Sınanma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sınanma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Eylül 2022 Çarşamba

Rafızî olacağına Emevî ol!

İmtihanı bidayetinde bitirmek, bitirdiğini sanmak, yetinmek, tembellerin şanıdır. Hiçbir maksûd ilk adımın garantisi altında olmaz. Her başlayan bitirmez. Bitiremez. Menzile ancak sebat edenler varır. Evet. İmanımız bizi süreçle de sorumlu tutuyor. Kimse yalnız "Kalbim temiz!" demekle kurtulmuyor. Çünkü kalbinin temizliği-kirliliği de süreçle isbatlanıyor. Yaşamak bir isbattır. İblisin iftiralarına karşı delilimizdir. Takva ehli misin? O halde hakikaten kalbin temiz. Fâsık mısın? O halde beyanın yalan. Akıbet aynadır. Yani ki arkadaşım: Delilsiz iddianın yalandan pek bir farkı yok. Burhanın söyleminin canıdır. Zamanda/mekanda bir iz bırakmış olmalısın. Varoluşun ağzından çıkanı doğrulamalı. Ateşli bir sınanmadan geçmedikten sonra altınla toprak bir. Aleyhissalatuvesselam davasıyla parladıktan sonra anlıyorsun kim Ebu Bekir (radyallahu anh) kim Ebu Cehil (aleyhi'l-la'ne). Kim elmas kim kömür? Kim üzerindeki nuru inkâr ediyor. Kim "O söylemişse doğrudur!" diyor. İş her şekilde 'sürecin hakkını vermeye' bakıyor yani. Başlamak bitirmek değil.

Hem biliyor musun: İlk adımdan ötesini düşünmeyenlerin tehlikesi de çoktur. Mürşidim bir yerde musırrane der ki: "Lâkayt Emevîlik, nihayet sünnet cemaate, salâbetli Alevîlik, nihayet Râfizîliğe dayandı."

Neden öyle oldu? Çünkü taraflardan birisi haklı bir noktadan başladığı halde haklı kalmaya konsantre olmadı. İlk adımıyla baştan çıktı. Ehl-i Beyti bahane tuttu. "Bidayetteki haklılığım bana yeter!" dedi. Diğeriyse haksız bir noktadan başladığı halde haklılığı elde etmeye gayret etti. Ümmetin desteğini arzuladı. İtibar kazanmaya çalıştı. O gözünü kendine, bu gözünü ehl-i sünnet ve'l-cemaate, sabitledi. Ötesine bakmayan istikamete çekecekleri de göremedi. Uyarıları işitemedi. Sapmalarını keşfedemedi. Gözünü cemaatten ayırmayansa en nihayet içine dahil oldu. Süreç onu terbiye etti. Çünkü, makamını korumak için bile olsun, ister-istemez, onların temayülünü yokluyordu. Rızalarını arıyordu. Teveccühlerini kazanmaya çalışa çalışa sonunda 'onlardan birisi'leşti. Ümmetin geneline aldırdı. O genel de onu irşad etti.

Metnin devamında mürşidim başka misaller de veriyor: "Hem zâlime karşı miskinliği esas tutan Hıristiyanlık, nihayat tecellüd; cebbarlıkta ve zâlime karşı cihad, izzet-i nefsi esas tutan İslâmiyet—eyvah!—nihayet miskinlikte karar kıldı. Hem mebdei, taassup derecesinde azîmet olsa, nihayeti müsaheleye, ruhsata taraftarsa, nihayeti salâbete müncer olur. Bir kısım Hanbelî, Hanefî gibi. Hatta en garibi, bir kısım mutaassıplar, mesleklerinin zıddına olarak, küffara karşı müsamaha dostluk ve lâkayt Jönler husumet ve salâbet taraftarı çıktılar. Güya mebde-i Hürriyetteki mevkilerini becayiş ettiler."

İşte, arkadaşım, bence bu neviden bütün sıkıntılar bir tür 'ilk adımına kapanma'dan kaynaklanıyor. Bugün de ilk adımının tesellisiyle, belki de kolaycılığıyla, sürecin devamındaki sınanmalara konsantre olmayanlar şaşırtıyorlar. "Ben haklı bir noktadan başlıyorum!" cümlesinden başka ses işitmeyenler pusulalarını da yitirmeye yaklaşıyorlar. Halbuki, sen de bilirsin, bu ümmetin istikameti sünnet ve cemaat üzerinde durur. Onlara yaslananlar onlarla ayakta kalır. İslam cadde dinidir. Sahabe yolu cadde-i kübradır. Bundan ayrılanların, istikametini ümmetle sınamayanların, belki onları elitik bir tavırla küçümseyenlerin akıbeti kötüdür. Arasokakların dini olamaz İslam. Arasokaklarda en doğrusunu arayanlar yollarını şaşırırlar.

Ben, bugünlerde neredeyse CHP'ye oy toplayacak kadar kafasını/kalbini karıştırmış dindarların da, böylesi bir arıza yaşadıklarını düşünüyorum. Çünkü onlar da 'hak-hakikat-istikamet' üzerine cesim iddialarla yola çıktılar. Sonra mesleklerinde öyle boğuldular ki, şimdi nereye doğru gittiklerini, "Delil ve akıbete bakınız!" sisteminde sorgulatmıyorlar. Sağlama yapamıyorlar.

Ha, AK Parti'nin hatası yok mu? Elbette var. O da bir çeşit Emevîliğe gitmiş olabilir. İktidar mutlaka bozar. Güç, maddiyat, siyaset elbette zehirleyicidir. Fakat AK Parti'nin Emevîliği kimsenin Rafizîliğine bahane olamaz. Kimse Yezit'in yezitliğini bahane ederek Bizans ordusuna katılamaz. (Hz. Ali radyallahu anhın en ciddi taraftarlarından olan Ebu Eyyüb el-Ensarî radyallahu anh buna pek kıymetli bir misaldir. Kendisi İstanbul'un kuşatmasına Emevîlerin yönetimindeki bir orduyla katılmıştır.) Burası ne kadar kötüleşse yine dindar halkın teveccühüne bakıyor. İster-istemez desteğini kazandıracak şeyler yapıyor. Yapmaya zorunluluk hissediyor. Çünkü tabanı onlar. Ötekilerin böyle bir arayış içinde olduğu düşünülebilir mi? Takıyyelerine inanılır mı? Şahsen ben hiçbir türlü inanmıyorum. Eğer Emevîlik ve Rafızîlik arasında bir seçim yapmak zorunda bırakılacaksam oyum Emevîliğin olacak. Ehvenü'ş-şerreyn olarak onu destekleyeceğim. Çünkü onların gözü bizde. Nehirden ayrılan yine nehre karışabilir. Gözü dışarıda olan sonra bize karışır mı?

4 Şubat 2021 Perşembe

Sana nasıl soracaklardı ki doğmamışken?

"Allah yaratırken bana mı sordu?" veya "Bana mı sordunuz doğururken?" gibi cümleleri isyankâr bünyelerden sıkça duyarız. Kurulduğu mantık açısından bu tür sorular bana hep 'bozuk' gelir. Neden? Çünkü sual edilenin sualden önce varolması gerekir. Yani 'varolmak isteyip-istemediği' sorulacakların bu soruya bir cevap verebilmeleri 'varolmalarıyla' mümkündür. Dolayısıyla argüman paradoks içerir. Yokun sorgulanması mümkün olmayacağından cevap sahibi ister-istemez varolacaktır. Soru istiyorsa cevabı kaçınılmazdır: "Varolacaksın!" 

Olup-olmayacağını yokluktan cevaplamayaz. Karışamaz. Hoş: Standart bir müslüman için Cenab-ı Hak zaten yegane mülk sahibidir. Ve mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Yokun da sahibi Odur. Varın da sahibi Odur. Yaratılanın yaratmaya dahli yoktur. Zira yaratılan yaratmanın yokundadır. Öncesindedir. Evvelindedir. Üstelik elinden yaratmak da gelmemektedir. Elinden yaratmak gelmeyenin yaratılışı horgörmesi bir çizgifilm karakterinin çizerini sorgulamasına benzer: "Beni çizerken bana mı sordun?" Hayır. Elbette sormadı. Bu nasıl olacaktı ki?

Bizi böylesi kafa karışıklıklarına itenin iradenin gizemli varlığı olduğunu düşünüyorum. İrade varoluşta kendisine bırakılmış payı seziyor. Kararlar veriyor. Seçimler yapıyor. İmtihan bunun üzerine zaten. Fakat payın niteliğine dair yargısında her zaman isabet edemiyor. Ona bırakılmış pay bir 'yaratış' mıdır? Bazı istediklerinin, eylediklerinin veya hırsettiklerinin cevabını hemen alıyor çünkü. Elmayı ısırdığında tadı diline yayılmakta pek direnmiyor mesela. Babasının kucağında onu istediği yere sürükleyen bir bebek gibi şaşırıyor bu duruma: "Yoksa emirlerimi yerine getirmeye mecbur mu?" Babanın elbette böyle bir zorunluluğu yok. Varlığın da öyle. Çünkü bir bebeğin, eğer mantık sahibi olup da düşünebilse, ebeveyni böyle davranmaya mecbur edecek ilmi-iradesi-kuvveti yok. Ya? Ebeveynde bir şefkat var. Rabb-i Rahîm'imizde sonsuz bir rahmet var. Onlara dokunan yaralarımız,  dilemekle-çabalayışla-duayla asla gerçekleşmeyecek şeyleri, bir dileyişle-çabalayışla-duayla varolabilir kılıyor.

İradenin asıl mahiyetine uyanması için yapması gereken belli: Kapıldığı yargıların genelgeçerliğini sorgulamalı. Sözgelimi: Havaya attığı her taş yere düşen birisi, "Bunu hava aşağı doğru itiyor!" diye bir teori geliştirirse, sınama imkanı şudur: Havasız ortamda da aşağı düşüp düşmediğine bakmalıdır. Eğer yine de düşüyorsa belli ki bu iş havanın itmesinden değildir. Bizim de 'dilemek' ile 'yaratmak' arasındaki farkı derkimiz böylesi bir tecrübeyle mümkündür. Her dilediğimizi yaratabiliyor muyuz? Bunun böyle olmadığını gayet iyi biliyoruz. Hatta emek sarfettiklerimizin bile pek azının elimize geçtiğine şahidiz. Öyleyse iradenin amelle arasına koyması gereken ayraç kendini göstermiştir: "Ben diliyorum ama yaratan başkası galiba?" Kaynağını bilmemekle beraber, İmam Ali rahmetullahi aleyhe atfen işittiğim, "Allah'ın Allah olduğunu gerçekleşmeyen isteklerimden öğrendim!" sözü hikmetini bu pencereden nazara verir. Her dilediği gerçekleşen insan Rabbiyle arasına acizlik çizgisini çekemez. Yani Üveys-i Karanî Hazretlerinin münacaatında pek güzel dilegetirdiği o hakikatleri diyemez.

Üstelik 'dilemek' ile 'yaratmak' arasındaki kudret pergelini kapayamadığımız gibi 'ilim' pergelini de kapayamıyoruz. Nasıl? Şu an size bunları anlatırken parmaklarım klavyenin üzerinde geziniyor. Kainat denilen muazzam düzenliliğin içinde, onun yasalarının herbiriyle istisnasız bağlı olarak, insaniyetimin yasaları çalışıyor. Ben bu yasaların ne kadarına sahibim? Ne kadarını biliyorum? Ne kadarını seçiyorum? Ne kadarının şuurundayım? Evrenin başlangıcından şu ana, yazacağımın fikrimde oluşmasından parmağımdan buraya akışına, geçen süreçlerin ne kadarına hakikaten dahlim var? Bana sorarsanız hiç gibi birşey. Sadece yazacağım şeyi düşünüyorum. Yazmak arzusu duyuyorum. Düşünmek-arzulamak tam olarak nedir bilmeden yapıyorum bunları da. Parmaklarımdan buraya akması bitene kadar da kaç kasın nasıl incelikli/sistemli hareketler yapması gerektiğini, değil onları koordine etmekten, bilmekten-kuşatmaktan bile acizim. Araba ehliyetim bile yok ki buna ehliyetli olabileyim.

Yani aslında yazarken de yazmak tastamam nedir bilmeden yapıyorum bunu. Çünkü bilmem gerekmiyor. Yaratan ben olmadığımdan bilişin yükünden de kurtuluyorum. Onu Alîm-i Hakîm'e bırakıyorum. Ben bunu yapabilirim. Çünkü sadece dileyenim. Fakat Cenab-ı Hak bu bilişi kimseye bırakmaz. Çünkü Ondan başka yaratan yoktur. Kendi cehaletimden Ona pay biçemem. Onun ilminden kendime hüner çıkaramam. Bunlardan birincisi 'Subhanallah'ın manasını içerir. İkincisi 'Elhamdülillah'ın hikmetini anlatır. Üstelik tefekkür sürecim de bana bu bilişi bağışlayamaz. Çünkü Cenab-ı Hak kısıtlı tasavvurumdan da yücedir. İşte 'Allahu Ekber'i de buraya koyabilirsin.

Peki bunca cüziyeti içinde 'irade' neden var? Zorluk burada sanırım. Galiba insanlığın hikâyesinde asıl kaygı noktası 'varoluşun' değil de 'hürriyetin.' Yani başlarken alıntıladığımız suallerin doğrusu şu şekilde olabilir: "Beni O varettiyse neden hürriyet verdi?" Bu cidden önemli bir sorudur. Öyle ya: Taş gibi, ağaç gibi, melek gibi vs. 'hürriyetsiz' neden varolmadık? Neden seçimler yapabiliyoruz? Yahut da şöyle söyleyelim: Hürriyetimizin neden karanlık bir tarafı da var? Neden biz, bizimle birlikte herşeyi yaratan O olduğu halde, emrinden çıkabiliyoruz? İsyan edebiliyoruz? 'Zalûm' ve 'cehûl' olabiliyoruz? Yani karanlık tarafa geçebiliyoruz? Bu nasıl oluyor? Hem neden?

'Nasıl olduğuna' dair bir bilgim yok arkadaşım. Bu konuda mürşidimden ziyade söz diyemeyeceğim. O Kader Risalesi'nde söylüyor ki: "Elbette kâinatın intizam ve mizan lisanıyla hikmet ve adaletine şehadet ettiği bir Âdil-i Hakîm, insan için medar-ı sevap ve ikab olacak, mahiyeti meçhul bir cüz-ü ihtiyarî vermiştir. O Âdil-i Hakîm'in pek çok hikmetini bilmediğimiz gibi, şu cüz-ü ihtiyarînin kaderle nasıl tevfik edildiğini bilmediğimiz, olmamasına delâlet etmez. (...) Bizzarure, herkes kendisinde bir ihtiyar hisseder, o ihtiyarın vücudunu vicdanen bilir. Mevcudatın mahiyetini bilmek ayrıdır, vücudunu bilmek ayrıdır. Çok şeyler var, vücudu bizce bedihî olduğu halde, mahiyeti bizce meçhul. İşte, şu cüz-ü ihtiyarî, öyleler sırasına girebilir. Herşey malûmatımıza münhasır değildir. Adem-i ilmimiz onun ademine delâlet etmez..."  Yani Hakkın adaleti iradenin varlığını iktiza eder. Çünkü kâfirleri-zalimleri cehenneme atacağını buyuruyor. Halbuki seçme şansı vermediğinde bu şekilde yargılaması-cezalandırması adaletsizlik olurdu. Çünkü başka yapmak ihtimali ellerinden alınmış sayılırdı. Hem iradenin yapısını çözemiyor oluşumuz da olmamasını gerektirecek bir zorunluluk değildir. Bilmemekler olmamayı gerektirmez.

"Neden?" sorusuna cevabım ise yine aynı paragraftaki soruda gizli. Sen bunu da "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla işitiver. Yani: Belki bu işte sınanan sadece insan değildir. Belki de sınanan bizzat 'hürriyet'tir. Yahut da onu şöyle söylemeli: Beşer hürriyetin itiraf etmesi gereken bir acizliğin vasıtası olmuştur. "Allah hidayet etmezse hürriyet erişemez." Cenab-ı Hakkın hidayetine isabet etmediğinde hürriyet de haklı değildir. Doğru değildir. Arkadaşım, inşaallah onlardan oluruz, hidayete erenler bu hakikati bir yanıyla isbat ediyorlar; inşaallah onlardan sayılmayız, karanlığı seçenlerden bunun diğer yanını gösteriyorlar. Nihayetinde hürriyet dağları korkutacak bir yük görünüyor. O Rahman u Rahîm aciz omuzlarımıza acısın da tevfikini refikimiz eylesin. Âmin. Âmin. Âmin.

9 Şubat 2015 Pazartesi

Ancak yarışmayan kazanmıştır

“Kim kendisiyle Allah arasındaki işleri ıslah ederse insanlarla arasındaki işler konusunda Allah ona yeter.” (el-Câmi’ li-Ahkami’l-Kur’ân)

Yazdıklarımız, bir yönüyle dışarıya açılan kapılarımız, bir yönüyle esir alıcı duvarlar. Özellikle özümüze dokunan şeyler yazıyorsak kendimizi de bir parça esir alıyoruz demektir arkadaşım. Evet. Öyle. Nefsinden bahsetmek daha bir dikkatli olmaya mecbur eder insanı. Neden? Zira, öteki hakkında yazdığımız şeyler yalansa, mutlaka bir yerlerde yakalanırız. Mihenge vuruluruz. Sınanırız. Sıbğalanırız. Ötemizi bilmekte yalnız değiliz çünkü. Yani tek bilen değiliz. Dünya bilgisi az-çok herkese açıktır. Sır tutulmaz kolay kolay âfâkta. Tasannu yapılmaz. Yapılamaz. Yapanın da yüreğinde bir yakalanma endişesi herdaim asılı durur.

Fakat, dikkatini çekti mi, hakkında konuştuğumuz şey kendimizsek imtihan çetinleşiyor. Çünkü yakalanmamız daha zormuş gibi geliyor. “Yalan söylesek bile kimse anlamaz(!) İçimizin şahidi yalnız biziz(!)” sanıyoruz. Sanrılıyoruz. Şaşırıyoruz. O yüzden kalemin ucunu en çok böylesi metinlerde kaçırmaya yatkınız. Mübalağaya meyyaliz. Tasannuya eğilimliyiz. Eh, hayat da böyle yalın yalın çekilmez, kahvemizi birazcık köpürtmek isteriz. Hatta bazen daha iyi birisi olma arzusu gibi masum birşey dahi beyanın samimiyetine taarruz eder.

Halbuki ‘ben’i hakkında yalan söyleyenin yakalanması daha fenadır. Perişanlığı daha bir perişanlıktır. Bu neden böyledir? Belki şundan: Ötesi hakkında yalan söyleyenin cehaleti (veya hatasını elverir başka bir özrü) onu kurtarabilir. Affedilmesini sağlayabilir. Fakat kendisi hakkında yalan söyleyen yakalandığında hatası bilişsel değil ahlakî bulunur. Alnına hemen 'kezzap' damgası vurulur. Çünkü kendini bilmeme şansı yoktur. Özrü yoktur. Sığınacağı bir dam yoktur.

Böyle birisini tanımıştım. O kadar çok kendisi hakkında yalan söylüyordu ki yüzüne çarpmak hiçkimsenin içinden gelmiyordu. Konuşması, tartmak için çaba sarfetmeye değmez, bir gürültüydü bizim için. İçerdiği hükümlere de inanılmıyordu. Ve kendisi de, bu kadar sık söylediği halde, farkedildiğinin farkında değildi. Kurnazlık yapıyordu güya. Ve inanın başardığını sanıyordu. Fakat hakkın kurnazlığa ihtiyacı olur mu? Kurnazlık, daha kullanıldığı anda, sahibinin üzerine soru işareti koyar.

Ne hakkın ne de sâlim aklın kurnazlığa ihtiyacı yok. "En büyük hile hilesizliktir..." derken mürşidimin de altını çizdiği bu sanırım. Doğru, yarışmaya, kazanmaya ve kıvırmaya mecbur olmayandır. Çünkü zaten muhatabının tasdikine muhtaç olduğunu düşünmez. Yanlış ile arasındaki kategorisel farklılığa dikkat çekmesi yeterlidir onun için. "Ben doğruyum, o yanlış, bitti." Güzelliğini kendi üzerinden tarif eder. Ötesi üzerinden değil.

Yanlışa baskın gelmek, kalabalıkları peşinde sürüklemek, her zaman rağbet edilir olmak, bunlar hakikatin görevi değildir. Doğru ‘doğru kalmakla’ görevlidir yalnız. Bu açıdan "Hasbunallah!/Allah bize yeter!" ifadesi, sırf bir teselli olmaktan öte, bir düstur-u istiğnadır da. Tıpkı Âl-i İmran sûresinde kısa bir mealiyle buyrulduğu gibi: "Bir kısım insanlar mü’minlere: 'Düşmanlarınız size karşı asker topladılar, sakının onlardan!' dediklerinde, bu onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve 'Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!' dediler."

‘Mış gibi’ olana hakkın yanında duranların ihtiyacı yok. Olmamalı. Hak ‘hak’ olduğunu ispat etmek için varlığından başka birşeye muhtaç değildir. Anımsayalım: "Şahit olarak Allah yeter!" meali Kur'an'da pek sık geçen bir manadır. Bu manadaki ihtar şahitlikler konusunda bir istiğna da öğütler. Evet. Hakikat Allah'tan başkasının şahitliğine ihtiyaç duymayandır.

Arkadaşım, bana öyle geliyor ki, en çok yarışırken kaybediyoruz. Yarışmayı kaybetmesek bile masumiyetin kaybını yaşıyoruz. Hatta ilk olarak yarışmanın kendisi ihlasımızı incitiyor. Haksa haklılığında yarışmayan birşey. ‘Allah’ derken de kastettiğimiz başkasına yaslanmaya ihtiyaç duymayan bir ilah değil mi? Yaslanan birşeye ‘Allah’ denilebilir mi? Delilleri biz, Onun hak oluşuna birşeyler katmak için değil, nefsimizi ikna etmek için kullanıyoruz. Biz yaslanıyoruz yani delile. Kayyum olan Allah'ı yaslamıyoruz. Hâşâ. Demem o ki arkadaşım: Bu yönüyle delil de bizim ihtiyacımız. Samed olan Rabbimiz delile muhtaç değil. Tefekkürümüze yeni mârifetler bahşedildiğinde böbürlenmeye hakkımız yok. Ona birşey bağışlamış olmadık ki. Bilakis. Bağışlanan yine biziz. Elhamdülillah.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...