Sormak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sormak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Şubat 2021 Perşembe

Sana nasıl soracaklardı ki doğmamışken?

"Allah yaratırken bana mı sordu?" veya "Bana mı sordunuz doğururken?" gibi cümleleri isyankâr bünyelerden sıkça duyarız. Kurulduğu mantık açısından bu tür sorular bana hep 'bozuk' gelir. Neden? Çünkü sual edilenin sualden önce varolması gerekir. Yani 'varolmak isteyip-istemediği' sorulacakların bu soruya bir cevap verebilmeleri 'varolmalarıyla' mümkündür. Dolayısıyla argüman paradoks içerir. Yokun sorgulanması mümkün olmayacağından cevap sahibi ister-istemez varolacaktır. Soru istiyorsa cevabı kaçınılmazdır: "Varolacaksın!" 

Olup-olmayacağını yokluktan cevaplamayaz. Karışamaz. Hoş: Standart bir müslüman için Cenab-ı Hak zaten yegane mülk sahibidir. Ve mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Yokun da sahibi Odur. Varın da sahibi Odur. Yaratılanın yaratmaya dahli yoktur. Zira yaratılan yaratmanın yokundadır. Öncesindedir. Evvelindedir. Üstelik elinden yaratmak da gelmemektedir. Elinden yaratmak gelmeyenin yaratılışı horgörmesi bir çizgifilm karakterinin çizerini sorgulamasına benzer: "Beni çizerken bana mı sordun?" Hayır. Elbette sormadı. Bu nasıl olacaktı ki?

Bizi böylesi kafa karışıklıklarına itenin iradenin gizemli varlığı olduğunu düşünüyorum. İrade varoluşta kendisine bırakılmış payı seziyor. Kararlar veriyor. Seçimler yapıyor. İmtihan bunun üzerine zaten. Fakat payın niteliğine dair yargısında her zaman isabet edemiyor. Ona bırakılmış pay bir 'yaratış' mıdır? Bazı istediklerinin, eylediklerinin veya hırsettiklerinin cevabını hemen alıyor çünkü. Elmayı ısırdığında tadı diline yayılmakta pek direnmiyor mesela. Babasının kucağında onu istediği yere sürükleyen bir bebek gibi şaşırıyor bu duruma: "Yoksa emirlerimi yerine getirmeye mecbur mu?" Babanın elbette böyle bir zorunluluğu yok. Varlığın da öyle. Çünkü bir bebeğin, eğer mantık sahibi olup da düşünebilse, ebeveyni böyle davranmaya mecbur edecek ilmi-iradesi-kuvveti yok. Ya? Ebeveynde bir şefkat var. Rabb-i Rahîm'imizde sonsuz bir rahmet var. Onlara dokunan yaralarımız,  dilemekle-çabalayışla-duayla asla gerçekleşmeyecek şeyleri, bir dileyişle-çabalayışla-duayla varolabilir kılıyor.

İradenin asıl mahiyetine uyanması için yapması gereken belli: Kapıldığı yargıların genelgeçerliğini sorgulamalı. Sözgelimi: Havaya attığı her taş yere düşen birisi, "Bunu hava aşağı doğru itiyor!" diye bir teori geliştirirse, sınama imkanı şudur: Havasız ortamda da aşağı düşüp düşmediğine bakmalıdır. Eğer yine de düşüyorsa belli ki bu iş havanın itmesinden değildir. Bizim de 'dilemek' ile 'yaratmak' arasındaki farkı derkimiz böylesi bir tecrübeyle mümkündür. Her dilediğimizi yaratabiliyor muyuz? Bunun böyle olmadığını gayet iyi biliyoruz. Hatta emek sarfettiklerimizin bile pek azının elimize geçtiğine şahidiz. Öyleyse iradenin amelle arasına koyması gereken ayraç kendini göstermiştir: "Ben diliyorum ama yaratan başkası galiba?" Kaynağını bilmemekle beraber, İmam Ali rahmetullahi aleyhe atfen işittiğim, "Allah'ın Allah olduğunu gerçekleşmeyen isteklerimden öğrendim!" sözü hikmetini bu pencereden nazara verir. Her dilediği gerçekleşen insan Rabbiyle arasına acizlik çizgisini çekemez. Yani Üveys-i Karanî Hazretlerinin münacaatında pek güzel dilegetirdiği o hakikatleri diyemez.

Üstelik 'dilemek' ile 'yaratmak' arasındaki kudret pergelini kapayamadığımız gibi 'ilim' pergelini de kapayamıyoruz. Nasıl? Şu an size bunları anlatırken parmaklarım klavyenin üzerinde geziniyor. Kainat denilen muazzam düzenliliğin içinde, onun yasalarının herbiriyle istisnasız bağlı olarak, insaniyetimin yasaları çalışıyor. Ben bu yasaların ne kadarına sahibim? Ne kadarını biliyorum? Ne kadarını seçiyorum? Ne kadarının şuurundayım? Evrenin başlangıcından şu ana, yazacağımın fikrimde oluşmasından parmağımdan buraya akışına, geçen süreçlerin ne kadarına hakikaten dahlim var? Bana sorarsanız hiç gibi birşey. Sadece yazacağım şeyi düşünüyorum. Yazmak arzusu duyuyorum. Düşünmek-arzulamak tam olarak nedir bilmeden yapıyorum bunları da. Parmaklarımdan buraya akması bitene kadar da kaç kasın nasıl incelikli/sistemli hareketler yapması gerektiğini, değil onları koordine etmekten, bilmekten-kuşatmaktan bile acizim. Araba ehliyetim bile yok ki buna ehliyetli olabileyim.

Yani aslında yazarken de yazmak tastamam nedir bilmeden yapıyorum bunu. Çünkü bilmem gerekmiyor. Yaratan ben olmadığımdan bilişin yükünden de kurtuluyorum. Onu Alîm-i Hakîm'e bırakıyorum. Ben bunu yapabilirim. Çünkü sadece dileyenim. Fakat Cenab-ı Hak bu bilişi kimseye bırakmaz. Çünkü Ondan başka yaratan yoktur. Kendi cehaletimden Ona pay biçemem. Onun ilminden kendime hüner çıkaramam. Bunlardan birincisi 'Subhanallah'ın manasını içerir. İkincisi 'Elhamdülillah'ın hikmetini anlatır. Üstelik tefekkür sürecim de bana bu bilişi bağışlayamaz. Çünkü Cenab-ı Hak kısıtlı tasavvurumdan da yücedir. İşte 'Allahu Ekber'i de buraya koyabilirsin.

Peki bunca cüziyeti içinde 'irade' neden var? Zorluk burada sanırım. Galiba insanlığın hikâyesinde asıl kaygı noktası 'varoluşun' değil de 'hürriyetin.' Yani başlarken alıntıladığımız suallerin doğrusu şu şekilde olabilir: "Beni O varettiyse neden hürriyet verdi?" Bu cidden önemli bir sorudur. Öyle ya: Taş gibi, ağaç gibi, melek gibi vs. 'hürriyetsiz' neden varolmadık? Neden seçimler yapabiliyoruz? Yahut da şöyle söyleyelim: Hürriyetimizin neden karanlık bir tarafı da var? Neden biz, bizimle birlikte herşeyi yaratan O olduğu halde, emrinden çıkabiliyoruz? İsyan edebiliyoruz? 'Zalûm' ve 'cehûl' olabiliyoruz? Yani karanlık tarafa geçebiliyoruz? Bu nasıl oluyor? Hem neden?

'Nasıl olduğuna' dair bir bilgim yok arkadaşım. Bu konuda mürşidimden ziyade söz diyemeyeceğim. O Kader Risalesi'nde söylüyor ki: "Elbette kâinatın intizam ve mizan lisanıyla hikmet ve adaletine şehadet ettiği bir Âdil-i Hakîm, insan için medar-ı sevap ve ikab olacak, mahiyeti meçhul bir cüz-ü ihtiyarî vermiştir. O Âdil-i Hakîm'in pek çok hikmetini bilmediğimiz gibi, şu cüz-ü ihtiyarînin kaderle nasıl tevfik edildiğini bilmediğimiz, olmamasına delâlet etmez. (...) Bizzarure, herkes kendisinde bir ihtiyar hisseder, o ihtiyarın vücudunu vicdanen bilir. Mevcudatın mahiyetini bilmek ayrıdır, vücudunu bilmek ayrıdır. Çok şeyler var, vücudu bizce bedihî olduğu halde, mahiyeti bizce meçhul. İşte, şu cüz-ü ihtiyarî, öyleler sırasına girebilir. Herşey malûmatımıza münhasır değildir. Adem-i ilmimiz onun ademine delâlet etmez..."  Yani Hakkın adaleti iradenin varlığını iktiza eder. Çünkü kâfirleri-zalimleri cehenneme atacağını buyuruyor. Halbuki seçme şansı vermediğinde bu şekilde yargılaması-cezalandırması adaletsizlik olurdu. Çünkü başka yapmak ihtimali ellerinden alınmış sayılırdı. Hem iradenin yapısını çözemiyor oluşumuz da olmamasını gerektirecek bir zorunluluk değildir. Bilmemekler olmamayı gerektirmez.

"Neden?" sorusuna cevabım ise yine aynı paragraftaki soruda gizli. Sen bunu da "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla işitiver. Yani: Belki bu işte sınanan sadece insan değildir. Belki de sınanan bizzat 'hürriyet'tir. Yahut da onu şöyle söylemeli: Beşer hürriyetin itiraf etmesi gereken bir acizliğin vasıtası olmuştur. "Allah hidayet etmezse hürriyet erişemez." Cenab-ı Hakkın hidayetine isabet etmediğinde hürriyet de haklı değildir. Doğru değildir. Arkadaşım, inşaallah onlardan oluruz, hidayete erenler bu hakikati bir yanıyla isbat ediyorlar; inşaallah onlardan sayılmayız, karanlığı seçenlerden bunun diğer yanını gösteriyorlar. Nihayetinde hürriyet dağları korkutacak bir yük görünüyor. O Rahman u Rahîm aciz omuzlarımıza acısın da tevfikini refikimiz eylesin. Âmin. Âmin. Âmin.

15 Nisan 2016 Cuma

Çocuklar neden sorar?

Yeğenim dokuz yaşına geldi. Eskisi gibi kucaklamamıza, öpmemize veya sarılmamıza müsaade etmiyor. Bütün bunlar ancak onun içinden de gelirse ve izni dairesinde olabiliyor artık. Bir şekilde anlaşmalısınız. Anlaşabilirseniz, ki bu daha çok kazan-kazan tarzı bir vaadle mümkün olabiliyor, o zaman beyzadeden bir busecik almakla (artık yanaktan da yok, ancak başından öpebilirsiniz) şereflenebilirsiniz.

Pekçok huyu değişti. Mesela eskisi gibi kolay kandırılmıyor. Ona söylediklerimin hangisinin şaka olabileceğini veya hangilerinin kendisini gaza getirmek için söylenmiş olduğunu (her an tetikte bir şekilde) sınıyor. Daha uzun cümleler kuruyor. Açıklarımızı yüzümüze vurmaya hazır. Kendisini savunmayı öğrendi. Sadece ağlayarak değil, bir mantık çerçevesinde deliller de sunarak (ama çocukça bir mantık bu) karşı koyabiliyor. Ah, bir de, söylemeden geçemeyeceğim, eli çok ağırlaştı. Artık şakayla da olsa vurmalı oyun oynanmıyor. Vurduğu yeri morartıyor. Benim şakalarımı anlasa da 'şakacıktan vurmak' denen şeyi kendisi anlayabilmiş değil.

Birşeyi aynı sadece: Soruları. İçerik itibariyle elbette büyük değişimler var. Mesela eskiden yağmurun nasıl yağdığını tekrar tekrar anlattırırdı. Şimdi karadelikler, yanardağlar ve dinazorlar ilgi alanları. Galiba bizim için sıradanlaşanlar, onun için de sıradanlaşmaya başladı. Bu bir yönüyle kötü haber. Ama güneşin doğuşu bizim de gözümüze 'harika' görünmeyeli epey zaman oldu. Alıştık. Bunun ona da olmamasını bekleyemezdim. Süreç onda da işledi. Artık sadece her an karşısına çıkmayacak olanları sıradışı buluyor. Yağmur cazibesini kaybetti. Bulutlar ve kuşlar da öyle.

Yalnız hakkını vermeliyim: Soru sayısında hiçbir azalma yok. Geçmişte bu soruları meraktan sorduğunu sanıyordum. Şimdi tamamen öyle olduğunu düşünmüyorum. Çocukların soruları, galiba biraz da bizim çok bilmişliğimizin eseri. Küçükken onların meraklarına cevap vermek bir büyüklük kibri veya bir yol göstericilik şehveti sağlıyordu bize. Bu yeniyetme cahillerin yanında kendimizi âlim sanıyorduk. Sordular, cevap verdik. Sordular, cevap verdik ve bu soru-cevap faslından büyük keyif aldığımızı da onlara gösterdik. Kendilerini bizim sevgimize ve ilgimize muhtaç gören bu sevgi pıtırcıkları da iletişim kanalı olarak onu seçtiler.

Bence bir çocuk çok soru soruyorsa, biraz da büyükleriyle iletişim kurmaya ihtiyaç duymasındandır. Çünkü dikkat ediyorum: Çoğu kez daha evvel aldıkları cevapları unutmuş gibi yapıp tekrar soruyorlar. Yeğenimle yaptığım bir iki sınamada anladım. Mesela; bir çizgifilm karakterinin ismini aylardan sonra tekrar sorduğunda, ben farklı birşey söyleyince uyarmadan edemedi: "Ama o zaman başka söylemiştin. Yalan mı söylemiştin?" Demek unutmamıştı. Ama yine de benden tekrar duymak istiyordu. Bunu görmemin ardından yeğenime 'onun konuştuğu zamanlar mutlu olduğum bir dünyayı' değil, 'onun sorup benim cevap verdiğim bir dünyayı' ideal bir dünya gibi gösterdiğimi anladım.

Aksini yapsam merakı ve soruları tükenir miydi? Tükenmezdi elbette. Merak insanın üzerine yaratıldığı şey. Öğrenmenin kapısı. Fakat bugünlerde ona yorum yaptırmaya daha çok gayret ediyorum. Bazen birşeyi bana sorduğunda "Sence nasıl olmuştur?" diyorum. O zaman dakikalarca anlatıyor kafasındakileri. Sonra ben de benimkileri anlatıyorum. Bazen ikisini de, hatta bazen halalarından öğrendiklerini de defterine yazdırıyor. Beni yıldırması birşey değil de inşaallah kendisi yılmaz. Çünkü nihayetinde her soru bir duadır. Allah, ilmi, cevaplar suretinde yaratır. Bu masumların duaları kabule bizimkilerden daha yakın. Hem Zübeyir Tercan abi bir sunumu sırasında şuna yakın birşey dememiş miydi: "Allah, bize, cevaplamamız gereken soruları çocuklar üzerinden gönderiyor."

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...