29 Aralık 2017 Cuma

Tekrarda bir şefkat var

Monotonluktan sıkıldığını biliyorum. Belki faydası dokunur. O yüzden sana bunu da yazmak istiyorum arkadaşım: Tekrarda bir şefkat de var. Ben gördüm. Bunu bana gördüren/düşündüren okuduğum bir yazardır. Ki o yazar, eserlerinde, aynı konulara sık sık değinir. Aynı hakikatlerin altını sık sık çizer. Ancak bunu bir özenle yapar. Tekrar özenle yapılırsa insanı bıktırmaz. Ne demek istedim şimdi? İzah edeyim: Eğer bir insanın 'özellikle' ve 'yeni özenişlerle' birşeyi tekrar ettiğini hissedersen sıkılmazsın. Arkasındaki kastı/ilgiyi hissedersin. Görünüşteki sıradanlığı aşarsın. Fakat aynı insan özensizce/ilgisizce ve yenilenmeyen bir emekle tekrarlar yaparsa bu seni bıktırır. Çünkü görmezden gelindiğini, aradan çıkarıldığını veya ıskalandığını düşündürür.

Niyet bu yüzden azizdir. Sevdiğinin, gözlerine dikkatle bakarak "Seni seviyorum!" demesiyle, her konuşmanın ardına farklı farklı sevgi sözcükleri iliştirmesi arasında bir fark vardır. İlkinde 'tekrar içinde bir yenidenlik' ikincisinde 'yenidenlik içinde bir tekrar' yaşanır. İşte, benim sevdiğim yazar da aynı şeyleri tekrar tekrar yazıyor, fakat bunu yeni cümleler ve bağlamlarla yaptığı için 'metni şişirmeye çalışmadığı' anlaşılıyor. Bunu farketmek beni 'aradan çıkarılmadığım' hissiyle besliyor. İnsan özenilmekten beslenir mi? Mutlaka beslenir. Allah'ın üzerimizde yarattığı açlıklardan birisi de budur.

Ehadiyeti, yani Allah'ın bütün isimleriyle her an herbirimizin yanında olduğunu, herbirimize ayrı ayrı yönelişi olduğunu ve hiçbirimizin onun, tabir-i caizse, dikkatinden kaçmadığımızı biz bu açlık sayesinde biliriz. Pardon, önce böyle bir dikkatin üzerimizde olmasını arzularız, buna şiddetli bir açlık duyarız, sonra da yaşadığımız 'bize özel' harikalar/mucizeler üzerinden bunu okur, bilir ve doyarız. Zaten ancak bu olursa (buna inanıyorsak) dua ederiz. Çünkü ancak böyle inanılırsa istenilir ve isteriz.

Fatiha'daki geçişin öğrettiği sırdır bu. Bundan umutlanırız. Dikkatten asla kaçmadığımız hissidir ki, bizi, Allah ile birebir irtibatlı, birebir ona âşık, birebir ondan ister/diler kılar. "Malikiyevmiddin." Hesap gününün sahibi ise, yani bize bir hesap soracak ise, bize ilgisi var demektir. Üzerimizde nazarı var demektir. Hesap sormak ilgi işidir çünkü. O zaman isteyebiliriz: "İyyake nabüdü ve iyyake nestain." Çünkü bizi duyar. Çünkü bizi görür. Çünkü bize ilgilidir. Geri kalan herşeye dudak kıvırabiliriz böylece. Şirk bu dudak kıvırmayla tarumar olur.

İzzetimiz de en çok buradan beslenir. Allahımız Ehad olduğu için hiçkimseye eyvallahımız yoktur. Çünkü onların üzerimizdeki gözeticinin bilişini ve tasarrufunu perdeleme imkanları yoktur.

Tekrardaki şefkate geri dönelim. İşte, bu yazar, metinlerindeki tekrarla beni güzelce teselli ediyor. Bana şefkat ediyor. Nasıl? Bu tekrar sayesinde umutlanıyorum ki: Metnin tamamını okumayı başaramamış olsam da, hatta bazı satırlarda şaşırsam da, herşeyi kaçırmamış olabilirim. Yani okuyamadığım kısımları da bir nebze okumuş olabilirim. Eğer bu mesaj, eşit şekilde metnin tüm katmanlarına nüfuz etmişse, ki bu nüfuzu en çok 'tekrar' gösterir, o halde okunmamışlar da birazcık okunmuş sayılabilir. Evet! Kaçırılanlara üzülünmez artık. Çünkü kaçırılanlar da aslında tastamam kaçırılmamıştır.

İşte, bu yüzden, o yazarın okumadığım bir metni varsa bir yerlerde, okuyamadığım için dertlenmem. Eksik kaldığımı düşünmem. Elime geçeni okumaya çalışmak bana yeter. Çünkü kelamları birbirine bir şekilde benzer. Aynı hakikatleri söyler. Aynı gerçekleri bildirir. Bu açıdan, bana hakkında sorulsa, 'o yazarın okurlarına çok ama çok şefkatli olduğunu' söylerim tam bir inançla.

Ne mutlu bana! Bir kere onu okumayı öğrenmişimdir ya! Ellerim ne kadar küçük olursa olsun içine bir dünya sığmıştır demek ki. Varlığımdan bu dünyanın yalnızca bir parçası değil bir özeti geçmiştir. Sahibim, şahitleri olamadığım, ama varlıklarından haberdar olduğum hiçbirşeyden benim mahrum etmemiştir. Hepsinden bir kaşık şu küçük damağa dokunmuştur. Şükürler olsun.

Buraya kadar bana katlanan arkadaşım. Biraz da mürşidimin şu güzel cümlelerini dinle. Belki buradan hem Kur'an'daki tekrarlara hem de bazen hata ile şikayetçisi olduğun kainatta tekrar be tekrar yaşanan fiillere gönül tazeleyen bir bakış bulursun: "Hem herkes her vakit bütün Kur'ân'ı okumaya muktedir olamaz, fakat bir sûreye galiben muktedir olur. Onun için, en mühim makàsıd-ı Kur'âniye ekser uzun sûrelerde derc edilerek, herbir sûre bir küçük Kur'ân hükmüne geçmiş. Demek, hiç kimseyi mahrum etmemek için, tevhid ve haşir ve kıssa-i Musa gibi bazı maksatlar tekrar edilmiş."

Evet, Kur'an'da çok şefkatli bir tekrar var, ama yalnız Kur'an'da değil bu tekrar. Kainatta da var. Hayatta da var. Bir döngü çerçevesinde yaşanıyor herşey. Bu döngü herşeyi herşeyin özeti haline getiriyor. Kem bahtından şikayetçi olma. Yaşadığımız özet bütünden nasipsiz değil. Onun sayesinde insanlığa söylenen hiçbirşeyi kaçırmamış oluyoruz. Şimdi yazının başında dediklerimi aklına getir ve düşün: Bu inceliği, hiçbir söylediğini/yarattığını diğerine benzetmek zorunda olmayan sonsuz bir yaratış sahibine yaptıran, rahmetinden başka, nedir sence?

25 Aralık 2017 Pazartesi

Tevhid kainatın ismetidir

Geçtiğimiz günlerde 7. Şua'yı tekrar okurken farkettim. Mürşidim birşeye çok sık vurgu yapıyor. O da şudur: Şirkin şükür dağıtıcılığıdır. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Cenab-ı Hak, herşeyi insanın merkezde olduğu bir düzende, insanı ise şükrün merkezde olduğu bir düzende yaratmış/yaratıyor. İçiçe geçmiş dairelerin merkezinde veya şu ağacın meyvesinde 'şükür' var. Varoluşun en son dönüştüğü şey şükür. Sanki bu çarkın tüm işleyişi şu mahsul için. Varoluşun döngüsü hep nihayetinde ona hizmet ediyor. Ve ona hizmet ettikçe de değer kazanıyor. Bu pencereden bakarak diyor ki mürşidim:

"Şu kâinatın Hâlık-ı Hakîmi, kâinatı bir ağaç hükmünde halk edip, en mükemmel meyvesini zîşuur, ve zîşuurun içinde en câmi meyvesini insan yapmıştır. Ve insanın en ehemmiyetli, belki insanın netice-i hilkati ve gaye-i fıtratı ve semere-i hayatı olan şükür ve ibadeti, o Hâkim-i Mutlak ve Âmir-i Müstakil, kendini sevdirmek ve tanıttırmak için kâinatı halk eden o Vâhid-i Ehad, bütün kâinatın meyvesi olan insanı ve insanın en yüksek meyvesi olan şükür ve ibadetini başka ellere verir mi? Bütün bütün hikmetine zıt olarak, netice-i hilkati ve semere-i kâinatı abes eder mi? Hâşâ ve kellâ, hem hikmetini ve rububiyetini inkâr ettirecek bir tarzda, mahlûkatın ibadetlerini başkalara vermeye rıza gösterir mi?"

Külliyat içinde bu dersi içerir çok yer var. Özetle öğrettikleri ise şu: Dünya tarlasını şükür mahsulü için yaratan Allah, sebeplerin/nedenlerin eline de bir yaratma gücü verip, murad ettiği mahsulü onlarla paylaşmaz. Eğer almak dilediği şu mahsulse, ki belli ki öyledir, o halde mahsulün 'kime ait olacağını' şaşıracağı bir 'şirk sistemi' kurmaz. Makbul seçeneklerin sayısını arttırarak zatına hasredilmesini istediği ibadetin, şükrün veya hamdin başka ellere dağılmasına yol açmaz. Yok, eğer açtıysa, bu sefer adresi şaşıranlara hesap sormak gibi bir adaletsizlik yapmaz. Vahyinde 'Yalnız kendisine ibadet etsinler diye' yarattığını söylemez. Şart koşmaz. Çünkü yaratıcıların sayısını arttırarak adresleri çoğaltan da kendisidir. Yani yaratışından nihayet kemalde olduğu anlaşılan bir Allah, kullarını, hem 'şaşırtan' hem de 'şaşırdıkları için hesap soran' olamaz.

Buradan şuraya geleceğim: Biz peygamberlerin ismetine neden inanırız? Sadece kudsî metinlerde öyle haber verildiği için mi? Hayır. Hem kudsî metinlerde öyle haber verildiği için hem de akıl/mantık bunu zorunlu kıldığı için inanırız. Ne demek bu? Açmaya çalışayım: Eğer bir peygamber 'günah işleyebilir' olursa tebliğ ettiği şeriatın içinde de pekâlâ böyle günahlar işleyebilir.

Mesela: Bir peygamber (hâşâ) yalancı olursa insanlığa ilettiği hakikatlerin içerisine de 'Sinek küçüktür ama mide bulandırır' tarzı bir zehir damlar. Böyle bir şüphe oluştuktan sonra şeriatın ne kadarı tastamam vahiy, ne kadarı vahiy değil, beşer bunu ayıramaz/anlayamaz hale gelir. Çünkü akıl gayba dair bilgilere şehadet alemindeki bilgiler gibi yakîn kesbedemez. Miraç olmuş mudur olmamış mıdır? Namaz beş vakit mi emredilmiştir yoksa Aleyhissalatuvesselam (hâşâ) kendisi mi bu rakamı uygun görmüştür? Hz. Ebubekir (r.a.) gibi "O söylüyorsa doğrudur!" mertebesine ulaşmadan bir yere gidemeyiz. Kur'an "O ancak kendisine vahyolunanı söyler!" derken bu türden muhtemel kirleri de temizler.

Yani demem o ki: Böyle şeylerin tamamından kurtuluşumuz 'ismete iman' iledir. Ve ismet de, görüldüğü üzere, Cenab-ı Hakkın Hakîm isminin muktezasıdır/gereğidir. Eğer bir nebi gönderip de ona ismet vermezse Hak Teala gönderdiği mesajın ne kadarının güvenilir olduğunu-olmadığını tesbitte insanlık müşküle düşer. Ayıramaz. Tayin edemez. Bir cümlesinin yalan oluşu diğer bütün cümlelerinde de aynı tereddüdün oluşabilmesine sebep olur. Bu yüzden biz iman ederiz ki: Nübüvvette ismet vardır. Bu zaruridir. İsmeti olmayan nebi de olamaz. Hem zaten o güzeller güzelinin güzel ahlakı bu ismetin en açık delilidir.

İşte, nasıl ki, ismeti olmayan nebi olamaz, Vahdet sahibi olmayan da Allah olamaz. İhlas sûresinin ilk ayetinin verdiği dersle: "Allah tektir." Kainatı hiçbir yardım almadan yaratmıştır. Başka hiçbirşeyin hilkate müdahalesi yoktur. Yaratışının sistemi tevhiddir. Tevhiddir ki; kainattaki her fiili isimleriyle bağlamamızı, yaratışında sıfatlarının/şuunatının izlerini aramamızı ve eriştiğimiz her nimette ona şükretmemizi sağlar. Eğer kainat tevhid ile yaratılmış olmazsa, tıpkı ismet meselesinde olduğu gibi, kime inanacağımızı şaşırırız biz. Kime teşekkür edeceğimizi şaşırırız. Kime ibadet edeceğimizi şaşırırız. Adresler çoğalır. Kafamız karışır. Müşküle düşeriz. Bu açıdan diyebiliriz ki:

Yaratışın kusursuzluğu da tevhid iledir. Bu sayede ibadetin tek mercii Allah olur. Yoksa, ismetsizlikte bir nebinin hangi sözüne inanacağımızı şaşıracağımız gibi, tevhidsizlikte de hangi yaratış için kime teşekkür edeceğimizi şaşırırız. Hangi yaratışı Allah'ın eseri gözüyle okumamız gerektiğini şaşırırız. Hangi yaratıştan onun sıfat ve esmasına dair okumalar yapacağımızı şaşırırız. İşte bu yüzden derim ki: Tevhid de kainatın ismetidir.

22 Aralık 2017 Cuma

Güzele bakmak yaradır

Ebubekir Sifil Hoca, Riyazü's-Salihîn derslerinden birisinde Talak sûresinin 2. ayetinde geçen "Kim Allah'tan ittika ederse (Ona karşı gelmekten sakınırsa/korkarsa) Allah ona bir çıkış yolu nasip eder..." mealini izah sadedinde 'günümüz insanın psikolojik problemlerine' değiniyor ve onlardan da çıkışın ancak 'takva' ile olacağı vurgusunu yapıyor. Hayatın modern insan için giderek daha boğucu/bunaltıcı bir hale gelmesinin halihazırdaki günahkârlığıyla da bir ilgisi olduğunu, bu halinden uzaklaştıkça, yani takvaya çalıştıkça, dertlerinin de gideceğini ders veriyor. (Merak edenler için: https://www.youtube.com/watch?v=tCkDNRyULOg)

Bu tesbite can u gönülden katılıyorum. Hatta şimdi, şu yazıda, mürşidimin birkaç cümlesinin hayatımda gördüğüm yansımalarını aynı sadedde paylaşmak istiyorum. İstiyorum. Çünkü belki Ebubekir Sifil Hoca'nın izahına bir delil/dayanak oluşturacak. Anlamayı kolaylaştırıcı bir yol açacak. O cümle de Lemeat'ta geçer. Şudur:

"Şu medenî beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu suretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir. Hem müthiştir tesiri. Memnu heykel, suretler, ya zulm-ü mütehaccir, ya mütecessid riyâ, ya müncemid hevestir. Ya tılsımdır; celb eder o habis ervahları..." Cümleler bunlar. Hissettiğim ise şudur:

Varması helal olmayan şeylere temayül göstermek veya (en somut haliyle) bakması helal olmayan güzelliklere hasr-ı nazar etmek, ele geçmeyecekleri için, ruha bir çizik atıyor. Bir yara bırakıyor. Bir iğne batırıyor. Velev (Allah saklasın) haram-helal hassasiyeti gözetmeyen, takvadan nasipsiz, fasık birisi olsun bahse konu olan kişi. Yine de kaçınamıyor. Bu yaralar insaniyetinde açılıyor. Çünkü o da her tanıştığına erişemez. Eriştiğine kavuşamaz. Kavuştuğuna sahip olamaz. Sahip olduğunu elinde tutamaz. O da en az dindar bir birey kadar heveslerinin zararlarına maruzdur. Kavuştuğunun zahiren fazlalılığı yaralarını gidermez. Ayrılıklarının sayısını ve/veya miktarını arttırır.

Şunu demek istiyorum: İmansızlık, fısk veya gaflet bu türden kesikleri kesinlikle gidermiyor. Sadece önemsetmiyor. Acısını bir süre hissettirmiyor. Önemsememek ise etkiye engel birşey değildir. Anestezi ameliyata engel olmaz. Size atılan kurşunu "Aman canım boşver!" demekle durduramadığınız gibi harama temayülü de 'önemsememekle' etkisizleştiremiyorsunuz. Ancak 'nazarımda yoktur'laştırabiliyorsunuz.

Cesaretle yüzleşelim: İnsan şahit olduğu her güzelliğe bir açlık duyuyor. Bu açlıkların herbirisi bir tür yara. Bir tür ihtiyaç. Bir tür özlem. Bir tür kavuşma isteği. Bir tür yokluk acısı. Hatta yine mürşidimin tabiriyle: "Hatta, hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider; orada da hâcet vardır. Belki, her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde olmayan ihtiyaçta vardır; elde bulunmayan ise hadsizdir."

Bu eşikte durup diyebilirim ki: Takvasız bir yaşam sürekli yara alınan bir yaşamdır. Süregiden bir ayrılıktır. Hele hele benim gibi kendini korumayı beceremeyenler için gözden dahi ruha uzanan kesikler vardır. Bu pencereden bakınca; her yeni bakış, yeni bir farkediş ve yeni bir yoklukla tanışmadır. Ve yitirişin, şuurunda olunsun-olunmasın, sancısını çekmedir.

İnsan büyük bir acıyla yüzleştiğinde onu tam yaşar. Tesirini tam hisseder. Çözümünü tam arar. Yaşadıklarını ondan bilir. Fakat küçük küçük acıların 'insanı uyandırmayan' bir gerginliği vardır. Üstelik böylesi gerginlikler, doğru adresleri bilinmediği için, başka adreslere de yansıtılır. Zararı giderek katlanır.

Hafiften devam eden bir dişağrısını (veya kaşıntısı demeli) çektiğim günlerde nasıl gergin olduğumu hatırlarım. Dişçiye gitmedim. Çünkü dayanabiliyordum. Ancak etkilenmediğim konusunda kendime dahi yapmacıktım. Çünkü geriliyordum. Çabuk kızıyordum. Konsantre olamıyordum. Dikkatimi veremiyordum. Kanaatimce günümüz insanı takvadaki eksikliği nedeniyle böyle bir 'yoksunluk stresi' yaşıyor. Her gün bin Leyla'yı teklifsiz gönlüne sokuyor ve aynı anda bin Leyla'nın yokluğunu taşıyor. Bu bizi her gün biraz daha denizin dibine çekiyor. Mecnun olmadığımıza şükretmeli.

Mürşidimin 'bu asrın hırçın yüzünde' suretperestliğin izini görmesi boşuna değil. Artık sayamayacağımız kadar çok Leyla var. Hepsi de bir 'tık' uzağımızda. Cep telefonunda her an taşınır/ulaşılır halde. Afişlerde, posterlerde, reklamlarda, her yerde!

Gönlümüzden içeri girenlerin sayısını arttıran şu 'perestlik' belalı birşey. Hayatın sabit fon müziği gibi sürekli yokluk şarkıları söylüyor. Gıptamızı arttırıyor. Özlemimizi körüklüyor. Yoksunluk yarasını büyütüyor. Ve bazen hasetle söylettiriyor. (Hatta isyan ettiriyor.) Yani: Hayatı 'sürekli kaybeden olarak yaşadığımızı' fısıldıyor bu yara.

Müslümanın takvaya sarılması bu açıdan, tam da Ebubekir Sifil Hoca'nın kastettiği şekilde, bir korunmadır. Önleyici tedbirdir. Ruh sağlığını korumasını da sağlar. Psikolojimizi düzeltir. Yaralarımızın çoğalmasını engeller. 1. Lem'a'nın verdiği ders ile düşünürsek: Her günah içinde küfre giden yolun 'yoksunluk kapısını' daha sık kullanmasını engellemez mi takva? Ne diyelim: Allah bizi günahlarıyla yoksunluk yarasını büyütenlerden eylemesin. Firavun'unu şükrüyle ezenlerden eylesin. Âmin.

9 Aralık 2017 Cumartesi

Allah'ı zamana sıkıştırmak...

Bu tam bir yazı gibi olmayacak. Evet. Başlarken hemen belirtelim. Yine yazı görünümlü notlarımdan birisiyle karşıkarşıyasınız. 28. Lem'a'nın 9. Nüktesi'ni yeniden okurken aklıma gelen birşeyi paylaşmak istiyorum bu karalamada sizlerle. Malum o metin 'kaylule uykusu'na dair. ('Öğle uykusu' diyelim daha anlaşılır olsun.) Dikkatimi çeken şeyse... Oraya gelmeden şunu söyleyelim:

Bir ehl-i bid'a, modernist ve/veya tarihselci olsanız, daha 'kaylule uykusu' başlığından haberdar olur olmaz, elinizi çenenize koyup şöyle diyebilirsiniz: "Hımm... Arapların yaşadığı bölge zaten çok sıcaktı. Bir de güneş tepeye çıktı mı hepten ayakta durulmaz oluyordu. Ne yapsın adamcağızlar? Çaresiz o vakti uyuyarak geçiriyorlardı. Elbette, onlardan birisi olması hasebiyle, Efendimiz de (a.s.m.) onlar gibi öğle vakti uyuyordu. Fakat bir 'yöre âdeti olarak' uyuyordu." Falan filan feşmekan... Onlardan olsanız kesinlikle dersiniz bunu.

Ve yine dersiniz ki: "Şimdi İslam'ın yaşandığı öyle bölgeler var ki yazın bile sıcak olmuyor. Sıcak olmadığına göre çalışmak da sorun olmuyor. Öğlen vakti bunaltmıyor. Güneşin en tepede olması güçten düşürmüyor. O halde ne imiş efendim bu zamanda öğle uykusu? Böyle sünnet mi olur? Geleneksel şeyler bunlar canım. Peygamber Efendimizin (a.s.m.) her yaptığı da sünnet değildir ya!"

Fakat bakınız mezkûr metinde mürşidim ne diyor: "Kayluledir ki bu uyku sünnet-i seniyyedir. Duhâ vaktinden öğleden biraz sonraya kadardır. Bu uyku, gece kıyamına sebebiyet verdiği için sünnet olmakla beraber, Ceziretü'l-Arabda, vaktü'z-zuhr denilen şiddet-i hararet zamanında bir tatil-i eşgal, âdet-i kavmiye ve muhitiye olduğundan, o sünnet-i seniyyeyi daha ziyade kuvvetlendirmiştir."

Bir soruyla hemen dikkatinizi çekerim: Mürşidim kaylule uykusunun ana hikmeti olarak neye işaret ediyor? Sıcaklık mı? Hayır! Sıcaklık değil kaylulenin ana sebebi. O sadece daha ziyade kuvvetlendirmiş. Ya? "Gece kıyamına sebebiyet verdiği için..." Ne demek gece kıyamı? Yani gecenin bir miktarında uyanık kalabilme. İbadete vakit ayırabilme. Hani Kur'an'da ve sünnette çok övülmüş olan ibadet vakitlerine. İşte, ahiret adına, o vakitleri değerlendirebilmek için de öğle uykusuna ihtiyaç var. Belki bilemediğimiz bir dolu hikmeti daha var.

Hülasa, arkadaşlar, şöyle argümanları duyarsanız artık alnının ortasına aptallık kaşesini basın: 'Vay efendim Araplar sarık sarıyordu da o yüzden Efendimiz (a.s.m.) sarardı. Vay efendim Araplar öğle uykusuna yatardı da ondan Efendimiz (a.s.m.) öğle uykusuna yatardı. Vay efendim Araplar pis bir milletti de Efendimiz (a.s.m.) onları temizliğe alıştırmak için abdesti emretti vs..."

Bu gibi 'akılcı görünen herzeleri' söyleyerek Efendimizin (a.s.m.) hayatını 'döneminin duvarları içinde' okumaya tâbi tutanların yaptıkları hata her defasında aynı aslında: Buldukları 'tarihsel' veya 'sosyolojik' hikmeti o şeyin tek illeti, nedeni veya hikmeti olarak sanrılıyorlar. Hatta dayatıyorlar!

Günümüzde bu tür körleştirici okumalar da en çok 'sosyoloji' alanında karşımıza çıkıyor. Materyalizm nasıl dalaletine dayanak olarak sözde fen bilimlerinin verilerini (esasında dogmalarını) kullanıyorduysa modernizm de sosyal bilimleri (esasında dogmalarını) dayanak olarak kullanıyor. Orada 'biyolojik evrim' burada 'sosyolojik evrim.' İkisinde de bulduğunu mutlaklaştırma ve başka hikmete müsaade etmeyecek şekilde dayatma var. Bir ilmî isbidat/zorbalık sözkonusu. Ve her ikisi de konu ettikleri alana dışarıdan 'akrebî/vahyî' bir müdahalenin olabileceğini kabullenemiyorlar.

Yaşananları 'dış müdahalelerden tamamen arındırıldığını sanrıladıkları' laboratuar alanın içindeki nedenlerle açıklamaya çalışıyorlar. Halbuki dinin kendisi dış müdahaleye inanmakla (gayba imanla) başlar. Dış müdahaleye inanmayan bilimdallarının/bilimadamlarının dinin üzerinde yükseldiği hakikati anlaması mümkün müdür? Zira yapısal olarak onlar esbabperesttirler. Bu noktada mürşidimin şu tesbitinin de ne kadar haklı olduğu ortaya çıkar:

"Binler feylesofların muhalif fikirleri, böyle imanî meselelerde bir tek muhbir-i sâdıka karşı hiçbir şüphe, hattâ vesvese vermemek lâzımken, yüz yirmi bin ispat edici ehl-i ihtisas ve muhbir-i sâdıkın ve hadsiz ve nihayetsiz müsbit ve mütehassıs ehl-i hakikat ve ashab-ı tahkikin ittifak ettikleri erkân-ı imaniyede, aklı gözüne inmiş, kalbsiz, mâneviyattan uzaklaşmış, körleşmiş birkaç feylesofun inkârlarıyla şüpheye düşmenin ne kadar ahmaklık ve divanelik olduğunu kıyas ediniz."

Özetlersem: Bu gibi okumaların en temel hatasının 'vahyi hesaba katmamak' olduğunu söyleyebilirim. Zamanlar üstü bir ilahın nebisinin davranışlarının 'tamamen konjontürel nedenlerle' izah edilip bağlanması, işte bu hata, onları tesbitlerinde zamanlarının kölesi kılıyor. Biz ezelî ve ebedî bir Allah'a inanmış olan mü'minler, inandığımız zamanlar üstü İslam'ı, neden onların 'günübirlik taktik ve stratejileriyle' değiştirelim? Böyle bir Allah'ın böyle bir nebisine şöyle daraltılmış bir nazarla bakmak önyargılı bir eksiklik değil midir?

6 Aralık 2017 Çarşamba

Kusur insanın imzasıdır

"Sana ne iyilik gelirse Allah'tandır, sana ne kötülük dokunursa kendindendir." (Nisâ sûresi 79)

İhsan Oktay Anar'ın bir cümlesi olarak okuduğumu anımsıyorum: "Kusur insanın imzasıdır." Ve katılıyorum. Yaşamımın her anında şahit olduklarımla katılıyorum hem de. Orada yansıyanlarla... Ve hem yansıttıklarımla...

Birşey yansıması ile varolduğunda varlığı kendisinin aynısı olamaz. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Herhangi birşey, başka birşeyde yansıdığında, yansıması kendisine bazı açılardan benzer/işaret eder ama kendisi olamaz. Bu daha mı karmaşık oldu? O halde birkez de kolaylaştırmayı şöyle deneyelim: Yansımanız tastamam 'siz' olamaz. Çünkü yansıtanın 'yansıtabilme kabiliyeti' yansımanın 'niteliğini' de etkiler. Bu, bir açıdan, sizden kaynaklanan varoluşun yansıtandan/yansıyıştan kaynaklanan kusurlarla yaralanmasıdır.

Hadi, hepsine kusur da demeyelim, ama en azından sınırlarla sınırlanmasıdır. Sözgelimi: Güzel yüzünüzün ancak bir yanının sığdığı küçük bir aynada onun tamamına bakabilmek aynayı (veya yüzünüzü) hareket ettirmekle mümkündür. Zira tek seferde görünen kısım hepsi değildir. Parçasıdır. Eksiktir. Kusurludur. Sınırlıdır. Yaralıdır. Bu yaralılık halinden kurtulabilmek için de hareket etmeye, değişmeye, farklı farklı açılardan/yönlerden bakabilmeye muhtaçtır. Değişim bu noktada yansımanın gereği olur. Hatta kainattaki had ve hesaba gelmez dönüşümün açıklaması da budur.

Yukarıdaki kusurlu örneğim Esmaü'l-Hüsna tecelliyatı ile eşya arasındaki ilişkiyi anlamakta bize bir derece yardımcı olabilir. Çünkü biz de bazı açılardan yansıtıcılar durumundayız. Mürşidim bu aynalığın türlerini şöyle tarif ediyor:

"İnsan, üç cihetle esmâ-i İlâhiyeye bir âyinedir. Birinci vecih: Gecede zulümat nasıl nuru gösterir. Öyle de, insan, zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor, ve hâkezâ, pek çok evsâf-ı İlâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor. (...) İkinci vecih âyinedarlık ise: İnsana verilen nümuneler nev'inden cüz'î ilim, kudret, basar, sem', mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz'iyatla, Kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem'ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder, onları anlar, bildirir. (...) Üçüncü vecih âyinedarlık ise: İnsan, üstünde nakışları görünen esmâ-i İlâhiyeye âyinedarlık eder."

Konuyla ilgilenenlere tamamını okumayı tavsiye ettiğim bu metinde anlatılan yansımaların herbiri, yukarıdaki örneğin de yardımıyla, zıtlıkların neden varolduğunu anlamamızı sağlar. Zıtlıklar 'yansıma varoluşlar'ın arızîliğinden dolayı vardır. Birşeyi yansıtmak, yani o şeyin sende lütfen varolması, gerçi bir çeşit varlıktır, fakat zatî değildir. Zatî olmadığı için de yansıyanın bütün özelliklerine sahip değildir. Su ıslatır. Ama yansıması ıslatmaz. Ateş yakar. Ama yansıması yakmaz. Burada kafamızı belki biraz şu karıştırıyor: Bazen yansımalar da kimi özellikleri nakledebiliyor. Gittikleri yere götürebiliyor. Güneşin yansıması bir nebze aydınlatıyor. Korkutucu olanın yansıması aslı gibi korkutabiliyor. Sevdiceğinizin resmi içinizi canlı sûreti gibi ısıtabiliyor vs. Ancak bu durum onlardaki varoluşun yansımadan ibaret olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Naklediş yaratış yerine geçmiyor. Mürşidim bu sadedde der ki:

"Meselâ, bir âyinede güneş görünüyor. Şu âyine, güneşin hem zarfı, hem mevsûfudur. Yani, güneş bir cihette onun içinde bulunur ve bir cihette âyineyi ziynetlendirip parlak bir boyası, bir sıfatı olur. Eğer o âyine, fotoğraf âyinesi ise, güneşin misâlini sâbit bir surette kâğıda alıyor. Şu halde, âyinede görünen güneş, fotoğrafın resim kâğıdındaki görünen mâhiyeti, hem âyineyi süslendirip sıfatı hükmüne geçtiği cihette, hakikî güneşin gayrıdır. Güneş değil, belki güneşin cilvesi başka bir vücuda girmesidir."

Şöyle bir örnek de biz verelim: Farklı ıslaklıkta üç bezi sıralamış olalım. Islık, daha az ıslak, çok az ıslak. Bunlardan birisini diğerine ıslaklık açısından tefevvuk ettirebiliriz. Elimizle yoklayarak "Şu bundan daha ıslak!" diyebiliriz. Fakat suyun kendisine geldiğimizde "Su ne kadar ıslak?" gibi bir soru soramayız. Suyun ıslaklığı, tabir-i caizse, onlara kıyasla sonsuzdur. Çünkü ıslaklığın kaynağı sudur. Mürşidim arızî ve zatî varoluşların farkını izah sadedinde der:

"Sâni-i Zülcelâl ve Fâtır-ı Zülcemâl ve Hâlık-ı Zülkemâlin bütün kemâlâtı hakikiyedir, zâtiyedir. Gayr ve mâsivâ Ona tesir etmez, yalnız mezâhir olabilirler." Yine başka bir yerde der: "Haşirde bütün zevil'ervâhın ihyâsı, mevt-âlûd bir nevm ile kışta uyuşmuş bir sineğin baharda ihyâ ve inşasından kudrete daha ağır olamaz. Zira kudret-i ezeliye zâtiyedir; tagayyür edemez, acz tahallül edemez, avâik tedahül edemez. Onda merâtib olamaz; herşey ona nisbeten birdir."

İşte bizde taşınabilen (yani üreticisi değil ancak taşıyıcısı olduğumuz) yansımalar da Bediüzzaman'ın "İkinci vecih âyinedarlık ise: İnsana verilen nümuneler nev'inden cüz'î ilim, kudret, basar, sem', mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz'iyatla, Kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem'ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder, onları anlar, bildirir..." dediği gibidir.

Bunlar bizde bir parça vardır. Etkisi de gezdiğimiz yerlere taşınmaktadır. Fakat bu bir parça 'kendi başına varlığını devam ettiren bir parça' değildir. Yansıma 'bir parça'dır. Nakli asla bağımlıdır. Ekmekten kesilen bir dilim gibi taşınmaz. İstiklale sahip değildir. Bütünden bağı kesilmez. Çünkü koparılmış değildir. Merkezden gelen dalgalarla devam eden radyo yayını gibi taşınır. Yani 'her anlarını kuşatan bir devam ettirişle' varlardır.

Bu açıdan diyebiliriz ki: Sınırlı olan varoluşların hiçbirisi gerçek varoluş değildir. Yansıma varoluşlardır. Arızî varoluşlardır. Sonsuz şekilde o sıfatlara sahip birisi tarafından devam ettirilen bir varoluşlardır. Bu tür varoluşlar kendi ayakları üstünde durmazlar. Birşeyin kendi ayakları üstünde durabilmesi için sonsuz olması gerekir. Çünkü zatî olabilmek, hep varolabilmek, yani sonsuza kadar öyle olabilmek demektir. İnsan ise, Hayy u Kayyum Kayyumiyetiyle devam ettirmese, hiçbir anda varolamaz. Bu meselenin birinci yanı.

İkinci yanı ise yansıtamadıklarımıza bakıyor. Bizim Esmaü'l-Hüsna'nın tecelliyatından yansıtmayı başaramadıklarımız da var. İşte, mürşidimin, "Gecede zulümat nasıl nuru gösterir. Öyle de, insan, zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor, ve hâkezâ, pek çok evsâf-ı İlâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor..." dediği budur. Biz aynalığı ancak yansıtmakta bilen canlılarız. Bu yanlış değil ama eksiktir. Çünkü aynalık sadece yansıtmak değildir. Gölgelik de bir tür aynalıktır. Birşeyin varlığı sadece yansımasından değil yansıtılamamasından da anlaşılabilir. Tıpkı karadeliklerin varlığının yıldızlardan farklı yöntemlerle anlaşılması gibi.

İnsan bir açıdan yıldız bir açıdan karadeliktir. Esma'nın tecellisinden bazı şeylere kusurlu şekillerde, diğer bazılarını güzelce, daha başkalarını ise yansıtamayarak aynalık eder. Hatta diyebilirim ki: Birşeyin 'yansıma' mı 'asıl' mı olduğu en çok da bundan anlaşılır. Arızî ise tam olarak o olamaz. Tam olarak yansıtamaz. Mutlaka yaralar. Mutlaka eksiltir. Mutlaka kusurlar. Kendisi kaynaklı sorunlar vesilesiyle üzerinde görünenlerin eseri olmadığını bildirir.

Bruce Lee'nin aynalar içinde dövüşürken düşmanını yansımalarından nasıl ayırdığını anımsayalım. Yansımada detaylar gerçekle aynı yönde durmuyordu. Başka bir filmde de kötü adamın kabanındaki yazının aynaların tamamında 'ayna aksi' şeklinde ters görünmesinden gerçekte olduğu yer anlaşılmıştı.

Bütün bu örnekleri vermemin sebebi şu: Bediüzzaman, Mektubat isimli eserinde Mevlana Celaleddin-i Rumî Hazretlerinden şöyle mübarek bir alıntı yapıyor: "O, 'Ben Senin Rabbin değil miyim?' dedi. Sen 'Evet/Bela' dedin. 'Evet/Bela' demenin şükrü nedir, bilir misin? Çok bela çekmektir. Bilir misin bela çekmenin sırrı nedir? Yani fakr u fena dergahındaki halkaya katılmaktır." (Dîvân-ı Kebîr, s. 157, Gazel 251.) İşte, ben, bu metnin 'kalubela' ile 'bela' arasında kurduğu bağıntıyı bir türlü anlayamazdım. Neden "Evet!" demenin şükrünün 'bela' olduğunu çözemezdim. Sonra yansımalar üzerinden biraz anlar gibi oldum.

Demek ki: Biz orada varlığımızın asıl olmadığı hakikatini kabul etmiş olduk. Fıtratımız bunun üzerineydi. İman ettik. Asıl olmamak aynı zamanda 'ancak birer yansıtıcı olduğumuzu/kalacağımızı' kabul etmek demek. Yansıtıcı olmak ise, yazı boyunca altını çizdiğimiz gibi, aslın tastamam özelliklerini taşıyamamak demek. Bu halimiz 'bela'yı kaçınılmaz kılıyor. Ne demek bu? Belki biraz şu demek:

Eksiklerimiz, kusurlarımız, yaralarımız, gözyaşlarımız, ayrılıklarımız, hatalarımız, faniliğimiz ve hatta acılarımız, bunların tamamı bizde görünen varlığın yansıma olduğunu ortaya koyuyor. Yani ayna sahibini iki şekilde gösteriyor. 1) Yansıtarak. 2) Yansıtamayarak. Değişmek zorunda kalıyoruz. Zıttan zıtta devriliyoruz. Çünkü şu küçücük aynaya o güzel cemal sığmıyor.

"Nasıl ki, temsilde, âyine içindeki güneşin hakikî vücud-u hâricîsinden başka bir vücud-u misâlîsi var. Ve âyineyi ziynetli boyalayan münbasit aksinin dahi arazî ve ayrı bir vücud-u hâricîsi var. Ve âyinenin arkasındaki fotoğrafın resim kâğıdına intikâş eden suret-i şemsiyenin dahi ayrı ve arazî bir vücud-u hâricîsi vardır, hem bir derece sâbit bir vücuddur. Öyle de, kâinat âyinesinde ve mâhiyât-ı eşya âyinelerinde esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin irade ve ihtiyar ve kudret ile hâsıl olan cilveleriyle tezâhür eden nukûş-u masnûâtın, Vücud-u Vâcibden ayrı, hâdis bir vücudu var. Hem o vücuda Kudret-i Ezeliye ile sebat verilmiş. Fakat eğer irtibat kesilse, bütün eşya birden fenâya gider. Bekâ-i vücud için her an, herşey, Hâlıkının ibkàsına muhtaçtır. Çendan 'hakâiku'l-eşyâi sâbitetün'dür; fakat Onun ispat ve tesbitiyle sâbittir."

2 Aralık 2017 Cumartesi

Boşluklara ihtiyacın var

"Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir." (Haşir sûresi 19)

Bunu da itiraf etmek gerek: Kalem bir kürek. Beyaz sayfa bir filika. Yazı bir kaçış süreci. Her zaman olmasa da bazen. Gemi kurtarılamayacak gibi durduğunda filikalara atlıyoruz. Kafamızın içinden kurtarılıyoruz. İçimizdeki basınçtan bir miktarı, tıpkı tencerenin düdüğünden fışkıran buhar gibi, dışımıza akıtılıyor. Say ki yaz sıcaklarındayız, tansiyonumuz yükselmiş, biraz kan alınıyor.

Rahatlıyoruz. Kimseye birşey ihsan ettiğimiz yok. Kimseyi aklımıza getirdiğimiz yok. Bize ihsan ediliyor. Bize ihsan edilenden başkasına da pay veriliyor. Haberimiz yok. Tohumunun sevincini canlılarla paylaşan ağaçlar gibiyiz. Meyvenin tadını düşündüğümüz yok. Fakat bize de bir teşekkür ediliyor.

Evet. Öyledir. Yazmam kaçışımdır benim. Çünkü bazı bazı şu dünyada Titanik'in son anlarında gibiyim. Gemiye yakın durdukça onunla birlikte batma ihtimalim artar gibi gelir. Kalemimle batacak olanlardan uzaklaşmaya çalışırım. Batıp gidenleri sevmem. Beni korkuturlar. Beni de beraberlerinde götürmesinler diye. Kaçarım. Kendimden uzaklaşırım. Dalgalı denizlerden uzaklaşırım. Kaçarım. Evet. Kaçarım. Yazmak bunu da sağlar. İnsan yazarak kendinden uzaklaşır. Hatta bizzat kendisini yazarken dahi kendisinden kaçmaktadır. Yüzdeyüz kendisi değildir çünkü yazdığı.

Yazarken kendimiz de ötekimizdir. Olmasını istediğimizdir. Hakkında konuştuğumuz herşey bir açıdan geride kalmıştır. Onlara bakabilmek için bile çoktan olmuş olmaları gerekir. İnsan şimdiye bakamaz. Olmak geçmiştir. Yıldızlara bakarken ne kadar geçmişi görüyorsam kendimi tartarken de o kadar geçmişi görüyorum. Ahmed'e dair söylediğim herşey geçmişteki Ahmed'lere ait. Çünkü onun hakkında konuşurken bile bu çorbaya yeni malzemeler katıyorum. Tadı değişiyor. Tadı değişecek. Ben dilime değen son kaşığı anlatacağım.

İnsan iyi yanlarıyla meşgul olup kötülüklerini örter. Dualarıyla meşgul olup bugününü örter. Umuduyla meşgul olup kederini örter. Hayaliyle meşgul olup gerçeğini örter. Yoksa hayata tutunmak zorlaşır. Kimse kendisini kötü bilerek kendisine sarılamaz. Kendine katlanmak için de bir örtü gerekir. Bu açıdan hayat bizler için hep bir kaçış ve sığınıştır. Kötülük ne kadar yakınımıza düşerse o kadar uzun süre onunla yaşarız ve ondan kaçarız. Bizzat bizim üzerimize düşerse hep onunla yaşarız ve hep ondan kaçarız. İnsan kendi içinin koşucusudur.

Halbuki insan fıtraten kötülüğü tanır. Çirkinliği, ondan kurtulamasa da, bilir. Mülkü de olsa uzun uzadıya kemliğe katlanamaz. Dosyası bir daha açılmayacak şekilde meşrulaştıramaz. Sürekli örtünebileceği birşeyler arar. İntikam bile hatalarımızı hatırlamamak için bir örtüdür.

Ben de başaramam bunu. Allah'ın Settar ismine sığınırım. Şiddet-i zuhurumdan kaçarım. Rabb-i Rahimim, lütfeder, beni de bana karşı örter. Beni benim pişmanlığımdan saklar. 'Kişi ile kalbi arasına girer.' Benimle benim arama rahmetini koyar. Şükürler olsun. Yazarım. Şükürler olsun. Unuturum. Şükürler olsun. Tevbe ederim. Şükürler olsun. Hayal kurarım. Şükürler olsun. Yeniden başlarım. Şükürler olsun. Hepsi için, geceyi gündüzle, gündüzü de geceyle örten Rabbime teşekkür etmeliyim. Çünkü ancak 'birbirine karışmayan denizleri sayesinde' ve 'varlığa koyduğu eşikler gölgesinde' yeniden başlarım.

İşte böyle arkadaşım. Settar ism-i şerifinin de yazarlıkla bir ilgisi var. Nasıl? Belki biraz şöyle: Her beyaz sayfa birşeylerin üstüne serilmiş olur. Birşeyleri örter. Birşeyleri yeniden başlatır. Birşeylere eşiklik yapar. Birşeylerin birbirine karışmasına mani olur. Neden açtık beyaz sayfayı? Çünkü ondan önceki sayfalar dolmuş gibiydi. Daha birşeyler yazılmaz gibiydi. Hem yazmak denense de okunmaz gibiydi. Böyle böyle sıkıntılar yüzünden kaçtık o eskilerden.

O sayfayı kapattık. O sayfayı kapatabilmek için yenisini açtık. Eşik aradık. Önceden kaçmamız sonra sayesinde oldu. Zaman bize bu şekilde de büyük bir rahmet oldu. Şimdi yazacaklarımızın daha okunaklı olacağına inanıyoruz. Belki biraz da 'daha iyi.' Bunu başarabilmek için yazıyoruz. Bunu başarabilmek için yaşıyoruz. Bunu başarabilmek için her sabah yeniden uyanıyoruz.

İnsanın da bir kitap olduğu en çok âleminde açılıp kapanan sayfalardan anlarız. Ayraç varsa kitap da vardır. Eşik varsa geçiş de vardır. Dünyanın sayfaları da gecesinden gündüzüne açılıyor. Evren de koca bir kitap belki. Onun da bir sayfa çevirişi var. Bir bitişi var. Seninkine ölüm onunkine kıyamet diyorlar.

Kendimde yeni bir sayfa açmak için yazıyorum. Çünkü eski sayfalarıma katlanamıyorum. Nefes almalıyım. Yeniden dirilmek üzere yaratıldığım arada bir bu ihtiyacın tekerrür etmesinden belli. Dirilmek hakikati bende nüksediyor.

Tevbe de tam bunun için değil midir? İnsan yaşamı içinde öyle telaşlara düşer ki gelecekte defterini okunmaz hale getirir. İşte, arkadaşım, yeni bir sayfaya ihtiyaç duyuran sancı! Bir kere değil her kere yaşarız. Ölüm ve haşir bu pişmanlıklar ve tekrar denemeler sayesinde anlara kadar iner. Tevbe ettiğimiz zaman bir kötü öldürmeye niyet ederiz ve iyi olarak dirilmesini dileriz. Sigarayı bıraktığında bile insan, kendisinde, memnun olmadığı birşeylerin ölüp olacağı şeylerin dirildiğini farkeder. Bize ahirette tekrar dirilmeyi vadeden Rabbimiz sanki her günümüze bununla ilgili bir uyarı levhası asmıştır. Öyle tecrübeler yaşarız ki bazen, ertesi günü, yeni bir hayata başlamışız gibi gelir.

Defterde daha sayfa var. Ne zaman biteceği belli değil ama şimdilik sayfa var. Öyle görünüyor. O halde yazarın umutsuz olmaması lazım. Yeni sayfalar açarak ferahlaması lazım. Kendinden kaçacak yolları arttırması lazım. Ne kadar çok öykü yazarsak o kadar iyi. Bunlardan birisi bize 'yazar' dedirtirse yeter. Bir kere de olsa kendi semamıza ihlasla dokunmamız lazım. Bu yüzden yazarın kalemiyle üstündeki toprağı kazıp içindeki iyiliğe ulaşması şart. Beyaz sayfalar varsa umut da var. Yoksa umut da yok. Sayfanı mutlaka yenile. Yazar olmak için yazmak yetmez sadece. Yazdıklarının okunabileceği boşluklara da ihtiyacın var.

24 Kasım 2017 Cuma

İnsan kendi içinin koşucusudur

Yazmanın da bir yorgunluğu var. Evet. Var. Ne de olsa hepsinin ardında bir umut saklıdır. Umut da insanı yorar. Kelimeler yorar insanı. Gerçekleşmeyen dualar yorar. Beğenilmeyen cümleler yorar. Yârin kulağına varmayacak şiirler yorar. Okunmamak yorar. Demek ki yorgunluğun (en azından ruhî yorgunluğun) kaynağı eylemlerimiz değil. Sonuçsuzluk. Bir tür vuslatsızlık. Hedefine varamayan şeyler yoruluyor demek ki. Vardıktan sonra yollar yormuyor. Yürümek, varılacaksa eğer, yormuyor.

Varmamışım ki yorulmuşum. Yazmaktan yorulursan okumaya düşersin. Tıpkı konuşmaktan yorulunca yazmaya düştüğün gibi. Peki okumaktan yorulunca? İşte o zaman insan kendi içine düşüyor. Kendi içine düşmek korkutucu.

Çünkü dibini bilemezsin. Bu kuyunun kaç katı var belli değil. İnsan çukuruna doğru bir sonsuzluktur. Hiç tanımadığın yüzlerle karşılaşabilirsin. Unuttum sandığın anıların kapağı açılabilir. Arkanda bıraktığın (veya bıraktığını sandığın) şeylerle tekrar karşılaşabilirsin. Cevaplanmamış sorular olabilir. Geçiştirilmiş şüpheler olabilir. Sandıktan öcüler çıkabilir. Ve en nihayet: Önüne bakacak mecalin kalmaz.

Nasıl? Geçmişi yorar insanı. İnsanı en önce kendisi yorar. Çünkü dikkati de içinin koşucusudur. Bu yüzden dışımızda birşeylerle meşgul oluyoruz sürekli. Dışımıza tutunmaya çalışıyoruz. Gelecek de dışımızdır. Mazimiz içimizdir. İnsan öyle tuhaf birşeydir. Kendi kendine kalmaya korkuludur. Sığınsın diye belki. Geldiği yere yüzünü dönsün diye. Yalnızlık, eğer o yalnızlıktan sığınacak bir umudunuz yoksa, korkutucudur.

Yalnızlık, eğer o yalnızlığı giderecek bir amacınız yoksa da, korkutucudur. Neden? Çünkü amaç da aslında bizi içimizden kurtaran bir dışarısıdır. Şununla yüzleşelim çabuk: Biz, bizzat bize kaldığımızda, yokluğuz. Yok oluyoruz. Bunun farkındayız. Ahmed'in amacı kendisi olduğunda bir hiçtir. Çünkü Ahmed bir aralıktır. Ölüme borçlu olarak varolmuştur. Borcunu ödemeye koşmaktadır. Böyle kalırsa hakikaten varolmuş sayılamaz. Sonuna koşmayı varolmak sanmaktadır. İnsan borçlu kalmayı sevmez. İnsan kendisini sever. Ama kendisi kadar kalmak için değil. Kendisinden daha aşkın birşeyin parçası olmak için. Boşuna ölmemek için. Bu parça bütünlük tasladığında başına geleceklerin farkındadır. Eksilmeye başladığını hissetmektedir.

Parçası parçalanmaktadır. Parçayı parçalayan manasını 'kelime' sanmasıdır. Ancak manası harftir. Birşeylerin kendisi değildir. Birşeylere dairdir. Dair olanın bahtı parçalanmaktır. Böyle olduğunda kendinden ötelere birçok yollar açılmaktadır. Zaten matematik de bize böyle söyler. Bir noktadan sonsuz tane doğru geçebilir. Ama bunun için nokta noktadan ibaret olmamalı. Yüzü dışarıya dönük olmalı. Kendini bir uzayın parçası bilmeli. Bilmeli ki uzayın varlığı ona katılsın. Parçası olarak bütüne sahip olsun. İçinden sonsuz doğru geçsin. 'e-bilmek'ler onu zenginleştirsin. Zaten hayal de budur.

Hayal de budur. İman da budur. Hakikat de budur. İnsanı zengin kılan en nihayet kendinden ibaret kalmamasıdır. Bir hayat boyunca buna çabalar zaten. Çabalamasa da ister istemez bütünlere dahil olur. Bazıları para biriktirerek yapar bunu. Bazıları hayran biriktirerek. Bazıları selfie selfie birikmeye çalışır. İşte karalayanlar da cümleleriyle birikmeye çalışıyor. Yalnız şu var: Neyi biriktirirsek o olacağız.

Evet. Kesinlikle böyle. Neyi biriktirirsek o olacağız. Ardımızdan biz değil biriktirdiklerimiz anılacak. Kaşıktan değil kaşığın doldurduğu tabaktan bahsedilecek. O zaman daha net göreceğiz. Ne olursak olalım. Parça kalacağız. Kaşık kalacağız. Futbol dünyasının acı kaybı diye anlatılacağız mesela. Veya siyaset dünyasının. Veya pop müziğin. Veya... Veya... Ama kimse bizzat bizi anmayacak. Çünkü bizzat yokuz. Bizzat diye birşey yok. Birşeylere dair olmak için varolmuşuz. O halde bu neden Allah olmasın?

11 Kasım 2017 Cumartesi

Bilmek için sanmalara ihtiyacımız var

"Ancak tevbe ve iman edip iyi davranışta bulunanlar başkadır. Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah Gâfur'dur, Rahîm'dir." (Furkan sûresi, 70)

Hayatta bana bahşedilen her 'e-bilme'nin aslında 'e-bilemediğimi' farketmek için verildiğini söylemiştim. Söylemiştim ama izah etmemiştim. Şimdi biraz ona dair konuşmak istiyorum. Bu süreç kanaatimce şöyle işliyor: 'Birşeyleri yapabiliyor olduğunu' sanmadığın sürece 'aslında hiçbirşey yapamadığını' anlayamıyorsun. Elma şekerinin önce eline verilip sonra çekilmesi lazım. Elinin veya dilinin veya gönlünün vehmî de olsa bir varlık tanıması lazım. Sen varlığı yoksunluğundan tanıyorsun. Ne demek bu? Belki biraz şu demek:

Bilmek için sanmalara ihtiyacımız var. Öyle olmadığını sanarsak 'öyle olduğunu' öğrenebiliyoruz. Öyle olduğunu sanarsak 'öyle olmadığını' farkediyoruz. Başka şekillerde sanmadığımız şeylerin asıl hallerini öğrenmek de zor oluyor. Bunu salt 'iman etme' olarak anlamayın. İhtimal vermek bile sanrıya girer. Hayal bile bir parça sanrıdır. Herşeyin zıttıyla bilindiği şu alemde sanrısal varlık hakikat için basacak yer olur. Fakat bu öyle tehlikeli bir ayak yeridir ki, Kur'an'daki ifadesiyle, emaneti yüklenmekte gökler ve dağlar bile çekingendirler.

Mürşidimin 'ene'yi ele alışı da böyledir. 30. Söz'ü okuyanlar bilir. Onun 'hendesedeki farazî hatlar gibi' vücutsuz bir kıyas aracı olduğuna dikkat çeker. Tıpkı paraleller ve meridyenler gibi. Dünya üzerinde öyle çizgiler yoktur. Gözle arasanız bulamazsınız. Ama haritada varsayılmazlarsa konum tesbiti de zordur.

Konum bütünün kendisi değil parçasıdır. Kuşatılamayan bir bütünle konum tesbiti yapılamaz. Bütünü farazî şekilde parçalara ayırmak sınırlı olanın onun üzerindeki tasarrufunu kolaylaştırır. Neden? Çünkü bütüne hâkim olamayan 'sınırlı' parçalara bir şekilde hâkim olabilir. (Veya olabileceğini sanır.) Sözgelimi: Kaybolan bir tekneyi bütün denizlerde aramaya güç yetiremeyecek kurtarma ekipleri için bu farazî bölümlemeler 'aramaya güç yetirebilecekleri' bir parçaya ulaşmalarını sağlar. Kayıbın konumu kuşatılabilecek bir parçaya indirgenebilirse aramaya teşebbüs edilebilir. Yoksa acze düşülür.

Eğer ene olmazsa biz de bunu yaşarız. Allah'ı anlamakta acze düşeriz. Kuşatabileceğimiz parçalara ulaşamadıkça isimlerini anlayamayız. (İsimler de aslında marifetullah yolunda bahşedilmiş parçalardır.) İşte Cenab-ı Hak bize bu parçaları da bahşetmiştir. Kuşatabildiğimiz parçalara halk dilinde 'benim' deriz.

İsimlendiririz. İsimlendirmek bir açıdan parçalamaktır. İnsan birşeyleri 'kendisinin' sanır ve sonra 'kendisinin olmadığını' bu 'kendisinin sanmasıyla' anlar. Kendi tarlasından mahsulü bir emekle aldığını gören çiftçi, yeryüzü tarlasında biten milyonlarca bitki için bir 'tarla sahibi' arayınca ve de hidayet-i ilahiye ile bulunca, o sonsuz kudret sahibinden kendi tarlasını sakınamayacağını da anlar. Sonsuz bir Allah'ı kendi sözde sahipliğiyle sınırlaması mümkün değildir.

İş başkadır. İş büyüktür. İş ancak tevhidin kaldırabileceği bir yüktür. Ve böylece yola başlarken vehmettiği sahipliğini terkeder. Tevekkül eder. Yolun sonunda terkettiği yolun başında sahip çıktığıdır halbuki. Demek Allah'ın ihsanıyla bu olmuştur. Yanlışı doğruya dönüşmüştür. Öyleyse diyebiliriz ki artık:

Sanrıların/sanmaların yaratılmasında da bir hikmet var. Öyle olduğunu sanmadan 'aslında öyle olmadığını' öğrenmek mümkün olmuyor. Çünkü yanlışa düşmeden doğruyu bölebilmek mümkün olmuyor. Hem mürşidim yine bir yerde diyor: Hayır küllidir. Şer cüz'idir. Belki de, biz, bölünce elimize geçen şerlerden korkarak 'her hayır elinde olan' bütünün Rabbimize sığınmaktayız/sığınabiliriz. Bu da bir çeşit 'kötülüklerin iyiliğe çevrilmesi' değil midir?

10 Kasım 2017 Cuma

Yine şiir okuduğu için hapse girer mi birileri?

"Kararnamede kaç yerinde 'Devletin emniyetini ihlâl edebilir veya yapabilir' gibi tâbirlerle imkânat, vukuat yerinde istimal edilmiş. Herkes, mümkündür ki, bir katl yapsın. Bu imkân ile mes'ul olabilir mi?" Bediüzzaman Said Nursî, İddianameye Karşı İtiraznamenin Tetimmesi, Şualar.

Viva Zapata (1952) filminde çok etkilendiğim bir sahne vardır. Yıllar önce bir yöneticiyle atışarak isyan etmeye karar veren genç Emiliano Zapata, yıllar sonra, artık yaşını başını almış bir yönetici olarak bir gençle atışır, hatta tıpkı o yöneticinin yıllar önce kendisine yaptığı gibi ismini kağıda not alır. Tam notunu alırken kafasında bir ampul parlar. Gençliğinde savaştığı şeye dönüştüğünü farkeder. Hemen not aldığı kağıdı yırtar. Koltuğunu bırakıp tartıştığı gruba katılır. Tekrar direnişçi olur.

Kaç zamandır düşünüyorum: "Kaynak Holding'de birisinin bilgisayarından çıkıp ismi geçtiği için ağabeyimin tutuklanmasına sebep olan 'dua listesi' neyin nesi olabilir?" diye. En nihayet şu teori aklıma geldi: Belki de bu bir hatim listesi. Evet. Böyle tahmin ediyorum. Delilleri göremediğim için kesin birşey söyleyemiyorum. Belki de başka türlü birşey çıkacak. Fakat zannım bu yönde. Çünkü ağabeyimin böylesi bir listeyi yıllar önce bana da ulaştırdığını ve haftada bir cüz okumak sûretiyle dahil olmamı teklif ettiğini hatırlıyorum. (Haftada bir cüz yetiştirmek zor geldiği için dahil olmamıştım.)

Yalnız bu kadar da değil. Aşağı-yukarı tüm sohbet gruplarında (hadi siz cemaat deyiverin) böylesi listelere rastlamışımdır. Grup farkı gözetmeksizin denk geldiğim birşeydir şu. Her sohbet-ders grubu, dinî konular hakkında yaptıkları bilgi paylaşımının yanında, bir de cüz paylaşırlar aralarında. Bu cüzler, okunması ihmal edilmesin diye, bir Excel dosyası olarak isim isim liste halinde gönderilir. Sebep? Kimse sırasını şaşırmasın, o hafta okuması gereken cüzü ihmal etmesin, böylece her hafta bir hatim bitirilmiş olsun diye. Bildiğim kadarıyla malum suçun(!) işleniş şekli böyle.

Eskiden, yani sabık ve karanlık dönemlerde, dinî grupların evlerine yapılan baskınlarda 'takke, tesbih, seccade, Kur'an, tefsir, hadis kitabı' gibi şeylerin de suç aletleri olarak kayıt altına alındığı anlatılırdı. Hatta böyle bilgiler içeren tutanakların devlet arşivlerinde yeraldığı söylenirdi. Ağabeyimin mezkûr listeden ötürü tutuklu yargılanacak kadar korkulacak bir hale gelmesi bana o zamanlara dair işittiklerimi anımsattı. Ne diyebilirim ki! "Ya ne komik zamanlarmış!" diyerek tebessümle andığımız devirlere şöyle bir bakıp dönüyoruz anlaşılan. (İnşaallah uzun sürmez.) Eğer, iş benim tahmin ettiğim gibiyse, yani o 'dua listesi' denilen şey bir 'hatim listesi'nden ibaret ise, bir suç unsuru olarak görülmesinin başka açıklaması olamaz. Daha kötüsü de şu: O listelerden o kadar çok var ki! Kum gibi! Her yerde ve her cemaatte! Evet. Hatta şöyle söyleyeyim: Bazı listelerdeki insanlar birbirlerini tanımazlar bile.

Belki biliyorsunuz zaten ama yine de anlatayım: Bu herhangi bir namazda omuz omuza verip cemaat olmak gibidir. Yanındakine kefil olmayı gerektirmez. Hatta dönüp yüzüne bakmaya bile zorlamaz. Örgüt olmaya ise hiç ihtiyaç duymaz. İnternetten bile böyle listelere dahil olabilirsiniz. Yeter ki Kur'an okumak arzunuz olsun. Bir hatim grubuna dahil olup şahs-ı manevî denilen şeyden faydalanmak, yani bir iken bin olmak, her hafta bir cüz okuduğunuz halde hep beraber okunan bir hatimden sevap kazanmak, biz bu faydalı ve mübarek yolu sıklıkla istimal ediyoruz ve ederiz. (Allah kabul etsin.) Bir yakınımız vefat ettiğinde ilk aklımıza gelen şey budur hatta: Cüz dağıtmak.

İsim isim de yazarız bunu. 1. Cüz: Filanca falancaya... 2. Cüz: Falanca filancaya... 3. Cüz: Ötekine berikine... 4. Cüz: Berikine ötekine... Fakat bunu bilmek için azıcık olsun bir dinî bir grubun içinde takılmak gerekir. (15 Temmuz şehitleri için de böyle listeler düzenlendiğini ve bazılarına maaliftihar benim de dahil olduğumu belirteyim.)

Peki böylesi bir grubun içinde hiç bulunmamış birisi şöyle bir listeyle karşılaştığında ne olur? Muhtemelen şok olur. İsimlerin altalta yazıldığı, karşılarına nelerin ne zaman okunacağının kaydedildiği, bazen tarihler dışında başka bilgilerin de kayıtlı olduğu tuhaf şeylerdir bunlar. İşte böylesi birisi için şu liste bir suç unsuru olarak görülebilir. Tıpkı namaz nedir bilmeyen birisine abdest almak su israfı gibi görüneceği gibi. Veya oruç nedir bilmeyen birisine sahur yapmanın tuhaf gelmesi gibi.

Yine arzedeyim: Ben bu listenin neyin nesi olduğunu bilmiyorum. Bir hatim listesinden başka birşey de çıkabilir. Kesin konuşmuyorum. Sadece tahmin yürütüyorum. Tahmin yürütme yeteneğimi de durduramıyorum. Nihayetinde otuzbeş yıldır aynı sofraya kaşık salladığım ağabeyim Murat Ay, hattında bylock bile çıkmamasına rağmen, o listede adı geçtiği için şu an cezaevinde.

Tabii insan haliyle hakkında düşünmeden edemiyor. Sonra çeşitli komplo teorileri kuruluyor zihnine. Tahayyül bu ya: Bugün bir dua listesi suç unsuru haline gelebiliyorsa yarın başka neler suç aleti haline gelebilir? Dün olduğu gibi bugün de, ümmetin lideri olmaya layık gördüğümüz reislerimiz, 'şiir okudular' diye hapse atılırlar mı? İnsan devletine de dinine güvendiği gibi güvenmek istiyor. Fakat devlet dinin ne kadar farkında? Endişesi ne kadar gözüne sirayet etti? Korkusu adaletine ne kadar izin veriyor? Dindar ve dine hürmetkâr erkanımızı tenzih ederim. Başımıza böyle bir bela geldiği için asıl biz vehim yapıyoruz belki. Fakat 'e-bilmek'ler tutuklama karinesi olmaya başlayınca insan ihtimallerin gidebileceği yerden korkuyor. Siz korkmuyor musunuz?

Keşke demek de bir duadır

Bana bahşedilen her 'e-bilme'nin en nihayet 'e-bilemediğimi' farketmem için verildiğini anladım. Kolay olmadı. Ama nihayetinde anladım. Anlamak da sadece akılla olan birşey değil. Nefsimin her konuda onunla amel ettiğini söyleyemem. Nefsimin aklımdan başka bir aklı var. (Ve o henüz anlamadı.) Yahut da şöyle söylemeliyim: Sanki her hissimin bir aklı var. Veyahut akıl kirada bir giysi de her isteyen kullanabiliyor. Bazen öfkem alıyor onu eline. Bazen mutluluğum. Bazen hevesim. Bazen... Hepsi onunla ikna olmalı ama olmuyor. Aklın da, kendisini sınayabilmek için, genel-geçer'liğini kabul etmeyen latifelere ihtiyacı var.

'Bazen'leri çoğaltmakla mesele netleşmiyor. Size aslında iradenin de 'kullanan' değil 'kullanılan' birşey olduğunu anlatmam gerek. Akıl da, gücü yettiği zamanlarda, onu kullanıyor. İşleyişin prosedürünü tam olarak çözebilmiş değilim. Mutlaka bir düzeni var ama çok karmaşık. Sanki irade tutanın/tutulanın elinde kalıyor. Bazen öfkem alıyor onu eline. Bazen mutluluğum. Bazen hevesim. Bazen... Hangisine daha çok yol verirsem. Daha çok 'daha çok yol vermişsem.' Ancak iradeye ulaşırken aklın bir engelleyiciliği de yok değil. Hatta diyebilirim ki: Aklımı rahatça kullanan hislerim irademi onun kadar kolay kullanamıyor.

Bu söylediğim doğrudan kullanımlar için geçerli. Eğer doğrudan kullanmayacaklarsa mutlaka akla müracaat ediyorlar. Kendilerince güzel olanı akla da beğendirmeye çalışıyorlar. Beğendi mi? Tamam o zaman. Akla doğru gidebiliriz. Ya beğenmezse? Öyle ya. O da var. Bazen hislerim de birbiriyle çatışarak aklı paylaşamıyorlar. Canımın istediği birşeye korkum karşı koyuyor mesela. Kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiye birbirleriyle ters düşerek birbirlerinin hızını kesebiliyorlar. Onlar anlaşırsa aklın işi zor. İkiye karşı bir. Çok fena. Kaybedecek. Akıl bu iki müddeiyi de dinliyor. Verdiği kararların her zaman adaletli olduğunu söyleyemem. Âdil olmak için takvaya sahip olması lazım. Takvayı âdet edinmiş bir bünyenin aklı olması lazım. Eğer böyle bir bünyede yeralmıyorsa, en çok hangisini beslemişse daha önceleri, o müddei kazanıyor.

Kem duygularım kolay semizleşiyor. Farkındayım. Beslediğim hiddetler, arzular, şehvetler, ilgiler büyüyor. Beni yutacak bir hale geliyor. Farkındayım. Önceki seçimlerim, inayet-i ilahîye özel bir müdahale ile yönlerini değiştirmedikçe, sonraki seçimlerimin rengini etkiliyor. Daha iyi bir adam olabilmem için 'daha iyi bir adam olmayı sonuç verecek' işleri yapmış, seçimlerde bulunmuş, en azından kötü bir adam olmaya pişmanlık göstermiş olmam lazım. O kadarcık olsun ayağımı basacak bir yere ihtiyacım var.

Bir yerden başlamam lazım. Her şekilde bir duaya ihtiyacım var. Tevbe bir duadır. Buğzetmek de bir duadır. 'Keşke' demek bile bir duadır. Yetim çocuğun başını okşamak dahi kalbin kasavetini, katılığını, kemliğini alması için Allah'a yapılmış bir duadır. Dua aklımın 'akıl' olduğu, yani 'gel peşime takıl' olmadığı zamanlarda istikamette kalabilmek için ışığa yalvarışıdır.

Beni kötü bir adam yapacak çok eylemim var. Ve bunlar beni ileride daha da kötü bir adam olmam için esir alıyorlar. Kötü seçimlerim, onları seçtikçe tekrar be tekrar, birer alışkanlığa dönüşüyorlar. Alışkanlık ikinci bir fıtrattır. Onları mahiyetimin kendisi sanıyorum. Aklım da öyle sanıyor. Doğru olanın bu olduğunu düşünmeye başlıyor. Akıl bu yönüyle akılsızdır. Büyük bir uyarıcı ile karşılaşmadığı sürece, yani işler tıkırında gittiği sürece, hep/umumen seçilenin doğru olduğunu düşünür. Genelin seçimi bu yüzden onu kandırır. Musibetler bu yüzden kurtarıcıdır insan için. Sıradışı 'sıradanlığın körlüğünden' kurtarıcıdır.

Bunu da açıklıkla beyan ederim: Aklımla da hiçbirşeyi esir alabilmiş değilim. Farkındayım. Ancak aklım sayesinde bazen esir alınmaktan kurtarılıyorum. Bazen de aklım bizzat beni esir alan oluyor. Duygularımı yeterince yaşamamış olmaktan dolayı aynalara kızıyorum. Biraz koyuvermeli miydim ipi? Biraz 'neler olacağını öngörmeden eyleme cesareti'ni göstermeli miydim? Belki... Ama yine de içimdeki müsabakada bu bir ihtimal olarak gelip geçiyor. Gökyüzünde hangi bulut bir saniye öncesine tıpatıp benziyor?

Bir esaretten kurtulmak için başka bir esarete sığınıyorum. Benim için bir özgürlük yok. Özgürlük ancak külli iradenin malıdır. Birşeyin olmasını istediği zaman 'ol' demesi yeten ancak özgür olabilir. Hakiki manada ancak ona özgürlük derler. Cüz'i irade sahipleri asla özgür olamazlar. Ancak doğru esareti seçebilirler. Hakiki olan herşey yalnızca Allah için var. Bizde olanlar yalnızca yanılsama. Yalnızca 'öyle olmadığımızı' anlamak için kıstas buyrulmuş 'öyle olduğumuzu sanma'lar. Bir avuç sanrı ile ediniyoruz tüm hakikat bilgisini. Demek bilmek için de önce yanlışa düşmek gerekiyor. İmtihan böyle başlıyor.

4 Kasım 2017 Cumartesi

Bu celal AK Parti'ye ne kazandırır?

Bir dostum geçenlerde güzel birşey söyledi, ben de hak verdim, çünkü ifade edemediğim bir mananın sûrete bürünmesi gibiydi. "Biz" dedi, "FETÖ'cülerin tamamının birer aptal, birer ahmak, birer gerizekalı olduklarının söylenmesine itiraz etmeyiz, hatta şevkle onaylar ve katılırız, fakat herbirinin eşit derecede 'terörist' olarak yaftalanması ağırımıza gidiyor."

Hakikaten biraz böyle. Yaşadığım örnekten konuşayım: Ağabeyimin 15 Temmuz sonrası Kaynak'ın kapatılmasıyla tazminatı verilmeden işten çıkarılmasına üzüldüm mü? Vallahi "Zarara rızasıyla girene merhamet edilmez!" kaidesiyle çok üzülmedim. Çünkü işin kötü bir yere gittiği belliydi. Nasihat dinlemedi. Ferasetli davranmadı. Eh, o zamandan beri işsiz, evde oturuyor, buna üzüldüm mü? Vallahi, yine yukarıdaki sırr-ı hikmetle, bunun 'âdil kaderin bir tokadı olduğunu' düşünerek canımı çok sıkmadım. Ama şimdi devlet bir gece gelip, derdest edip, ağabeyimi cezaevine koyunca bu bana ağır geldi. Niye ağır geldi? Çünkü "O kadar da değil!" diye düşünüyorum. Bu ses vicdanımdan geliyor.

Bakınız, bunu söylememe bile gerek yok belki, ama ileride gelecek muhtemel itirazları engeller: Ben gizli-saklı bir adam değilim, nicedir yazdığım-çizdiğim ortada. Sosyal medyada, köşe tuttuğum sitelerde, internette, kağıtlarda... Ben, hassaten Fetullah Gülen'i, genelde ise Fetullahçılığı günahım kadar sevmem. Bir 'yoldan çıkmışlık' olarak görürüm.

Dersane krizinden beri sapmalarını/sapıtmalarını ortaya koyan yazılar kaleme alarak bu azgınlığa karşı koymaya çalıştım/çalışıyorum. Fitnenin ilk günlerinden beri, özellikle nur talebelerini etki altına alma çabalarına karşı, Risale-i Nur'a dair muktesabatımla karşı koymaya gayret ediyorum. Şunu da söyleyeyim: Durduğum yer yüzünden isimsiz mesajlarla tehdit de edildim. Bedel de ödedim. 17 Aralık sonrasında işimden oluşum, son katıldığım toplantıya şahit olanlar da bilirler ki, en çok bu karşı duruş sebebiyledir.

Ben bunları kimseye yaranmak için yapmadım. Sonunu da düşünmedim. Doğru olanın bu olduğuna, müslümana bunun yakışacağına ve Risale-i Nur mesleğine uygun olanın da ancak bu olacağına inandığım için yaptım. 15 Temmuz'da "Erdoğan'ı bu itlere yedirdikten sonra biz de ölelim!" diye yazıp, daha Cumhurbaşkanımız çağrı yapmadan önce, arkadaşlarını arayıp 'Sokağa çıkmak lazım' diyen de benim. Elhamdülillah. Buna bugün de, inşaallah, mahşer gününde de hamdederim. Şimdi hayret ediyoruz. Ablamla biz o gece neredeyse Esenyurt'tan Yenibosna'ya kadar yürüdük. Üstümüzden uçaklar geçiyordu. AK Parti ilçe teşkilanının önündeki insanlar "Havalaanını ordu tanklarla ele geçirmiş. Orayı geri alacağız!" diyorlardı. "Lan nasıl alacağız? Cebimizde traş bıçağı bile yok!" demiyorduk. Kimse de demiyordu. Kimsenin aklına korkmak gelmiyordu. O gece öyle mübarek bir geceydi. Bin ay gibi gecelerdendi.

Fakat şimdi korkuyoruz. Neden? Çünkü bilemiyoruz. Hani Kur'an'da Hz. Hızır (a.s.) ile Hz. Musa'nın (a.s.) kıssasında geçer. Hz. Hızır hikmetle der: "İçyüzünü bilmediğin şeye nasıl sabredeceksin?" Durumumuz tam o. 15 Temmuz'da haklı belliydi, hain belliydi. Ölsen şehit olacağını biliyordun. Şimdi ne olacağını da bilmiyorsun. Alınıp bir hafta tutulan var, bir ay tutulan var, bir yıl tutulan var. Hattında bylock olan adam salınıyor bazen. Bazen olmadığı halde içeride kalıyor. O-bu-şu hakkında "FETÖ'cüdür!" diye fısıldadığı için iyiliğinden başka birşey işitmediğiniz insanların hayatları kayıyor da sonra iş hatayı düzeltmeye gelince "Hele sen bekle!" deniliyor. Ya bütün bunlar normal mi?

Böyle şeylerin olduğunun ilk söylendiği zamanlarda ben diyordum ki: "Devlet çok büyük bir badire atlattı. Kafası karıştı. Neyi/nasıl yapacağını bilmiyor. Kurt gövdeye girmiş durumda. Şok yaşıyor. Kendisini toplaması için zaman vermek lazım. Sabırlı olmak lazım. Hatta adaletine yardımcı olmak lazım." Bütün bunları kendi hevamdan da söylemiyordum. Mürşidim Münazarat isimli eserinde diyordu ki: "Evet, maatteessüf, daha yeni ve bulanık bir devlette ve cahil ve perişan bir millette, şöyle fena ve pis şeylerin vukuu zarurî gibidir. Eskiden daha berbadı vardı; fakat şimdi görünüyor. Bir dert görünürse, devâsı âsândır. Hem de büyük işlerde yalnız kusurları gören, cerbezelik ile aldanır veya aldatır. Cerbezenin şe'ni, bir seyyieyi sümbüllendirerek hasenata galip etmektir."

Ancak bir seneyi devirdik. Biraz ayağa kalkmış olmamız lazım. Birşeylerin yerine oturmuş olması lazım. Ayarlarımızın düzelmesi lazım. Bu bilinmezlik korkusuyla nereye kadar yaşanır? İnsan endişenin yükünü omzunda kaç gün tutar? Üstelik işin şöyle 'mağduriyet büyütücü' bir yanı da var:

Böyle tutuklamalar olduğu zaman tutuklanan kişinin cümle yakınları da mağdur edilmiş oluyor. Ağabeyimden pay biçeyim yine. Şimdi ağabeyim içeriye alındı. Ne yediğimizin tadı var ne içtiğimizin. Yalnız bizim mi? Haberi alan her akrabamızın içine bir ateş düşüyor. Tüm sevenlerimiz üzülüyor. Bu birtek bizde böyle değildir ki. Her içeriye alınanda az-çok bunlar oluyordur. Yani bir adam dışarıdayken sadece kendi mağduriyeti olan durumu, içeriye alınınca, herkese yayılıyor. Herkes üzülüyor. Bundan siyaseten AK Parti'ye ne fayda gelir?

Hatta iş öyle bir noktaya geldi ki: Arayıp bana atar yapan var. Niye atar yapıyor? Benim AK Parti'ye verdiğim destekten dolayı. Beni de ağabeyimin başına gelenden sorumlu tutuyor. Yani işin geldiği noktada, bırakınız siyaseten muhalif olmaktan, akraba veya tanışıklık muhabbetinden AK Parti'ye bir husumet filizleniyor. Bu yanlış yanlış büyüyen tehlikeyi görmek lazım.

Bu neden böyle oluyor? Bence şundan: İçeriye alınan adamın suçunu netlikle ortaya koymuyor, açıklamıyor, yakınlarının vicdanını tatmin edemiyorsun ki, onlar da içyüzünü bilip sabretsinler. Beklenilen sadece anlayış. 'Acaba' demeyecek bir duruş. Hatta anlayış da isteyen yok. İstenilen: "Kaderimse çekerim!" Fakat biz AK Parti'ye bundan dolayı destek vermedik ki. Biz AK Parti'ye bizi 'devletin soğuk dişlilerinin arasında ezilmekten kurtaracak' diye oy verdik. Nitekim geçmişte bunu başardı da. Neden şimdi de aynı şeyi başaramıyor? Halkı yeniden bu çarklara itmekten AK Parti'ye bir fayda gelir mi?

Biz ittihadın kıymetini biliyoruz. Bu ittihad kırılmasın istiyoruz. İttihad olmadan ümmete ferah yok. Ancak, suçu ortaya konulmadan, hatta bazen devletin de itirafıyla suçsuz yere, içeriye alınan insanların mağduriyetleriyle büyüyen bir yara var. Bu yara bir girdap gibi olayla ilgisiz bütün yakınlarını da içine doğru çekiyor. Bu yakınların birçoğu 15 Temmuz'u ve sonrasındaki geceleri sokaklarda geçirmiş insanlar. Bu insanları küstürmemek lazım.

Dediğim gibi: Ne soruşturmaların, ne sorgulamaların, ne de FETÖ'cülerin peşine düşülmesinin aleyhindeyim. Hatta 15 Temmuz'u organize edenlerin idam edilmesi taraftarıyım. Ama tutuksuz yargılanması mümkün olan insanların nafile yere içeriye alınmasıyla giderek büyüyen yara görülmeli. AK Parti bunu bugün görmezse sandıkta pek acı sonuçlarını görebilir. Biraz feraset, merhamet ve empati bizi bu girdaba düşmekten kurtarabilir. Bu treni kaçırmayalım. AK Parti'nin bize, bizim AK Parti'ye ihtiyacımız var, hâlâ var.

31 Ekim 2017 Salı

İnsanın ağabeyi FETÖ'den içeriye alınınca...

İnsan tuzu kuruyken öyle laflar ediyor ki onda birini ıslakken edemez. Mü'minûn sûresi 97. ayette mealen deniliyor ki: "De ki: Ey Rabbim! Sana sığınırım, şeytanların kışkırtmalarından!" ve devamında buyruluyor ki: "Onların yanımda bulunmasından da Sana sığınırım." İnsan fitne zamanlarında böylesi ayetlerin sırrını daha iyi anlıyor. Ben de ağabeyinin FETÖ mevzusundan tutuklandığını henüz öğrenmiş birisi olarak bu ayetleri daha başka okuyorum.

Suçu ne idi ağabeyimin? Bildiğimiz hiç. Bildiğimiz, ayet-i celilede haber verilen, şeytanların yanında bulunmak. 15 Temmuz'a kadar Kaynak'ta muhasebecilik yapmaktan başka bildiğimiz suçu yok. Ha, bu ailecek hakverdiğimiz bir davranışı mıydı, değildi. Bana kalsaydı 17 Aralık'ın ertesi günü orayla bağlantısını kesmeliydi. Fakat yapmadı/yapamadı. Ev almak için para biriktiriyordu, işsiz kalmak istemedi veya sürecin bu noktaya geleceğini ummadı. Ancak bundan başka bildiğimiz bir suçu yok. Daha kötüsü: Devletin de bundan fazla birşeye dahil olduğuna dair bize söylediği birşey yok. Ama tutukladı.

Ve bekleyeceğiz. Tıpkı Gezi'den sonra Kazlıçeşme'de, 17 Aralık'tan ve 15 Temmuz'dan sonra Atatürk Havaalanında beklediğimiz gibi bekleyeceğiz. O gece Cumhurbaşkanımız daha kimseyi sokağa çağırmadan kendimizi sokağa atıp Avcılar'dan Yenibosna'ya kadar yürüdüğümüz gibi bekleyeceğiz.

Ne değişti? Belki biraz yıprandık. Herşeye rağmen hata yapmamaya dikkat edeceğini düşündüğümüz, buna arsız bir inatla inandığımız ve inatla başkalara karşı da savunduğumuz devletimizin bizi incitmeyeceğine inanmaktan yıprandık. Sağdan-soldan hatalar yapıldığını duyuyorduk. Suçsuz insanların içeriye alınıp uzun süreler kaldığını işitiyorduk. Diyorduk ki: Devlet büyük birşey yaşadı. Kafası karıştı. Elbet kendisini toparlayacak. İnatla bunu söyledik. İnatla bunu yazdık. Hâlâ da inanıyoruz buna. İnsan umudu olmadan yaşayamıyor.

Fakat yıprandık. 15 Temmuz gecesi uğruna ölmeye hazır olduğumuz hamiyetli insanların kulağına sesimizin gitmemesinden yıprandık. Hattında bylock bile çıkmayan ağabeyimizin bir dua listesine (onun da ne olduğunu bilmiyoruz henüz) her nasılsa adının dahil edilmiş olmasından örgüt üyeliğine terfi etmiş olabilme ihtimaline varılmasından yıprandık. Devlet, onun için canımızı vermeye cüretliyken iyiydi de, canımızın içine dokununca yıprandık. Yine de kimseye küsmüş değiliz. Ama diyorum ya. Yıprandık. İnsan sevdiğinin yüzüne bakmaktan yıpranır mı? Biz bundan da yıprandık.

İki aile bir evde yaşıyoruz. Annemiz şeker hastası. 9 yaşında bir yeğenim var. Ben anlatamıyorum. Devlet büyüklerimizden buradan rica ediyorum. Biri gelip anlatırsa anlayacağız. Ağabeyimin 15 Temmuz'a kadar Kaynak'tan ayrılmamak dışında ne aptallığı var? Üzerinden bir yılı aşkın bir zaman geçmiş, aynı adreste, aynı evde, bizimle oturuyor. Kaçmasına dair nasıl bir tehlike var? Acaba, bırakın yurtdışını, kiraya çıksa birkaç ayı çıkaracak kadar parası var mı? Neyle kaçacak? Nereye kaçacak? Hem niye kaçacak? Nasıl oturduğu yerde devlet için tehlikeli olacak? Allah belasını versin şu Fetulah Gülen'inki geberip gitmiyor. O geberse belki şu işin tansiyonu biraz düşecek. İşte, biz de, artık elimizi Allah'a açıyoruz. Ümit senden Allah'ım. Kulların derdi kulları germiyor.

28 Ekim 2017 Cumartesi

Tevbe kötülüğü nasıl vareder?

"Ancak tevbe ve iman edip iyi davranışta bulunanlar başkadır. Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah Gâfur'dur (çok bağışlayıcıdır), Rahîm'dir (engin merhamet sahibidir)." (Furkan sûresi, 70)

Elbette hep böyle gidecek değil. Düşeceğiz. Kalkacağız. Düşmekten kalkmakla, kalkmaktan düşmekle ferahlanacağız. Zıttı zıttının sıkletinden kurtulmamıza vesile olacak. Aynılığı ölümden ayıramayan yanlarımıza bir çeşit değişimle hayatı anlatacağız. Kötüden iyiye, iyiden kötüye. Kötüden iyiye geçerken 'iyi' zaten 'iyi' olacak. Şaşırmayacağız. Fakat şuna şaşıracağız:

İyiden kötüye geçerken de 'kötü' aslında 'iyi' olacak. Belki bu gelişigüzel, gelişi her şekilde güzel, ya bizzat güzel ya neticesi itibariyle güzel, yuvarlanışın içinde âlemde 'şer' dediğimizin aslında 'bize şer' olduğunu, varlığının tek başına savaşılası bir anlam taşımadığını, hatta kendisinden uzaklaşırken kendisiyle barışıldığını göreceğiz. Yaralarımızı seveceğiz. Bir tatlı bela gibi seveceğiz. Mahsulü gören bir ekincinin zahmetini sevdiği gibi seveceğiz. Bir tek bütünün içinde kendisine bir anlam bulamamış parçalar fayda göremeyecek hayırdan. Onlar, tek başına bir varlık olmadığı için, varlık 'tek başınalık' kaldırmadığı için, hiçkimse başıboş bırakılmadığı için, başıboşluk aslında yokluk anlamına geldiği için cehennemde sürekli tekrar eden bir hiçliğe saplanacaklar.

İşte, şimdi, hayatımın orta yerinde durup sana derim ki arkadaşım: Tevbe de günahın bütünün içinde bir anlam kazanmasıdır. Yanlışın yanlışlığı kabul ve ilan ile doğruya bir yanından dahil olmasıdır. Hiçliğe bıraktığımız kem izlerin telafisi, yani yeniden varlığa dönüşmesi, varlığın içinde kendisine yeniden bir yer bulması, ancak ve ancak tevbeyle olur. Yoku var bilmek onu iki kere yokeder. Hem yok hem yanlış kılar. Ama yoku yok bilmek yokluğunu yanlışlıktan kurtarır.

Yokun yokluğunu tesbit etmek bir doğrudur. Doğru varlığa uyumludur. Vücudîdir. (Varlıkla uyumlu olana doğru deriz ancak.) Hatta bir şekilde vardır. Yalan, mürşidimin de ifadesiyle, kudret-i ilahîyeye iftira etmektir. Çünkü varedilmeyene var demektir. Yaratılmayana yaratılmış muamelesi yapmaktır. Yok, yokluğu açısından varolmasa da, yokluğunun 'yok' şeklinde tayini sırasında varolur. Birşeyin olmadığını söylemek de olandan bahseden hakikatin parçasıdır. Hakikat zaten iki parçadır. Birisi olandan haber verir, diğeri olmayandan. Tıpkı kelime-i tevhid gibi. 'İllallah' dediğin yer 'la ilahe'nin hemen ardıdır. Yani: Allah'tan başka ilah yoktur. Başka ilah yoktur. Allah'tan başka...

Şimdi, buraya kadar seni yorduktan sonra arkadaşım, birşeyi daha kolay anlatabilirim gibi geliyor: İnsan, hakikate dahil oluş sürecinde, en büyük haykırışı kelime-i tevhid ile yapar da, onun dipnotları, haşiyeleri, mütemmimleri sayılacak detaylarda da bunu tekrarlamaz mı? Mizandaki en ağır sözü fiil fiil şerhetmez mi? Bence 'en büyük yokluğun' yokluğunu tayin edip 'en yüce varlığın' varlığını kabul ettikten sonra artık bunun sağlamalarını yapmak kaçınılmaz olur.

Allahu'l-alem. (En doğrusunu O bilir.) Tevbe ederken de işte bunu yaparız. Günahta bir varlık olmadığının altını yaşam yaşam çizip varlığı Allah'ın şeriat ile tayin ettiği alana münhasır kılarız. Ondan başka ilah olmadığı gibi onun hayır dediğinden başka hayır da yoktur. Biliriz. Ondan başka ilah olmadığı gibi onun sevap dediğinden başka sevap da yoktur. Tecrübe ederiz. Allah'tan başka ilah olmadığı gibi onun haram dediğinde hayır da yoktur. Ellerimiz yanarak söyleriz.

En nihayet demem o ki arkadaşım: En büyük hakikatin söylenmesinden sonra bunun zerrelere inen doğrulaması tevbeyle yaşanır. Çünkü tevbe sadece aklî değil tecrübî bir şahitliktir. Anların kelime-i tevhididir. Dildeki acılıktır. Kalpteki pişmanlıktır. Gönüldeki hüzündür. Candaki sıkıntıdır. Kem yaşanmışlıktır. Eğitimdir. En yüce hakikatin eylem eylem tecrübe edilmesidir. An an, fiil fiil, olay olay, parça parça doğruluğu görülüp teşhis edilmesidir.

Hak verilmesidir. Hakikat bilinmesidir. Yanlışlığının doğrulanmasıdır. Bu açıdan tevbe, günahın ademîliğine/yokluksallığına, hayırsızlığına, yanlışlığına, hata oluşuna, çirkin oluşuna, acı oluşuna, ateş oluşuna şahitlik ederek ona bir tür varlık kazandırmaktır. Yoklun varlığa 'yokluğunu kabul ile' yeniden dahil olmasıdır. Sıfırın birin ardına sığınmakla kazandığıdır. Çünkü yanlışın yanlışlığını ortaya koymak da bir tür doğrudur. Doğru, cismi olmasa da, bir türden (ilim türünden) varlıktır. Zıt zıttının varlığına böyle aynalık eder. Mürşidimin de dediği gibi: "Nefy-i nefy ispattır. Yani, yok yok ise, o vardır. Yok, yok olsa, var olur."

Rolex'i Bahadır Yenişehirlioğlu'nun ne zaman 'helali' olur?

  "Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. '...