Tekrar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tekrar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Ağustos 2021 Pazartesi

Kader kaçmaktır

Tekerrürde bir sır var sanki arkadaşım. Bir çeşit dua gibi. Yahut onun da içi. Samimiyeti. Gayret oluyor. Sebat oluyor. İhlas oluyor. O Rahman u Rahîm’in kapısını daha ‘kabul edilir’ çalıyor. Cenab-ı Hak da karşılığını alelekser veriyor. Yani ki tekrarı beğeniyor. Bizden yana böyle. Biz arzularımıza ısrarımızca ulaşırız. Peki Allah? Hüda neden vahyinde/kainatta tekerrürde bulunuyor? Öncelikle şuna dikkatini çekerim arkadaşım: Allah birşeyi tekrar ediyorsa elbette bu unutkanlığından değil. Hâşâ. Aczinden değil. Hâşâ. Sınırlarından değil. Hâşâ. Subhan’ı kusurlardan tenzih ederiz. Onun tekrarı da hikmetinden gelir. Kudretinden gelir. Rahmetinden gelir. Hatta o tekrarlar, mürşidimin de dediği gibi, ancak zahirîdir. Özünde yeniliktir. Yeni şeylerdir. Vahyinde böyle olduğu gibi kainatında da böyledir.

Yahu düşünsene: Sen kendiliğinde bir tekrar değil misin? Hem de yeni değil misin? Herbir gün yeni bir Ahmed olmuyor musun? Hem de Ahmed kalmıyor musun? Hem hiç etrafına bakmıyor musun? Bolluğu görmüyor musun? Bol olanlar aynılığa çok çok yakın lakin ince ince farklılar. Hakkında düşünmüyor musun? O da birnevi tekrar değil mi? Hem şunu da hatırında tut lütfen: Uyarının bolluğunu görevin tehlikesine hamletmez misin? İhtar çoğaldıkça hassas bir zeminde yürütülmesi gerektiğini işin zannetmez misin? Tekrar tekrar uyanmamızı istiyor demek ki sahibi de. Tekrar tekrar dikkatimizi çağırıyor. Dikkatin aynılıkta uykusu gelir. Dağılır. Yorulur. Dökülür. Belki de bu yüzden her sene yeniden kış-bahar olur. Çünkü bahar, Rûm sûresinin 50. ayetinde de buyrulduğu gibi, ‘mutlaka bakılası’dır.

Arkadaşım, âdemoğlu, kendi fiilerinden hareketle Halık’ını anlamaya çalışırken bazen hata ediyor. Onun “Teveccühünde tecezzi ve inkısam olmaz. Birşey birşeye mani olmaz. Hadsiz ef’ali, bir fiil gibi yapar.” Hem “Sıfatı nasıl mahlukat sıfatına benzemiyor muhabbeti dahi benzemez...” olduğunu hatırlayamıyor. Evet. Önce şunu belleyeceksin. Ezber oğlu ezber edeceksin. Ve dahi kulluğuna ‘bismillah’ diyeceksin: Sen mahluksun. Sınırlısın. Elinden çıkanlar da mahlukiyetinle kayıtlı. Dolayısıyla sınırlı. Senle yaratılanlar, Allah’a bakan müstesna yüzüyle değil hâşâ, sana bakan yüzleriyle kusurlanıyorlar. Kalıbın onları kalıplandırıyor. Sınırların sınırlıyor. Neden? Nasıl? Bunun ‘gözlemci/şahit’ ile ‘yaratıcı/Halık’ arasındaki nüanslarla ilgisi var arkadaşım. Tamam. Senin fiilini de o yaratıyor, yaratan sen değilsin, ama sen o fiili bir parça olarak görebiliyorsun. Görünüşünü kısıtlıyorsun. Arızalandırıyorsun. Sendeki kayıt ona geçmiş oluyor. Her fiil failinden izler taşır. Ona özelleşir. Fırça boyayı yaratamaz ancak boyanma şekline tesir eder. Geometrisini değiştirir. Parmakizi gibi eyleme izleri. Yani ki kusuru âdemin hâtemi, sikkesi, imzası.

Fail fiili nasıl değiştirir işte burada gör: Onun kudret elinden yaratılan herşey, Ona bakan yönüyle kusurlardan münezzeh, ama sana bakan yönüyle izler taşıyor. (Çünkü sana bakan aslında senden görünen sayılır.) Bu yüzden kulun hatasında mesuliyet bulunuyor da Halık’ın yaratmasında cebriyet bulunmuyor. (Çünkü senin hatan yaratılışın bizzat kendisi değil ancak senden görünenidir.) Kesb-i şer şer oluyor da halk-ı şer şer olmuyor. (Çünkü kesbin halkın kendisi değil ancak senle perdelenmesidir.) Onun tekrarında hep hikmet fakat senin tekrarlarında çoğu zaman abeslik var. (Çünkü tekrarların mukarenetinle yapamayacaklarına boyanıyor.) Yani ki: Fiil daire-i esbabtaki sınırlarla yeniden sıfatlanır. Mülk cihetinde böyle görünür. Melekût ciheti apayrıdır. İyisi mi, ene’ni bu işlerde kullanırken, özne değişiminin etkilerini görmezden gelme. Özne sahte de olsa görünen de bir perdeliği var. Cümle denilen şey öğeler bütünü olsa da her öğenin değişimi bizi yeni bir cümleyle karşı karşıya bırakır. Parçasının seçimiyle bütünün görünürlüğü etkilenen bir âlemdir bu. Çünkü parçaların herbiri birer boyalı aynadır.

Şimdi kadere imanın önemini anladın mı arkadaşım? Daha doğrusu: Kaderin Amentü’ye katılmasının bir hikmetini daha kavradın mı? Evet. Aynen. Öyle: Kaderde bizim için büyük bir ferahlık var. Tevhidin nazarımızda tamamlanması var. En büyük resme çıkmak var. Çünkü kader her fiilin fail-i hakikisinin Allah olduğunu hatırlatıyor. Böylelikle failin sen/sebepler göründüğü küçük çirkin resimlerden Allah gözüktüğü büyük resme kaçıyorsun. Rahatlıyorsun. Fiilin sûreti değişiyor. Eserin kemali farkediliyor. Failin sıfatıyla fiil yeniden renkleniyor. Bu yüzden mürşidim de sık sık diyor: “Kadere iman eden kederden emin olur.” Zira derdimiz ‘olanlar’ değil ‘kendi izlerimiz’dir. İzlerimizi/kusurlarımızı silince arıza gider. Biz ‘biz’ olarak aradan çıktığımızda görünüşteki arızalardan da kurtulmuş oluruz. Fakat buna da dikkatini çekmeden yapamayacağım: Seyyiatta aradan çıkmak sorumluluğu almaktır. Hasenatta aradan çıkmak hamdi sahibine teslim etmektir. Böylece ne Cebriye seni düşürür ağına ne de Mutezile. Ehl-i Sünnetin kemal-i itikadıyla dünyanı bir küçük cennete çevirebilirsin. Âmin. Âmin. Âmin.

16 Kasım 2020 Pazartesi

Celal korkutucu güzelliktir

Mürşidim bir yerde "Sahib-i Arş-ı Âzamın, mânevî bir merkez-i âlem ve kalb ve kıble-i kâinat hükmünde olan küre-i arzdaki mahlûkatın tedbirine medar, dört arş-ı İlâhîsi var..." diyor. Bunlardan 'dördüncüsü'nü de "Emir ve irâdenin arşıdır ki unsur-u havadır..." diyerek tesbit ediyor. Ben, "Allahu'l-a'lem!" kaydını unutmadan konuşursam, burada söylenileni bir nebze 'rüzgarın tabiatına bakarak' çözebildiğimi zannediyorum. Sıcağından soğuğuna, esintisinden fırtınasına, melteminden ayazına cümle rüzgarlarda aynı çevik-çalak hizmetin tezahürü var. Yani, sürekli emir bekliyor, hem alıyor ve hem de hemen ittiba ediyor bir ahlakı var rüzgarların. Böyle eliçabuk bir hizmetkârın üzerinden de elbette 'emir' ve 'irade'nin okunması daha kolay oluyor. Hem de zaten onun bu hali, yoğunluğu, mesaisi, telaşı, böyle bir aynalıkta istihdam edildiğini gösteriyor. Sanki. En doğrusunu Sahib-i Arş-ı Âzam bilir.

Yine "İkinci arş, fazl ve rahmet arşıdır ki, su unsurudur..." diyor Bediüzzaman. Şunun düşündürdüklerini de burada arzetmek belki yazıyı uzatacağından, eteğini öperek, bana sırlı gelen bir ayet-i kerimeye dair konuşmak istiyorum. Ancak, hepten de ümidini kesmeyeyim arkadaşım, belki o ayeti konuşurken bu bahse de değinmiş olacağız. İnşaallah. Evet: A'râf sûresi 57. ayettir peteğinden ballanmak istediğim. Orada bir kısacık mealiyle buyruluyor ki:  "Rüzgarları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen O’dur. Nihayet o rüzgârlar ağır bir bulut yüklenince onu ölü bir memlekete sevkederiz. Orada suyu indirir ve onunla türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Herhalde bundan ibret alırsınız."

Ayetin bize evvelemirde söylediği açık: Diriliş hakikati kainatta her an yaşanmakta. İnsanoğlu, eğer merak gözünü açıp da bakarsa, zaten haşir hakikatini kainatın her anında müşahade etmekte. Yani: Topraktan yeniden yeniden bedenini kaldıran, yeniden yeniden meyve veren, yeniden yeniden başak çıkaran, yeniden yeniden köklerinden yeşeren canlıları görmekte. Elhamdülillah. Bunlar arzda her an olmakta. Toprak emanet edileni hatırlamakta. 

Düzen eşyanın hafızasıdır. Tekerrür bu hafızanın tezahürüdür. Kur'an'da gösterilen ayetleri tefekkür etmesini bilen her mü'min için, 'haşir' sırf kıyametten sonra yaşanacak insana özgü bir hâdise değil, varlıkta sürekli tekerrür eden kanundur. Kıyametten sonraki dirilişse bu kanunun mâkul, mümkün, hatta beklenir tekrarıdır. Nasıl ki havaya atılan her nesne düşer. Nasıl ki kaynatılan her su buharlaşır. Nasıl ki şartlarına uyulduğuna su üstündekini yüzdürür. Bunlarda dün-bugün-yarın ayrımı gözetilmez. Aynen öyle de şartları oluştuğunda Allah'ın bir emriyle cümle ölüler dirilir. Toprak altındakini unutmaz. Zaten hep dirilmektedir. Haşir Risalesi'nin merkezi/ruhu sayılan Rum sûresinin 50. ayeti aynı 'muhyi'l-mevta' yasasına dikkatimizi çeker: "Şimdi bak Allah'ın rahmet eserlerine: Ölümünün ardından yeryüzünü nasıl diriltiyor. İşte bu, ölüleri dirilten Allah'tır. Onun gücü herşeye yeter!" 

Sırası geldi. Analım: Mürşidim arşlardan birincisini şöyle tarif eder: "Biri, hıfz ve hayat arşıdır ki, topraktır." Şimdi üç arşımız tamam oldu. Yani yukarıdaki ayette üç arşa dair de izler bulduk. 1) Rüzgarların müjdeciliğini işittik. 2) Rahmetin gönderilmesine neşelendik. 3) Topraktan meyvelerin çıkarıldığına sevindik. Peki dördüncüsü? Dördüncüsü de ayette geçiyor aslında. Ama üstü biraz daha örtülü şekilde. Nasıl? Meyvelerin olgunlaşması için gereken dördüncü şeyi düşündüğünüzde hemen gülümsüyor. "Üçüncüsü, ilim ve hikmet arşıdır ki, unsur-u nurdur." Öyle ya: Işığın bahşı olmadan meyveler pişirilmez ki. Böylece arşlarımız tamam oldu. Dört arşımız birden bir ayet-i kerimenin içine sığdı. Yaş ve kuru ne varsa içinde yazılı olandan ne 'yaş' arşlarımız ne de 'kuru' arşlarımız kaçabildi.

Fakat, arkadaşım, şu 'rüzgarların müjdeciliği' de sanki başka bir kanuna dikkatimizi çağırıyor. Hani yine Kur'an'da buyrulur: Cenab-ı Hak Zülcelal-i ve'l-İkram'dır. Yani celalî tecellilerinin içi ikramlarla doludur. Bunu bize bahsimize misafir olan yağmur da söyler: Gök gürlediği zaman insan işitir: Zülcelal'dir. Yağmur yağdığında hisseder: Ve'l-İkram'dır. Hatta Mesnevî-i Nuriye'de celal-cemal ilişkisine dair ufuk açıcı şu tesbitte bulunulur: "Evet bu cûd-u icad Sâniin vücubundandır. Nevide celâlîdir, fertte cemâlîdir." Misal: İnsan baharda şöyle bir kıra çıkıp koca bir gelincik tarlasıyla karşılaşsa heybetinden irkilir. Güzelliğin türdeki görünüşü şiddetli gelir. O yüzden bazı ârifler derler: Celal korkutucu güzelliktir. Yani tezahürürün şiddeti insanın hayretine sebep olmuştur. Ancak tarlanın içine girilse, tek tek gelincikler görülse, ele alınsa da bakılsa, farkedilir ki: Cemalîdir. Nazenin bir heybeti vardır.

İşte, şimdi diyorum ki arkadaşım, artık hayatımızdaki herşeyi bu tezahürler eşliğinde tefekkür etmeliyiz. Yani rüzgarların soğukluğu/şiddeti arkalarından gelen rahmeti görmemize engel olmasın. Onların o çabuk çabuk hizmetlerindeki gelişigüzellik(!) fehmimizi aldatmasın. Bu işlerde bir düzen var. Bu düzende bir tesbit var. Bu tesbitte bir kanuniyet var. Hayatındaki gelişigüzellikleri(!) ömrünün rüzgarı gibi göremeyenler, ne yazık, rahmeti sezemiyorlar. Gelişigüzellik diyoruz ya, katıldığımızdan değil, kuşatamadığımızdan. Sanatın şekli kitabete vardığında okumanın şekli de bütünü kuşatmaya mecbur olur. Yahut da yine Bediüzzaman'ın o müthiş cümlesine uğramalı: "İşte, intizamsızlık içinde kemâl-i intizamı gör, ibret al." 

Ben, rüzgara uğradım da yağmura vardım, sen başka şeylerden yola çıkıp farklı sonuçlara varabilirsin. Ancak her nereyi bu gözle zevketsen balından kaçamazsın. Çünkü bu bal da bir kanuniyettir. Allah rüzgarları müjdeci olarak gönderir. Bugün nasıl bir düzenle hareket ettiğini çözemediğimiz emirler-iradeler yine dizginleri o Rahman u Rahim'in elinde piyadeler. Başka yöne gitmiyorlar. Başka yöne götüremeyecekler. Arşların birbirinden farklı hükümlerini/tezahürlerini karıştırıp rüyalarını zehirleme. Emirlerin çabukluğunu çözemeyip rahmetin varlığını da inkâr etme. Bu ölüler elbette dirilecekler. O vaadinden dönmez. Âmin.

9 Eylül 2019 Pazartesi

Tarikatçılar içimizi neden deliyor?

Çin işkencesini hepimiz biliyoruz. Tamam. Çok şükür. Başımıza gelmedi ama bir kulak aşinalığımız var. Tekrar eden su damlalarının gücünün taşı delmeye de insanı delirtmeye de yeter olduğunu biliyoruz.

Ursula K. Le Guin'in Zihinde Bir Dalga'da 'esas iç örgütlenme aracı' olarak tarif ettiği 'tekrar'a dair bir savunusu var. Diyor ki: Tekrarın aşağılanması daha çok modern döneme ait bir olgudur. Okuryazarlığın artmasıyla ilgilidir. Basılı yayınlara ulaşmak kolaylaştıktan sonra ortaya çıkmıştır. (Çünkü basılı bir yayında 'tekrar' mükerrer okumalarla sağlanabilir.) Sözlü kültürün insanlığa hâkim olduğu bütün asırlar boyunca tekrarla kimsenin bir sorunu olmamıştır. Hatta sözlü anlatım tekrarları ister. Sever. Gerektirir. İnsanın yazılı kültürün hegemonyasına girmediği çocukluk devirlerinde aile büyüklerinin anlattığı masalların/hatıraların tekrarı arzulanır. Hatta bu tekrarlar eğer daha önce anlatılan asıldan çok saparlarsa büyükler uyarılır: "Çok kötü anlattın anne. Olmadı ki. Düzgünce bir daha anlat."

Yine, bir ölçüde sözlü anlatıma benzer tarafları bulunan, sinema yapımlarında da 'kaçırabileceği detaylar' izleyiciye bazı tekrarlarla yeniden tahattur ettirilir. Örneğin: Katilin kim olduğunun ortaya çıktığı bölümde dedektifin parçaları birleştirişi, filmin öncesinden yapılan alıntılarla, izleyiciye de yaşatılır. Çünkü izlemek okumak gibi değildir.

İşi hepten tarihselcilerin/sosyologların ellerine düşürmeden bunu Kur'an-ı Hakîm'in beyanına da taşıyabiliriz. Kur'an, Bediüzzaman'ın da mükerreren beyan ettiği üzere, irşadda ilk muhatap olarak ekseri, yani avamı, muhatap kabul eder. Avamın da çoğunluğu 'ümmi'dir. Yani okumayazma bilmez. (Kur'an'ın ilk indiği kavim, yani Arap kardeşler, zaten ümmilikleri ile meşhurdurlar. Yine ekseri İslam'la bahtiyar olan Türklerin/Kürtlerin de mazisi farklı değildir.) Veyahut da, eğer modern asır üzerinden konuşacak olursak, okuryazarlığı vardır ama okumayla başı hoş değildir. Bu nedenle vahyin beyanında tekrarlara sıkça rastlanır. Fakat, yine mürşidimin dikkat çektiği üzere, bunlar sûreten tekrarlardır. Aslında her tekrar edişte aynı kıssa/kelam üzerinden hakikatin başka bir yönü parlatılır. Nazara verilir. Yerinden bir alıntıyla bu bahsi süsleyelim:

"Hem Kur'ân müessistir, bir din-i mübînin esasatıdır ve şu âlem-i İslâmiyetin temelleridir ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi değiştirip muhtelif tabakata, mükerrer suallerine cevaptır. Müessise, tesbit etmek için tekrar lâzımdır. Te'kid için terdad lâzımdır. Te'yid için takrir, tahkik, tekrir lâzımdır."

Tekrarın 'kişisel gelişim'de ise apayrı bir fonksiyonu var. Eğer başarı, kendine yardım, NLP veya kişisel gelişim türünden bir eser okuduysanız, ki bunlar eskiden ayrı ayrı türler değildiler, bilirsiniz: Bireyin hedeflediği sonuçlara ulaşmasında tekrar edilen 'motto'ların büyük ehemmiyeti vardır. Hatta, Küçük Emrah'ın, annesi Oya Aydoğan'ı medenî(!) bir kadın haline getirmeye çalıştığı filmde, hoca olarak tuttuğu kişinin Aydoğan'a tekrarlattığı cümleyi hatırlatalım: "Ben gözel karıyam!" Bunu neden tekrarlatıyordu? Çünkü köylü kızı Aydoğan'ın özgüvenini arttırmak istiyordu. Yani bu tekrar işinde insanın içinde tesis etmek istediği şeyleri inşa eden bir yan da var. Az-çok bunun misallerini hepimiz biliriz.

Partiler sloganlarıyla taraftarlarını motive ederler. Yine her türden hareketin etbaını şevklendirmek için tekrar ettiği sloganları vardır. Firmalar bile alıcılarında alış arzusu inşa etmek için böylesi 'tekrarları' kullanırlar. Yaz başladığında başlayan kola/dondurma reklamları sayesinde her sene bir sürü yeni spot cümleniz olur. Hayırlı olsun.

Bütün bu girizgâhın ardından asıl mevzua gelelim. Mürşidimin Mesnevî-i Nuriye isimli eserinde geçen bir bahse değineceğim. Her okuduğumda bana ilginç şeyler düşündürür. Üşenmeyelim. Hemen alıntılayalım. Ki sonradan ne üzerine konuşacağımız açık edilmiş olsun:

"İşte Nakşibendîler, zikir hususunda ittihaz ettikleri zikr-i hafî sayesinde, kalbin fethiyle, ene ve enâniyet mikrobunu öldürmeye ve şeytanın emirberi olan nefs-i emmârenin başını kırmaya muvaffak olmuşlardır. Kezâlik, Kâdirîler de, zikr-i cehrî sayesinde tabiat tâğutlarını tarümâr etmişlerdir." Fakat başı olmayınca böyle yarımca pek birşey anlaşılmadı değil mi? Alıntılayalım. Tam olsun: "İ'lem eyyühe'l-aziz! Tohum olacak bir habbenin kalbi, yani içi delindiği zaman, elbette sümbüllenip neşvünemâ bulamaz, ölür gider. Kezâlik, ene ile tâbir edilen enâniyetin kalbi, 'Allah Allah' zikrinin şuâ ve hararetiyle yanıp delinirse, büyüyüp gafletle firavunlaşamaz. Ve Hâlık-ı Semâvat ve Arza isyan edemez. O zikr-i İlâhî sâyesinde ene mahvolur."

Ben bu bahsin yıllar önce bir kişisel gelişim kitabında okuduklarımla ilgili olduğunu düşünüyorum. (Adını sormayın. Tüm hatırlama çabalarıma rağmen çıkaramadım. İsimsiz kaldı.) En azından o kitapta anlatılan şeyin bu bahsi idrakte yolu kolaylayan bir yanı var. Uzatmayayım. Anladığımca deniliyordu ki o kitapta: Bir amaca ulaşmaya çalışırken, sizi engelleyen şeyin dışınızda olduğunu düşünürseniz, sloganınızı/mottonuzu dıştan tekrar edin. Yani sesli söyleyin. Yok, eğer asıl engelin içinizde bir yerlerde olduğunu düşünüyorsanız, o zaman sloganınızı/mottonuzu içinizden tekrar edin. Sessiz söyleyin.

Ne demek bu? Açmayı deneyelim. Diyelim ki: Bir koşu yarışmasına katılacaksınız. Rakipleriniz dışınızda. Engeller dışarıda yani. O zaman kendinizi şöyle bir cümleyi sesli söyleyerek motive etmelisiniz: "Ben daha hızlıyım! Ben daha hızlıyım! Ben daha hızlıyım!" Ama yok. Sorun bu değil. Koşuya hazırlanma sürecinde yeterince çalışkan olmadığınızı düşünüyorsanız, o zaman engel içinizde demektir, şu cümleyi içinizden tekrar ederek motive olun: "Daha çok çalışabilirim! Daha çok çalışabilirim! Daha çok çalışabilirim!" Yani, yokuş dışınızdaysa dışınıza doğru, yokuş içinizdeyse içinize doğru hakikatinizi tekrar etmelisiniz. Hakikatin düzenli tekrarı; hayalden, vehimden, sanrıdan, korkudan veya önyargıdan oluşan putları kıracaktır.

İşte, bence, zikrullahın da insanda gördüğü böyle bir fonksiyon var. Cümle hak tariklerin tâbilerine ödev olarak verdikleri zikirler aslında belli bir mana dünyasının çağrışımlarını içeriyorlar. Yani tâbi, tarikatinin usûlüne göre, zikr-i cehrî (açıktan) veya zikr-i hafî (içinden) virdini tekrar ederek hakikati hayaline hatırlatıyor. O ifadenin içerdiği manayı hatırına çağırıyor. Gafletinin sathîliğinde 'mış gibi' oluşabilecek tüm korkuları dağıtıyor. Sanrıları öldürüyor. Önyargılarını kırıyor. Evet. Allah'ı hatırlamanın da böyle bir işlevi oluyor kalbimizde. İnsan, ister içine, ister dışına doğru 'Allah olanın ancak Allah olduğunu' hatırlatırken/hatırlarken unutulmasıyla neşv ü nema bulacak vehimleri de gidermiş oluyor.

Sınava hazırlanırken ilgili tüm formülleri zihninde tekrar eden kişinin, cehaletin 'o mu, bu mu, şu mu' fitnesinden izale kalması gibi, tekrarlarla Allah'a dair manaları kalplerinde diri tutanlar da içten/dıştan şaşırtmacaların oyunlarına karşı daha uyanık oluyorlar. Daha tetikte duruyorlar. Mürşidimin ifadesiyle söylersem: Bazı şeylerin içini delik tutmak gerekiyor. Çünkü onların gerçek olmadığı ancak bu deliklerden anlayabiliyorsunuz. Tıpkı, karanlıkta gözünüze korkutucu görünen birşeyin, kalkıp şeklini bozduğunuzda rahatlamanız gibi. Sanrıların da şeklini tekrar edilen hakikatler alaşağı eder. Zikrullah şifamızdır bizim.

23 Haziran 2019 Pazar

Bir insan ne zaman Allah'tan belasını ister?

Bakınız, yazıyorum amma korka korka yazıyorum, çünkü yazı bitince "Ulan ne cahil adammışsın!" da diyebilirsiniz. Böyle bir risk var. Neden? Belki sizin için epeydir malum olan birşeyi ben şimdi yeni bir bilgi gibi paylaşacağım da ondan. Efendim, uzatmayayım, hızlıca sadede koşayım. Mevzuun özü şu: Kur'an okumalarımda sürekli denk gelip "Acaba neden böyle?" diye sorduğum bir mesele var(dı). Hani hep soruyor(d)um ama kalbimi tatmin eder bir cevap da bulamıyor(d)um. Kafamda sual-i müşkülküşa olarak bekleyip duruyor(du). Söyleyince hemencecik "Ha o mu?" diyeceğiniz birşeydir de üstelik. O da şudur:

Peygamberleri hakka çağırdıktan sonra isyankâr kavimler şöyle bir argümanı, belki buna 'argüman' değil de 'iddialaşma' demeli, dilegetiriyorlar: "Hadi o zaman vaadettiğin azabı getirsene!" Birçok kıssada var bu. Birkaç tanesinin meallerini alıntıladıktan sonra yazıya devam edelim. Yunus sûresinin 48. ayeti haber veriyor: "Onlar 'Eğer doğru söylüyorsanız bu vaad ne zaman yerine gelecek?' diyorlar." Enbiya sûresinin 38. ayeti haber veriyor: "Doğru sözlü iseniz (bildirin) bu vaad ne zamandır, derler." Neml sûresinin 71. ayeti haber veriyor: "Bir de 'Eğer doğru söylüyorsanız bu vaad (ettiğiniz azab) hani, ne zaman?' derler."

Kur'an'da birşeyin tekrar edilmesi ne demek? 'Onun ayrıca bir önemi var' demek. 'Kaçırmaman için uygun makamlarda tekrar tekrar karşına çıkarılıyor' demek. Hatta 'İlk seferde anladıysan dahi sık sık tekrar et ki unutma!' demek. Kur'an'daki tekraratın böylesi hikmetlere sahip olduğunu Emirdağ Çiçeği gibi metinlerden ders alıyoruz. Elhamdülillah. İşte, mürşidimden böylesi bir dersi aldığım için, şu ayet-i celilelerdeki mananın karşısında da beklentili bir suskunluk içinde dururdum. "Burada neyi kaçırıyorum?" diye düşünürdüm. Şimdi onlardan bir tanesine uyandım. Belki siz bunu çoktan biliyordunuz. Ama ben yeni uyandım. Uyanışımın heyecanıyla da paylaşmak istiyorum. Başlıyoruz:

"Şeytanın İkinci Bir Küçük İtirazı" başlıklı bölümde, İblis, Kâf sûresinin 18-24. ayetleri hakkında soruyor: "Kur'ân'ın en mühim fesahatini siz onun selâsetinde ve vuzuhunda buluyorsunuz. Halbuki şu âyette nereden nereye atlıyor! Sekerattan tâ kıyamete atlıyor. Nefh-i surdan, muhasebenin hitâmına intikal ediyor ve ondan Cehenneme idhali zikrediyor. Bu acip atlamaklar içinde hangi selâset kalır? Kur'ân'ın ekser yerlerinde böyle birbirinden uzak meseleleri birleştiriyor. Böyle münasebetsiz vaziyetiyle selâset ve fesahat nerede kalır?"

Uzun cevabın başında şöyle birşey söylüyor mürşidim: "Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın esas-ı i'câzı en mühimlerinden belâğatinden sonra îcâzdır." Ve yine misal getirdiği bazı ayetler üzerinden diyor: "(…) cümlesine kadar çok cümleler matvîdir, o mezkûr olmayan cümleler ise fehmi ihlâl etmiyor, selâsetine zarar vermiyor. Hazret-i Yunus aleyhisselâmın kıssasından mühim esasları zikreder, mütebâkisini akla havale eder."

Yani burada ne deniliyor? Anladığımızca aktarmayı deneyelim: Kur'an az kelamla çok şey anlatır. Kısaca söyler ama söylediği yine de uzun olur. Mucizevî yönlerinden birisi de budur. Hatta bunu öyle sanatla yapar ki, ne muhatapların anlayışları yorulur, ne akış bozulur, ne de 'aklın payı' görmezden gelinir. Bir kıssada dikkatimizin çekildiği noktaların hikmeti ayrıdır. Çekilmeyenlerinki apayrıdır. Verdiği detayların hikmeti ayrıdır. Vermediğinin apayrıdır. Açıkça söylediklerinin hikmeti ayrıdır. Söylemediklerinin apayrıdır. Yani Kur'an bazen boşluk gibi görünen 'hikmetli atlayışlar' ile kelamı içinde 'akılla çoğaltılacak' bilgi kaynakları bağışlar bize. Böylece 'istikametli okumalarca çoğaltılabilecek' hakikatler ortaya çıkar.

Gelelim yazımızın asıl konusuna: Kelamı içindeki boşlukları dahi kulları için birer hikmet hazinesine çeviren Alîm-i Hakîm, acaba, isyankâr kavimlerin mezkûr iddialaşmaları ile bize neyi anlatmıştır? Arkadaşlar, elbette öncelikle "Allahu'l-a'lem!" diyerek, benim aklıma şöyle bir hikmet geliyor: Bu azap talepleri aslında o kavimlerin 'çaresizliğini' anlatıyor. Nasıl bir çaresizlik? Peygamberlerin getirdikleri hakikatlere karşı mücadele etmedeki çaresizlik.

Nasıl ki, Mekke müşrikleri, Kur'an'ın "Sıkıyorsa benzerimi getirin!" manasındaki meydan okuması karşısında çaresiz kalarak kabakuvvetle mücadeleye giriştiler. Çünkü Kur'an'ın mucizeliği, hakikati ve hidayeti onları karşı koyma konusunda nâçâr bıraktı. Aynen öyle de: Geçmiş peygamberlerin getirdiği hakikatler de ümmetlerini 'haklı argümanlarla karşı koyma bağlamında' çaresiz bıraktı. Bu tükenişin en son evresinde artık şuna sığındılar: "Hadi o zaman vaadettiğin azabı getirsene!" Yani vaadedilen azabın gelmeyişi üzerine haklılıklarını bina edecek kadar çaresiz kaldılar. Delil/yol bulamadılar. Kendi felaketlerini çağırır oldular.

Hülasa: Burada aslında 'peygamberlerin tebliği' ile 'isyankâr kavimlerin azap talebi' arasında atlanmış birçok münazara-münakaşa var. Hepsinden peygamberler galip çıkmışlar. Müşriklerin nihayet vardıkları yerse burası: "Seni yenemiyoruz, ama sen de bizi helak edemiyorsun, naber?" Tıpkı İblis'in kendisine verilen mühlete sığınması gibi bunlar da ellerindeki mühlete sığınıyorlar. Hakikate değil mühlete. Dalalette kalmalarının bedellerini ödemedikleri bir zaman dilimine. Sığınabildikleri yalnız bu. Bu bir açıdan bugünün seküler dalaletine de işaretler taşıyor. Ancak bu yazı haddinden fazla uzun oldu. Mevzuun o kısmını, Cenab-ı Hakkın lütf u keremiyle, başka bir yazıda ele almayı planlıyorum. Tevfik Allah'tan. Dileriz o Rahîm'den ki bağışına muhtaç bu dilencileri kapısından çevirmesin. Âmin.

28 Nisan 2019 Pazar

Mustafa Öztürk nereye koşuyor? (4)

Efendim, çağ 'mutlak müçtehidler' çağı değil 'fırtlak müçtehidler' çağı. Dinin bir köşesini yırtıp fırtlayan fırtlayana. Hani ahirzaman fitnesine dair hadis-i şeriflerinde Efendimiz aleyhissalatuvesselamın 'okun yaydan çıktığı gibi' şeklinde bir benzetmesi vardır. İşte o benzetme hiç de 'Kime kondurulacağım acaba ben?' diye sordurmuyor. Hemen "İşte benimkilerden birisi!" deyip sahibini yakalıyor. Daha doğrusu sahipleri bir cümlede, bir yazıda, bir iddiada, başlattıkları bir yeni tartışmada gelip onu buluyorlar. 'Kurşuna kafa atmak' diye birşey hakikaten var mı? Yok mu? Olmaz mı? Bilemem. Fakat onun hakikati yoksa da '15 asır sonra gelip ahirzamanla ilgili hadislere kafa atmak' diye birşey var. Evet. Kesinlikle var. Üstelik bugünlerde bu meş'um işin çok taliplisi de var. "Beni de sille-i te'dibine dahil et!" diye yalvarıyorlar.

Hatta ben bugünlerde, ayrıca, şu hadis-i mübareğin yaptığı mühim benzetmenin o insanların 'gerilimli haleti'nin tasviri açısından da kıymetli olduğunu düşünüyorum. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Bu insanlar 'yaşamaya özendikleri hayat' ile 'dinin emrettiği hayat' arasında bir gerilim yaşıyorlar. Bunu hem bireysel hayatlarında hem de belki âlem-i İslam'ın haline bakışlarında yaşıyorlar. Olmak istedikleri yerde/durumda olmamanın sancısıyla, sabretmek yerine, birşeyleri değiştirmeyi arzuluyorlar. Bahtı değiştirmek zordur. Kendini değiştirmek de öyle. O halde ne değişecek? Hevaları kaş-göz işaretiyle hişt u pişt yapıp birisini gösteriyor. Yüzlerini dinlerine dönüyorlar. Niye? Çünkü, pedagojide 'suçu ebeveyne atmak' nasıl hünerli bir uğraş oldu ise, teolojide de 'suçu geleneğe atmak' öyle bir meşgaleye dönüştü.

Kur'an'daki kıssalarından anladığımız kadarıyla İsrailoğullarını ayak çıkarsak nefsini tenzihte bu asrın insanından daha hünerlisi yoktur. Evet. Öyledir. İşte böyle "Biz aslında iyi çocuklardık. Anam etti. Babam etti. Çevrem bozuktu. Elma şekerimi çaldılar. Dinim sorunluydu. Müçtehidler işi karıştırdılar. Tarikatler çok zordu. Gelenek arızalıydı. Hadisler janjanlıydı!" vs. diye saydırırken iş döndü dolaştı Kur'an'a kadar geldi. Eh, kendimizi suçlayacak değildik ya, o halde Kur'an'da da sorunlar bulunmalıydı. "Ama şimdi öyle 'Hop!' diye söylersek 'Çüş!' diye göğüsler bu millet bizi. Durdurur. Derdest eder. Alnımıza 'Hâzâ...'lı bir mührü bastırır. Öyle yapmayalım. Ya? Önce şöyle bir vahyin gelişini dilimize dolayalım. Bakalım yolda çok oyalanmış mı? Güvenliği iyi sağlanmış mı? Levh-i Mahfuz'dan bu yana taşınırken başka şeylerin araya karışması ihtimali yok mu? Kimse araya birşey sıkıştırmış mı? Önce burayı bir kurcalayalım. Burada bir kale düşürürsek öteki tarafta bir ülke düşürürüz. Burada kafası arızalanan ötekisinde hiç toparlanamaz." İşin sergüzeşti böyle kardeşlerim.

Şimdi, Mustafa Öztürk'ün tekrar hortlattığı, fakat aslında mazisi Fazlurrahman'a dayanan 'vahyin nüzulünün mahiyeti' tartışmalarında da aynı kemliğin laciverdi havası var. Kur'an-ı Hakîm'in Efendimiz aleyhissalatuvesselama nasıl indiği, lafızların birebir Allah'a mı ait olduğu, yoksa Aleyhissalatuvesselamın mı arayı doldurduğu vs. Bütün bunlar ahirzaman müslümanını neden bir 'entelektüel meşgale' olarak ilgilendirmeye başladı? Sözün mahiyeti daha yukarıya çıkarılamayacaksa (ki halihazırda Allah'ın kelamı olarak bilindiğine göre bundan daha yukarısı nasıl olur onu da çözemiyoruz) bu tartışmayla ne arzulanıyor? Nereye, hangi faydaya, nimete varılmak isteniyor? Biraz suizan edeyim de ben söyleyeyim muhterem karilerim: Bu tartışmanın özü 'üstünde oynanacaklarda' sıranın Kur'an'a gelmesine dayanıyor. Hani dedik ya: Kendini tenzih etmede ahirzaman insanının hali başkadır. İşte, bu rezillik o şirrete ermiştir ki, sırası gelince Kur'an bile (hâşâ) düzeltilecektir.

Fakat bakınız Kur'an-ı Hakîm kendisinin mahiyeti hakkında bilgilendirici daha neler söylüyor: "(Habîbim, Cebrâîl sana vahyi bitirmeden) onu (Kur'ân'ı) acele (ezber) etmek için, dilini onunla kımıldatma! Şübhesiz ki onu (senin kalbinde) toplamak ve onu (sana) okutmak bize âiddir. O hâlde onu (sana) okuduğumuz zaman, artık (sen) onun okunuşunu takib et! Sonra şübhesiz onu açıklamak da bize âiddir."

Şimdi düşünelim. Kıyâme sûresinde geçen bu ifadeler 'vahyin nüzul şekli' hakkında bize hangi hususlardan haber veriyor? Birkaç başlık ben çıkarayım. Devamı size kalsın. 1) Belli ki, Aleyhissalatuvesselam, kalbine inen 'lafızsız bir mana'dan değil 'lafızları olan bir okuyuş'tan vahyi dinliyor. Çünkü ezberleyebilmek için tekrar ediyor. 2) Bu vahiy taşıyıcısız değil 'okuyacak bir elçi' yani Cebrail aleyhisselam tarafından iletiliyor. 3) Cenab-ı Hak, hâşâ, "Boşver, takip etme, ne anlatıldığını anladıktan sonra sen duruma göre çevrendekilere anlatırsın!" falan demiyor. Öncesiyle ve sonrasıyla, gelişi ve açıklanışıyla, duyuluşu ve iletilişiyle vahyin lafız güvenliğinin kendisine ait olduğunu bildiriyor. Yani vahyin garantisi Allah oluyor. "Lafızla gelenin aynı lafızlarla açıklanması bana aittir!" buyuruyor. Allah'ın garantisini verdiğinden daha sağlıklı bir iletişim var mıdır? Var mıdır ki ona beşer sözü karışmış olabilsin? Araya sızabilsin?

Yani, Kur'an'da, Cenab-ı Hak belki yüzlerce-binlerce kez sözün kendisinin olduğunu haber veriyor da gelgelim bizim ahirzaman müçtehidleri, mücedditleri ve hatta 'düttürüdüt'leri bu işi içlerine sindiremiyorlar. Hâlâ demagojik çarpıtmalarla kelamı 'beşerîleştirmeye' çalışıyorlar. 'Mana Allah'tan ama lafızlar Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan' gibi dayanağı olmayan ifadelerle hevalarının izlerini adım adım takip ediyorlar. Ne diyelim? Cenab-ı Hak ıslah olabileceklerini ıslah etsin. Olmayacaklarının şerrinden de cümle müslümanları muhafaza eylesin. Âmin.

30 Mart 2019 Cumartesi

Sen elmayı seviyorsun diye elma hep 'elma' kalmak zorunda mı?

Onlardan ne denli şikayetçi olursak olalım. Tekrarlara muhtaç olduğumuzu derinlerde bir yerde hissediyoruz. Evimize gittiğimizde onu aynı yerinde bulmak, kapısını sabah kilitlediğimiz anahtarla açabilmek, gece dost olarak bıraktığımızı gündüz de öyle karşılamak, bunlar bizi hayatta tutuyor. Daha doğrusu: Hayatı güvenilir kılıyor.

Hayatta tekrar edenler değişenlerden fazladır. Aksi takdirde pek kolay delirebilirdik. Anların birbirini takip eden düzenlere sahip olmayışı an'dan an'a geçerken kafayı yememize neden olabilirdi. Çünkü dikkat, tutunacak birşey bulamadığında, aklın etini dişlemeye başlar. Kendisiyle beraber onu da dibe çeker.

Sizin de dinlediğiniz yaşanmışlıklar varsa onları hatırlamaya çalışın. Benim dinlediklerimde insanlar hep kaldıramayacakları büyük değişimlerin eşiğinde deliriyorlardı. Örneğin: Kendi hatasından dolayı bir anne evladını yitiriyor. An'dan an'a büyük bir sıçrayış. Dikkatin elinden büyük bir kopuş. Değişimi anlamlandıramıyor. Geçişteki bağı kuramıyor. İşte o an deliriyor.

Allah göstermesin. Buna benzer dinlediğim daha birçok misalde değişimler deliliğin önsözü oluyorlardı. İşte bu tip yaşanmışlıkların yukarıda söylediğim şeyle ilgisi var bence. Dikkat tutunabileceği bir devamlılık bulamazsa batarken aklı da yanında götürür. Sabır dikkatin tutunacağıdır. Bu yüzden 'eşiklerin bilgisi' insan için hayatîdir. Her ikramın öncesindeki ikramdır. Doğduğunda hazır bulduğudur.

Eşiklerin bilgisi derken bir anlamda İslam'ın bize öğütlediği bakışı kastediyorum. Daha üst boyutta ise Cenab-ı Hakkın Hakîm, Rahîm, Kerîm, Cemîl gibi isimlerine nazarlarını çevirmek istiyorum. Bu isimler, bencileyin tabir edersem, 'eşik atlatıcı isimler'dir. Boşlukta hayatta kalmayı sağlarlar. Onların varlığına iman edildiği zaman an'dan an'a sıçramalar kolaylaşır. Dikkat tutunabileceği birşey bulamadığında bu isimlerden istifade eder. Onlara tutunur. Sırt verdikleri yüce mana dünyası sabrı tazeler. Ve böylece biz delirmekten kurtuluruz.

Hatıralarınızı bir yoklayın lüften. Mutlaka anlattığım şeye hissen yaklaştığınız durumlar bulursunuz. Mesela: Başınıza gelen kötü bir işte önce bir donarsınız. Bu an'dan an'a sıçramanın başladığına işarettir. Sonra elleri boşta kalan dikkatiniz hemen refleks olarak ona öğrettiğiniz manaları arar. Bu da arkaplanınızı ne ile beslediğinizle ilgilidir. Eğer arkaplanınızda Allah'ın Esmaü'l-Hüsna'sı varsa, dikkat hemen onlara el atar, birini-birkaçını yakalar. Boşluğun üzerinde onlarla uçar. Sonra diğer an'a geldiğinizde size pek sevdiğim bir türküdeki gibi şöyle der: "Ağlama gözlerim. Mevla Kerîm'dir."

Mürşidim bir yerde diyor ki: "Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâle verir. Halbuki, en keskin tarik olan aşk, nefisten elini çeker, fakat mâşuk-u mecazîye yapışır. Onun zevâlini bulduktan sonra Mahbûb-u Hakikîye gider." Ben burada bahsedilen 'aczin aşka olan üstünlüğünü' de yukarıda verdiğim misallerle anlayabiliyorum. Yani, aynı şekilde, dikkatin acze düşüp boşlukta kaldığı an aklına gelen şeylerin 'eşik atlatıcı isimler' olduğunu zannediyorum. Ancak aşka düşüldüğünde böyle bir boşluk hissi yaşanmıyor. Gafil dikkat Allah'tan gayrı sevilebilecek çok şey bulabiliyor.

Çok dağıttım. Sadede geleyim. Mürşidim İşaratü'l-İ'caz'da 'inayet' ile 'intizam'ı birbirine bağlayan ilginç bir tarif yapıyor. Diyor ki: "Bu âyetin, Sâniin vücut ve vahdetine işaret eden delillerinden biri de, inayet delilidir. Bu delil, kâinatı ve kâinatın eczasını ve envâını ihtilâlden, ihtilâftan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususatını intizam altına almakla kâinata hayat veren nizamdan ibarettir. Bütün maslahatların, hikmetlerin, faidelerin, menfaatlerin menşei, bu nizamdır."

Hani başta demiştim ya. Tekrarlara da ihtiyaç duyuyoruz biz. Evet. Aynılık aklımızı delirmekten alıkoyuyor. Çünkü an'dan an'a geçerken ünsiyet hissimizi koruyabilmeyi tekrarlar sayesinde başarabiliyoruz. Çayı her içişimizde seviyoruz. Suyu her tadışımızda kanıyoruz. Yemeği her yiyişimizde doyuyoruz. Bize bağışlanan her inayet öncesinde kurulmuş bir düzene dayanıyor.

Elma bir ikram mı? Evet. Ama elmadan önce 'elmanın hep elma olma kanunu' bir ikram. Güneş bir ikram mı? Evet. Ama güneşten önce 'güneşin hep güneş olma kanunu' bir ikram. Yani "Allah'ın inayetiyle..." dediğimiz vakit, Rabbimizin o an edeceği müstakil bir ikramı değil sadece, evreni kuşatan kanunlarıyla zamanlar ötesinden verdiği desteği ifade ediyoruz aynı zamanda. Her eylediğimizin onunla bağlı olduğu şuuruna gönderme yapıyoruz. Yani kıvırmayı becerdiğimiz her işin ancak ucunu kıvırdığımızı geri kalanın tamamının Cenab-ı Hakkın kudretiyle vücuda geldiğini itiraf ediyoruz. Allahu'l-a'lem.

29 Aralık 2017 Cuma

Tekrarda bir şefkat var

Monotonluktan sıkıldığını biliyorum. Belki faydası dokunur. O yüzden sana bunu da yazmak istiyorum arkadaşım: Tekrarda bir şefkat de var. Ben gördüm. Bunu bana gördüren/düşündüren okuduğum bir yazardır. Ki o yazar, eserlerinde, aynı konulara sık sık değinir. Aynı hakikatlerin altını sık sık çizer. Ancak bunu bir özenle yapar. Tekrar özenle yapılırsa insanı bıktırmaz. Ne demek istedim şimdi? İzah edeyim: Eğer bir insanın 'özellikle' ve 'yeni özenişlerle' birşeyi tekrar ettiğini hissedersen sıkılmazsın. Arkasındaki kastı/ilgiyi hissedersin. Görünüşteki sıradanlığı aşarsın. Fakat aynı insan özensizce/ilgisizce ve yenilenmeyen bir emekle tekrarlar yaparsa bu seni bıktırır. Çünkü görmezden gelindiğini, aradan çıkarıldığını veya ıskalandığını düşündürür.

Niyet bu yüzden azizdir. Sevdiğinin, gözlerine dikkatle bakarak "Seni seviyorum!" demesiyle, her konuşmanın ardına farklı farklı sevgi sözcükleri iliştirmesi arasında bir fark vardır. İlkinde 'tekrar içinde bir yenidenlik' ikincisinde 'yenidenlik içinde bir tekrar' yaşanır. İşte, benim sevdiğim yazar da aynı şeyleri tekrar tekrar yazıyor, fakat bunu yeni cümleler ve bağlamlarla yaptığı için 'metni şişirmeye çalışmadığı' anlaşılıyor. Bunu farketmek beni 'aradan çıkarılmadığım' hissiyle besliyor. İnsan özenilmekten beslenir mi? Mutlaka beslenir. Allah'ın üzerimizde yarattığı açlıklardan birisi de budur.

Ehadiyeti, yani Allah'ın bütün isimleriyle her an herbirimizin yanında olduğunu, herbirimize ayrı ayrı yönelişi olduğunu ve hiçbirimizin onun, tabir-i caizse, dikkatinden kaçmadığımızı biz bu açlık sayesinde biliriz. Pardon, önce böyle bir dikkatin üzerimizde olmasını arzularız, buna şiddetli bir açlık duyarız, sonra da yaşadığımız 'bize özel' harikalar/mucizeler üzerinden bunu okur, bilir ve doyarız. Zaten ancak bu olursa (buna inanıyorsak) dua ederiz. Çünkü ancak böyle inanılırsa istenilir ve isteriz.

Fatiha'daki geçişin öğrettiği sırdır bu. Bundan umutlanırız. Dikkatten asla kaçmadığımız hissidir ki, bizi, Allah ile birebir irtibatlı, birebir ona âşık, birebir ondan ister/diler kılar. "Malikiyevmiddin." Hesap gününün sahibi ise, yani bize bir hesap soracak ise, bize ilgisi var demektir. Üzerimizde nazarı var demektir. Hesap sormak ilgi işidir çünkü. O zaman isteyebiliriz: "İyyake nabüdü ve iyyake nestain." Çünkü bizi duyar. Çünkü bizi görür. Çünkü bize ilgilidir. Geri kalan herşeye dudak kıvırabiliriz böylece. Şirk bu dudak kıvırmayla tarumar olur.

İzzetimiz de en çok buradan beslenir. Allahımız Ehad olduğu için hiçkimseye eyvallahımız yoktur. Çünkü onların üzerimizdeki gözeticinin bilişini ve tasarrufunu perdeleme imkanları yoktur.

Tekrardaki şefkate geri dönelim. İşte, bu yazar, metinlerindeki tekrarla beni güzelce teselli ediyor. Bana şefkat ediyor. Nasıl? Bu tekrar sayesinde umutlanıyorum ki: Metnin tamamını okumayı başaramamış olsam da, hatta bazı satırlarda şaşırsam da, herşeyi kaçırmamış olabilirim. Yani okuyamadığım kısımları da bir nebze okumuş olabilirim. Eğer bu mesaj, eşit şekilde metnin tüm katmanlarına nüfuz etmişse, ki bu nüfuzu en çok 'tekrar' gösterir, o halde okunmamışlar da birazcık okunmuş sayılabilir. Evet! Kaçırılanlara üzülünmez artık. Çünkü kaçırılanlar da aslında tastamam kaçırılmamıştır.

İşte, bu yüzden, o yazarın okumadığım bir metni varsa bir yerlerde, okuyamadığım için dertlenmem. Eksik kaldığımı düşünmem. Elime geçeni okumaya çalışmak bana yeter. Çünkü kelamları birbirine bir şekilde benzer. Aynı hakikatleri söyler. Aynı gerçekleri bildirir. Bu açıdan, bana hakkında sorulsa, 'o yazarın okurlarına çok ama çok şefkatli olduğunu' söylerim tam bir inançla.

Ne mutlu bana! Bir kere onu okumayı öğrenmişimdir ya! Ellerim ne kadar küçük olursa olsun içine bir dünya sığmıştır demek ki. Varlığımdan bu dünyanın yalnızca bir parçası değil bir özeti geçmiştir. Sahibim, şahitleri olamadığım, ama varlıklarından haberdar olduğum hiçbirşeyden benim mahrum etmemiştir. Hepsinden bir kaşık şu küçük damağa dokunmuştur. Şükürler olsun.

Buraya kadar bana katlanan arkadaşım. Biraz da mürşidimin şu güzel cümlelerini dinle. Belki buradan hem Kur'an'daki tekrarlara hem de bazen hata ile şikayetçisi olduğun kainatta tekrar be tekrar yaşanan fiillere gönül tazeleyen bir bakış bulursun: "Hem herkes her vakit bütün Kur'ân'ı okumaya muktedir olamaz, fakat bir sûreye galiben muktedir olur. Onun için, en mühim makàsıd-ı Kur'âniye ekser uzun sûrelerde derc edilerek, herbir sûre bir küçük Kur'ân hükmüne geçmiş. Demek, hiç kimseyi mahrum etmemek için, tevhid ve haşir ve kıssa-i Musa gibi bazı maksatlar tekrar edilmiş."

Evet, Kur'an'da çok şefkatli bir tekrar var, ama yalnız Kur'an'da değil bu tekrar. Kainatta da var. Hayatta da var. Bir döngü çerçevesinde yaşanıyor herşey. Bu döngü herşeyi herşeyin özeti haline getiriyor. Kem bahtından şikayetçi olma. Yaşadığımız özet bütünden nasipsiz değil. Onun sayesinde insanlığa söylenen hiçbirşeyi kaçırmamış oluyoruz. Şimdi yazının başında dediklerimi aklına getir ve düşün: Bu inceliği, hiçbir söylediğini/yarattığını diğerine benzetmek zorunda olmayan sonsuz bir yaratış sahibine yaptıran, rahmetinden başka, nedir sence?

28 Haziran 2017 Çarşamba

Tekrarlarım üzerine...

Bazen tekrarlarıma rastlayıp kendime fena bozuluyorum. Neden mi? Sınırlı olduğumu hatırlatıyorlar çünkü. Nerede mi? Yazılarımda. Sadece yazılarımda mı? Hayır. Başka zamanlar da var. Örnek vereyim: Bir hatıram var diyelim anlatmayı sevdiğim. Onu anlatırken daha önce aynı kişiye bu anıdan bahsettiğimi sezinliyorum. Lakin kendimi tutamıyorum. Yazarken de böyle oluyor demek ki.

Yalnız şöyle bir ümidim var: İnsan aynı nehirde iki kere yıkanamadığı gibi aynı cümleyi de iki kere kuramaz. O cümleyi tekrar kurduğunda aradan çok sular akmıştır. Çok zaman geçmiştir. Çok olay yaşanmıştır. Çok Ahmed değişmiştir. Zâhiren, söyleyen yine ben olsam da, aslında ben o eski ben değilimdir. (Bu da şarkı sözü gibi oldu.) Belki buradan tekrarlarıma dönük bir teselli çıkabilir.

Bazen de şöyle düşünüyorum: Bu tekrarlar bana zayıflığımı öğretiyor. Sınırlarıma çarpıyorum. Her kurduğum cümle benzersiz olsaydı onları tanıyamazdım. Her anım başka olsaydı kendimi de tanıyamazdım. Yani kendime karşı aşinalığım olmazdı. Elbette duvarlarımdan dolayı tekrarlara düşeceğim.

Sadece insanım. Bunu çarptığım hudutlardan anlıyorum. Heyecanla koştuğum yollarda evvelden kalan ayak izlerimi görünce duruluyorum. Belki de kendimi çok abarttım. (Orası kesin.) İlk kez ifade ettiğimi sandığım şeyler belki başkalarının izleriydi. Kendi ayak izlerimi tanıyorum. Onlarınkini tanımıyorum bile. Belki daha uzaktan bize bakan birisi de bizim halimize tebessüm ediyor. Bir silindirin içinde koşan fare "Ne çok yol aldım!" diye seviniyor gibi. Belki de halim böyle. Ne çok 'belki' diyorum öyle?

İşte, bu da bir tekrar, bana sınırlarımı söylüyor. Bize sınırlarımızı söyleyen aslında kimliğimizi de söyler. Çünkü sınırlar aynı zamanda tanımlardır. Ahmed'in insan olduğunu takliden bilmesiyle tahkik etmesi arasında fark var. Hayatın bir hikmeti daha! Duvarlara çarparak mahluk olduğumuzu öğreniyoruz. Yaşamasaydık kendimizi mutlaktan nasıl ayırırdık? Haydi, teorik olarak bilirdik, pratiğini nasıl tadardık? Yaşamak insana (hâşâ) Allah olmadığını öğretiyor.

Yaşamak insana mutlak olmadığını öğretiyor. Yaşamak insana hayal ettiği herşey olmadığını öğretiyor. Birden fazla gerçeklik algımın bulunduğunu ve aralarındaki dengeyi ancak 'yaşamakla farkedeceğimi' yaşayarak farkediyorum. Misal: Eğer söylediklerimi yaşamasaydım bu yazıyı da yazamayacaktım. Ama bu yazıyı yazmamla aynı anda yapmayı hayal edebileceğim pekçok şeyi de yapmamayı seçtim. Birşeyi seçmek geri kalan herşeyi seçmemekti çünkü.

Tekrarda şöyle birşey de var sanki: İnsan kendiliğinin sınırlarına tekrar tekrar rastladıkça kendi olmayanın tarifine dair de birşeyler öğreniyor. Ben kendime çarptıkça kendim dışındaki dünyayı tarif edebiliyorum. İşte, benim gücüm ancak masamı toparlamaya yetti, her gün de buna yetiyor, peki dışımdaki dünyayı temizleyen kim? Yapmadıklarımı tayin edebilmem o yapmadıklarımın failini aramaya mecbur ediyor beni. Ben tekrar ettiklerimle mukayyetim. Ya kainatta sürekli tekrar edilenler? Her göğe attığımızın arsızca yere düşmesi? Suyun hafif şeyleri her defasında yüzeye itmesi? Bütün bunlar neyin nesi? Bu tekrarlar da bana mutlak olanı anlamamda yardımcı olmuyor mu?

Öyle ya! İsimleri olmasa ben onu nasıl bilirdim? Kainatta tekrar edegelen fiilleri olmasa o isimleri nasıl/ne şekilde okurdum? Nasıl isimlendirirdim? Onun yaratışı, bu açıdan, kendisini bilmemiz için bize bir lütuftu. Böylece tanımlayabileceğimiz alanlar bulduk. Bunlara hem tanım hem isim koyduk. Şimdi onlarla sonsuz olana dua ediyoruz. Sonsuz olandan yardım diliyoruz. Sonsuz olanı tefekkür ediyoruz. Eğer onun tekrar tekrar yaratışları olmasa bu isimleri nasıl bilecektik? Tekrarlardan aldığım bir ders de bu oldu.

9 Nisan 2016 Cumartesi

Senai Demirci ne yapmaya çalışıyor? (5): Bir de şu derse biz bakalım

Birinci Söz'ün hikayeciği içinde besmelenin "Allah'ın adını anmak" olarak değil de "Allah'ın ismini almak" olarak tarif edilmesi ayrıca anlamlı geliyor. Bu şekilde bakıldığında besmele 'denilip bırakılacak' birşey değil 'alınıp yaşanılacak' birşey. Hep tutulacak birşey. Zaten 'zikr' ile 'anma' arasındaki en büyük fark, kanaatimce, zikrin andığı şeyi arkasında bırakmayışıdır. Eskitmeyişidir. (Zaman hurdayı gözden düşürür, fakat antikayı ancak kıymetlendirir.) Bırakmama kastıyla diline mıhlayışıdır/ballayışıdır. Asla arkada kalmamacasına ve kalmasın diye anar zâkir, zikrettiğini.

Zaten vird 'hep anılana' denilir. 'Aman gönlümden çıkmasın!' diye telaşlandığınızdır virdiniz. Sık andığınız için dünyanızdan çıkmaz. Demesi böyle bir demedir. Sair 'demeler' veya 'anmalar' böyle değil. Sair 'demeler' veya 'anmalar' bir yönüyle arkada bırakmadır. Tekrar etmeye mecbur edildiğimizde kızarız/güceniriz hatta. "Kaç kere söyledim!" deriz. Sitem ederiz. Sıkılırız. Bıkarız. Yenilik ararız. Fakat besmele arkada bırakılamaz. Birinci Söz, bize, besmelenin arkada bırakılacak birşey olmadığını da hatırlatıyor.

"BİSMİLLÂH her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil, ey nefsim, şu mübarek kelime, İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudâtın lisan-ı hâl ile vird-i zebânıdır. Bismillâh ne büyük, tükenmez bir kuvvet, ne çok, bitmez bir bereket olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle. Şöyle ki: Bedevî Arap çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabile reisinin ismini alsın ve himayesine girsin—tâ şakîlerin şerrinden kurtulup hâcâtını tedarik edebilsin. Yoksa, tek başıyla, hadsiz düşman ve ihtiyacatına karşı perişan olacaktır. İşte, böyle bir seyahat için, iki adam sahrâya çıkıp gidiyorlar. Onlardan birisi mütevazı idi, diğeri mağrur. Mütevazii, bir reisin ismini aldı; mağrur almadı. Alanı her yerde selâmetle gezdi. Bir kàtıu't-tarîke rast gelse, der: 'Ben filân reisin ismiyle gezerim.' Şakî def olur gider, ilişemez. Bir çadıra girse o nam ile hürmet görür. Öteki mağrur, bütün seyahatinde öyle belâlar çeker ki, tarif edilmez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi. Hem zelil, hem rezil oldu."

Sadece bu mu? Bence mürşidim besmeleyi 'anmak'tan 'almak' mertebesine oturtunca ehl-i zikrin her evradını da (ve ehl-i ilmin her ilmini de) aynı şekilde 'anmak'tan 'almak' mertebesine oturtur. Zaten esasında zikr 'anmayı' 'almaya' dönüştürmek içindir. Tasavvuf ehlinin virdlerini salt bir 'tekrar'dan ibaret görenler, küçümseyenler, tekrarat-ı Kur'aniyeyi nasıl konumlandırırlar acaba? Halbuki zikrin membaı, mehazı, meşruiyet kaynağı önce tekrarat-ı Kur'aniye ve sonra da sünnet-i seniyyedir. Mürşidim şu hikmeti bize şöyle izah eder:

"Müessise, tesbit etmek için tekrar lâzımdır. Te'kid için terdad lâzımdır. Te'yid için takrir, tahkik, tekrir lâzımdır. Hem öyle mesâil-i azîme ve hakaik-ı dakikadan bahsediyor ki, umumun kalblerinde yerleştirmek için, çok defa muhtelif suretlerde tekrar lâzımdır. Bununla beraber, sureten tekrardır. Fakat, mânen herbir âyetin çok mânâları, çok faideleri, çok vücuh ve tabakatı vardır. Herbir makamda ayrı bir mânâ ve faide ve maksatlar için zikrediliyor."

Hakikat yolculuğu dikey değil daireseldir. 'Almak' için yapılır tüm 'anış'lar. Çünkü anmak, dolayısıyla tekrar hatırlamak; hatırlamak, dolayısıyla onunla işaret edilen manayı tekrar dünyana dahil etmektir. O isim/vird ile gezmektir. O nam ile hürmet görmektir. Biz 'gaflet'i de şöyle tarif etmez miyiz: "Allah'ı hesaba katmadan kainata bakmak." Yani; bir an veya daha uzun bir zaman için olsun, onun herşeyi kuşatan varlığını unutmaktır gaflet.

Allah'ı unutmak az fakirlik değildir. Bu fakirlik, onun esma, sıfat ve şuunatından oluşan anlam/anlamlandırış dünyasından mahrum kalmaktır. Gaflete düştüğünüz zaman, Allah tasavvurunuzun dünyanıza kattığı zenginlikten mahrum kalarak, kainata 'nesne-nesne' düzleminde bakarsınız. Allah'ı hatıra getirmek varlığa dair her yorumunuzu 'mahluk-mahluk' düzlemine çeker. Tevhid ile bakmak rahatlatır. Size düşman görünenin sahibi de sizin merhametli sahibinizdir çünkü. Sahibi dost olunca mülkü de dostunuz olmaz mı?

"Hattâ bir adam, ('Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ı tesbih eder...') âyetini okudu. Dedi ki: 'Bu âyetin harika telâkki edilen belâğatını göremiyorum.' Ona denildi: 'Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle.' O da, kendini Kur'ân'dan evvel orada tahayyül ederken gördü ki, mevcudat-ı âlem perişan, karanlık, câmid ve şuursuz ve vazifesiz olarak, hâli, hadsiz, hudutsuz bir fezada, kararsız fâni bir dünyada bulunuyorlar. Birden, Kur'ân'ın lisanından bu âyeti dinlerken gördü: Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki, bu ezelî nutuk ve bu sermedî ferman, asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki, bu kâinat, bir cami-i kebîr hükmünde, başta semâvât ve arz olarak umum mahlûkatı hayattarâne zikir ve tesbihte ve vazife başında cûş-u huruşla mes'udâne ve memnunâne bir vaziyette bulunuyor, diye müşahede etti. Ve bu âyetin derece-i belâğatini zevk ederek, sair âyetleri buna kıyasla, Kur'ân'ın zemzeme-i belâğati arzın nısfını ve nev-i beşerin humsunu istilâ ederek, haşmet-i saltanatı kemâl-i ihtiramla on dört asır bilâfasıla idame ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı."

Yeni olanın 'sınamaya tâbi tutulmadan' iltifata mazhar olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Hatta denilebilir ki: Modern medeniyetin yaptığı en büyük yıkım bu körkütük 'sıradışılık' aşkından kaynaklanıyor. Kemalin Allah'ın fıtratına aykırılıkta değil, uyumda olduğunu unutturdu yenilik tutkusu. 'Harika belagatlar' gözden saklandı. Virdleri gözden düşürdü. Ahirzaman çocukları için tekrar bir yük, bir karanlık, bir yanlış. Asla düşülmemesi gereken birşey tekrar. Her yapılanın/yazılanın/söylenenin bir öncekinden daha sıradışı olması lazım. Aynı hakikatin altını çizmek çoktan gözden düştü.

Felsefenin canı bu çünkü. Felsefî düşünce bir öncesiyle kapışmak üzerine kurgulu. Sütannesinden emdiği süt onun 'eyleyişine de' sirayet ediyor. Bir ismi yanına almakla ilgilenmiyor modern medeniyet. 23. Söz'de mürşidimin tarif ettiği gibi 'demirciler çarşısı' burası. Ustanın ismi kıymetsiz. Antikanın geçmişi önemsiz. Gelenek geçersiz. Herşey dönüştürülebildiği kadar önemli. Yeni birşey çıkıyor mu ondan, onda kemal var! 'Yeni fetişizmi' bu zamanın hastalığı.

Peki, modern zaman çocukları virdlere bu kadar düşmanken yanlarına nasıl isim alacaklar? 'Ona başlamanın' bir açıdan 'Onda kalmak...' anlamına geldiğini hatırlıyorlar mı? Besmele, vird-i zeban olmadan nasıl alınır? Kalmak da bir tekrar-ı vücud değil midir?

İnsan hakikaten şaşırıyor. Birinci Söz üzerine yazılmış bir yazıda ondan şu mana nasıl çıkarılır: "Tefsir kelimesinin gömleği Risale-i Nur’un yaptığı işi anlatamaz; dar gelir. Gömleği yırtıp atar. (...) Dersimiz ne tekrardır ne ezber; dersimiz hep yeniden başlamak, hep yeni kalmak..." Halbuki Söz'ün sahibi selef-i salihinin tefsirleri hakkında der: "Baştan başa hitab-ı İlâhî o mânâlar üzerine döner, takviye eder, bedâhet derecesine getirir. O mensus mânâları kabul etmemekten—hâşâ sümme hâşâ—Cenâb-ı Hakkı tekzip ve Hazret-i Risaletin fehmini tezyif etmek çıkar." Ezber olmadan söylenenin 'yeni' olduğu bile farkedilmez ki! Ezberi olmayan dün ne yediğini/söylediğini bile unutur. Kendi sözü bile nakledilse kendisine, yeni gelir. Ezberi olmayanın sistemi olmaz. Ezberi olmayanın usûlü olmaz. Ezberi olmayanın prensibi olmaz. Ezberi olmayan tekrara veya çelişkiye düşse de farketmez. Hey 'Demirci'ler çarşısı düşkünü! Kendi malını orada kaça satarsan sat. Karşılığında ne alırsan al. Bize ne? Fakat, insaf et, Nur'dan antikamızı çarşına sürükleyip harap etme...

8 Kasım 2015 Pazar

İlk gözağrısı...

Geçenlerde bence ilginç birşey yaşadım. Metrobüste, Avcılar-Beşyol arası duraklardan birisinde, bir Suriyeli çocuk, bana mendil satmak istedi. Teşekkür edip 'ihtiyacımın olmadığını' söyledim. Belki de gülüşümden cesaret alarak belime sarıldı ve başının hizasına gelen karnımı öptü. Almamda ısrarcı oldu. Başını okşadım. Tekrar teşekkür ettim. Beni bırakıp mendil satabileceği bir başkasına yöneldi. Sık metrobüs yolculuğu yapanlar için bu hikayenin tuhaf bir tarafı yok. Mendil satmaya çalışan Suriyeli çocukların hikayeleriyle dolu İstanbul. (Allah yardımcıları olsun.) Fakat benim için var. Çünkü yeğenim Hamza Enes de, bana birşey yaptırmak istediğinde (mesela güreşmek, kovalamaca oynamak, bilmece/soru çözmek vs...) eğer gönülsüz olduğumu hissederse, aynı şekilde sarılıp karnımı öper. (Boyları o çocukla neredeyse aynı.) Sonra kafası dikip tekrar 'lüften' der. Bu yüzden Suriyeli çocuğun bir anda sarılıp karnımı öpmesi beni sarstı. Günümü kararsız kıldı. Düşündürdü. Peki, ne düşündürdü?

Sanırım bugünü veya bugün olanı kıymetli kılan şey onun bir geçmişinin olması. Yani, biz geçmişi olan fiileri ancak anlamlı bulabiliyoruz. Biraz daha açarsam: Mesela; Hamza Enes beni hiç karnımdan öpmemiş olsaydı, ben, o çocuğun bu davranışını 'düşünülesi' bulur muydum? Bu kadar etkilemezdi gibi geliyor. O fiili dünyamda 'olduğundan daha anlamlı' kılan şey 'kendisinden ibaret olmaması'ydı. O bir silsilenin ucu gibiydi. Tek değildi. Fiilin tekrarı, yeğenimin aynı fiili yaptığı bütün anları hatırlattı bana ve oradan kendisine bir paye kazandı. Beni kendisiyle daha fazla meşgul etti. Ve ben, o tanıdıklık aşkına bu fiili sevdim. Bunu hayatımdan bir örnekle daha anlaşılır kılmaya çalışacağım:

Benim üç emmoğlum var. ('Amca' sözcüğünden ziyade 'emmi' sözcüğü kullanılıyor bizim oralarda.) İşte bu üçlüden en büyüğü, yani Turan, aynı zamanda benim sütkardeşim. Aynı zamanda 40 gün büyüğüm. Aynı zamanda bütün çocukluğum ve ilk gençliğim. Yani beraber büyüdük. Birbirimize yakın evlerde oturmamız, aynı okullarda/sınıflarda/sıralarda okumamız, hem de iyi anlaşmamız nedeniyle İstanbul'a taşınana kadar hayatımız hep beraber geçti diyebilirim. Bir evin çocukları gibiydik. (Hiç unutmam, ortaokulda İngilizce öğretmeni İmran Hanım "Siz ikiz misiniz?" diye sormuştu.) Küçük yerlerde akrabalık ilişkileri İstanbul'dakine göre çok daha canlı ve güçlü.

Her neyse... Kısa geçelim. Yürüyüşüme dikkat edenler ayaklarımı (özellikle sağ ayağımı) biraz içe bastığımı bilirler. Bu içe basış aynı zamanda yürürken sağa çekmeme neden oluyor. Yani ister istemez yolun sağında doğru kayıyorum yürürken. Düz bir çizgi gibi yürümüyorum. Bu tuhaflığın bir benzeri Turan'da da var. O da yürürken sola doğru kayıyor.

En çok ne için tartıştığımızı sorsanız üç cevabım var: 1) Top. 2) Satranç/Dama. 3) Yürürken çarpışma. Turan'la bizim tartışmalarımız bu üç ana başlık altında toplansa geriye çok az şey kalır. İlk ikisi kazanma/kaybetme meselesi zaten, tartışmalar makul. Fakat üçüncüsü biraz komik. Turan'la ne zaman yürüsek kimin/nerede yürüdüğüne dikkat ederek yola çıkardık. O benim solumda, ben onun sağında olursam sıkıntı yoktu. Fakat ne zaman dalıp yer değiştirsek, o ritmik sapmaların denk geldiği bir anda omuz omuza çarpışırdık. Onun fiziği benden daha sağlam olduğundan genelde dengesini kaybeden ben olurdum. Ve arkasından birkaç dakikalık tartışma. Sonra yer değiştirip yürümeye devam.

Geçenlerde memlekete gittim. Üç yıldır gitmemiştim. Dile kolay. İlk çarpışmanın üzerinden belki yirmi yıldan fazla geçmiş. Parkta gezerken yine aynı şey başımıza geldi. Yine dengemi kaybettim. Güldük bu sefer. Tabii Turan laf sokmayı ihmal etmedi: "Gardaş, hâlâ mı düzgün yürümeyi öğrenemedin?" Bazı şeyler hiç değişmiyor galiba.

Bu bazı şeylerin hiç değişmemesi, o değişmeyenler içinde biriken şeyler; onlar, o şeyleri daha kıymetli kılıyorlar. Eski eşyalarını saklayanların, "Manevî değeri var!" diyenlerin kastettiği bu sanırım. Vahdet'in tanıdıklığı bu. Hayatı bu gözle izleyince dünya hayatının ahireti daha 'özlenilir' kılacağını düşünmeye başladım. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dünyayı 'ahiretin tarlası' olarak tarif etmesi geldi aklıma sonra. Ahiretteki mutluluk, müminin sevinci, hasat zamanı çifçinin sevinci, o tanıdıklık. ("Bu tohumu ben ekmiştim. Ben sulamıştım. Ben toprağını kazmıştım..." vs.)

Bakara sûresinin 25. ayeti geldi hemen ardından: "İman edip iyi davranışlarda bulunanlara, içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele! O cennetlerdeki bir meyveden kendilerine rızık olarak yedirildikçe: Bundan önce dünyada bize verilenlerdendir bu, derler. Bu rızıklar onlara (bazı yönlerden dünyadakine) benzer olarak verilmiştir. Onlar için cennette tertemiz eşler de vardır. Ve onlar orada ebedi kalıcılardır." Cennet ehli, bu benzerliği kurmakla nasıl bir lezzet alıyor? Kur'an bu benzerliği neden zikrediyor? Sanıyorum tam da bu noktada yazımın öncesi hatırlanmalı. Önceki sonrakini kıymetli kılıyor. Cennette yenilenin dünyada ekilenin mükafatı olması... Ve benzemesi... Ve tanıdık gelmesi... Ve tahatturun yaşattığı katmerli sevinç...

"Leziz taamlara, hoş meyvelere şâkirâne muhabbet-i meşruanın uhrevî neticesi, Kur'ân'ın nassıyla, Cennete lâyık bir tarzda leziz taamları, güzel meyveleridir. Ve o taamlara ve o meyvelere müştehiyâne bir muhabbettir. Hattâ dünyada yediğin meyve üstünde söylediğin 'Elhamdülillâh' kelimesi, Cennet meyvesi olarak tecessüm ettirilip sana takdim edilir. Burada meyve yersin, orada 'Elhamdülillâh' yersin. Ve nimette ve taam içinde in'âm-ı İlâhîyi ve iltifat-ı Rahmânîyi gördüğünden, o lezzetli şükr-ü mânevî, Cennette gayet leziz bir taam suretinde sana verileceği, hadisin nassıyla, Kur'ân'ın işârâtıyla ve hikmet ve rahmetin iktizasıyla sabittir."

Sanırım bugünü kıymetli kılan şey onun bir geçmişinin olması. Dönüp dönüp tekrar bizi bulması. Yani, biz geçmişi olan fiileri ancak anlamlı/değerli bulabiliyoruz. Bir yaşanmışlık gerek. Hissetmiş olmalıyız. Anlam mazinin ta kendisi oluyor. Bu, aslında 'kanun'dan 'şuunat'a giden yolun kokusunu almamız. Cenab-ı Hak da yaratışını, belki de biraz da bu yüzden, daha dakik okumalar yapanlar için kanuniyet çerçevesinde karşımıza çıkarıyor.

İnsan, bir fiilden ancak fail ve isim okuması yapabilir. Ancak o fiillerin bir silsile olması, bir kanuniyet içermesi, yapanın hep onu seçip hep öyle eylemesi bizi sıfat ve şuunat okumasına götürür. Bir fail, birçok seçenek içerisinde 'hep' veya 'genelde' o fiili seçiyorsa, bu bize o fiilden ve sonucundan memnun olduğunu ve öyle eylemenin failin şanından olduğunu hatırlatır. Bir kişinin doyması size bir Rezzak'tan haber verir. Fakat bütün açların, hatta sadece mide açlarının değil tüm açlıkların bir şekilde doyuruluyor olması, size, Allah'ın Rezzakiyetinden haber verir. Ve 'doyurmayı sevdiğini' gösterir. Allah'ın sıfatına ve şuunatına dair marifet, fiili aşıp fiiler silsilesini görmekle mümkündür.

"Meselâ, nasıl ki sehâvetli, âlicenap, müşfik bir zât, güzel bir ziyafeti, gayet fakir ve aç ve muhtaç olanlara vermek için, seyahat eden güzel bir gemisine serer. Kendi de üstünde seyreder. O fukaranın minnettârâne tena'umları ve o aç olanların müteşekkirâne telezzüzleri ve o muhtaç olanların senâkârâne memnuniyetleri, ne derece o kerîm zâtı mesrur ve müferrah eder, ne kadar onun hoşuna gider, anlarsın. İşte, küçücük bir sofranın hakikî mâliki olmayan ve bir tevziat memuru hükmünde olan bir insanın mesruriyeti böyle ise, cin ve insi ve hayvânâtı feza-yı âlem denizinde seyir ve seyahat ettiren ve bir sefine-i Rabbâniye olan koca zeminin üstüne bindirip, yüzünde hadsiz envâ-ı mat'umâtı câmi' bir sofrayı serip, bütün zîhayatı küçük bir kahvaltı nev'inde o ziyafete davet etmekle beraber, gayet mükemmel ve bütün envâ-ı lezâizi câmi', sermedî, ebedî bir dâr-ı bekâda Cennetleri, herbirisini birer sofra-i nimet ederek hadsiz lezâizi ve letâifi câmi' bir tarzda, nihayetsiz bir zamanda, nihayetsiz muhtaç, nihayetsiz müştak, nihayetsiz ibâdına, hakikî yemek için ziyafet açan bir Rahmân-ı Rahîme ait ve tabirinde âciz olduğumuz maânî-i mukaddese-i muhabbeti ve netâic-i rahmeti kıyas edebilirsin."

Sofranın sahibi, bu tekrarlarla ve hissettirdikleriyle, sofraların tamamının kendisinin olduğunu hatırlatıyor bize. (Rab, Rabbu'l-Âlemin olduğunu hatırlatıyor.) Biz de bu hatırlamadan sırr-ı Vahdet'e dayanan bir sevinç duyuyoruz. Bir gözün, bir yüzün, bir güzel sözün bize tanıdık gelmesi; benzerini görünce hemen onu hatırlamamız/duygulanmamız; ilk gözağrısı/gönül ağrısı denilen o şey, aslında o tanıdıklığın bize tevhidî bütünlüğün bir parçası olduğumuzu anımsatmasından ileri geliyor bence. Bunu yaratan onu da yaratan, onu yaratan ötekini de yaratan. Gidenin dönüp dönüp bizi bulacağını ve dönüp dönüp bulmasının Halık'ın şanından olduğunu hissediyoruz. Ve canımızı yakan tüm gidişlerin devası bu dönüşlerin/hatırlayışların içinde kendisini gösteriyor. Hamza Enes büyüdüğünde beni karnımdan öpmeyi bırakacak. Ama karından öpen çocuklar varolduğu sürece ben o fiili yaşayacağım. Elhamdülillah.

"Elhamdülillâh ile hamd edilecek Hafîziyet nimetidir. Çünkü, nimetin devamı, nimetin zâtından daha kıymetlidir. Lezzetin bekàsı, lezzetten daha lezizdir. Cennette devam, cennetin fevkindedir. Ve hâkeza... Binaenaleyh, Cenâb-ı Hakkın Hafîziyeti tazammun ettiği nimetler, bütün kâinatta mevcut, bütün nimetlerden daha çok ve daha üstündedir. Bu itibarla dünya dolusu ile bir 'Elhamdülillâh' ister."

1 Eylül 2015 Salı

Depresyonun da bir hikmeti var

"Zamanın gereği buydu; çocukları sahip olduklarıyla görüntülemek, sonra belki de seyrek bakılacak bir albüme gömmek..." Sevinç Çokum, Gece Kuşu Uzun Öter kitabından.

Bazen hayat böyle birşeymiş gibi geliyor: İtinayla üstüste koymaya çalıştığın taşlar. Çok da hassaslar. Çok da uğraşıyorsun denk gelsinler diye. Dik dursunlar diye. Fakat işin biter bitmez ilk korkularını unutuyorsun. Asla yıkılmayacaklarını sanıyorsun. Kendini ve onları polattan görüyorsun. Çok güveniyorsun kendine ve onlara. Lakin hiç öyle değil. Hiç öyle değilsin. Bir üflemekle yıkılmaları mümkün. Bir üflemekle yıkılman mümkün. Bir hayalkırıklığı yetiyor dağlarını devirmeye.

Yine de hırsla ve yeniden taşları üstüste koymaya çalışıyorsun. Çünkü nefsin var. Nefsin seni hayata bağlar. Karınca kadar düşkünsün biriktirmeye. Biriktirdikçe daha güçlü olduğunu sanıyorsun. Aslında 'yitirme ihtimalini' de arttırıyor bu halin. Ne kadar çok yanın, malın, ilgin varsa o kadar çok canın var. Hangisine dokunulsa canın yanar. Sahip olmak, bu açıdan, varlığını büyütmektir. Sana dokunulabilecek yerleri genişletmektir. Yeni cepheler açmaktır zaten zorlandığın savaşta.

Kendine, kendi bedeninin çilesi yetmezmiş gibi, yeni bedenler/mülkler ekliyorsun. "Benim de olsun!" dediğin ne varsa can yarası. Hep kanayası. Olası varsa da can yakası. Yoksa zaten lebaleb elem. Her tahayyül bir 'farkedilmiş vuslat ihtimali' ve her gerçekleşmeyen ihtimal bir tür ayrılık. Yine de başka birşey yapmayı bilmeyiz. Dursak o da iyi gelmiyor sanki. Meşguliyeti bir uyuşturucu gibi kullanıyoruz. Meşgul olmak hayatta kalmamızı sağlıyor. Kulaç atmak suyun yüzeyinde tutuyor.

Anların 'şahitliğine' değil 'sahipliğine' talibiz. Bu yüzden yükümüz çok geliyor. Hem hayatı hakkında düşünerek yaşamak da çok zor. Romanlardaki gibi inceden inceye yaşanan hayatlarımız yok bizim. Bir duvarı bir sayfa tasvir etmekmiş, sevdiğini on sayfa anlatmakmış, hatırlamakmış ne giydiğini/söylediğini her defasında... O kadar vaktimiz yok bir kere. Ahirzamandayız. Herşey hızlandı. Dokunup geçmeliyiz. Dokunup geçmeliyiz. Hafızamızda yer kalmadı. Dün ne yediğimizi unutmalıyız. Her çiçekten bir parmak bal alıp, her güneşin altında bir an ısınıp, bir diğerine, fazlasına koşmalıyız.

Yanılgının kökü şurada belki: Daha çok anda varolmak daha çok varolmak gibi geliyor. Sanki o anlar bizde kalmışlar gibi. Bir an-ı seyyaleye razı olamıyoruz. Çünkü diğer bir yanımızla da hissediyoruz: "Eşya vücuda geldikten sonra da Saniden alâkası kesilmez. Vücudun tekerrüründen ibaret olan bekaları için daima Sanie muhtaçtırlar." Allah'ı bilelim-bilmeyelim, rızasını arayalım-aramayalım, o tekrarı arıyoruz biz de. Domino taşlarının birbirlerine devrilmesi gibi geçiyor günlerimiz.

Tekrar nedir? Tekrar sen aynı iken şahitlerinin değişmesidir. Önceliğinin sonralığa taşınmasıdır. Arızînin bekasıdır. Daha çok yerde varolmak bu yüzden sonsuzluk gibi geliyor. Yaşadığımız anları tutabildikçe, yakaladıkça selfie selfie, kaydettikçe bir yerlere, iz bıraktıkça bir yerlerde, emin oluyoruz tekrar tekrar varolduğumuza. Bundan bir tür rahatlama yaşıyoruz. Albümlere bakmak da yok artık. Bitti. Bakılması gerekenler tekrar bakılmayacak kadar çok birikti çünkü. Paylaşır, şahidi kılar, geçeriz. Kendimize geri dönecek vakti bile bulamayız.

Çok apar topar bir hayat bu. Depresyona gebe. Ve bir yanıyla da modern insandaki boğulma hissinin neden arttığını anlatıyor. Hapsedildikçe varlığın dört duvar içine elinden bu apar topar hayat alınıyor. Meşguliyetin uyuşturucu etkisi çekiliyor ellerinden. Duruyorsun. Yani bir sen, bir zaman, bir de dikkatin. Zamanın geçmediğine belki de ilk kez şahit oluyorsun. Zaman açılıyor. Zaman uzuyor. Zaman ona dikkat edildikçe yavaşlıyor. Demek ki depresyonun da bir hikmeti var. Durduruyor seni.

Ömrümüz nasıl da çarçabuk geçti? Çünkü dikkat etmedik. Çocuğumuz ne çabuk büyüdü? Çünkü dikkat etmiyorduk. Daha fazlasını yapabilir miydik? Ona da bir cevabım yok. Ama bir hatamı biliyorum. Onu ya boşverdim yahut da çok fazla tutmaya çalıştım. Halbuki aynayla meşgul olmayı bırakmalı ve tutana bakmalıydım. Yapamadım. Çok kaviydi nedenlerim. "Ve bazan da kavî bir esbaba rastgelir. Onun muhabbetini mânâ-yı ismiyle tamamen cezb eder, helâkete sebep olur. Şayet Allah'a vâsıl olsa da, vüsulü nâkıs olur."

Bazen ayna öyle güzel oluyor ki 'sadece yansıttığını' unutuyor insan. Cazibesine kapılıyor. Onda köreliyor. Gayrısına körleşiyor. Belki sen de öyleydin arkadaşım. Yüzümü çeviremeyince ben, bir kahr içre lütf ile, yani tecelli-i Zat-ı Zülcelali ve'l-İkram ile kırılman mukadder oldu. Gönlümle vermeyince ben, yine iyiliğim için, kırılarak alındı. Güzelliğine küsemedim. Çirkinliğine küstürüldü. Mevlana Celaleddin-i Rûmî (k.s.) efendim de böylelerin halini şöyle anlattı: "Evliyaya tuzak olan hayaller ilahî bahçelerin ay yüzlü güzellerinin akisleridir."

10 Nisan 2014 Perşembe

Ben ne güzel tekrarım!

"Nasıl ki mahrûtî bir dağın etrafında, birbiri içinde, birbirinden yüksek, kaidesinden zirvesine kadar surlu daireler bulunsa; o daireler birbirinin üstündedir, fakat birbirinin güneşi görmelerine mâni olmaz, birbirinden geçebilir, birbirine bakar."
28. Söz'den...


Tekrar, hikmetsizlik değil, dairevî bir hikmettir. Çözemezsen haltedersin. Bir hikmeti var ki, yaşam sürekli tekrar olunuyor. Varlık ölüyor, diriliyor. Ölüyor, diriliyor... Yaşamak, ama omuzda yük gibi değil, heyecanla yaşamak. Bu heyecanın çılgınlıklara ihtiyacı yok. Bizim heyecanımız, müminane heyecan; an'ı tıkabasa fiillerle doldurmanın heyecanı değil, anlamlı bekleyişin ve duruşun heyecanı. Ahirete inanan herkes için bu dünya bir bekleme salonu. Yaşamak; bekleyiş ve beklenen olma. Müminlik, emin olunan, kendinden bekleneni yapma. Fiillerin heyecanı dindiğinde, beklemenin heyecanı başlar. Dinlemenin tadını farkettiğinde, konuşmaktan soğursun. Tevekkül de, tefekkür de bu bekleyişten çıkıyor.

İnsan, yaşlanır, ağırlaşır. Hareket etmeye yeteneği azaldığı gibi, hevesi de azalır. Hayat, fiiller topluluğu değildir ondan sonra. Bir seyirdir. Derinliği görünür herşeyin. Boyutlar artar. Başladığınız yere dönersiniz. Çocukken de seyretmişsiniz aynı şeyleri. Şimdi, yani yaşlıyken, yani dairenin sonundayken, yeniden seyredersiniz. Hayat bir dairedir arkadaşım, bir doğru değildir. Tekrarlar birşeyin etrafında döndüğünüzü hatırlatır. Tekrarlanan kelimeler, yine öyle.

"Şu dünyada zamanın fenâ ve zevâl-i eşyadaki tesiratı gayet muhteliftir. Ve mevcudat ise, mütedahil daireler gibi birbiri içinde iken, hükümleri zeval noktasında ayrı ayrı oluyor.

Nasıl ki; saatin saniyelerini sayan dairesi, dakikayı ve saati ve günleri sayan daireleri zâhiren birbirine benzer, fakat süratte birbirine muhaliftir. Öyle de, insandaki cisim, nefis, kalb, ruh daireleri öyle mütefavittir. Meselâ, cismin bekası, hayatı, vücudu, bulunduğu bir gün, belki bir saat olduğu ve mazi ve müstakbeli mâdum ve meyyit bulunduğu halde, kalbin hazır günden çok gün evvel, çok gün sonraki zamana kadar daire-i vücudu ve hayatı geniştir. Ruhun hazır günden seneler evvel ve seneler sonraki bir daire-i azîme, daire-i hayatına ve vücuduna dahildir.
"

Demem o ki arkadaşım, hayatın özü de bu şahitliktir. Nazarını genişletmeye bak. Senin yaptıklarına da başkaları şahit olur. Bıraktığımız izler şahidimizdir. Bize bırakılan izler şahidimizdir. Yaralarımız, şahidimizdir. Pişmanlıklar bile zamana bırakılmış ayıraçlardır, yani şahidimizdir. Allah şahidimizdir.

Zaten biz de birşeyin yaşlandığını detaylarının artmasından anlarız. Daha çok yüz çizgisinden. Daha ağır ve dolayısıyla komplike tavırlardan; derinlikli fikirlerden, bakışlardan. Birşeyin yavaşlaması çünkü, detaylarının farkedilmesini sağlar. Cisimden kalbe, kalpten ruha geçtikçe, dün ve bugün, yavaşlar. Nesne yavaşlarsa, detayı artar. (Artış eşyada değil, nazarda.) Bir pir-i faniyi seyrederken mesela, hayat sanki daha da karmaşıktır. Oturması, kalkması, yürümesi ve hatta nefes alması. Hepsi yavaşlığıyla korkutur bizi. Hayatın detayı, yani yavaşlığı, yani şahit olunanların artması, yormaya başlar. Belki biraz da bu yüzden gençler, ihtiyarlarla oturmayı pek sevmez. İnsan, bu denli detaylıyken hem de, gaflet dağıtır.

Tekrar, döngünün habercisidir. Senin yaşlanman, senden önce yaşlananlar; senin ölmen, senden önce ölenler. Bu gitmeler gelmeler başka türlü açıklanamaz. Baharın döngüsü, dünyanın döngüsü, döngüler... Sürekli tekrar eden fiiller bize bir dairenin etrafında olduğumuzu anımsatmıyor mu? Eğer hayat bir doğru olsaydı ve yaşanılan hiçbir şey bir daha yaşanmayacak olsaydı, yani 'hiç' gerçekten varolsaydı, tekrar olabilir miydi?

Ben, bu tekrar'ın bizzat ahiretin şahidi olduğunu düşünüyorum. Belki de bu yüzden Cenab-ı Hak, vahyinde, tekrarat-ı Kur'aniye denilen şeyi yapıyor. Hem kainat yüzündeki tekrarı da hatırlatıyor bizlere. Mesela Bakara 28'de diyor; "Ölü idiniz sizleri diriltti, sonra öldürecek sonra tekrar diriltecek ve sonunda O'na döneceksiniz; öyleyken Allah'ı nasıl inkar edersiniz?" Veya diyor: "Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin ki, Allah’a karşı gelmekten sakınasınız."

Ölüp ölüp dirilenler... Sizi ve sizden öncekileri... Müstakil değilsin yani, öncekiler var. Birşeyin tekrarısın, benzerliklerin var. Yani arkadaşım, senden daha önce yapılmamış hiçbir fiili yaratıyor ve yapıyor değilsin. Büyük döngünün parçasısın. Tekrar Ona döneceksin. Büyük 'ol'un içinde bir 'ol'sun sadece. Milyarlarca insan var yeryüzünde. Hepsinin de yüzleri diyor ki: "Birimizi yaratan hepimizi yaratandır!" Hem de diyor ki: "Bu tekrarın içinde dahi bir orijinallik var. Hiçbirimiz bir diğerimizin tastamam aynı değiliz."

Kibir kırıcıdır bence. Tekrarlara dikkat et. Benzerlikler, benzeyişler, benzetmeler daha çok dikkatini çeksin. Unutma ki; sen tek, biricik, olmazsa olmaz değilsin. 'Tekrar ölen, tekrar dirilen'sin. Ve 'tekrar ölen, tekrar dirilenlerin' bir ferdisin. Varlığı, büyük tekrarın parçası olan, nasıl büyük döngüden bağımsız olur? Kıyame sûresinde dendiği gibi; "İnsanoğlu kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?" Tekrarda kast var. Tekrarda kast var. Tekrarda kast var. Zarlar hep aynı geliyorsa, ele dikkat et. Bununla da sevin arkadaşım: Varlığın gelişigüzel değil, kastedilensin.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...