Rahmet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Rahmet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Kasım 2023 Cumartesi

Celal Şengör neden ölmek istemiyor?

“Sevgili dostlarım, kusura bakmayın, Azerbaycan’a gelemedim. Çünkü zatürre oldum. Doktor da '15 gün yatağında kalacaksın!’ dedi. Ben de yatağımdayım zaten. Öksürüp duruyorum. İnşallah çabuk geçer. Mayıs ayında Azerbaycan’a gelebilirim. Gelmeyi çok istiyorum. Çamur volkanlarını görmeyi istiyorum. Görüşmek üzere...”

Geçtiğimiz Nisan ayında rahatsızlanan Celal Şengör'ün mezkûr sözleri medyada-sosyalmedyada epey gündem olmuştu. Pek merak ettiği çamur volkanlarını daha sonra görmüş müdür bilmiyorum. Fakat, Hüda'nın bahşıyla, arzu ettiği şekilde sıhhate kavuşturulduğunu biliyorum. (Kendisi Hüda'dan bilmese bile şifa ancak 'inşaallah'la olmuştur.) Yanlış anlaşılmasın. İşin magazin tarafıyla da ilgileniyor değilim. Fakir, her zaman olduğu gibi, tefekkür ekmeğimin derdindeyim. Fakat, laf lafı açıyor, bilimadamı da bilimadamını çağrıştırıyor, makamı gelmişken bir başkasından daha alıntı yapmak şart oldu. Japon asıllı fizikçi Michio Kaku 'Paralel Dünyalar' isimli kitabında diyor ki:

"Büyük Patlama mükemmel simetriye sahiptiyse ya da yoktan varolduysa şekillenmek için eşit miktarda 'madde' ve 'karşıt madde' olmasını beklememiz gerekir. Öyleyse biz neden varız? Rus fizikçi Andrei Sakharov'un bu sorunun yanıtına ilişkin önerisi orijinal Büyük Patlama'nın hiç de mükemmel bir simetri taşımadığı yönünde. Yaratılış anında madde ve karşıt madde arasında ufak bir miktar simetri kırılması olmuştu. Böylelikle madde 'karşıt maddeye baskın gelerek' çevremizde gördüğümüz evreni olanaklı kıldı. Eğer evren 'yoktan' varolduysa o zaman muhtemelen hiçlik tam olarak boş değildi de az bir miktar simetri kırılması taşıyordu. Ki günümüzde maddenin karşıt madde üzerindeki hafif egemenliğine olanak sağladı. Bu simetri kırılmasının kökeni halen anlaşılabilmiş değildir."

İşte 'Rahmetim gazabımı geçmiştir' sırrına buradan bir parça yaklaşabiliyorum arkadaşım. Hatta kainata baktığımda da, 'Allahu a'lem' kaydıyla diyeyim, cemalin celale galip oluşu dikkatimi çekiyor. Evet. Uyanmamdan gözümü kapamama kadar geçen zamanı mekan mekan, olay olay, nesne nesne hatırıma getirmeye çalışıyorum. Hüsün açıkça baskın görünüyor. Varolmayı güzel buluyorum başta. Hayatı güzel buluyorum. Zaten birkaç sıhhat-i fikrini yitirmişin dışında kimse intiharı istemiyor. Kimse yokluğu istemiyor. Hatta, hayatın yaşanırken tamamen anlamsız, tadılırken hâzâ acı, sonucu itibariyle ise kaskatı hiçlik olduğunu savunan ateistler bile ölmek dilemiyorlar. Varlığın kaostan ibaret olduğunu savunan Celal Şengör de, ne gariptir, ölmeyi dilemiyor. Bir saniye. Yahut da şöyle düzeltmeli biraz evvel söylediğimi: Algım cemali seçmeye daha yatkın görünüyor. Onu daha iyi tanıyorum. Hiç celalî hâdiseler yaşamıyor değilim. Varlar tabii. Lakin oranları o kadar düşük kalıyor ki. Kıyaslayınca apaçık görüyorum.

Tıpkı mürşidimin Muhakemat'ta söylediği gibi:

"Ukul-ü selime yanında muhakkaktır ki: Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz'îdir. Şöyle görünüyor ki: Âlemin herbir nev'ine dair bir fen teşekkül etmiş ve etmektedir. Fen ise, kavâid-i külliyeden ibarettir. Külliyet-i kaide ise, o nevide olan hüsn-ü intizamına keşşaftır. Demek cemi' fünun, hüsn-ü intizama birer şahid-i sadıktır. Evet, külliyet intizama delildir. Zira bir şeyde intizam olmazsa, hüküm külliyetiyle cereyan edemez. Çok istisnaâtıyla perişan oluyor. Bu şahitleri tezkiye eden nazar-ı hikmetle istikrâ-i tâmmdır. Fakat bazan intizam görülmüyor. Çünkü dairesi ufk-u nazardan daha geniş; tamamen tasavvur ve ihata olunmadığı için, nizamın tasvir-i bîmisali kendini gösteremiyor. Binaenaleyh, umum fünunun şehadetleriyle ve nazar-ı hikmetten neş'et eden istikrâ-i tâmmın tasdikiyle sabittir ki: Hilkat-i âlemde maksud-u bizzat ve galib-i mutlak, yalnız hüsün ve hayır ve hak ve kemâldir. Amma şer ve kubh ve bâtıl ise, tebeîye ve mağlûbe ve mağmuredirler. Eğer çendan savlet etseler de, muvakkattir."

Parmağıma batan diken sayısı gözümü okşayan çiçek sayısından çok düşük. Üstelik güzelliğin sûretlerinden yalnızca birisi çiçek. Sayısız başlıktan birisi. Onun da sayısız altbaşlığı var. Gözümü kenara koyup kulağımla bakıyorum bu defa âleme. Gökgürültüsünden başka korkutanım nerede? Güneşin sesi neden gelmiyor? Beni neden delirtmiyor, çıldırtmıyor, hayattan soğutmuyor? Hepsinden aşkın olarak varın varlıkta kalması da cemalin celale baskın oluşunu haber vermiyor mu? Aslolan sanki cemal de celal arada bir kendini gösterip gidiyor sadece. Böylece güzellik de görülebilir oluyor. Karanlık ne kadar az da olsa ışığın lazımıdır. Zıtlar birbirinin ihtiyacıdır. Algı kıyasla ayakta durur. Sıcak soğukla bilinir.

Kıyamete kadar böyle sürüp gidecek. O geldiğinde herşeyin dengesini ademden yana değiştirecek. Fakat, dikkat, kıyamet de sonsöz değil. Hilkatin diyeceği daha çok şey var. Göz görmemiş, kulak işitmemiş, kalb-i beşere hutûr etmemiş... Ahiret gelip kıyametle oluşan ademî hali hayra tebdil edecek. Nihayet varlık kazanacak. Varlar ebediyyen varolacaklar. Âdemler bir daha adem yüzü görmeyecekler. Çünkü Yaratan ademe değil vücuda taraftar. Çünkü Onun rahmeti gazabını geçti. İlahlığın şan u keremi böyle iktiza etti. Varlıktaki tasarrufundan tanıyorsun zaten Onu. Varın vardaki ısrarından tanıyorsun.

Süleyman Hayri Bolay, Batı Aklına Karşı Türkiye'de, Henri Poincare'den şöyle bir alıntı yapıyor: "Tabiat güzel olmasaydı bilinmek zahmetine değmeyecekti." Bunu böyle demekle Poincare'nin maksudunun da şu olduğunu zikrediyor: "Bilimadamı tabiatı güzel bulduğu için inceler..." Ona elbette hakveriyorum. Zira merakın kamçısı her zaman ilgidir. İlgiyse, açık bir ihtiyaçtan doğmadığında, gizli bir iştiyaktan kaynaklanır. Her cazibenin arkasında 'Cümle Çekim Güçlerinin Sahibi'nin imzası vardır. Fakat biz bu ilginin merkezini de çoğu zaman karıştırıyoruz. Onlar, 'Güzeller Güzelini' bildirmek için elçilerken, Güzeller Güzelini bırakıp elçilere âşık oluyoruz. Böylece işaretlerdeki güzellik de tuzak haline geliyor. İmkandan imkansızlığa dönüşüyor. Han safâsına meftun yolcu menzilinden mahrum bırakılır.

Eğer celal cemale baskın olsaydı, eşyayı araştırmaz, ondan kaçardık. Manzarasına gözlerimizi kapardık. (Nasıl ki korktuğumuzda yapıyoruz.) Seslerine kulaklarımızı tıkardık. (Nasıl ki ürktüğümüzde yapıyoruz.) Dokunuşlarından tenimizi sakınırdık. (Nasıl ki incindiğimizde yapıyoruz.) Değil derince tefekkürü, küçükçe hatırlaması dahi, hicrana boğardı yüreğimizi. (Nasıl ki sancılarımızı hatırlamak istemiyoruz.) Yani ki arkadaşım, bugün bize vazgeçilmez gelen varlık, hayattan vazgeçmemizin en mücbir sebebi olurdu. Fakat Onun rahmeti gazabını geçti. Kendisini bize kahrıyla değil keremiyle bildirmek diledi. Varlar varlıkta kalmalarını Ona borçlu oldukları gibi varlıktan memnun olmalarını da Ona borçludurlar. Öyle ki, varlığından memnun olmayaydı âdem, ademden pek bir farkı kalmayacaktı. Yaşamanın yollarında Hakîm-i Rahîmini aramayacaktı. Duracaktı Donacaktı. Zira korkacaktı.

Bilim denilen hiçbirşey vücuda gelemeyecekti. Merak diye birşey hiç tadılmayacaktı. Seyir diye bir zevk varolmayacaktı. Beşer bilmenin yollarına asla koyulamayacaktı. Korku hepsini yutacaktı çünkü. Akıl hepsinden kaçacaktı. Evet. Evet. Evet. "Rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edersiniz?" diye sorulduğunda gayrı bunu da anımsa arkadaşım. Yoksa, aman, cehennemin volkanlarını da görürsün. Buradaki volkanları 'Şengör'mek mümkün olabilir de oradakileri şen görebilmek muhal içre muhaldir.

16 Ocak 2023 Pazartesi

Risale-i Nur yeter mi?

"Bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti miktarında bir buz parçası olan enaniyetini eritmeyip bozmuyor, kendini mazur biliyor; ondan nizâ çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder; ehl-i dalâlet istifade ediyor." Kastamonu Lahikası'ndan. 

"Risale-i Nur yeter!" diyenlere şefkatli bir dikkatle yaklaşmak lazım. Ne niyetle söylediklerini doğru teşhis etmek şart. Yanlış teşhis yanlış suçlamayı doğurabilir. Sözgelimi: "Başka hiçbir esere ihtiyaç yoktur. Hiçbirini okumaya gerek yok. Başka bütün eserler boş çabalardır..." gibi insafsız/iz'ansız bir noktaya gidiyorsa cidden teessüf etmek gerek. O kişi Risale-i Nur'u da doğru anlamamış demektir. Yahut da sekir halindedir. Ama şunu diyorsa: "Benim, elhamdülillah, işimi görecek kadar İslamî altyapım var. Bundan sonra sadece Risale-i Nur'la meşgul olsam kalbimi tatmin ediyor. Manevî/şahsî ihtiyacımın görüldüğünü hissediyorum. Gayretimi buna hasrediyorum." Mevzuun bu tarafına muhalefet etmeyi de yanlış buluyorum. Kalbe karışılamayacağını düşünüyorum. Fakat, durum böyle bile olsa, yine de meseleye Bediüzzamanca bir şerh düşmek gerek.

Rahmetin de bir kanunu var arkadaşım. Kendisini eksik göreni tamamlıyor. Tamam göreni eksiltiyor. Avuçlarını açana yağıyor. Kalbini kapatana kapanıyor. Hatta kırk kere kâfir olsun. Eğer kendisini noksan bulup tamamlamaya çalışırsa lûtfa mazhar oluyor. Fakat aksi durumda, isterse kırk kere müslüman olsun, sanrısı mahrumiyete dönüşüyor. O halde diyebiliriz ki: Rahmetin mü'mini aczini bilendir. Aczini bilmeyen, kendi aslını tanımadığı gibi, Rabb-i Rahîminin de marifetine hakkıyla ulaşamamıştır. Evet. Bu öyle bir makamdır ki, mürşidimin tabiriyle, "Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır." Kendisini var bilse yokolur. Yok bilse varolur. Varoldukça yokolur. Yokoldukça varolur.

"Kendini bilse, vücut verse, kâinat kadar bir zulümat-ı adem içindedir. Yani, vücud-u şahsîsine güvenip Mûcid-i Hakikîden gaflet etse, yıldız böceği gibi bir şahsî ziya-yı vücudu, nihayetsiz zulümât-ı adem ve firaklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enâniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakikînin bir âyine-i tecellîsi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudatı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zira, bütün mevcudat, esmâsının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcibü'l-Vücudu bulan, herşeyi bulur."

 Demek 'herşeyi bulmak' için 'herşeysiz kalmak' lazım. Hiçbirşeyin hakiki yokluğunu çekmek istemiyorsan hiçbirşey olman gerek. Kelime oyunu yapmıyorum. Sahiden durum böyle. İstersen misallendireyim: Çok cahil olduğumu düşünüyorum mesela. (Ki gerçekten öyle düşünüyorum.) Bu cahillik beni öğrenmeye aç kılıyor. Eğer cahilliğimin şuuruna varmazsam öğrenmeye açlığım da olmaz. Öyle değil mi? "İnsan azgınlaşır kendisini müstağni gördükçe!" buyuran Âlâk sûresini hatırla hem. Hem 'emanet ayeti'ni de düşün. Ahirinde 'çok zalim' ve 'çok cahil' olduğumuzun buyrulmasını 'bir başlangıç noktası' olarak tasavvur edebilirsin. Yani yükleneceğimizi yüklendik. Şimdi yarış başlıyor. Fakat, bir saniye, bu yarış yüklendiğimizle yükseldiğimiz bir varlık noktasında başlamadı. Hayır. Kibre kapılmak hatadır. Aksine bize bahşedilen şey tam tersiydi: Emaneti yüklenmekle karanlığımızı idrak imkanıyla ikramlı kılındık. Hediye buydu. Elçi, asıl değil, detaydı. Emanetçi kendi adına sıfırlanandı. Allah Teala, emanetçi kılmakla bizi, sahipliği anlattı.

Varlığı varlığından çok yokluğundan öğreniyoruz arkadaşım. Başka türlü olamaz. Çünkü yaratıcısı değiliz. Emanetçiyiz. Ne kadar verilirse o kadar bulunduruyoruz. Ne kadar taşımamıza izin verilirse o kadar tutuyoruz. Sonra çekilip alınıyor. Yerine aynısını koyamıyoruz. Dikenleri ellerimizi parçalıyor. "Keşke toprak olsaydım!" diyoruz. "Keşke hiç tanışmasaydım!" Ne sıhhat kalıyor bizde, ne gençlik, ne de güzellik. Yoksunlukları ise, evet, kalıyor. Zeval-i lezzetin elemi terketmiyor. Zeval-i elemin lezzeti de bâkidir. Varlık yokeldiğinde yok kalır. Yokluk yokeldiğinde varolur. Bizim yokluğu yoketmemiz lazım.

Mürşidim Sünuhat'ında diyor ki: "Lâkayt Emevîlik, nihayet sünnet cemaate, salâbetli Alevîlik, nihayet Râfizîliğe dayandı." Mektubat'ta ise sözünü şöyle tamamlıyor: "Eğer Hazret-i Ali olmasaydı, dünya saltanatı, mülûk-u Emeviyeyi bütün bütün yoldan çıkarmak muhtemeldi. Halbuki, karşılarında Hazret-i Ali ve Âl-i Beyti gördükleri için, onlara karşı muvazeneye gelmek ve ehl-i İslâm nazarında mevkilerini muhafaza etmek için, ister istemez, Emeviye devleti reislerinin umumu, kendileri olmasa da, herhalde teşvik ve tasvipleriyle, etbâları ve taraftarları, bütün kuvvetleriyle hakaik-i İslâmiyeyi ve hakaik-i imaniyeyi ve ahkâm-ı Kur'âniyeyi muhafazaya ve neşre çalıştılar. Yüz binlerle müçtehidîn-i muhakkikîn ve muhaddisîn-i kâmilîn ve evliyalar ve asfiyalar yetiştirdiler. Eğer karşılarında Âl-i Beytin gayet kuvvetli velâyet ve diyanet ve kemâlâtı olmasaydı, Abbasîlerin ve Emevîlerin âhirlerindeki gibi, bütün bütün çığırdan çıkmak muhtemeldi."

Yani, Âl-i Beyt de bu ümmete emanet edilmekle, başkalar 'onlar gibi olamamak' nimetiyle tanışmış oldular. Şaşırma söylediğime arkadaşım. Onlar gibi olamadığını bilmek de bir nimetti. Çünkü onlar gibi olmaya teşvik etti. Kendisi Âl-i Beyt karşısında yarım bulanlar, büsbütün gözden düşmemek için, gayretleriyle tamam olmaya çalıştılar. Bundan istiğna etselerdi daha fena olacaklardı. Nasıl ki biz öyle oluyoruz. Cenab-ı Hakkın bahşettiği emanetçiliği sahiplik sanrılayarak dibin dibine iniyoruz. Kibirlenmekle derecelerini düşürüyoruz. İstiğnayla batırıyoruz. Üstelik tekebbür ettikçe rahmet de bizden uzaklaşıyor. Zira rahmet kendi yarımlığının farkında olmayanlardan uzaklaşır. Onun mehri fakirliktir. Sultan oturacak yer bulamadığı, yani ki kendisine yer gösterilmeyen, meclise neden uğrasın? Fakirliğini daha az hissettikçe insanoğlu rahmete liyakatini kaybeder. Evet. Öyledir. Rafızîliğe giden her yolun zemini "Ben kendime yeterim!" taşlarından örülmüştür. Kendi kabına kapanmak rahmetten eder daima. 

Aynı bahsin bir de Hakikat Çekirdekleri'ndeki versiyonunu alıntılayalım:

"Sevâd-ı âzama ittibâ edilmeli. Ekseriyete ve sevâd-ı âzama dayandığı zaman, lâkayt Emevîlik, en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adetçe ekalliyette kalan salâbetli Alevîlik, en nihayet az bir kısmı Râfızîliğe dayandı."

Bediüzzaman, bu metnin Sünuhat'taki versiyonun başında, (onu ilk alıntılamıştım) bir ayet de zikrediyor. (Rum sûresinin 19. ayeti.) Kısa bir mealiyle buyruluyor ki orada: "Ölüden diriyi, diriden ölüyü, O çıkarıyor!" Hemen altında da bu ayete bir açıklama yapıyor: "Pekçok desatir-i külliye ve bir kısım desatir-i ekserîyi tazammun eder. Ferde, cemaate, nev'e, mesleğe şâmildir." (Emevî-Rafizî kıyaslaması işte bunun misali olarak geliyor. Daha başka misaller de var. Fakat yazıyı uzatmak istemedim.) 

Öyleyse soralım: İçimizden bir dirilik doğurmak öncesinde bir parça ölmeye mi bağlıdır? Öldüğümüzü kabullendiğimiz zaman mı Allah bize katından bir diriliş bahşeder? Ya tam tersi olursa? Ya kendimizi rahmetin lütfundan müstağni dirilikte görürsek? O zaman da geleceğimiz bir ölüme mi gebedir? Soruları çoğaltabiliriz. Ancak 'gör' dedikleri değişmez. İstiğnada bir tehlike vardır. Sahibini rahmete köreltir. Nice lütuftan eder. Doğru yerde başlayanı dahi yanlışa sürükler. Bunları düşünmekle ben de korkuyorum arkadaşım. "Allah ölüm fikrini almasın asla içimizden!" diyorum. Çünkü alırsa sahiden öleceğiz. Kalırsa, inşaallah, bize hayat var. Ademinde vücudu vardır, vücudunda adem var. Demek asıl vücud ademdir. Evet. Ehl-i Sünnet'in parçası olanlar, kendilerini bütünden müstağni görmezlerse, isabet ederler. Çünkü parçanın hayatı bütünün hayatıyla mümkündür. Hiçbir parça bütüne rağmen yaşamaz. Bütünle yaşar. Nur talebelerine de yakışan bütüne karşı müstağnilik değil mütevaziliktir, vesselam.


18 Mart 2022 Cuma

Dönüşü olmayan bir duayız biz

"Bütün kâinattan dergâh-ı İlâhiyeye giden bir duadır."

Mürşidim kalbime dokunduğundan beri herşeyi duaya dönüştürdüm. Artık başka hiçbirşey yok. Her 'şey' bir dua. Çünkü mutlak ademden yoksun bırakıldım. Ne mutlu! Hiçliğe düşmek imkandan çıktı. Çünkü hiçlikten gelmedim. Herşey geldiği yere döner. Ondan gelense Ona döner. Ben yokken bile vardım. Var yokken bile vardı. Zaman geçmezken bile bir yerlerde ismi geçiyordu. Varlık ne kadar evvele gitse, hatta kendini cismen hiç etse, kadîm olan Allah'ın ilminden ileriye-geriye gidemiyordu. 

Biz varlığa boşluktan düşmedik arkadaşım. Boşluk varlığa bizimle düştü. Madem ki Allah varolacak herşeyi biliyordu, ki biliyordu ki yaratıyordu, o halde mutlak yokluktan sözedilemezdi. Herşey varolmadan önce yalnızca ilimdi. Alîm olan hepsini bilirdi. Hafîz olan hepsini saklardı. Bunu da bana mürşidim öğretti.

İşte bu ilmin duasıyla varlık sahnesine çıkarıldık. Rahmet bilinene varoluş da lütfetti. İhtiyaçtan yaratılmadık. İkramdan yaratıldık. Hakikat-i Muhammediye aleyhissalatuvesselam varolmayı hakeden öyle bir güzellikti ki, Cenab-ı Hak, aziz hürmetine bizleri de varlık sahnesine getirdi. 

Nurundan yaratıldığımıza itiraz edecek bir gerekçe göremiyorum. İlim de nurdur çünkü. Birşey hakkında bilgi sahibi olmak etkileşime girmek gibidir. Ondan taşan birşey size gelmiş gibidir. Öyle ya: Güneşten bize ışık geliyor. Güneşi bu ışık sayesinde biliyoruz. Yine bu ışık hakkında deniliyor ki: İsm-i Nur'un Hidrojen-Helyum düzeninde bir tecellisidir. Onu aşamadığımız için bize varoluş görünür. İpleri görecek açıya sahip olmayanlar için kuklalar da 'kendiliğinden' hareketlidir. Demek: Sebepleri yaratıcı sananların aslında açısı bozuk. 'Olanı' görüyorlar da 'olduranı' göremiyorlar.

Belki güneş de uzayın yüzeyinde bir kabarcıktır ha? Nasıl su damlası güneşin yansımasını sinesine sığdırıyor. Belki güneş de başka bir güneşin, belki de Şems-i Sermed'in, tecellisini kendisinde yansıtıyor. Sen ışık ondan doğuyor sanıyorsun. Çünkü dört boyutlu fiziğin üstüne çıkamıyorsun. Eğer iki boyutlunun üstüne çıkamasaydın da parıldayan su damlası güneşin oluverirdi.

Hakikat-i Muhammediye sadece bir ilim olarak varken de varolmak için dua ederdi. Çünkü o kadar güzeldi. (Güzelliğin kendisi bir duadır.) Çünkü o kadar hikmetliydi. (Hikmetin kendisi bir duadır.) Çünkü o kadar rahmete şâyândı. (Aczin-fakrın kendisi bir duadır.) Cenab-ı Hak onun ifade ettiği cemali varlık sahasına getirdi. 

Aleyhissalatuvesselamın nurundan yaratılmak ne büyük şereftir. Demek bizde de kıymettar hakikatinden birşeyler vardır. Varolan herşey varolduğuna sevinir. Varolan herşey varolmakla gönenir. Yani hep varolmak ister. Sonsuzluk ister. Şu haliyle sanki göğsündeki sırrı sezmiş gibidir. Öyle ya: Damlacığın bizzat kalmaya hatırı yoktur da göğsünde gösterilen güneşin vardır. Göğsünde gösterilen güneş hürmetine damlacığa da hürmet edilir. 

Bizim göğsümüz acayip bir sır saklıyor arkadaşım. Sırrını inkâr etmezse cennet bahşedilecek. Sırrını inkâr ederse de cehenneme dahledilecek. Herşekilde sonsuzluktan kaçınamayacak. Neden? Çünkü güneşi gösterdi bir kere. Artık bu göğsün varlıktan kendini sakınabilmesi mümkün değil. Kendisinin hatırı yoksa da göğsünde gösterilenin hatırı var. Hep bilinegelen duasının neticesinde varlık sahasına çıktı. Hikmeti kabul edildi. Gayri bu duanın dönüşü yoktur.

30 Ağustos 2021 Pazartesi

Haşir mü'minler için "Ordaaa bir kööy vaar uzaaktaaa!" değildir

Bir süredir Haşir Risalesi okumaları yapıyorum. Aşinaları bilirler: Haşir Risalesi Rum sûresinin 50. ayetiyle başlar. Estağfirullah. Yanlış söyledim. Esere başlarken hatırlatılan ilk ayet bu değildir. İlk ayet besmeledir. İkinci olarak bu ayet-i kerime zikredilir. Ve kısa bir meali de şu şekildedir: "Şimdi bak Allah'ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor? Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir, O herşeye hakkıyla kàdirdir."

Daha meal düzeyinde bu ayetle muhatap olduğumuzda dahi şunu farkederiz: 1) Cenab-ı Hak baharı 'haşrin bu dünyadaki bir delili olarak' nazarımıza vermektedir. 2) Bahara (ve elbette baharımsı bütün oluşlara) 'rahmet' penceresinden bakmamızı dilemektedir. 3) Bahardan 'kudret' dersi çıkarmamızı buyurmaktadır. Ben de ders arkadaşlarıma bu makamda derim ki: Bu ayet-i kerimede haşrin hem 'delili' var hem 'muktazisi' var hem de 'imkanı' var. Nasıl? Açalım: 

1) Bahardaki dirilişler nazara verilmekle haşrin 'bir kanun olarak' her vakit câri olduğuna hatırlatma var. Yani kıyametten sonra muhatap olacağımız haşir büsbütün gaybımızda bir hâdise değil. "Ordaaa biiir köy var uzaaaktaaa!" diye iman etmiyoruz. Ya? Bu dünyada hep olagelen bir kanunun devamı, parçası, sonucu olarak haşri görüyoruz. Çünkü Cenab-ı Hak varlığı dirilişlerle muhatap kılıyor zaten sürekli. Baharda en külliyetlisini gördüğümüz şey aslında başka şekillerde de hep hayatımızda. Her anımızda. Dolayısıyla, haşre iman ettiğimizde, büsbütün gaybımızda olan birşeye iman etmiş olmuyoruz. Evet. Dünyada zaten yaşadığımız bir kanunun ahirette de geçerli olacağını kavrıyoruz sadece. Daha doğrusu: Kanuna biz de dahil oluruz. Milyonlarca türün dahil olduğu bu düzenden hariçte kalamayacağımızı idrak ediyoruz. Burayı biraz daha açarsam: 

Nasıl ki, Newton, Galileo'nin farkettiği yasayı uzaya yaymayı akıl etti. Yani dedi ki: "Küremizdeki çekim yasası diğer kürelerde neden geçerli olmasın?" Böylece okuması 'yerçekimi yasası' seviyesinden 'kütle çekim kanunu' mertebesine çıktı. Böylece elindeki verilerden daha kapsamlı bir çıkarım yaptı. Aynen öyle de: İnsanoğlu da Rum sûresinin 50. ayetinin uyandırıcılığı sayesinde idrak etti: "Baharda gördüğüm şey bütün varlık için de, dolayısıyla âdemoğulları için de, neden geçerli olmasın? Böylesi bir kanun da bütün zamanlara/mekanlara yayılmış olamaz mı?" Mealdeki ifadesiyle yeniden kurgularsak: Yeryüzünü ölümünün ardından dirilten Allah insan türünü böyle bir diriliş kanunundan hariçte tutar mı? Üstelik o varlığın en değerlisidir. En kapsamlısıdır. En akıllısıdır. En sanatlısıdır. En çok rahmete muhtaç olanıdır. Yani en acizidir.

2) Ayet bizi sadece delille muhatap kılmıyor. Ya? Bir de 'muktazi' açıklaması yapıyor. Ne demek bu? Onu da açalım. Aklımıza gelebilir ki: "Allah neden böyle birşey yapmaya mecbur olsun? Onu yaratmaya, tabir-i caizse, sevkedecek ne zorunluluk var?" Hâşâ. Samed olan Zat-ı Zülcelal'i elbette zorunda bırakacak hiçbir kuvvet yok. İlah olan zorunda bırakılamaz. Zorunda bırakılan da ilah olamaz. Fakat kemaliyle O böyle murad ediyor. Yani rahmet olarak müşahade ettiğimiz aslında Cenab-ı Hakkın uluhiyetinin kemalidir. Büyüklüğünün şanıdır. Belki biraz da bu hikmetle besmele bize 'Uluhiyeti' ihtar ettikten hemen sonra 'Rahmaniyeti' ve 'Rahimiyeti' hatırlatır. Demek uluhiyetin kemalini dünyamızda rahmet/rahimiyet tecellileri sayesinde okuruz. "Gizli bir hazineyken bilinmek istedim!" sırrına bu yamaçtan yaklaşırız. Elhamdülillah.

Evet. Allah yaratmaya mecbur değildir. Hâşâ. Ama Zat-ı Uluhiyeti kemalini bir de bununla gösterir. Kusurlu bir temsille açarsak: Ebeveyn çocuğunun ihtiyaçlarını karşılamaya mecbur değildir. Fiziksel olarak hiçbir çocuk ebeveynine güç yetiremez. Boyun eğdiremez. Lakin ebeveyn merhameti iktiza eder ki: İhtiyaçlar karşılansın. Hatta yeri geldiğinde kucakta taşınsın. Yani çocuk kendisini kuvvetiyle/tehditiyle taşıtmaz. Ebeveyn olmanın büyüklüğü, güzelliği, keremi, şânı, merhameti, kemali, civanmertliği o çocuğu kucakta taşıtır.

İşte, aynen böyle de, Cenab-ı Hak 'yeniden diriltmeye' elbette mecbur değildir. Kimse onu böyle bir zorunluluğa sokamaz. Hâşâ. Fakat O böylece bize rahmetini, keremini, kemalini, sonsuz Esmaü'l-Hüsna'sını tekrar tekrar göstermek dilemiştir. Her giden geri dönmekle sevinir. Her acıkan doymakla sevinir. Her özleyen kavuşmakla sevinir. Her yıkılan onarılmakla sevinir. Her kuruyan yeşermekle sevinir. Her unutan hatırlamakla sevinir. Bütün bunlar ayrı ayrı boyutlarda birer haşirdir. Varlık, varlığın kıymetini anlamak için, yoklukla da tanıştırılır. Haşir kanunu bize böyle söyler. Rahmet eseri olarak böyle yaratışlarda bulunan bir Allah'ın merhameti/hikmeti yine iktiza eder ki, insan türü de kendi kışında kalmasın, açlığında boğulmasın, özlemiyle tutuşmasın. Mahvolmasın. Yokolmasın. Küsmesin. O da tekrar ruhunun alıştığı varlık lezzetine geri dönsün. Zat-ı Zülcemalin pahabiçilmez esma tecellilerine yeniden mazhar olsun.

3) Ayet bizi sadece muktaziyle de muhatap kılmıyor. Ya? Bir de işin 'imkan' yönü var. Evet. Aynen. Mesela: Yine aklımıza şöyle bir itiraz gelebilir ki: "Tamam. Allah'ın rahmetinin böyle iktiza ettiğini kabul ettim. Fakat bakalım gücü yeter mi? Yapabilir mi? Muradı bu yönde olsa da muktedir olmayabilir? Fail muktedir olmazsa dileğini de yerine getiremez." 

İşte, ayet-i kerimenin 'kudret'le ilgili kısmı da gözümüzü bu ikinci şüphenin abesliğine açıyor. Nasıl? Bir baharda milyonlarca türü tekrar varlık sahasına çağıran, aynı toprak üzerinde bu kadar şümûllü yaratışlarda bulunan, hem de bunu birkaç gün zarfında vücuda getiren Zat-ı Kudret'in imkanından nasıl uzak olabilir ki, insan gibi tek bir türü tekrar varlığa çağıramasın? Her yıl bahar gibi bir eserine bizi şahit kılan Halık-ı Zülcelal'in böyle birşeyi 'başaramayacağını' düşünmek hâmâkât eseri değilse nedir? Zira yaptıkları ortadadır. O yapıştaki imkan şahitliğimizdedir. Ve siyasal klişe olarak tekrar edilegeldiği gibi: Yapılanlar yapılacakların teminatıdır. Dolayısıyla: Haşrin imkansızlığına hükmetmek ancak kainattaki oluşların inkârıyla mümkündür. Bu ise seçilmiş bir körlüktür. Hatta, o kadarcık da değildir, bile-isteye aptallıktır.

Arkadaşlar, uzattım, kusura bakmayın. Fakat son olarak Noel Carroll'un Sanat Felsefesi isimli eserinden yapacağım şu alıntıya da değinip yazıyı sonlandırmak istiyorum:

"(...) Bu düşünceleri ortaya koymanın çok kullanışlı bir yolu var. Kitap boyunca kullanacağımız için bu aşamada açıklamakta yarar var. 'X, y için gerek koşuldur!' demek, 'Y yalnızca x varsa var!' demektir. Birisinin prenses olması ancak kadın olması halinde söz konusu olabilir. Kadın olmak prenses olmaya 'yeter koşul' değildir. Ama gereklidir. Birisinin prenses olması için önce kadın olması gerekir. Bir insan kadın olup prenses olmayabilir. Ama prenses olup kadın olmaması sözkonusu değildir. Kadınlık prenseslik için gerek koşuldur. Ya da formüle etmek gerekirse: 'Y ancak ve ancak kadın olursa prenses olabilir.' Bu noktada 'Y kadındır!' koşulu, 'Y prensestir!' gerçeği için gerek koşul olup değiştirilemez bir gerekliliktir. 

Ancak 'Eğer y kadınsa o halde prensestir!' diyemeyiz. Kadınların çoğu prenses değildir. Kadın olmak prenses olmak için yeter koşul değildir. Prensesliği sağlamak için kâfi değildir. Başka birşey daha gerekir. Olası aday olarak y'nin kraliyet soyundan gelmesi ve bunun da sözkonusu ülkenin kanunlarıyla belirlenmesi gerekir. O halde 'Eğer y kraliyet soyundan gelen bir kadınsa o zaman y prensestir!' diyebiliriz. Yani önermenin öncül koşulu 'Y bir kadındır ve uygun kraliyet soyundan gelmektedir!' - 'Y prensestir!' şeklindeki sonuç koşulun gerçekliğini garanti eder. Bu örnekte, kadın olmak ve kraliyet soyundan gelmenin herbiri 'gerek koşul'ken, birlikte prenseslik için 'yeter koşul'u sağlıyorlar. (...)" 

Mezkûr ayetin kapısını 'çözümsel felsefe'nin bu metoduyla tekrar çalarsak şunu göreceğiz: 'Rahmet' ile 'kudret' tek başlarınayken 'gerek şart'tırlar. Yani haşrin yaratılması için 1) Herşeye gücü yetecek bir kudret gerekir. 2) O kudreti yaratmaya sevkedecek engin bir rahmet gerekir. Eğer kudret olup da rahmet olmazsa, fail muktedir olur, ancak yaratmaya gerek duymaz. Eğer rahmet olup kudret olmazsa, fail istekli olur, ancak yaratmaya kudreti yetmez. Yani ikisinin birden varlığıyla ancak 'yeter şart' tamamlanmış olur. Ve o zaman sonucun kesinliğine gitmek gerekir artık: "Fail eğer sonsuz bir rahmet ve kudret sahibiyse kesinlikle haşri yaratacaktır." Çünkü rahmet varlığı hiçliğe atmaya kıymaz. Küstürmeye çalışmaz. Kudret de o rahmetin emrindeyken hiçbirşeyi şeyi kışında bırakmaz. İnşaallah.

Ya Allah, ya Rahman, ya Kadîr. Çokça baharlar tattık. Rahmet eserlerini gördük. Ümitlendik. Böyle bir sahip kölesini terketmez. Sen bizi yine o sonsuz Uluhiyetin, Rahmaniyetin ve Kadîriyetinle kışlarımızdan kurtar. Yoksun kalışlarımızı sana şikayet ediyoruz. Acizliğimiz de ilmindedir. Mü'min gönüllerine baharlar ver. Âlem-i İslam'ın hazanını gülistana çevir. Bunları değiştirmek için ne gerekiyorsa yeter derecede Senin dairendedir. Bizi Esmaü'l-Hüsna'nın bereketinden mahrum etme ya Rabbi. Âmin. Âmin. Âmin. Ve bi hürmeti seyyidi'l-mürselin.

7 Şubat 2021 Pazar

Deistler ahirzaman bedevileridir

Meşhur bir sahnedir. Bilirsiniz. Torunlarına gösterdiği ilgiye hayret ederek "Siz çocukları öpüyor musunuz? Biz çocuklarımızı öpmeyiz!" diyen bedeviye, Aleyhissalatuvesselam Efendimiz şöyle cevap vermiştir: "Allah Teâlâ kalbinden merhameti söküp almışsa ben ne yapabilirim?" 

Barekallah. Hak Subhanehu bu sahneyi bize taşıyan o salihlerden de razı olsun. Katından büyük ecirlerle mükâfatlandırsın. Çünkü her ne hayra eriştiysek evvelimizin şu türden şefkatleri sayesinde eriştik. Onlar, Hâtemü'l-Enbiya aleyhissalatuvesselamın hayat sahnelerini kristal taşır gibi hassasiyetlerle nesilden nesile aktararak, sonraki hidayet arayan gözleri öpmüş oldular. Şefkatin en hasını gösterdiler. Yetim avuçlarımıza elmaslar sıkıştırdılar. Bugün biz de o salihlerin şefkati sayesinde bu sahnelerden dersimizi alabiliyoruz. İstifade edebiliyoruz. Elhamdülillah.

Fakat arkadaşım başlarken belirtmeliyim: Bu yazıda mevzuun çocuklara bakan yönünü konuşmayacağım. Ya? Deistlere bakan tarafı hakkında kelam etmeye gayret edeceğim. "Nasıl olur?" diyerek itiraz parmağını uzatma sakın. Sabredersen hisseni alacaksın. Sahiden Efendimiz aleyhissalatuvesselam bu kıssada deistlerden de bahsediyor. Dikkatle baktığında farkedeceksin: Çocuklarla ilgilenmeyi 'büyüklüğün şanına yakışmaz' sanan bedevinin de, mahlukatına vahiy göndermesinin Allah'ın 'azametine yakışmayacağını' sanan deistin de düştükleri çukur aynı. Ki ikisinin de yanlışını, yani ilah tasavvurlarındaki arızayı, mürşidim şöyle belirtiyor: "Sual: Cenab-ı Hakkın cüz'iyat ve hasis emirler ile iştigali azametine münafidir. el-Cevap: O iştigal azametine münafi değildir. Bilâkis, adem-i iştigali, azamet-i rububiyetine bir nakîsedir. Meselâ, şemsin ziyasından bazı şeylerin mahrum ve hariç kalması, şemse bir nakîse olur." 

Peki şu hatanın suyu nereden kaynamaktadır? el-Cevap: İnsanın kendi 'sınırlı büyüklük' algısıyla 'sonsuz büyüklük' arasındaki nüansı görememesinden. Nihayetsiz kemal sahibi Allah'ın azameti ile beşer hiyerarşisindeki sahte heybetlerin farkını sezememesinden. Yani insaniyetin büyüklüğünde mecbur olduğu şeylere Allah'ın da azametinde mecbur olduğunu sanmaktan. Evet. Hatanın özü budur. Halbuki arkadaşım her ismi/sıfatı sonsuz olan Kadîr-i Mutlak'ı kim/neye mecbur edebilir? Kim/neyle esir alabilir? Hâşâ. Böyle birşeyden sözedilemez. Hakkında böyle şeylerden sözedilebilen 'ilah' olamaz. Şu da var ki: Cenab-ı Hak elbette insanlığa, marifetine erişebilmesi için, bazı aynacıklar vermiştir. Ölçücükler koymuştur. Mizancıklar bağışlamıştır. Lakin bunların hiçbirisi Zatını sınırlamak için değildir. Kalıplamak için değildir. Sıkıştırmak için değildir. Dolayısıyla insan kendi sınırlı büyüklük algısına takılarak Rabb-i Zülkemal'ini de sınırlayamaz. Yaratılışın hiçbir kısmını tasarrufundan, tecellisinden, ilgisinden uzakta göremez. Hadsizliktir bu.

Şuna da mürşidim burada dokunur: "Ulûhiyetin azameti, izzeti, istiklâliyeti, herşeyin; küçük olsun, büyük olsun; yüksek olsun, alçak olsun; taht-ı tasarrufunda bulunduğunu istiyor. Senin hissetin veya hakaretin Onun tasarrufundan hariç kalmasına sebep olamaz. Çünkü senin Ondan bu'dun varsa da Onun senden bu'du yoktur. Veya senin bir sıfatının hakareti vücudunun hakaretini istilzam etmez." Veya şurada işaret eder: "Kader herşeye bir miktar ve o miktara göre bir kalıp vermiştir. Feyyaz-ı Mutlaktan aldığı feyze olan kabiliyeti o kalıba göredir. Mâlûmdur ki: Dahilden harice süzülen cüz-ü ihtiyarî mizanıyla, ihtiyaç derecesiyle, kabiliyetin müsaadesiyle, hâkimiyet-i Esmânın nizam ve tekabülüyle feyz alınabilir. Maahaza, şemsin azametini bir kabarcıkta aramak, akıllı olanın işi değildir." Veyahut şurada dikkat parmağını basar: "Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef'âli sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit tutmamıştır." 

Risalelerin neresine tasını daldırsan şu kevserin suyundan alırsın: Biz, Cenab-ı Hakkı bağışladığı küçücük mizanlarla anlamaya çalışırız, fakat onlara sıkışmaktan da tenzih ederiz. O 'onlarla esir alınmaktan' yücedir. O 'o kadarcık' olmaktan beridir. Subhanallah. Bir ressam da bazen resmedebilmek için manzaradan parmağıyla ölçü alır da "Dağ parmağım kadardır!" diyemez. Derse de halteder. Herkesi kendine güldürür. İşte deistin durumu da böyledir.

Deist insanî sınırlılıklardan kaynaklanan ilgisizlikleri Allah'a da maleder. Sözgelimi: Bir reis-i cumhurun herhangi bir mahalle muhtarının uğraştığı işlerle uğraşması beklenemez. Yine elbette generalin kafasında onbaşının nöbet listesi yoktur. İnsanlar makamlarında azamet kazandıkça sınırlılıklarından ötürü meşguliyetlerini azaltmak zorunda kalırlar. Her işe bakamadıklarından ilgilerinde seçmece yaparlar. Bazılarını başkalarına bırakırlar. Cüziyatı omuzlarından atarlar. Fakat herşeyin başında hazır-nazır, gücü herşeye yeten, herşey ilminde mevcud olan bir Alîm-i Hakîm-i Kadîr insan gibi aciziyetlere maruz değildir ki, böyle ilgisizliklere mecbur kalsın. O,  dünyayı güneşin etrafında nasıl çevirirse, protonun etrafında elektronu öylece çevirir. Bir işi bir işine mâni olmaz. Birisi diğerini gölgelemez. Dikkatten kaçırmaz. Hâşâ. Allah bundan yücedir.

 Dolayısıyla şu ahirzaman bedeviliğinden de kurtulmak lazım. Yani deistlikten. Çünkü bunlar da başlarken andığımız bedevinin düştüğü hataya düşüyorlar. Büyüklüğün 'küçüklerle ilgilenmemekte saklı olduğunu' sanıyorlar. Halbuki büyüklüğün bir mizanı da merhamettir. Yani merhamet büyüklükte bir kemaldir. Evet. Merhametsiz büyüklük kibirdir. Merhamet öyle birşeydir ki: En büyüğü en küçüğe ilgili kılar. Bilhassa onunla meşgul eder. Çünkü küçüğün imdada ihtiyacı büyükten fazladır. Bediüzzaman'ın "Rahmân-ı Zülcemâl, elbette kendi istiğnâ-yı mutlakına karşı, rahmetini ihtiyac-ı mutlak içindeki zîhayata ve insana makbul bir şefaatçi yapmış!" derken uyardığı da budur. Allah'ın bizi yaratışı da rahmetinin bir eseridir. 

Böylesi bir rahmet hidayetini bulmakta hayrete düşmüş şaşkınları muztar durumda bırakır mı? Bir anne düşün ki arkadaşım binbir özenle büyütür çocuğunu. Sonra aynı anne uçurum kenarında umursamamazlık eder mi? Peki cümle annelerin şefkati toplansa rahmet okyanusunun damlası etmeyen o Rahman u Rahîm bizi nasıl nebisiz-şeriatsız bırakır? Hâşâ. Yüzbin kere hâşâ. Biz ahmak değiliz. Hiç değiliz. Bu nedenle deistlerin imâ ettiği ilgisizlikten Rabbimizi tenzih ederiz.

27 Ekim 2019 Pazar

Kaybedene yarış nasıl rahmet olur?

Okuyanlar hatırlayacaklar. İşaratü'l-İ'caz'da şöyle bir sual vardır: "İnsanlardan büyük bir kısmın şekaveti meydanda iken, yalnız küçük bir kısmın saadeti nasıl nev'in saadetine sebep olur ki, 'Şeriat rahmettir' diyorsunuz? Halbuki, nev'in saadeti, ya bütün efradın veya kısm-ı ekserisinin saadetiyle olabilir?" Yani, dünya imtihanının başlaması, insan türünün çoğunluğunun cehenneme gitmesiyle sonuçlanmaktadır. İslam'ın varlığına/gelişine bu açıdan bakınca nasıl 'rahmet' veya 'saadet' denir? Zira kaybediş de yarışın başlamasıyla ilgilidir. Kaybedişi başlatan öğe nasıl 'rahmet' olur?

Bediüzzaman'ın bu türden şüphelere verdiği cevaplarda şu yön dikkatimi çekmiştir: Hep bütüne bakmayı öğütler. Çünkü ziyan olmuş gibi görünen parçaların tesellisi de bütündedir. Kendisinden aşkınlaşmaktadır. Ne demek bu? Mezkûr sorunun cevabından bir parça alıntıladıktan sonra üzerine düşünmeye devam edelim: "Altına yüz yumurta bırakılan tavuk, o yumurtadan yirmisini civciv çıkarıp seksenini ifsad etse, bu tavuk, yumurta nev'ine hizmet etmiş olur. Çünkü bir civciv bin yumurtanın annesi olabilir. (...) Binaenaleyh, teklif de insanların beşte birini kurtarsa, o beşte birin saadet-i nev'iyeye sebep ve âmil olduğuna kat'iyetle hükmedilebilir." 

Evet. İnsanlık tam da böyle çoğalmalıydı. Bir zincirin halkaları gibi. Hatta, nüfus artışı üzerinden düşünürsek, giderek çoğalan halkalar. Ebeveynlerden oluşan başlangıçlara çocuk sayısı kadar eklenmiş yeni halkalar. İki halkaya bir, iki, üç, dört veya çok daha fazla halka takılmış. Onlar da, yine torun sayısına bağlı olarak, daha fazla halkayla kuşanıyor. Öyle ki, ikiyle başlayan halka, nihayetinde altı-yedi milyara kadar dayanıyor. Zincir her şekilde bir işe yarıyor. Boşa gitme ihtimali yok. Ziyan olmak imkansız. Zayıflar sonralarının varlığıyla anlamlanıyor. Birbirimize eklenmiş olmamız bireyselliğimizde israfımızı engelliyor. Tıpkı mezkûr cevapta söylendiği gibi.

Hop! Hemencecik spot cümleyi patlatıverelim: Müstakil varoluşlar israf olmaya daha yatkındır. Ne demek bu? Misallendirelim: Şimdi ben, aman misal de ne uzağa düştü öyle, öncesiz bir 'ben' olarak varolsaydım. Yani 'atasız bir müstakillikle' varlığa çıkarılsaydım. Üstüne bir de, Allah saklasın, imtihanımın hakkını veremeseydim. Çoluğum çocuğum da yok. Bu varoluşa artık ne denirdi? Allahu'l-a'lem. Zincirsizlikten dolayı o varlıkta bir parça 'boşa gitmişlik' de olurdu. Sorudaki şüpheye benzer bir yara kalırdı. Şimdi öyle bir ihtimal yok. Ebu Cehil de olsanız oğlunuz İkrime olabiliyor.

Zincirin bir yerinde mutlaka işe yarayan birşeyler/bireyler var. Varoluşunun hakkını vermiş fertler tüm nesillerin içinde mevcut. Çünkü zaten nesiller birbirleriyle bağlı. Ağacın, yani insaniyet ağacının, israfı diye birşeyden bahsetmek mümkün değil. Heba olmadı. Zayıf kalan halkalar güçlüler sayesinde kıymet kazandı. Peygamberler en güçlüleriydi. Sonra salihler onları takip ettiler. Yani, arkadaşım, kendi parçamız için hissettiğimiz korkuya büyük bir teselli var burada. Zincire bağlandığımızda, "İman bir intisabdır!" sözünün hakkını verdiğimizde, yekünden ayrıca bir değer kazanıyoruz. Hikmetini eda edememişliğin sıkletinden birazcık kurtuluyoruz. En azından israf olmamış bir bütünlüğe parça oluyoruz. Hem, bigbang mevzuu eğer doğruysa, daha büyük zincirler de var. Varoluşa zincirle çıkmakta böyle bir rahmet ciheti de yok mu?

5 Haziran 2018 Salı

Duasına düşman olan dosta da düşmandır

Sözler'de, Birinci Söz'ün hemen ardında, 14. Lem'a'nın 2. Makamı var. Hemen başında "Makam münasebetiyle buraya alınmıştır!" yazıyor. Çünkü o da, tıpkı Birinci Söz'de olduğu gibi, 'besmele'yi anlatıyor. Eser hakkında tafsilatlı bilgi edinme işlevini 'meraklılarının özel gayretlerine' emanet ederek bu yazıda yalnız küçük bir noktaya dikkat çekeceğim. 6 Sır'dan oluşan bu bahisin 6. Sır'rında bana ilginç gelen birşey var. (Ki bu yazının zeminini de o oluşturacak.) O da şudur: 6. Sır'ra kadar 'besmele'ye dair tefekkürlerini anlatan mürşidim 6. Sır'ra geldiğinde, önce birden Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın insanlık için ifade ettiği anlama geçiyor, sonra da dönüp salavata vurgu yapıyor. Metin de böylece hitama eriyor.

Ah, dayanamıyorum, yazıyı uzatmak pahasına azıcık alıntılayayım: "Öyle de, o Zât-ı Akdese ve o Şems-i Ezel ve Ebede biz çendan nihayetsiz uzağız, yanaşamayız. Fakat Onun ziya-yı rahmeti Onu bize yakın ediyor. İşte, ey insan! Bu rahmeti bulan, ebedî, tükenmez bir hazine-i nur buluyor. O hazineyi bulmasının çaresi, rahmetin en parlak bir misali ve mümessili ve o rahmetin en beliğ bir lisanı ve dellâlı olan ve Rahmeten li'l-Âlemîn ünvanıyla Kur'ân'da tesmiye edilen Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın sünnetidir ve tebaiyetidir. Ve bu Rahmeten li'l-Âlemîn olan rahmet-i mücessemeye vesile ise, salâvattır."

Metnin zaten kendi akışından yakaladığınız bir nazm-ı maani (anlam düzeni) var. Buna dokunmayacağım. Hatta altını daha kalın çizeceğim: Evet. Metin, okuyanların hemen yakalayacağı şekilde, besmeledeki 'Rahman' ve 'Rahim' isimlerinden 'rahmet' hakikatine, oradan da 'Rahmeten li'l-Âlemîn' olan Efendimiz aleyhissalatuvesselama geçiyor. Buradan da 'sünnete ittibaya' bir vurgu yapıyor. Şuradan da 'salavat-ı şerifeyi' zincirine son bir halka olarak dahil ediyor. Yani metindeki sıralama (en özet şekliyle) şöyle: 1) Besmele. 2) Rahman ve Rahim isimleri. 3) Rahmet Hakikati. 4) Rahmeten li'l-Âlemîn olan Aleyhissalatuvesselam. 5) Sünnet-i Seniyye. 6) Salavat-ı Şerife... Bunları zaten görüyordunuz. Yeni birşey söylemedim.

Benim 'yeni' sayılabilecek (öyle olmasını umuyorum) teklifim ise şu: Besmeleyi bir kanun gibi okuyalım! Nasıl? Belki biraz şöyle: Lütfen hayalinizle de bana birazcık yardımcı olun. Evet. Yaklaşın. Elini bana verin. Tamam. Haydi! Şimdi tasavvur edelim: Cenab-ı Hakkın 'başlangıçlar kanunu' diye bir kanunu olduğunu farzedelim. Ve bu 'başlangıçlar kanunu' dediğimiz şeyin en özet ifadesi de 'besmele' olsun. Daha doğrusu: Bu kanunun Allah'ın kelamındaki izdüşümü besmele olup görünsün. (Yani 'besmele' olarak yansısın.) Şimdi, hayalinizin diğer elini de öteki elime koyun, evet. Çekinmeyin. Onunla da gidip 'big-bang' denilen büyük başlangıcın ellerinden tutalım.

Ve ona diyelim ki: "Ey big-bang efendi, eğer varsan (bilimin seninle ilgili söyledikleri doğruysa), sen de pekâlâ bu 'başlangıçlar kanununun' varlıktaki yansıması olabilirsin. Yani: Kelamın beslemesi 'Bismillahirrahmanirrahim' ise. Buraların besmelesi de sensin. Lafzınla başlandı eşyanın kitabı yazılmaya."

Bitti mi? Hayır. Elbette bitmedi. Şimdi de herşeyden önce varolan hakikat-i Muhammediye aleyhissalatuvesselama gideceğiz. 'Levlake levlak' sırrına dokunacağız. Hayalimizin bir eliyle de onun mübarek ellerinden tutacağız. Dudaklarımızı konduracağız. Ve diyeceğiz ki: "Ey Allah'ın Resulü, senin en güzel şekilde kendinde özetlediğin 'kulluk hakikati' daha başlangıçta bize bir tohum/zemin oldu da, bizim gibi milyarlar canlının varlık sahasına çıkmasına sebebiyet verdi. Zamanın ne söylediği umurumuzda değil. Sen bizim nihayetimizsin. Sahib-i Miraç sensin. Bu işin en sonuna sen gittin. Varılacak en son yere kadar sen vardın. Sen gibi bir meyveye varabilmek için yaratıldı âlem. Sen gibi bir meyveye de senin tohumunla varıldı. Sen de o halde, hatta 'big-bang'den çok daha önce, varlığımızın besmelesisin.

Daha da işimiz bitmedi. Şimdi de hayalimizin (eğer kaldıysa) başka bir elini tutup salavat-ı şerifenin kapısını çalacağız. O neden? Salavat neyin başlangıcını anlatacak ki bize? İşte benim hoşuma giden latiflik burada saklanıyor arkadaşım.

Evet. Salavat-ı şerife de, Rahmeten li'l-Âlemîn'e muhabbetimizi göstermemizin, ittibaya niyetimizin, yoluna başımızı koymamızın ilk adımını oluşturuyor. Nasıl Kur'an'a 'besmele' kapısından giriliyor, aynen öyle de, muhabbet-i Resulullah aleyhissalatuvesselam kapısına da 'salavat' ile giriliyor.

Salavatla ona biat ediliyor. Çünkü sevgi 'iyiliğini istemekle' başlıyor. İyiliğini istiyoruz biz senin! Bunu söyledik salavat getirmekle. Sevginin devamı duanın devamını netice veriyor. Hem her yeni salavatta bağlılığımız tazeleniyor. Tıpkı birşeyi elde etmenin onun arzulamakla başlaması gibi, biz de bu salavat ile bir başlangıç yapıyoruz, diyoruz: "Bizim bir niyetimiz var. Elimizden geldiğince senin ardında yürüyeceğiz. Sana ittiba edeceğiz. İyiliğini istememiz tarafında olduğumuzun en güzel göstergesidir. Sana dua etmemiz senin tarafını cidden tutmaya başlangıcımızdır."

İşte, arkadaşım, gördün ya! Besmele bir kanuna dönüştükten sonra nasıl da herşeyde aksini arıyor. Her yerde bir yansımasını gösteriyor. Öyle ya! Her saraya bir kapıdan giriliyor. Bizim Habib-i Ekrem aleyhissalatuvesselama ittiba kapısından girişimiz muhabbetledir. Muhabbet kapısının kulbu ise salavattır. Hem o buyurur: "Kişi sevdiğiyle beraberdir!" Biz de kendi dünyamızdan biliriz: "Kişi sevdiğine dua eder." Biz de ona dua ederiz. Onun eriştiği rahmet bizim de (elhamdülillah) eriştiğimiz rahmettir. Dosta gelen rahmet dostuna da rahmettir. Bu yüzden salavata düşman olana düşmanızdır. Çünkü duasına düşman olan dosta da düşmandır.

29 Aralık 2017 Cuma

Tekrarda bir şefkat var

Monotonluktan sıkıldığını biliyorum. Belki faydası dokunur. O yüzden sana bunu da yazmak istiyorum arkadaşım: Tekrarda bir şefkat de var. Ben gördüm. Bunu bana gördüren/düşündüren okuduğum bir yazardır. Ki o yazar, eserlerinde, aynı konulara sık sık değinir. Aynı hakikatlerin altını sık sık çizer. Ancak bunu bir özenle yapar. Tekrar özenle yapılırsa insanı bıktırmaz. Ne demek istedim şimdi? İzah edeyim: Eğer bir insanın 'özellikle' ve 'yeni özenişlerle' birşeyi tekrar ettiğini hissedersen sıkılmazsın. Arkasındaki kastı/ilgiyi hissedersin. Görünüşteki sıradanlığı aşarsın. Fakat aynı insan özensizce/ilgisizce ve yenilenmeyen bir emekle tekrarlar yaparsa bu seni bıktırır. Çünkü görmezden gelindiğini, aradan çıkarıldığını veya ıskalandığını düşündürür.

Niyet bu yüzden azizdir. Sevdiğinin, gözlerine dikkatle bakarak "Seni seviyorum!" demesiyle, her konuşmanın ardına farklı farklı sevgi sözcükleri iliştirmesi arasında bir fark vardır. İlkinde 'tekrar içinde bir yenidenlik' ikincisinde 'yenidenlik içinde bir tekrar' yaşanır. İşte, benim sevdiğim yazar da aynı şeyleri tekrar tekrar yazıyor, fakat bunu yeni cümleler ve bağlamlarla yaptığı için 'metni şişirmeye çalışmadığı' anlaşılıyor. Bunu farketmek beni 'aradan çıkarılmadığım' hissiyle besliyor. İnsan özenilmekten beslenir mi? Mutlaka beslenir. Allah'ın üzerimizde yarattığı açlıklardan birisi de budur.

Ehadiyeti, yani Allah'ın bütün isimleriyle her an herbirimizin yanında olduğunu, herbirimize ayrı ayrı yönelişi olduğunu ve hiçbirimizin onun, tabir-i caizse, dikkatinden kaçmadığımızı biz bu açlık sayesinde biliriz. Pardon, önce böyle bir dikkatin üzerimizde olmasını arzularız, buna şiddetli bir açlık duyarız, sonra da yaşadığımız 'bize özel' harikalar/mucizeler üzerinden bunu okur, bilir ve doyarız. Zaten ancak bu olursa (buna inanıyorsak) dua ederiz. Çünkü ancak böyle inanılırsa istenilir ve isteriz.

Fatiha'daki geçişin öğrettiği sırdır bu. Bundan umutlanırız. Dikkatten asla kaçmadığımız hissidir ki, bizi, Allah ile birebir irtibatlı, birebir ona âşık, birebir ondan ister/diler kılar. "Malikiyevmiddin." Hesap gününün sahibi ise, yani bize bir hesap soracak ise, bize ilgisi var demektir. Üzerimizde nazarı var demektir. Hesap sormak ilgi işidir çünkü. O zaman isteyebiliriz: "İyyake nabüdü ve iyyake nestain." Çünkü bizi duyar. Çünkü bizi görür. Çünkü bize ilgilidir. Geri kalan herşeye dudak kıvırabiliriz böylece. Şirk bu dudak kıvırmayla tarumar olur.

İzzetimiz de en çok buradan beslenir. Allahımız Ehad olduğu için hiçkimseye eyvallahımız yoktur. Çünkü onların üzerimizdeki gözeticinin bilişini ve tasarrufunu perdeleme imkanları yoktur.

Tekrardaki şefkate geri dönelim. İşte, bu yazar, metinlerindeki tekrarla beni güzelce teselli ediyor. Bana şefkat ediyor. Nasıl? Bu tekrar sayesinde umutlanıyorum ki: Metnin tamamını okumayı başaramamış olsam da, hatta bazı satırlarda şaşırsam da, herşeyi kaçırmamış olabilirim. Yani okuyamadığım kısımları da bir nebze okumuş olabilirim. Eğer bu mesaj, eşit şekilde metnin tüm katmanlarına nüfuz etmişse, ki bu nüfuzu en çok 'tekrar' gösterir, o halde okunmamışlar da birazcık okunmuş sayılabilir. Evet! Kaçırılanlara üzülünmez artık. Çünkü kaçırılanlar da aslında tastamam kaçırılmamıştır.

İşte, bu yüzden, o yazarın okumadığım bir metni varsa bir yerlerde, okuyamadığım için dertlenmem. Eksik kaldığımı düşünmem. Elime geçeni okumaya çalışmak bana yeter. Çünkü kelamları birbirine bir şekilde benzer. Aynı hakikatleri söyler. Aynı gerçekleri bildirir. Bu açıdan, bana hakkında sorulsa, 'o yazarın okurlarına çok ama çok şefkatli olduğunu' söylerim tam bir inançla.

Ne mutlu bana! Bir kere onu okumayı öğrenmişimdir ya! Ellerim ne kadar küçük olursa olsun içine bir dünya sığmıştır demek ki. Varlığımdan bu dünyanın yalnızca bir parçası değil bir özeti geçmiştir. Sahibim, şahitleri olamadığım, ama varlıklarından haberdar olduğum hiçbirşeyden benim mahrum etmemiştir. Hepsinden bir kaşık şu küçük damağa dokunmuştur. Şükürler olsun.

Buraya kadar bana katlanan arkadaşım. Biraz da mürşidimin şu güzel cümlelerini dinle. Belki buradan hem Kur'an'daki tekrarlara hem de bazen hata ile şikayetçisi olduğun kainatta tekrar be tekrar yaşanan fiillere gönül tazeleyen bir bakış bulursun: "Hem herkes her vakit bütün Kur'ân'ı okumaya muktedir olamaz, fakat bir sûreye galiben muktedir olur. Onun için, en mühim makàsıd-ı Kur'âniye ekser uzun sûrelerde derc edilerek, herbir sûre bir küçük Kur'ân hükmüne geçmiş. Demek, hiç kimseyi mahrum etmemek için, tevhid ve haşir ve kıssa-i Musa gibi bazı maksatlar tekrar edilmiş."

Evet, Kur'an'da çok şefkatli bir tekrar var, ama yalnız Kur'an'da değil bu tekrar. Kainatta da var. Hayatta da var. Bir döngü çerçevesinde yaşanıyor herşey. Bu döngü herşeyi herşeyin özeti haline getiriyor. Kem bahtından şikayetçi olma. Yaşadığımız özet bütünden nasipsiz değil. Onun sayesinde insanlığa söylenen hiçbirşeyi kaçırmamış oluyoruz. Şimdi yazının başında dediklerimi aklına getir ve düşün: Bu inceliği, hiçbir söylediğini/yarattığını diğerine benzetmek zorunda olmayan sonsuz bir yaratış sahibine yaptıran, rahmetinden başka, nedir sence?

11 Ekim 2017 Çarşamba

Karamsarlık neden tehlikeli?

Şundan eminim: Ümitsizlik kabalaştırır. Çaresizlik insanı olduğundan daha kötü kılar. Kem yanlarını ortaya çıkarır. (Zaten aşikâr olanları da besler.) İyimserler için kaos bir felakettir. Seçilmemesi gereken şıktır. Kötünün kötüsüdür. En kötüdür. Karanlıktır. Karamsarlar içinse kaos bir merdivendir. Ardından ışığın beklendiği (ama bir dogma gibi beklendiği) iradeli bir karartmadır.

Bence bu da bir tür nihilizmdir. Fakat yarımca bir nihilizmdir. Karamsarlar, herşeyi hiçleştirmeye elbette vardırlar, ancak bunu hiçliği sahiden göze alarak, yani 'sonuçtan gerçekten bir hiç umarak' yapmazlar. Ardından bir varlık bekleyerek, yani varlığı yıkımdan umarak, yaparlar. (Pardon. Düzeltme: Yıkarlar.) Bu yönleri onları mürşidimin tabiriyle 'sofestailerden bile daha ahmak' yapar. Zira 'yapabilecekken yıkmak' bir aptallıktır. Bu şekliyle seçilen yolun 'salt bir aptallık olarak' kabul edilebilir bir yanı vardır. Fakat 'yıkmaktan yapmayı ummak' öncekiyle kıyas kabul etmeyecek şekilde katmerli bir aptallıktır. Kabul edilebilir yanı yoktur. Mürşidime göre saadet-i hayat için inkâr-ı uluhiyet yolunu tercih etmek tam da budur.

The Colony filmini izleyenler Laurence Fishburne ve Kevin Zegers'ın insan doğası üzerine yaptıkları sohbeti hatırlayacaklardır. Fishburne der ki orada: "Umut olmayınca insan hayal bile edemeyeceğin kötülükler yapabilir." Film de zaten böylesi bir sürecinin ardından 'ölü kardeşlerinin etini yiyebilecek kadar' yamyamlaşmış bir topluluğun gerilim yüklü öyküsünü anlatır. Karamsarlıkları hayatta kalma hırslarıyla birleşince onları hayvanlardan aşağı düşürmüştür. Kem yanlarını ortaya çıkarmıştır.

Ben, şimdilerde, Kur'an'da 'ölü kardeşinin etini yemek' olarak tarif edilen gıybetin de sinesinde böylesi bir ümitsizlik hastalığını sakladığını düşünüyorum. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Gıybet bir yıkım hamlesidir. Yüzü yıkmaya bakar. Yaralamaya çağırır. İçinizde çoktan yıkılmış birşeyin gıybetini edersiniz. Muhatabınızın gözünde de yıkılsın istediğiniz şeyin gıybetini edersiniz. Gıybet bu yönüyle öncesiyle ve sonrasıyla saldırıdır. Zarar görmesi istenen şeyin gıybeti yapılır.

Bu bana şunu da düşündürüyor: Birisinin gıybetini ettiğimizde aslında bir yönüyle ondan ümidimizi kesmiş oluyoruz. Yani onun (veya kendimizin) bir kemliği hakkında verdiğimiz 'değişmezlik hükmü' bizi 'gıybetini edebilir' kılıyor. Islahın mümkün olduğunu düşünmediğimiz yerde bir dedikodu fırtınasıdır başlıyor. Böyle yapmakla, ya kendimizi ıslah edemediğimiz için bizden daha iyi olanı seviyemize indirmeyi deniyoruz, yahut da muhatabımızın kem bir huyunun ıslah-ı gayr-ı kabil olduğunu düşündüğümüz için gıybet ederek zararından korunmaya çalışıyoruz.

Hem gıybet de iftiradan tam bu noktada ayrılıyor. Dikkatinizi çekmiştir: İnsan gıybet ettiği kadar iftira etmez. (Genelde böyledir bu.) Çünkü iftiranın doğru olduğuna inanmaz. İçi kendisini yadırgar. Eğer vicdanı tastamam çürümemişse, müfterinin kalbi, kendi iftirasının hiç geçmeyen sancısı yüzünden sızım sızım sızlayacaktır.

Lakin gıybette böyle olmuyor. Çünkü içimizde bir yerlerde söylediklerimizin doğru olduğunu düşünüyoruz. İyi birşeye hizmet ettiğimizi sanıyoruz. Kem kelamımızın hakikat olduğu veya ona hizmet ettiği düşüncesi bizi 'konuşabilir' kılıyor. (Yahut da biz öyle olabileceğini düşlüyoruz.) Bu neden böyle oluyor? Bence biraz şundan: İnsan, fıtraten kötülüğe karşı koymak istiyor, hem de bulabildiği her araçla bunu yapmak istiyor. Dil de bunlardan birisi.

Gıybet edilen husus eğer şahit olunan bir kötülükse (ki genelde böyledir) nefis buradan bir cerbeze üretebiliyor. Savunma güdüsüyle makulleştirebiliyor. Bazen de gıybeti edilen şeyin kemali bize içimizdeki zararı (uğrayacağımız zararı) hatırlattığı için acımızı gıybetiyle bastırıyoruz. Onu seviyemize indirmek, bizim gibi kusurlu birisi yapmak, yaralarımızı normalleştiriyor. Katlanılabilir kılıyor. (Acılar genelleştikçe sızlanmalar azalır.) Ve, nasıl oluyorsa oluyor, iftira için sızlayan yerlerimiz gıybet için sızlamaz oluyor. Bunu yaratılış hikmetine ters bulmuyor. Hemen aşıyor.

İşte, ben, müteaddit tecrübemle, bu yanlış eyleyişin bir çeşit ümitsizlikten beslendiği kanaatine sahip oldum. Hatta buradan yola çıkarak her günahın da bir çeşit 'ümit kesme' ile alakadar olabileceğini düşündüm. Öyle ya! O insanın, ardından andığımız kötü özelliklerinden başka birşey olabileceğine dair yitirdiğimiz umut, altına çektiğimiz çizgi, verdiğimiz değişmez hüküm, sahip olduğumuz kesin yargı, şer tayini, ardından söyleneceklerin 'dinen haksız dahi olsa' kendince bir hakikate oturmasını sağlar. İçimizde bir yerde, yine bir çeşit korunma güdüsünden beslenen, meşruiyet alanı oluşturur.

Siz de kendi hayatınızda bir tecrübe edin: Gıybet ettiğiniz insanların 'dilinize doladığınız özelliklerinin değişeceğine' veya 'tastamam öyle olmadıklarına' dair bir ümidiniz var mı? Bence, dikkatle baktığınızda, o insanlardan gıybet ettiğiniz yönleriyle ümidinizi kestiğinizi göreceksiniz. Yani: Değişmesini veya aslında sizin söylediğinizden başka birşey olmasını ummadığınız için bu kadar rahat gıybetini edebiliyorsunuz. Onda tevehhüm ettiğiniz zarardan korunmak için saldırıyorsunuz. İftira olduğunu düşünseydiniz böyle kolay konuşmazdınız. Etinin yenmeyeceğini düşünseydiniz ısırmazdınız. İşte burası benim ümitsizlik ile gıybet arasında kurduğum neden-sonuç ilişkisinin mihenk noktası.

Şimdi soralım: "Rahmetimden ümidinizi kesmeyin!" buyuran Allah, sadece kendisiyle olan ilişkimizde değil, diğer bireylerle olan ilişkimizde de bu sırrı gözetmemizi istiyor olamaz mı? Yani gıybet gibi daha birçok günah, bizim kesilen ümitlerimizin neticesi olarak beslenen, büyüyen, yeşeren kem yanlarımızın meyvesi olarak bizi bulamaz mı? Mesela: Hırsızlık, Allah'ın rezzakiyetinden ümit kesmenin; isyan, Allah'ın rahmetinden ümit kesmenin; cinayet, Allah'ın adaletinden ümit kesmenin vs... Her bir günah böylesi bir kesik ümidin sancısı olarak sinemizde yer tutamaz mı?

Ben şimdilerde böyle düşünüyorum ve mürşidimin "Yeis mani-i her kemaldir!" sözünü bu düzlemde anlıyorum. İnsanın gönlündeki iyi şeyler de kendi türünden yağmurlarla sulanıyor veya sulanmalı. Vücudî güzellikleri ümit toprağında taşımalı. Hayatın lezzetleri güzel düşüncelerle, güzel düşünceler ise güzel görmelerle beslenmeli. Sonuçta hem umut hem umutsuzluk içimizde birşeyleri yeşertiyor. Yokluk yokluğu, karanlık karanlığı, kötülük kötülüğü yetiştiriyor. Varın yokluğu yokluğun varlığını doğuruyor. Gündelik yaşamda da en iyi beslenen kazanıyor. (Allahu'l-alem.) İyisi mi iyi yanlarımızı iyilikle besleyelim. Yani şöyle yapalım: İyi olsun diye iyi diyelim.

7 Ekim 2017 Cumartesi

Rahmetin yapıtaşı ilgidir

"Sevginin zıttı nefret değildir. İlgisizlik, kayıtsızlıktır.
Blind filminden.

Herşeyin bir yapıtaşı var. Ona indiğinizde aynı hammaddeden yapılmış başka şeylerle kardeşliğini çözersiniz. Birden bine uzanan kanun okumaları yaparsınız. Ben de rahmeti kendi dünyamda 'üst düzey bir ilgi' gibi anlıyorum. (Yahut da özel bir ilgi.) Yapıtaşına böyle iniyorum. Rahimiyet de bu düzlemde kendini 'aynı hammaddeden yapılmış' fakat 'daha kişiye özel üst düzey bir ilgi' olarak okutturuyor.

Herşeyin yoğunluk ölçüsü kendi cinsindendir. İlgide özelleşme ziyadeleşmedir. Birşey 'size özel' hale geldikçe oradaki ilgi de artar. Bir aşevinin sunduğu yemekler de bir ilgidir. Fakat genele bir ilgidir. Ramazan'da eşinizin size pişirdiği 'en sevdiğiniz yemek' ise özel bir ilgidir. (İsterse tadı aşevinin yaptığı yemeklerden daha kötü olsun.)

Bediüzzaman'ın besmelede yaptığı 'Allah içre Rahman içre Rahim' okumasını hatırlayalım. Bu okumayla mürşidimin bize göstermeye çalıştığı nedir? Bence, işte, az evvel ifade etmeyi denediğim 'ilginin katmanlı yapısı'dır. Rahimiyet bu ilginin has (bize özel) dairemizde en şiddetli görünür halidir. Peki bu 'has daire görüsü' bize ne sağlar? Bence şu: Onu gördüğünüz zaman ilginin daha farklı katmanlarına dair çıkarımlar yapabilirsiniz. Yani demek istiyorum ki: İnsanız. Âlemi önce kendimizden okuruz. Eğer 'Ehadiyet' düzeyinde rahimiyeti göremezseniz Allah'ın mahlukatıyla 'Vahidiyet' düzeyinde sürmekte olan ilgisini okumakta zorlanırsınız.

Sadede yaklaşalım: Okuyanlar bilirler. 14. Lem'a'nın 2. Makamı "Makam münasebetiyle buraya alınmıştır" ifadesi ile birlikte 1. Söz'ün ahirine yerleştirilmiştir. Çok da iyi edilmiştir. Zira 1. Söz'le başlayan 'besmele' yolculuğu bu 'makam'da daha bir derinlere iner. Daha zengin boyutlar kazanır. Ziyade değildir. Tekrar değildir. İsraf hiç olmaz. Olsa olsa 'nur üstüne nur' sırrına mazhar olur. Yani bu metinler peşpeşe okunduklarında aydınlığımızı/görüş gücümüzü arttırırlar. Acz ve fakrın gözlerine rahmet sürmesi çekip türlü ağrılarına şifa verirler. Elhamdülillah.

Şimdi, bu eserle ilgili olarak, yakınlarda dikkatimi çeken birşeyi paylaşmak istiyorum sizinle. O da şudur: Bu metinde 'istiğna' ve 'rahmet' kelimelerinin beraberce ve sıkça anılmasıdır.

"Ne var şimdi 'istiğna' ile 'rahmet'in beraber anılmasında?" demeyin dostlarım. Ben burada deizm ile İslam'ın Allah tasavvurlarındaki bir farka işaret olduğunu düşünüyorum. Ama önce bu farkın ilk dikkatimi çektiği yeri alıntılayayım:

"Evet, şems ve kameri, anâsır ve maâdini, nebâtat ve hayvânâtı, bir nakş-ı âzamın atkı ipleri gibi o bin bir isimlerin şuâlarıyla tanzim eden ve hayata hâdim eden ve nebâtî ve hayvânî olan umum validelerin gayet şirin ve fedakârâne şefkatleriyle şefkatini gösteren ve zevilhayatı hayat-ı insaniyeye musahhar eden ve ondan rububiyet-i İlâhiyenin gayet güzel ve şirin bir nakş-ı âzamını ve insanın ehemmiyetini gösteren ve en parlak rahmetini izhar eden o Rahmân-ı Zülcemâl, elbette kendi istiğnâ-yı mutlakına karşı, rahmetini ihtiyac-ı mutlak içindeki zîhayata ve insana makbul bir şefaatçi yapmış. Ey insan! Eğer insan isen, Bismillâhirrahmânirrahîm de, o şefaatçiyi bul."

İşte bu metindeki 'o Rahmân-ı Zülcemâl, elbette kendi istiğnâ-yı mutlakına karşı, rahmetini ihtiyac-ı mutlak içindeki zîhayata ve insana makbul bir şefaatçi yapmış' ifadelerinin nazarlarımızı 'istiğna-yı mutlak'tan alıp 'rahmet'e bir kast-ı mahsusla çektiğini zannediyorum. Yani şöyle: Rahmet istiğnanın 'ilgisizlik' anlamına gelemeyeceğini gösteriyor. Yahut da şu: İstiğna sahibi olmaya layık bir Azîzü'l-Cebbar, eğer Rahman ise, aşağılara ilgisi onda eksiklik sayılmaz.

Meselenin deizme bakan tarafı ise şu: Deistler de, tam bu şekilde, büyüklüğünden kaynaklanan bir istiğnadan dolayı Allah'ın bizimle (dinlerin iddia ettiği kadar) alakadar olmadığını savunuyorlar. Diyorlar ki: "Varlık tesadüfe verilmeyecek kadar sanatlıdır. Doğrudur. Bir 'akıllı tasarımcı' vardır. Kainatı o yaratmıştır. Doğrudur. Bunları inkâr edemeyiz. Ama ne ihtiyacı vardır ki; ibadetimizle, günahımızla, sevabımızla bu denli meşgul olsun? Neden her anımızla, amelimizle, hatta niyetimizle bu kadar ilgilensin? Öyle ya! Onun büyüklüğü bizim bu önemsiz eyleyişlerimizle meşgul olmasını engeller."

Tam da bu noktada İslam'ın cevabı, Allahu'l-alem, rahmette saklıdır. Neden? Çünkü Allah yaratma yönüyle mahlukatıyla ilgilidir. (İlgi kelimesini meseleyi anlayışımıza yaklaştırması için kullanıyorum.) Her an yeni bir âlemi varlığa getirip yeni bir âlemi yokluğa göndermektedir. Sanatı yaratışındaki bu ilginin en büyük delilidir. Hem, evrenin en büyük dairesinden varlığın en küçük zerresine kadar, aklımızın aldığı-alamadığı herşeyi düzen içinde varlığını devam ettirmektedir. Bu da ilgi işidir.

En başta bu durmaksızın yaratışı Allah'ın istiğnasının 'ihtiyaç yönüyle' hakikat fakat 'ilgi duymamak' yönüyle bâtıl olduğunu gösterir. Yani: Doğrudur. Allah yarattıklarına ihtiyaç duymaz. Yarattıkları ona ihtiyaç duyar. Bu noktada istiğna-yı mutlak sahibidir. Fakat yarattıklarına ilgi duymamaktan beridir. Bu bir tenakuzdur. Cem-i zıddeyndir. Usta, hem eserini binbir sanatla yaratıp, hem nasıl ona ilgisiz kalabilir? Bu noktada ona istiğna atfetmek aslında onu (hâşâ) kusurla lekelemektir. Çünkü birşeye ilgi duymamak, ondan haberdar olmamaktan tutun, ona karışmamaya kadar birçok noktada 'boş alan' bırakmayı iktiza eder. Cenab-ı Hak uluhiyetinde 'boş alan' bırakmaktan da münezzehtir. Onu layık olduğu şekilde tenzih ederiz.

Sadece yaratışıyla değil, bilişiyle de münezzehtir, irade edişiyle de münezzehtir, terbiye ediciliğiyle de münezzehtir. Cenab-ı Hakkın her ismi, tecelli kapasitelerinin sonsuz olmasıyla, birşeylerin dışarısında bırakılmayı reddederler. Kimse kendi küçüklüğüne güvenerek Esmaü'l-Hüsna'yı üzerinden kışkışlayamaz. Ama deizm bize bunu teklif eder. Evet, tam da bunu, yani Esma'yı kışkışlamayı.

Peki rahmetin bu noktada gördüğü fonksiyon nedir? Başta da söylediğim gibi: Rahmet Cenab-ı Hakkın bize duyduğu ilginin en şiddetli tezahürü ve hatırlatıcısıdır. İnsandaki acz ve fakr yaraları (yani güçsüzlük ve güç gerektiren şeylere muhtaçlık yaraları), onu, kendisinde olmayanı elde edebileceği bir ilgiye muhtaç eder. En azından bu ilgiye duyarlı hale getirir.

Kusurlu bir teşbihle ifade edersek: Bebeğin annesine göbekbağı ile bağlı olmaya muhtaç olması gibi, biz de, varlığımıza sağlıkla ve mutlulukla devam ettirebilmek için rahmet bağına ihtiyaç duyarız. İsm-i Kayyum'un manasını bu pencereden seyretmeyi arzularız. Birisi bize acımalıdır. Acımalıdır ki acılarımız dindirsin. Yoksa biz kimseyi kendimize yardım etmeye mecbur edemeyiz.

Ki zaten varlık da bize bu halimizin biliniyor olduğunu hissettirir. Yukarıdaki metinde mürşidimin misal olarak seçtiği; "Evet, şems ve kameri, anâsır ve maâdini, nebâtat ve hayvânâtı, bir nakş-ı âzamın atkı ipleri gibi o bin bir isimlerin şuâlarıyla tanzim eden ve hayata hâdim eden ve nebâtî ve hayvânî olan umum validelerin gayet şirin ve fedakârâne şefkatleriyle şefkatini gösteren ve zevilhayatı hayat-ı insaniyeye musahhar eden ve ondan rububiyet-i İlâhiyenin gayet güzel ve şirin bir nakş-ı âzamını ve insanın ehemmiyetini gösteren ve en parlak rahmetini izhar eden o Rahmân-ı Zülcemâl..." ifadeleri bu bağa zaten, varolmamızdan bile önce, sahip olduğumuzu gösterir. Bizim varlığa çıkışımız bu rahmet ilgisiyledir. Güneşin tenimizi ısıtmasından tut, annemizin sarılarak içimizi ısıtmasına, hatta içtiğimiz sıcak çorbaya kadar bütün bu ilgiler zaten 'sevdiğimiz şeyleri vererek sevindirmeyi seven bir Allah'ın varlığından haber verir. Ama nüanstır: Allah bunu 'ihtiyaç' ile değil 'ilgi' ile yapar.

Görüldüğü gibi 'istiğna'yı doğru anlamak ancak Allah'ın 'rahmet'ini doğru anlamakla, daha doğrusu, ikisini beraber okumakla mümkün olur. Allah'ın sonsuz kudreti elbette bize ihtiyacı olmadığını gösterir. Fakat Allah'ın rahmeti bizimle ilgilendiğini de gösterir.

Bu noktada mürşidimin hakikat-i rahmeti; hikmet, inayet, ilim ve kudreti tazammun eden birşey olarak anması bana ayrıca anlamlı görünür. Zira Allah'a sadece 'kudreti herşeye yeten' olarak inanmak istiğnayı 'ilgisizlik' olarak anlamaya müsaitmiş gibi gelebilir. Lakin 'herşeyi bilen' ve 'herşeyi hikmetle yapan' ve 'herşeyi düzenle devam ettiren' ve 'herşeye gücü yeten' olarak inanmak, hepsinin bize verdiği o büyük marifet, işte o rahmetteki ilgiyi anlamamızı sağlar.

Şöyle anlatmaya çalışayım: Kudretin yarattığından ilgisini kestiğini sansan da ilim, hikmet ve inayetin ilgisini kestiğine inanamazsın. Çünkü bu üçünün hakikati ancak zaman boyutunda kendisini gösterir. Örneğin: Birşeyin hikmetli olduğu ancak zamansal boyutta her an hikmetini eda etmesinden anlaşılır. Her an hikmetli olmayanın hikmeti yitiktir. Varlığı 'boşuboşunalığa' dönüşür.

Buradan mürşidimin aynı eserin başında Kur'an sofrasından bize taşıdığı, daha doğrusu bu eser boyunca tefsir ettiği, ayetlere geçmek istiyorum. Onlar ise, kısa bir meali ile, bu incilerdir: "(Hz. Süleyman'ın mektubunu alan Sebe' Kraliçesi Belkıs:) 'Değerli danışmanlarım! Bana çok önemli bir mektup gönderildi. Mektup Süleyman'dandır ve Bismillâhirrahmânirrahîm (Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla) diye başlıyor." (Neml Sûresi, 27:29-30.)

Bu mektuba besmeleyle başlayarak Hz. Süleyman (a.s.) Belkıs'a neyi anlatmış oldu? Belkıs bu ifadeleri okuyunca neden şaşırdı da vezirlerine bahsetti? Allahu'l-alem. Benim kalbime Süleyman'ın (a.s.) bu sözlerle şöyle bir mesaj ilettiği geliyor: Bu kadar uzaklardan bile sizinle ilgilenmem, sizi hak olan dine çağırmam, tebliğde bulunmak istemem, size garip gelmesin. Ben Rahman ve Rahim olan bir Allah'ın nebisiyim. Onun rahmeti gösteriyor ki bize bir ilgisi var. Bizi biliyor. Her anımızı hikmetiyle kuşatıyor. Bize inayetiyle ikram ediyor. Herşeye gücü yetiyor. Böyle bir Allah kullarını vahiysiz ve nebisiz bırakır mıydı hiç? Bırakmazdı. Bırakmadı. Beni gönderdi. Ben de görevim gereği sizi başıboş bırakamam. İşte bu mektubu o yüzden gönderiyorum. Allah'ın rahmeti benim tebliğimi iktiza eder. Rabbimin mahlukatına ilgisi benim size ilgimi zaruri kılar.

Buradan yüreğimiz yetse de Kur'an'a neden besmele ile başladığımıza da bir yol bulabilsek. Fakat ne çare! Biz de aciz kullarız. Vahyin rahmetin iktizası olduğunu anlamamız da yine onun rahmeti iledir. Üzerimizden ne bu dünyada ne ahirette esirgemesin. Kendisinden başkasının merhametine muhtaç olmayacak şekilde bir rahmet etsin. Biz buna muhtacız. Âmin.

23 Ocak 2017 Pazartesi

Cehennem de bir nimettir

Kendini Allah'tan mahrum edemezsin. Biliyorsun, iyi gelmiyor, dökülüyorsun. Yaşadın bunu. Onsuz, değil kainatı açıklamak, bir anı açıklamak bile mümkün olmuyor. Her an bir bıçak. Her giden bir bıçak. Her lezzet bir bıçak. Her varoluş aslında bir yokoluş. Varolana sevinemiyorsun çünkü yokoluyor. Varolduğu andan itibaren yokoluyor. Buna tesellin yok. Onsuz hiçbirşey yerine oturmuyor. Ötesiz kalıyor herşey. Âlem üç boyuta, hadi zamanı da kat, dört boyuta indirgeniyor. Peki ya anlamı ne olacak herşeyin? Yokun anlamı olur mu?

Sevdiğin bütün cümleler yarımken ve kelimeler bir bir seni terkediyorken anlamın nasıl olacak? Kullandığın her lafzı yokluğa göndermişsin. Tuttuğun her kelime giderken dilini kanatıyor. Hem o anlamların da farklı boyutları var. Varlığın el-Esmaü'l-Hüsna kadar boyutu var. Hangisinden baksan bir yönünü görüyorsun herşeyin. Allah'tan mahrum kalırsan şunca varlıktan da mahrum kalmayacak mısın? Daha az olmayacak mısın? Derinliğini yitirecek herşey. Hem de bir boyutta, iki boyutta, üç boyutta değil, sonsuz boyutlarca yitirecek. İhtimaller azalacak da azalacak. Olduğu kadarla kalakalacak. Daha fazlası olamayacak hiçbirşey. Daha fazlası olamadığında sen de kafese kapatılmış olmayacak mısın? Neyin hayalini kuracaksın ondan sonra? Duvarlar o kadar artıyor ve artıyor ki! Hayal bile küsüyor insana.

Hadi, hepsini geçtim, acılar ne olacak? Acılar sadece acı olacak Allah'ın yokluğunda. Onları birbirine bağlayacağın bir ümit olmadıktan sonra bu kederleri kim tutabilir? Saklayan yoksa tüm güzel anlar uçup gitti! Sevme sakın. Sevdiğin herşey düşmanın aslında. Sevdikçe bıçakları arttırıyorsun. Hepsi bıçak bıçak inip kalkacaklar göğsüne sen de yokolana kadar. Onlara engelleyecek gücün yok.

Mürşidin imana 'intisabdır' dediğinde tek bağlananın kendin olduğunu mu sanıyordun? Ramazan'da şeytanlar nasıl bağlanıyorsa acıların da bağlanıyor imanın sayesinde. İyi zincirlenmiş bir köpek gibi. Isıramıyor. Onları olması gereken yerlere koyduğunda, yani hikmetlerini anladığında, hepsi sükûnete eriyor. Evet, ayrılmıştın, canın da çok yanmıştı. Fakat o yanmalardan bak ne güzel sözler/dersler pişti. Hem sen de piştin. Her istediğine ulaşsan pek ham kalacaktın. Ulaşamadıkça olgunlaştın. Sınırların seni yetiştirdi. Aczini ve fakrını sınırlarınla tanıdın.

Kendini Allah'tan mahrum edemezsin. Çünkü mahvoluyorsun. Herşey yokluğa koşup gidiyor. Koşup gidenleri farkedeceksin veya gerilerinde kalacaksın diye durmaya korkuyorsun. Eğlenceden eğlenceye, uykudan uykuya, rüyadan rüyaya... Uyanıklık öyle canını yakacak ki damarına hangi gafleti şırınga edeceğini şaşırıyorsun.

Kendini Allah'tan mahrum edemezsin. Allah bunun sana nasıl kötü geleceğini biliyor. Uyarırken azab azab Kitab'ında ve tehdit ederken ayet ayet cehennemle, bütün bunların ardında rahmetinin izi görünüyor. Zülcelal-i ve'l-ikram olanın ikramı celalinin ardından gözkırpıyor. "Evet bu cûd-u icad Sâniin vücubundandır. Nevide celâlîdir, fertte cemâlîdir..." diyor ya mürşidin, sen de anlıyorsun, celalî olanın içinde cemal var. Zülcelal'in celalinde ikram var. Gelincik tarlası haşmetiyle nasıl kalbini hızlı çarptırıyorsa birtek gelincik de gönlüne öyle cila çekiyor. Seni korkutan herşey aslında güzelliğinden korkutuyor. Cehennemde de belki göremediğin budur. Kalbinde yanan cehennemlerde de belki göremediğin budur. Doğuştan yaralısın. Çünkü o yaralar sana Allah'ı arattıracak. Her cehennem onu söndürmeye yetecek birisini bulman için bağışlandı sana. Yokmuşlar gibi davranman için değil.

25 Nisan 2012 Çarşamba

İhtiyarlar Risalesi ve Hz. Zekeriya (a.s.)

“Kâf hâ yâ ayn sâd. Bu âyetler, kulu Zekeriya’ya Rabbinin rahmetini zikirdir. Hani o Rabbine gizlice niyaz ederek demişti ki: Ey Rabbim, artık benim kemiklerim yıprandı, başım ihtiyarlıkla tutuşup saçlarım aklandı. Sana ettiğim dualarımda da, ey Rabbim, ben hiç mahrum kalmadım.” Meryem Sûresi, 19:1-4.

Bu yazı çok başarılı bir yazı olmayabilir. Nihayetinde sadece hissettiğim birşeyi sizlere aktarmaya çalışacağım. En doğrusunu elbette Allah bilir. Fakat yine de enaniyetimizi atmaya çalıştığımız havuza malumatımızı da atıp orada bir marifet denizi oluşturmak; herkesin kendi buzundan vazgeçip bir havuz sahibi olmasına çalışmak mesleğimiz iktizası. Bu site de bir açıdan bunun vesilesi. Ben de mesleğimizin iktiza ettiği bu şeye cüret etmek istiyorum cirmimce...

Talebeliğin şiarı talep etmek. Talep etmenin şiarı sual ile istemek. Ben de sual ile pekçok defalar Risale-i Nur’un ve Kur’an’ın kapılarını döverim. Bir Nur talebesine en sıradan gelen şeyleri bile “Nedendir, niyedir?” diye sual ederim.

Mesela şu yukarıdaki ayetler... Ben İhtiyarlar Lem’asının neden bu ayetlerle başladığını hep merak etmişimdir. Nihayetinde bu ayet sadece “Kulu Zekeriya’ya Rabbinin rahmetini zikirdir.” O zikrin bütün bir İhtiyarlar Lem’asını özünden tereşşuh ettirecek ne sırrı vardır ki? Hem nasıl olabilir ki?Hem olabilir ki?

Böyle böyle düşünürken bir gün ayetlerin içerisinde yer alan bazı zıtlıklar (af buyurun, birazdan bunu izah edeceğim) dikkatimi çekti. Sanıyorum işte bu an, sual ile talep etmekte olan Nur talebesinin marifet hediyesine uğrama anıydı. Dedi ki, aklımın sesi bana orada: “Yahu şu istenenene bak, bir de verilene bak. Bir de ayetlerin sonundaki şükre bak. İstenen, verilen ve şükredilen birbirinden farklı şeyler çağrıştırmıyor mu?”

Ben de bu gözle baktım, gördüm ki; hakikaten ayetin içinde istenen ve verilen ekseninde zahirde bir farklılık var: Hz. Zekeriya’da her kul gibi Allah’a her daim dualar ediyor. Hatta diyor ki; “Sana ettiğim dualarımda ey Rabbim, ben hiç mahrum kalmadım.” Dualarının geri dönmediğini kendisi beyan ediyor. Fakat bakıyorsunuz, giderek yaşlanıyor Hz. Zekeriya. “Benim kemiklerim yıprandı, başım ihtiyarlıkla tutuşup saçlarım aklandı” diyor.

Peki, bir insan en çok ne için dua eder? Daha mutlu, daha güçlü, daha sıhhatli olmak için değil mi? Ama onlar için dua ediyorsa ve dualar geri dönmüyorsa, hatta buna şükrediyorsa; Hz. Zekeriya (a.s.) neden yaşlanıyor? Yaşlanması, dualarının kabul edilmediğine delil değil mi?

Öyle ya, yaşlanmak aynı zamanda bu duaların tersi cevaplar alması, geri dönmesi demek. Yani sıhhat isterken hastalığa, afiyet isterken ihtiyarlığa uğramak demek. Ama bakınız zikredilen ayet-i kerimeler şöyle başlıyor: “Bu ayetler, kulu Zekeriya’ya Rabbinin rahmetini zikirdir.”

Kanaatimce Bediüzzaman’a İhtiyarlar Risalesi’nin ilhamını veren sır da bu sırdır. Yani dua dua istenen afiyetin, sıhhatin nasıl ve neden ihtiyarlıkla karşılık bulduğu ve neden bunun bir rahmet olarak zikredildiğidir. Eğer bu bir zikr-i rahmetse, o vakit o ihtiyarlığın içinde Hz. Zekeriya’nın da (ayetlerde anlatıldığı gibi) şükrettiği azim sırlar vardır. Kaybediş görünen bir kazanç vardır. Gerilemek gibi algılanan bir ilerleyiş vardır.

Ve evet, zahirde dualar kabul edilmemiş gibi dursa da perde arkasında bahşedilmiş rahmetler vardır. O yüzden ihtiyarlık bir zikr-i rahmettir. Ve o yüzden Hz. Zekeriya (a.s.) ihtiyarlığını andıktan sonra musırrane böyle demiştir: “Sana ettiğim dualarımda da, ey Rabbim, ben hiç mahrum kalmadım.”

Evet, Hz. Zekeriya (a.s.) bu gerçeği haykırıyor ayet-i kerimeler içinde. “Ben dua ettim, afiyet istedim. İhtiyarlamakla bu dualardan mahrum kalmadım” diyor. Bediüzzaman’da İhtiyarlar Risalesi isimli güzide eserinde işte bu dualardan neden mahrum olmadığının sırrını izah ediyor. Yaşlılıktaki güzel yanları ve gizli ikramları anlatarak ayet-i kerimeye bir kez daha iman etmemizi ve gizli sırlarını bilmemizi sağlıyor. Ne diyelim, berhudar ol Üstadım. Sayende bir sırra daha uyandık...

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...