

Fakat ilahî yasalarda böyle bir oynaklık yoktur. En azından asıllarda böyle bir değişime rastlanamaz. "Erkeğe iki kız hissesi vardır!" buyuran ayete 14 asır sonra gelip "Nerede o eski erkekler!" deyu ayar veremezsiniz. Erkek erkektir. Kadın da kadındır. Çünkü Allah ezelîdir. Mahlukatına bakışı insan gibi zamanın kaydına bağlı değildir ki yasalarının kuşatıcılığı olmasın. Zamanları geçsin. Hükümleri kalksın. Kur'an'ın zamanı geçmez. Sünnetin zamanı geçmez. Bu nedenle onlarla şekillenen/sistemleşen fıkhın da zamanı geçmez. Zinhar ki emirlerini/yasaklarını beyan ederken kendileri hükümlerini tahdit etmeye. Yani sınır tayin etmeye. Bir çerçeveye almaya. Mevzuun bu kısmını özet geçerek tekrar konuma dönüyorum:

İşte bu iki hukukun farklı yapısı nedeniyle bugünün mü'min ve mü'minelerinin iradeleri akılları-kalpleri arasında bölünmüştür. Kalpleri der ki: "Olması gereken Allah'ın buyurduğudur. Murad-ı ilahîdir. Kur'an'da, sünnette ve fıkıhta söylenendir. Bunların doğru olduğuna tüm kalbimizle iman ederiz." Zaten bu kadarını yapmıyorsa, Maide sûresinin 44. ayetini tefsir ederken Bediüzzaman'ın da ifade ettiği gibi, 'kim hükmetmezse'yi 'kim tasdik etmezse' noktasında dahi anlamıyor, kabullenmiyor, yani 'iman etmiyor' olur. Oysa ki; biz, Kur'an'daki hükümlerle amel edemiyor olsak da hak olduklarına iman ederiz, elimizden geldiğince de uygulamaya çalışırız. Yani, baharı arzu ederiz, dileriz, isteriz, irade edemesek bile. Bu kalpteki imanı korumamızın gerek-şartlarından birisidir. En fazla buraya kadar çekilebiliriz. Bunu da zaruretten yaparız.

Fakat bugün iş başka bir hal aldı. Dindarlar cenahında yoğunlaşan İstanbul Sözleşmesi ve Kadem eleştirileri altında birazcık da bu yatıyor. Biz bekliyoruz ki: Elhamdülillah, dindar ve dine hürmetkârlardan oluşmakla bu iktidar, bizi kalbimizin arzuladığı yöne doğru götürsün. Hepsini yapamasa da istesin. İstediğini hissedelim. Eyleyemese bile arzusunun o tarafa doğru olduğunu soluklayalım, sezelim, bilelim. Çünkü yetki olabildiğince ellerindedir. Yani bizde olmayan irade onun tasarrufundadır.

Ancak bugün işler böyle dönmüyor. Sandığın başında "Yaşa, artık güzel dinimiz daha çok referans alınacak, daha çok yüzümüz Kur'an'a bakacak!" diye sevinirken elimize geçen Kadem'in Batı'yı norm/ideal olarak gören çabaları oluyor. Biz demokrasiyi dahi "Kur'an ve sünnetin tayin ettiği alana götürmeye araç olacak!" diye seviyorken, destekliyorken, demokrasi bir heyula gibi aramıza dikiliyor. Neden? "Çünkü, efendim, Batı'da bık, bık, bık..." Yahu biz bu işe o niyetle girmedik ki ama?

Her neyse. Meramımı anlattım sanıyorum. Evet. Zaman geçiyor. Asır başkalaşıyor. Fakat mü'minler kalplerinden vazgeçmiyorlar. Kafanın gösterdiği rotaya bilakayduşart teslim olmuyorlar. Ya ne oluyor? Hüsnüzanlar kırılıyor sadece. Kalp kafaya verdiği süreyi bitiriyor. Kafa kulak vermedikçe kalpten ayrılıyor. Uzaklaşıyor. Belki kalp de bu mesafeden dolayı sesini duyacak başka bir kulak aramaya başlıyor.

Bu çatlak, maalesef ki maalesef, büyüyeceğe benziyor. Zira şu anki hükümette de nüfuzlu kimi dindar veya dindar görünümlülerin zihinleri fena halde Batı müstemlekesi haline gelmiş gibi. Kendileri bile farkında değil belki. Bed halleri referanslarından anlaşılıyor. Bu hale gelmiş sizinlerin "Kur'an'ı asrın idrakine söyletmeyi" değil "Kur'an'a asrın idrakini söyletmeyi" amaçladıklarını, çünkü aksini tartışmaya bile açamadıklarını, zannediyor ve etkilerini de görüyoruz. Ne diyelim? Cenab-ı Hak izzet-i İslam'ı yalnız ekonomi, siyaset veya askerî alanlarda anlamayacak, hukukunun da izzetini savunacak bir güzel bir nesil nasib eylesin. Âmin.

10 Haziran 2014 Salı

Bir tahrik aracı olarak: bayrak

Bediüzzaman Hazretleri, Yasin sûresinde geçen "Biz peygambere şiir öğretmedik, bu ona yakışmaz da!" ayetini, 13. Söz'de tefsir ederken şöyle der: "Kur'ân-ı Hakîm, nihayetsiz parlak, yüksek hakikatleri câmi olduğundan, şiirin hayalâtından müstağnîdir." 25. Söz'de, aynı ayetin izahına bir ilave yapar: "Senin parlak, büyük hakikatlerin şiirin hayalâtından münezzeh ve tezyinatından müstağnîdir." Külliyatın içinde başka bölümlerde de, bu ayetin penceresinden, şiir ve Kur'an ayetlerinin kıyaslandığı yerler bulunmaktadır:

"Âyetlerin bahsettikleri hakikatler, şiirlerin bahsettikleri hayalattan pek vasi ve pek yüksektir. Bu itibarla şiirden addedilmemiştir. Hem de ayetler, sahibinin şuunat ve ef'alinden bahseder. Şiir ise, fuzuli olarak gayrdan bahseder. Hem de filcümle adi şeylerden bahsi harikuladedir. Şiirin harikuladelerden bahsi, alel-ekser adidir."

Nereden alıntı yaparsak yapalım, hakikat mesleğince sınandığında, şiirde birçok nakiseler bulunabildiği muhakkaktır. Belki de bu yüzden Fuzulî, meşhur gazellerinden birisini şu mısra ile bitirmiştir: "Aldanma ki şair sözü elbette yalandır."

Ben, şiir konusunda tereddütle hareket etmeyi ise Arif Nihat Asya'dan öğrendim. Onun öğretmesiyle değil ama, ondan ibret alarak. Hem de meşhur Bayrak şiirinden. Gerçi ona varmadan evvel, sabık düzende, Atatürk'e yazılmış pekçok mizanı şaşmış metin bulunabilir. Fakat ben, Arif Nihat Asya'nın, biraz da muhafazakâr kesime tatlı gelen bir isim olduğu için, bu yazıda dikkat çekilmesi gereken birisi olduğunu düşünüyorum. Şiirinde takıldığım bölüme gelirsem: "Sana benim gözümle bakmayanın/Mezarını kazacağım./Seni selamlamadan uçan kuşun/Yuvasını bozacağım." Görüldüğü üzere Arif Nihat Asya, bayrağına duyduğu şiddet-i muhabbetten, ağyara dönük şiddet-i husumete varmıştır bu mısralarda. Hatta öyle bir husumet büyümüştür ki içinde; bayrak için, günahsız kuşlara bile saldırmayı düşünmektedir artık.

İş şiirde kalsa iyi. Bu Bayrak şiirinin başka bir fonksiyonu daha var. Ne vakit bu ülkede bayrak eksenli bir gerilim yaşansa, hemen paylaşım sitelerinde, duvarlarda, okullarda, her yerlerde bu şiiri görmeye başlarsınız. Herkes bayrağına kendi gözüyle bakmayanın mezarını kazmaya, selam çakmayan kuşun dahi yuvasını bozmaya azmetmiş halde Asya virdini tekrar etmeye başlar. İyi de, bir mümin olarak sormak gerekir, acaba bu şiddetli bayrak muhabbetinin Kur'an'da yeri var mıdır? Hem de âlem-i İslam'ın dahi parça parça olduğu, ulus-devletlere döndüğü bir çağda? Bir bayrağın bin bayrak olduğu zamanlarda? "Vatan sevgisi imandandır" hadisi(!) gibi bu da mı şimdiki ulus-devlet/milliyetçi algılar ekseninde okunmalıdır? 14 asır evvel olmayan şeyler ekseninde yani?

Neyse, İslamî sorgulamayı şimdilik bir kenara bırakalım. Bu bayrak olayının enteresan başka yanları da var. Bizde bayrak, bir huzur vesilesinden ziyade, bir baskılama aracı olarak kullanılır. Örneğin; resmi bayram günlerinde (halk otobüslerinde bile) bayrak takma mecburiyeti vardır. Daha gergin zamanlarda, eğer takmazsanız, size cezayı halk bile uygulayabilir. Bunun bir benzerini, Clint Easwood'un yönetmenliği yaptığı Iwo Jima’dan Mektuplar filminde görmüştüm. Orada da, II. Dünya Savaşı sırasında, Japon komutanlarının, bayrak konusunda halka uyguladıkları baskıyı anlatan sahneler vardı. Demek bu ağır bayrak sembolizmi, daha doğrusu bayrağın bu denli kutsallaştırılması, biraz da asker kökenli rejim sahibi olmak ile ilgili. Ki, eğer ilgili yasa değişmediyse, Türk bayrağı yapma yetkisi bile askerî kurumlardan alınacak izne tâbiydi. Lisedeki Milli Güvenlik derslerimden böyle birşey öğrendiğimi hayal meyal hatırlıyorum.

Markar Esayan'ın Şimdinin Dar Odası isimli roman çalışmasını okuyanlar, 6-7 Eylül olayları sırasında elleri bayraklı eşkıyaların nasıl Ermenilerin/Rumların evlerini, dükkanları basıp oraları yağmaladıklarını anımsarlar. O günlerde herkes evinin penceresine bayrak asmak zorundadır. Hatta gayrimüslim komşularını korumaya çalışan müslümanlar da ellerine birer bayrak alıp onların evlerinin kapısında beklerler. Demek isterler ki: "Burası bir müslüman evi, burayı basmayın." Bundan yıllar önce, Eskişehir Hapsindeyken, Bediüzzaman Said Nursî de böylesi bir bayrak tahrikine maruz kalır. Cezaevi müdürü, onun Kürt kimliği ve rejimle sorunlu duruşu nedeniyle, izzetini tahrik edebilmek için koğuşunun penceresine kocaman bir bayrak astırır. Bediüzzaman'ın bu olaya tepkisi, hiç beklediği gibi çıkmaz:

"Müdür Bey, size teşekkür ederim ki, Kurtuluş Bayramının bayrağını koğuşuma taktırdınız. Harekât-ı Milliyede İstanbul'da, İngiliz ve Yunan aleyhindeki Hutuvât-ı Sitte eserimi tab ve neşirle, belki bir fırka asker kadar hizmet ettiğimi Ankara bildi ki, Mustafa Kemal şifreyle iki defa beni Ankara'ya taltif için istedi. Hattâ demişti: 'Bu kahraman hoca bize lâzımdır.' Demek, benim bu bayramda bu bayrağı takmak hakkımdır."

Zaman geçer, bayrağın fonksiyonu değişmez. Bazen Ermeni okullarının üzerinde, normalde diğer okullarda rastlanmayan bir vurguyla önplana çıkarılmış görürsünüz onu. Bazen de devlete yönelik eleştirisi olduğu düşünülen toplulukların mümkün mertebe gözlerine batacak yerlere asılıyken. (Dindar, Kürt, gayrimüslim veya Liberal.) Hatta, sosyalmedyayı kullananlar hatırlayacaktır, Van'a gönderilen yardımların içine bile bayrak konması mevzubahis olmuştur. Maksatsa, Kürtlere, deprem vesilesiyle vatan sevgisini öğretmek gibidir. Fakat asıl maksat, geçmişte Kürt kimliğine sahip bazı kesimlerin bayrağa karşı gösterdikleri edepsizliğin hesabının sorulması, en azından buna bir gönderme yapılmasıdır.

Aslında PKK/BDP/KCK çizgisinde, yıllardır çeşitli vesilelerle bayrağa karşı gösterilen saygısızlık (yere düşürülmesi, Nevruz'da çocukların çiğnemesi, yakılması veya en son olayda olduğu gibi gönderden indirilmesi) çok kötü bir milliyetçilik taklididir. Arkasındaki kafa aynıdır: Türk milliyetçileri bunu her yere bayrak asarak yaparlar, Kürt milliyetçileri de bayrağı indirerek. Aslında her iki davranış şekli de birbirinin amacını doğrular şekilde gelişmiştir. (Hatta bir kısım İslamcı eylemlerinde Amerika veya İsrail bayrağı yakılması da buna dahil edilebilir.)

Sanıyorum bu noktada Kürtlerin de, bu kısırdöngüden kurtulmak için, Bediüzzaman'ın yolunu izlemeleri gerekiyor. Onun rejime uymak veya herşeyini reddetmek arasında bırakıldığı seçimde, bu seçime razı olmayıp üçüncü bir yol bulması; yani bayrağı sahiplenip kusurlarıyla rejimi reddetmesi, bence Kürtler için de genel bir davranış modeli olabilir. Ancak bu noktada Türklerin de artık bayrağı karşı tarafın damarına basma aracı olarak kullanmaması lazım. Bu vatanı hep beraber kurduysak bayrak hepimizin. Fakat şu da var: Hangi bayrak bir insan hayatından daha kıymetli olabilir? Devletler, sistemler, bayraklar insan içindir. İnsanlar onlar için değil. Eşref-i mahluk olan insandır, bayrak değil. Fabrika ayarlarımıza dönmek için meselelere daha sık Kur'an ekseninde bakmamız gerek.

29 Ocak 2014 Çarşamba

Çok kimlikli olmanın kökenleri 9: Dindarların memurlaştırılması...

“İnsanlığın uzun ve iç karartıcı tarihine baktığınızda, korkunç suçların isyandan çok ‘itaat adına’ işlendiğini görürsünüz.” C. P. Snow

Ne haklı söylüyor Esayan, İyi Şeyler’de; “(...) bilimsel açıklamanın vicdanî itirazları gideren bir gücü vardı” derken. Evet, hepimiz, çoğu zaman, bilimselliğin ardına sığınarak kaçıyoruz hakikatlerden. “Biribirini siper ederek sıvışıp gidenleri Allah gerçekten bilir...” buyuran Nur sûresi 63 de, biraz buna işaret ediyor sanki. Her kaçış, önce yolunu yapar. Ve bu yol, ‘benzer diğerlerinin’ bahanelerinden örülür. El değiştiren bahane, bu ellerin sayısı arttıkça, sınanmamış bilgiye dönüşür. Fısıldanma sıklığı ve şiddeti ‘söylentiyi’ gafillerin nazarında ‘doğruya’ benzetir. Başkasının hurafesi, eğer sınamazsak, bizim hoşa giden hakikatimiz olur. Tıpkı Ene Risalesi’nde dendiği gibi:

“Sonra, nevin enaniyeti de bir asabiyet-i neviye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i neviyeye istinat ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze eder.”

Haksızın güç aldığı tek kaynak kalır geriye o vakit: Haksızlığın niceliği. Ve dikkat edin, haksızlar, sık sık sayılarıyla övünür; haklılar ise, tek kalsalar dahi, bozmadıkları duruşlarıyla.

Serdar Kaya’nın, itaatin mantığını sorgulatan o harika eserinde rastlamıştım ilk kez bu ‘acaba’lara. Endoktrinasyon ve Türkiye’de Toplum Mühendisliği kitabında. Kaya, daha başlarında, Milgram deneyini değerlendirirken şöyle başlıyordu sözlerine:

“İnsanın otoriteye karşı ne derece zayıf olduğu, otoriteye itaat etme adına ne kadar ileri gidebileceği ve otoritenin insanları kontrol edebilme adına ne kadar belirleyici olabileceği gibi konularda en çarpıcı deneylerden biri, 1961 yılında Stanley Milgram (1933-1984) tarafından yapıldı. Milgram’ı, otoritenin insan psikolojisi üzerindeki etkilerini ölçmeye amaçlayan bir deney yapmaya yönelten olay, (deney başladığında üç aydır Kudüs’te yargılanmakta olan) Nazi Almanyası savaş suçlusu Adolf Eichmann hakkındaki düşünceleri olmuştu. Milgram’a göre Eichmann’ın, sadist bir canavar değil, sadece kendisine verilen emirleri yerine getiren bir asker olması pekala mümkündü. Bir başka deyişle, insanlık tarihi boyunca gerçekleşen korkunç olaylar, canavar ruhlu insanların eseri olmaktan ziyade, masasında oturup kendisine verilen görevleri yerine getiren sıradan insanların (etiği sorgulamadan) yaptıkları işlerin bir sonucu olabilirdi.”

Kitabın devamında Milgram deneyinin detaylarını okuduğunuzda ‘âdemoğlunun dönüştüğü şeye’ şahit olmakla hakikaten şaşırıyordunuz. İnsanlar, deney süreci içerisinde psikiyatrların öngörülerini boşa çıkararak (40 denekten 26’sı oranında), 450 voltluk üst sınıra kadar denek öğrenciye elektrik vermekten çekinmemişlerdi. Ki 120 volttan sonraki her aşamada deneğin acı çekeceği kendilerine bildirilmiş, hatta acılı haykırışlarını içeren ses kayıtları da dinletilmişti. Ama işlerini ‘ücret karşılığında düğmeye basmak’ olarak gören insanlar, etik yanını görmezden gelerek, görevlerini yapmaktan kaçınmadılar. Onlar sadece ‘düğmeye basan memurlardı’ çünkü.

Kitapta, Milgram deneyinden başka, filmi de yapılan Stanford Hapishane deneyi, Asch deneyi gibi daha pek çok deney ve vakıa incelenerek, bunların karşılaştırmalı tahlili yapılıyordu. Fakat benim en çok dikkatimi çeken şey; Milgram deneyinin tahlilinde değinilen Nagasaki’ye atılan bomba meselesiydi. Olayı hatırlayan her insanın (Japonlar da dahil) Amerika’yı suçladığını, fakat kimsenin pilot Charles Sweeney’i anımsamadığını söylüyordu Kaya. Belki Charles Sweeney de (70.000 masum ölümden sorumlu olmasına rağmen) kendisine sorulsa, yalnızca görevini yaptığını ve Japonlara kişisel bir husumetinin olmadığını belirtecekti.

İnsanın, görevini ‘düğmeye basmak’ olarak gördükçe yaşadığı robotlaşma, bana ister istemez 2010 yapımı Kutu (The Box) filmini anımsatıyor. Başrollerini; Cameron Diaz, James Marsden, Frank Langella’nın paylaştığı filmde, bir çifte, gizemli bir adam tarafından zor bir teklif götürülüyordu: Yanında getirdiği kutuyu evlerine bırakan adam, eğer o kutudaki butona basarlarsa kendilerine yüklü bir miktarda para vereceğini, ancak bastıkları anda dünyanın bambaşka bir yerinde bir masumun öleceğini söylüyordu. Günlerce gerilim yaşayan aile, en nihayetinde yapacakları şeyin ‘sadece bir düğmeye basmak’ olacağı yönünde kendilerini ikna ederek teklifi değerlendiriyorlardı. En başta Esayan’dan alıntıladığım cümleye dönersem: İnsan kendince bilimsel bir açıklama bularak veya sıfırdan üreterek bir şekilde vicdanının sesini bastırmayı başarıyordu.

Ben şimdi bütün bunları neden anlattım? Çünkü bu düğmeye basmak meselesinde bir memurlaşmanın/robotlaşmanın payı olduğunu düşünüyorum. İnsan, bir sisteme ‘memurlaşarak’ dahil olduğunda, etik sorgulamayı daha kolay kenara itebiliyor bence. Zira memurlaşmak, yaptığı şeyin sorumluluğunu kendisine değil, bağlı olduğu kuruma/devlete/cemaate ve onların asabiyetlerine yükleyerek vicdan sızısından kurtulmak kolaylığını da sağlıyor nefislere. İnsanlar, Ene Risalesi’nden yaptığımız alıntıda da okuduğumuz gibi, nevin enaniyeti ve asabiyeti içinde bireysel sorumlulukları unutup vicdan sızılarını oralardan devşirdikleri bilimsellikle(!) giderebiliyorlar. Bu sayede, hangi safa denk gelirlerse gelsinler zaman içinde, her birinde fanatik olabiliyorlar. Bütün kimlik değişikliklerini içselleştirebiliyorlar.

Bediüzzaman, belki biraz da bu yüzden, Eski Said döneminden beri, memuriyetin kem yönlerine vurgu yapıyor ve insanları onun etkilerine karşı uyarıyor. Münazarat’ı yazdığı 1910’lu yıllarda bile:

“Maîşet için tarik-ı tabiî ve meşru ve zîhayat, san’attır, ziraattir, ticarettir. Gayr-ı tabiî ise, memuriyet ve her nev’iyle imârettir. Bence imâreti, ne nâm ile olursa olsun, medâr-ı maişet edenler bir nevi cerrar ve aceze ve seeledir—fakat hilebaz kısmında... Bence memuriyete veya imarete giren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir. Yoksa, yalnız maişet ve menfaat için girse, bir nevi çingenelik eder...”

Hatta aynı eserin daha başka bir yerinde İslamların ‘neslen ve serveten tedennîsini’ memuriyetin revacına bağlayabiliyor:

“Binaenaleyh, milletimiz ya üç veya bir buçuk kayıt ile mukayyeddir. Buna mukabil, bizim gayr-ı müslimlerin ayaklarında yalnız bir yalancı kaydımız vardı. Ona bedelen çok nazlarını çektiğimiz gibi, onlar neslen ve serveten ziyadeleştiler; biz, bir nevi hizmetkârlık olan memuriyet ve askerlik cihetiyle servet ve nesilce aşağıya düştük.”

Daha başka bir yerde de meşrutiyeti savunurken, milletin/dinin idaresini atanmışlara yüklemeyi şöyle eleştiriyor:

“Hem de, mağlûp biçare bir reise yahut müdahin memurlara veyahut mantıksız bir kısım zabitlere itimat edilirse ve dinin himayesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir; yoksa efkâr-ı âmme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı İslâmiyenin mâdeni olan, herkesin kalbindeki şefkat-i imâniye olan envâr-ı İlâhînin lemeâtının içtimalarından ve hamiyet-i İslâmiyenin şerârât-ı neyyirânesinin imtizacından hasıl olan amûd-u nuranînin ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir, siz muhakeme ediniz.”

Hem yine başka bir yerde Kürtlerin medreselerde ‘taharri ahlakı’nı geliştirmekle meşrutiyete adaptasyonda memurlardan daha ileri olduklarını, onların sistem olarak buna daha namüsait olduklarını şöyle belirtiyor:

“(...) Kürtlerin tabiat-ı meşrûtiyetperverânelerine binâen, dersi münâzara ve münâkaşa sûretinde okuyorlar. Onun içindir ki, medreseleri küçük bir meclis-i mebusân-ı ilmiyeyi andırıyor. (...) Ey ehl-i hamiyet, anlayınız! Kürt ve emsâli, fikren meşrûtiyetperver olmuş ve oluyorlar. Lâkin, bâzı memurun fiilen meşrûtiyetperver olması müşküldür.”

Daha bunun gibi pek çok yerde Bediüzzaman, memuriyeti eleştiriyor ve İslamlar üzerinde menfi tesirinin çok olduğunun altını çiziyor. Hayatının daha sonraki döneminde de (yani Yeni Said kısmında da) memuriyete bakışı değişmiyor Bediüzzaman’ın. Hatta yıllar sonra büyük bir memuriyeti neden kabul etmediği sorulduğunda verdiği cevap aynı endişeleri bize hatırlatır nitelikte:

“Büyük memurlardan bir kaç zat benden sordular ki: ‘Mustafa Kemal sana üç yüz lira maaş verip, Kürdistana ve vilâyât-ı şarkiyeye, Şeyh Sinûsî yerine vâiz-i umumî yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin, ihtilâl yüzünden kesilen yüz bin adamın hayatlarını kurtarmaya sebep olurdun’ dediler.

Ben de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer, otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüz binler vatandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevî hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zâyiatın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlâsı taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi.”

Tahminime göre yine aynı meseleyi bir başka eserinde de şöyle anlatır:

“Ey efendiler! Haydi, vehminiz gibi ben o hırsız gibi oldum. Ben Isparta nahiyelerinde perişan, bir köyde dokuz sene inzivada bulunan ve şimdi benimle beraber gayet hafif bir cezaya mahkûm olan safdil beş-on bîçarelerin fikirlerini hükûmet aleyhine çevirmekle kendini ve gaye-i hayatı olan risalelerini tehlikeye atmaktan ise eski zamanda olduğu gibi Ankara’da veya İstanbul’da büyük bir memuriyette oturup, binler adamı takip ettiğim maksada çevirebilirdim. O vakit, böyle zelîlane mahkûmiyet değil, belki mesleğime ve hizmetime münasip bir izzetle dünyaya karışabilirdim. (...) Nasıl ki on sene ihtiyarî bir inzivayı ihtiyar edip, takat-i beşerin fevkınde sıkıntılara tahammül ederek, hükûmetin işine hiçbir cihetle karışmadım ve karışmak arzu etmedim. Çünkü hizmet-i kudsiyem beni menediyor.”

Memuriyetin, çoklarda nasıl bir ‘iradesizleşmeyi’ beraberinde getirdiğini ve nasıl çokların memuriyet giysisi ve asabiyeti altında kendi zulümlerini meşrulaştırdıklarını ise külliyatın çoğu yerinde, hassaten lahikalarda görebilmek mümkün. Dikkatle okursanız, Bediüzzaman, bu kısımlarda da memuriyeti daima ‘kullanılmaya müsait’ çok kimlikli bir alan olarak tesbit ediyor. Mezkur bahislerde geçen; ‘insafsız ve dikkatsiz memurlar,’ ‘müşevveş büyük bir memur,’ ‘bazı alçak memurlar,’ ‘insafsız memurların tarassudat ve tazyikatları,’ ‘bazı iktidarsız memurlar...’ gibi ifadeler, Bediüzzaman’ın, seçilmişlerden ziyade ‘atanmışların ettiği zulümlerden’ çektiğini gösteriyor bizlere. Bazılarını yazıyı uzatmak pahasına alıntılamak istiyorum:

“Bunu da biliniz ki: Bazı iktidarsız memurların iktidarsızlıklarından veya evhamlarından veya keçi ve kurt bahanesi nevinden veya kendilerine paye vermek veya hükûmete yaranmak fikriyle, yeni serbestî kanunlarının tatbiklerine zemin hazırlamak entrikalarından, hakkımda—dürbün ile bakarak—habbeyi kubbe gösterdiler.”

“Demek adliye memurları, hissiyattan ve tesirat-ı hariciyeden bütün bütün azade ve serbest olmazsa, sûreten adalet içinde müthiş günahlara girmek ihtimali var. (...) Isparta’da ve burada bazı isticvablarda ismim Said Nursî iken, her tekrarında Said Kürdî ve Bu Kürd diye beni öyle yâd ediyorlar. Bununla, hem ahiret kardeşlerimin hamiyet-i milliyelerine ilişip aleyhime bir his uyandırmak, hem mahkeme ve adaletinin mahiyetine bütün bütün zıt ve muhalif bir cereyan vermektir.”

“Hem, istemediğim halde birisi bana iyi dese, bana nezaret eden memur kıskanarak kızıyor, nüfuzunu kırayım diye vicdansızcasına tedbirler yapıyor, âmirlerinden iltifat görmek için beni tâciz ediyor.”

“Efendiler! Otuz kırk seneden beri ecnebî hesabına ve küfür ve ilhad namına bu milleti ifsad ve bu vatanı parçalamak fikriyle, Kur’ân hakikatine ve imân hakikatlerine her vesileyle hücum eden ve çok şekillere giren bir gizli ifsad komitesine karşı, bu meselemizde kendilerine perde yaptıkları insafsız ve dikkatsiz memurlara ve bu mahkemeyi şaşırtan onların Müslüman kisvesindeki propagandacılarına hitaben, fakat sizin huzurunuzda zâhiren sizinle bir kaç söz konuşacağıma müsaade ediniz.”

Sadece bu kadar değil. Daha başka yerlerde de Bediüzzaman, hizmet-i Kur’aniyeye çalışan insanların memurluk sahasına çekilerek nasıl Nurlardan soğutulduklarını anlatır ve şöyle der:

“Resmen iki büyük merkezde, iki heyet-i ilmiye, beyanı münasip olmayan çok esbaba binaen, her vesile ile, hoca kısımlarının Risale-i Nur dan çekilmeleri için çok vasıtaları istimal ediyorlar. Memuriyet gibi derd-i maişet belasıyla biçare hocaları dairelerine çekip, Nurlardan uzaklaştırıyorlar.”

“Cepheyi burada değiştirdiler. Düşmanâne taarruzdan vazgeçip, dostane hulûl edip, has talebeleri Risale-i Nur’un hizmetinden geri bırakmak için memuriyet gibi bir meşgale buluyorlar, veya terfian işi çok diğer bir memuriyete veya diğer bir meşgaleyi buluyorlar. Burada, o neviden çok vakıalar var. Bu taarruz, bir cihette daha zararlı görünüyor.”

Fakat benim burada asıl dikkatini çekmek istediğim metinler, Bediüzzaman’ın memurluğun kullanılabilir yanına değil de zulmetmeye meyyal tarafına dikkat çektiği yerler. Lahikalar içinde iki yerde de Bediüzzaman, memurluk içindeki bir kem damara dikkat çekerek, hem Demokrat Partiyi, hem de ondan sonra gelecek dindar hürriyetperverleri ‘Halk fırkasının paralel devletine’ ve ‘memur vesayetine’ karşı şöyle uyarıyor:

“Halk Partisi ise: Hakikaten acip ve zevkli bir rüşvet-i umumîyi kanunlar perdesinde bazı memurlara verdikleri için, yirmi sekiz senelik bütün cinâyatıyla başkaların cinâyâtı ve İttihatçıların ve mason kısmının seyyiatları da o partiye yükletildiği halde, Demokratlara bir cihette galip hükmündedirler. Çünkü ubudiyetin noksaniyetiyle enaniyet kuvvet bulur, nemrutçuluklar çoğalır. Bu benlik zamanında, memuriyet hakikatta bir hizmetkârlık olduğu halde, bir hâkimiyet, bir ağalık, bir nemrutçulukla nefse gayet zevkli bir hâkimiyet mertebesini bir kısım memurlara rüşvet olarak verdiği için, bütün o acip cinayetlerle ve kendinden olmayan ceridelerin neşriyatıyla beraber bana yapılan muamelelerinden hissettim ki, bir cihette mânen Demokratlara galip geliyorlar.”

“(...) memuriyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değil. Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubudiyetin zafiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş. Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp bir hâkimiyet ve müstebidâne bir mertebe tarzına getirdiğinden, abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi, adalet, adalet olmaz, esasiyle de bozulur. (...) Şimdi, Adnan Menderes gibi, ‘İslâmiyetin ve dînin icaplarını yerine getireceğiz’ diye ve mezkûr iki kanun-u esasîye karşı muhalefet edip tam zıddına olarak iki dehşetli cereyan, gayet büyük rüşvetle halkları aldatmak ve ecnebîlerin müdahalesine yol açmak vaziyetinde hücum etmek ihtimali kuvvetlidir.

Birisi: Birinci kanun-u esasîye muhalif olarak, bir câni yüzünden kırk mâsumu kesmiş, bir köyü de yakmış. Bu derecede bir istibdad-ı mutlak, her nefsin zevkine geçecek memuriyete bir hâkimiyet suretinde rüşvet vererek, dindar hürriyetperverlere hücum ediliyor.”

Garip gelebilir, ama ben bugünlerde yaşadıklarımızla bu metinler arasında ilginç bağlantılar kuruyorum. Özellikle Gülen Hareketiyle...

Hakikaten de Gülen Hareketi, Risale mesleğinden bu noktada büyük bir ayrılık gösteriyor. Bediüzzaman’ın aksine, kadrolaşabildiği her yerde, devletin (bizzat Gülen’in ifadesiyle) ‘kılcal damarlarına kadar sızmaya’ gayret ediyor. Bediüzzaman, memuriyetin ‘alet olma ve iradesizleştirme’ yönünden ne kadar kaçıyorsa; Gülen, o kadar bunun peşinde koşuyor. Hatta bizzat devlet içinde görevlendiremediği elemanlarını bile, yine kendi kurumlarında memurlaştırarak (ve dışarıda çalışmalarını günah saçan ortamlara girmek olarak tasvir ederek) iradesini kontrol altına alıyor. Belki onları asgarî ücretle süründürüyor, belki emeklerini sömürüyor, ama bunu da ‘hizmet-i Kur’an’ başlığı içinde ibadet olarak sunarak dizginlerini bırakmıyor. Asabiyetten ayrılmalarına izin vermiyor.

Özel teşebbüste bulunacakların bile, hareketin bu dalda faaliyeti olsun veya olmasın, mutlaka onlara danışması gerekiyor. Diyelim, bir yayınevi kurmak istediniz ve cemaattensiniz, eğer onlarla istişare etmezseniz (ki istişare değil, izin almak bu) dağıtımcı firmalarında yayınevinizi banlayarak ve hakkınızda kötü bir şöhret yayarak sizin piyasada iş yapmanızı engelleyebiliyorlar. Kendi dışında rızk (ve dolayısıyla özgürlük) alanları oluşmasını pek sevmiyor cemaat. Tasavvur ettiği dünya daha çok memurlar cumhuriyeti gibi. Tıpkı Orwell’ın karaütopyası 1984’te olduğu gibi. Hatta biraz daha cüretle; tıpkı Komünizm’de olduğu gibi. Kişinin kimliğini ve ekmeğini borçlu olduğu yere asabiyetle bağlandığı bir ütopya!

En serbest ticarî teşebbüslerin bile cemaatin üst kademesiyle istişare edildiği, onayıyla ancak yola çıkıldığı; verilen bu onayların da karşılığında yapılması istenen bazı ‘iyiliklere’ bağlandığı enteresan bir zemin bu. Gülen’in ve cemaatin dünyasında kurumların ve kurumlara mecbur memurların büyük bir yeri/önemi var. Hatta bu son krizde de en büyük emeği yine onların kurumlarında çalışan hazır kıtalar veriyor. Çünkü kendi içlerinde oluşturdukları bir ‘endoktrinasyonel kapalı enformasyon’ ağları da var. Memuriyet içinde kaldıkları sürece bu insanlar sadece kendileri gibi düşünenleri okuyor ve deklare edilen bilgileri yayıyorlar. Başka fikir o kapılardan içeriye sokulmuyor. Böylece de körükörüne itaate odaklı, asabiyet-i cemaatiye ile kuşanmış ‘memur orduları’ kuruluyor orada. Her yanlış, nevin enaniyeti ve bilimselliği içinde vicdanı sızlatmaz hale getiriliyor.

Bir diğer menfi yönü de; 17 Aralık milli iradeye darbe operasyonları sırasında bazı savcı ve emniyet mensuplarının söyledikleri sözlerden, takındıkları tavırlardan da farkettiğimiz o ‘hâkimiyet rüşveti.’ Bulunduğu makamın, Bediüzzaman’ın ilgili yerlerde sıklıkla vurguladığı gibi, millete hizmet yeri olduğunu düşünmeyip; kendisinin hâkimiyeti için, nemrutçuluk yapması için verildiğini sanarak, atanmış bir sarhoşlukla milletin seçtiğine meydan okuma çılgınlığı.

Mesela; “Sizi başbakan bile kurtaramaz!” veya “Boşbakan!” tarzı söylemler üretilebiliyor artık o makamlardan: “Bu derecede bir istibdad-ı mutlak, her nefsin zevkine geçecek memuriyete bir hâkimiyet suretinde rüşvet vererek, dindar hürriyetperverlere hücum ediliyor...” ve şahidi oluyorsunuz bunun. Bediüzzaman’ın dindar hürriyetperverler adına endişe ettiği paralel yapı, bu sefer şeytanın sağdan gelmesi gibi dinî bir hareket gılafı giyerek hürriyetinize saldırıyor.

Memuriyetin, iradesizleştirmesinden kendini kurtarabilmiş kardeşlerimi tenzih ederim. Fakat çoğunluk böyle ve bu halde. Bediüzzaman’ın uyarıları boş değil, boşuna değil. Görüyorsunuz ya, onun metinlerinden ışığını aldığını söyleyen koca bir cemaat, bir meyl-i memuriyet ve iktidara karışmak hevesiyle nasıl ülkeyi berbat ediyor, ortalığı fitne ile tutuşturuyor! Bu yapılanların, yaşananların Bediüzzaman’ın tavsip ettiği şeyler olduğu söylenebilir mi? ‘Hedef gösterip kelle istemeyi’ kulluğun zirvesi, hizmetin dibi sananlarla Risale mesleğinin ne alakası olabilir? Allah, bu çok kimlikli ‘adanmış robotlara’ karşı yardımcımız olsun. Paralel yapılara fırsat vermesin. Ve körükörüne itaatin yaptığı yıkımlardan ülkemizi, hürriyetimizi ve meşru hükümetimizi korusun. Âmin.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...