yağmur etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yağmur etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Ekim 2022 Cuma

Ama Ukrayna bulutları da vuramaz ki!

Gökyüzüne bakmak Allah'ın emridir. Bugün bir yerde oturup bulutları seyrettim ben de. Sonbahar geldi. Beyaz kardeşleri azaldı. Şimdi esmerlerin zamanı. (Yoksa 'mürekkep rengi' mi demeliydim?) Mürekkep artıyorsa yazılanlar çoğalacak. Renkleri yanında bir özellikleri de çabukluklarıdır arkadaşım. Nasıl oluyorsa en ağır yüklüleri en hızlı koşuyorlar. Tonajları arttıkça ağırlaşmıyorlar. Fıldır fıldır dönüyorlar. Yerçekimini yanlış öğrenmişlerdir belki de. Neyse. 

Bu hareketli manzarayı temaşa ederken aklıma Ukrayna-Rusya savaşı geldi. "Ne alaka?" diyeceksiniz. Hani bir "Borular vuruldu-vurulacak!" tartışmasıdır gidiyor. Alternatif senaryolar çalışılıyor. "Hatlar kesilirse neler yapılır?" Gemilerle şöyle olur. Ötekilerle böyle olur. "Taşınmasa?" Taşınmasa olmaz. Doğalgazdır-petroldür artık herkesin ihtiyacı. Onlarsız bir hayatı düşünemez olduk. Şunca masraf da kendileri için zaten. Keretalar her yerde bulunmadıklarından taşınmaları lazım. Savaşta insan ölmesinden daha çok yakıt kesintisinden ürkülüyor. Öyle bulutsuz bir çağda yaşıyoruz.

Sonra düşündüm: Dur yahu! Petrol dünkü çocuk. Doğalgazın geçmişi ondan da yeni. Bunlardan daha acil taşınması gereken şeyler de var. Nedir mesela? Mesela: Su. Evet. Suyun insanlık için zarureti şu yeni yetmelerden çok fazladır. Bunların yerine alternatifler uydurulur. Petrol olmazsa kömür yakılır. Doğalgaz olmazsa elektrik tüketilir. Peki su olmazsa neyi tüketeceğiz? Nihayetinde âdemiyet olarak doğalgaz, petrol veya kömür değil düpedüz su yakıyoruz. Yani âb-ı hayatımızın daha bir evveliyetle taşınması lazım bize. Maşaallah, devletlerimiz-belediyelerimiz de bu ihtiyacın farkındalar ki, dağa taşa borular döşeyip ta evlerimize kadar onu getiriyorlar. Da... Birden bundan çok öncesi var.

Yani suyun dağıtımının işi insanla bitmiyor. Ağaçlar, kuşlar, böcekler, otlar... Hepsi su istiyor. Susuz can yaşamıyor. Şu iş bize bırakılsa kimbilir ne halt ederdik? Hatta şöyle bir kurgu çatarak devam edelim tefekkürümüze: Su, ta dünyanın bir köşesinde çıksa, onu bütün dünyaya dağıtabilmek için kaç boru çekerdik? Kaç tanker çalıştırırdık? Kaç gemiye yüklerdik? Bütün bunlara yetişebilir miydik? Öyle ya, bakınız, daha şuncağız doğalgazın-petrolün altından kalkamıyoruz. Ufacık bir aksama ihtimaline kara kara düşünüyoruz. Halbuki suya ihtiyacımız yüzbin ziyadedir. Onun için tüketeceğimiz yakıtla da başedilmez. Yani böylesi bir durumda su taşımacılığına benzin de doğalgaz da elektrik de dayanmaz.

Peki ne yapılır o halde?

Cevabı Rabb-i Rahîm yaratmış da önümüze sermiş zaten. Tonlarca suyu hergün rüzgarlara yüklüyor. Bedavaya bütün dünyaya dağıtıyor. Yol masrafı olmuyor. Boru masrafı olmuyor. Depozito alınmıyor. Kimsenin kolu, beli, bacakları yorulmuyor. Semamız 'en komplike boru hatlarından bile milyon kere daha komplike' bir şekilde taşımacılık işini sürdürüyor. (Telefon hatlarından bile daha karışık.) Gökyüzünde dönen bu mucizeyi bulutlarla değil boru hatlarıyla yaptığınızı düşünün bir de. Ortaya çıkacak korkunç manzarayı hayal edebilir misiniz? Mümkün değildir ya. Yine de manzaranın çirkinliğini tahayyül etmek lazım. Hak Subhanehu bu taşımayı 'çirkinleştirmeden bile' yapıyor.


Yükü yere yükleseniz o da başka bir bela. Metropolde sırf insanlara ulaştırılacak su için yapılan kazıların haddi hesabı yok. Bir kere kazınca da bitmiyor. Yeni ihtiyaçlar-arızalar tekrar tekrar kazdırıyor. Bunu bütün dünya için hayal edin bir de. Bulutların olmadığı bir kürede borular aciz kalmaz mıydı? Hem bir de Bediüzzaman'ın Taş Risalesi'nde dikkat çektiği ikinci bir olay var. Bizim boru sistemlerini hayal etmemizden milyonlarca yıl önce arza devasa borular döşenmişti zaten. Yani yerin altında kaya katmanları arasında su birikiyor-akıyordu. Akarsuların yatağı onların dışarıya uzattıkları musluklardı.

İşte bugün gökyüzüne bakarken bunları düşündüm arkadaşım. Bulut kardeşlere can u gönülden bir "Maşaallah!" dedim. "Semanın karıncaları da bunlardır. Helal olsun gayretlerine..." dedim. Teşekkür ettim. Sahi, birgün bir bilimadamı karşımıza çıkıp, dese: "Doğalgazı-petrolü taşımanın masrafsız bir yolunu buldum. Onları rüzgara yükleyeceğim. Dünyanın her yerine götüreceğim." Ne kadar seviniriz değil mi? Halbuki Rabb-i Kerîmimiz semayı bir sevkiyat ağı olarak milyonlarca yıldır kullanıyor. Nankör insanın belki hergün gördüğü bu mucizeye bir teşekkür edesi gelmiyor.

Buradan şuraya da bir bakmak lazım derim bir de: Kur'an'da bulutlardan bahseden her ayet aslında yeni bir "Dikkatle temaşa et!" emridir. Böyle şeyleri gördüğümüzde 'yine sıradanlıklardan bahsedildiğini' düşünmeyelim. Bu zannımız hatadır. Kur'an bir ülfet-kırandır. Sıradanlıksa gafletimizin göbek ismidir. Hakikatte onlar 'tefekkür edilmeyi bekleyen harikalıklar'dır. Mesafeyi aşmak "Aynı işi Allah değil de biz yapsaydık nasıl olurdu?" diye düşünmekle oluyor. Evet. Elhamdülillah. Acizliğimizi görmekten korkmayalım. Bilakis teşhise bakalım. Acizliğimizi gördüğümüzde mucize de görünüyor.

13 Aralık 2020 Pazar

Yağmur duası kimlere batıyor?

Yağmur, güle yağar gül kokutur, küle yağar kül kokutur. Güneş, laleye değer ballandırır, lâşeye değer çormanlaştırır. İşaratü'l-İ'caz'da mürşidim de 'Allahın verdiği misallerle ancak fâsıkları saptırması' izahında der ki: "Fısk sebebiyle, fâsıklar hakkında nûr nâra, ziya zulmete inkılâp eder. Evet, şemsin ziyasıyla, pis maddeler taaffün eder, kokar, berbat olur..." Aslında hidayet vesilesi neyin özüne inilse böylesi bir 'ayırıcı mahiyete' sahip olduğu görülür arkadaşım. Yani: İnsanlardan bir kısmı onunla dalalete giderler. Diğer bir kısmı da istikametlerini bulurlar. Fakat dikkat edelim: Buradaki sapma hidayet vesilesinin yapısından kaynaklanmamaktadır. Ya? Muhatabın onu kullanma şekli önplana çıkmaktadır. Yani, etkiyle oluşacak tepkiyi 'tepki veren' seçer, belirler.

Peki kullanma şeklini ne belirler? 1) Arayışlar. 2) Sakınışlar. 3) Arzular. Yahut da Bediüzzaman'ın izahına eklediği kuvveler bahsine atıf yapalım: 1) Neye aklettiğimiz. 2) Neyden sakındığımız. 3) Neyi arzuladığımız. Yani: 1) Kuvve-i akliye. 2) Kuvve-i gadabiye. 3) Kuvve-i şeheviye. Bu üç kuvvede sahip olduğumuz alışkanlıklar hasbelkader bize uğrayan delillere/ayetlere nasıl muamele ettiğimizi de şekillendirir. Sınıflandırır. Hidayet elbette Allah'tandır. Fakat insan da alışkanlıklarıyla bu hidayetin 'çağrıcısı' veya 'kovucusu' olur. Gül kokmak isteyen gülleşerek bekler. Kül kokmak isteyen külleşmeye bakar. Lalenin de intizarında bir duası vardır, lâşenin de.

Mevzuyu gündemdeki bir meseleye de bağlayabiliriz. Hangisine? Yağmur duası bahsine. Evet. Diyanet'in, bin maşaallah, camilerde yağmur duası yaptırması yine bazı aydınlarımıza(!) acayip dert oldu. Niçin? Yukarıda konuştuklarımız ekseninde cevaplarsak: Alışkanlıklarına ters geldiği için. Bir İbrahim Halilullah olup putlarına sataştığı için. Nasıl bir alışkanlık bu bahsettiğimiz? Defterlerini şöyle bir yerden açalım: Ahirzaman fitnesinin tek dünyalı zihinlerde oluşturduğu en kesif düşünsel alışkanlık determinizmdir. Hatta bu hususta bugünün sekülerleri geçmişin en putperest kavimlerden daha (ş)aşkın bir imana sahiptir. Yani, en mazinin müşrik kavimleri dahi, putlarına dua ederken fiziksel meselelerin fizikötesi yanları bulunduğuna iman ederler. İlah tasavvurlarındaki hatalara rağmen madde ötesine bugünkü kadar körelmiş değillerdir. Ancak elbette tevhidî bir ıslaha muhtaçtırlar.

Fakat bugünün müşrikleri putlarının sayısını sebepler-sonuçlar, nedenler-neticeler, etkiler-tepkiler sayısına çıkardıkça öteye açık kalmış son kapıları da kapatmışlardır. Mezkûr çöküşün ilk tezahürü 'haddini bilmekle ilgili sorunlar'dır. Zira metafiziğin varlığı reddedildikçe fiziksel olanın tehevvürü artar. Zincirini koparmış bir canavar gibi sağa-sola saldırır. Firavun misali "Sizin en büyük ilahınız değil miyim!" deme cüretini gösterir. Öyle ya: Madem yalnızca madde vardır. Madem ki herşey sebep-sonuç ilişkilerinden ibarettir. Madem ki her tepkiyi yaratan etkidir. Öyleyse "Onlar ki gayba iman ederler!" ufkuna açık olabilme ihtimali kalmamıştır. Böyle bir alanın varlığına iman kalmadığında ise insana had bildirecek sınırlar yokolur.

Ene Risalesi'nin bize öğretti birşey de sanki şudur: İnsanlık tarihi iki temel temayülün üzerine şekilleniyor: 1) Kimileri, hem kevnî hem kelamî ayetleri, 'hadlerini bilmek için' okuyor. 2) Kimileriyse aynı ayetleri 'hadsizliklerini göstermek için' kullanıyor. İşte bugünün 'yağmur duası' tartışmaları da böylesi bir zeminden besleniyor. Değil yalnızca duaya, Allah'a bile determinist evren tahayyüllerinde yer bırakmayan densizler, sebep ile sonuç arasındaki tevhidî sonsuzluğa racon kesiyorlar. Yok. Daha fazlası. Bir de alay ediyorlar. Halbuki duaya gösterdikleri müstehzi tavırda Allah'a karşı hissettikleri kibrin izleri okunuyor. Azgınlıkları istiğnaya işaret ediyor.

Bizse duanın yaptığı işi biliyoruz. Yağmurdan önce yağdırdığı nice rahmetleri kalbimizde hissediyoruz. İstediğimiz verilmeden ve dahi verilmese de verilenleri görüyoruz. Tıpkı Bediüzzaman gibi diyoruz mesela: "Bunun en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur ki: Dua eden adam anlar ki: Birisi var, onun hâtırât-ı kalbini işitir, herşeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder." Veya yine yağmur duası bahside dediğini hatırlıyoruz:

"Nasıl ki güneşin gurubu akşam namazının vaktidir. Hem güneşin ve ayın tutulmaları küsuf ve husuf namazları denilen iki ibadet-i mahsusanın vakitleridir. Yani, gece ve gündüzün nuranî âyetlerinin nikaplanmasıyla bir azamet-i İlâhiyeyi ilâna medar olduğundan, Cenâb-ı Hak, ibâdını o vakitte bir nevi ibadete davet eder. Yoksa o namaz açılması ve ne kadar devam etmesi müneccim hesabıyla muayyen olan ay ve güneşin husuf ve küsuflarının inkişafları için değildir. Aynı onun gibi yağmursuzluk dahi yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin istilâsı ve muzır şeylerin tasallutu, bazı duaların evkat-ı mahsusalarıdır ki, insan o vakitlerde aczini anlar; dua ile, niyaz ile Kadîr-i Mutlakın dergâhına iltica eder. Eğer dua çok edildiği halde beliyyeler def' olunmazsa, denilmeyecek ki: 'Dua kabul olmadı.' Belki denilecek ki: 'Duanın vakti kaza olmadı.' Eğer Cenâb-ı Hak fazl ve keremiyle belâyı ref etse nurun alâ nur, o vakit dua vakti biter, kaza olur."

Yani arkadaşım gerilimin özü yine alışkanlıklarımızda saklanıyor. İmanları gereğince herşeyin Allah'tan olduğunu bilenler, kalpleri buna alışanlar, dua etmekten sıkılmıyorlar. Çünkü bu sayede, zaten hep hatırlarında tutmaları gereken, hadlerini anımsıyorlar. Gafletlerinden utanıyorlar. İsteklerinin gerçekleşmesinden bağımsız ibadet ediyorlar. Yoksunluklarını dahi hidayetlerinin vesilesi kılıyorlar. Yükseliyorlar. Diğer bir kısım talihsizse duaya çağrılınca hiddetleniyor. Çünkü sebeplerden ötede bir yaratıcılık ummaya alışık değiller. Duayı başka türlü anlamaya da açık değiller. Çünkü başka türlü bir faydanın vücuduna da inanıyor değiller. Gafletleri nefislerine yerleşip fısk olmuş. Arayış olmuş, sakınış olmuş, arzu olmuş. Fısklarından başkası huzursuzluk olmuş. Onlara da yağmurdan kül kokusu kalıyor. Misaller, dualar, ayetler hep fâsıkları saptırıyor. Dileyelim de Rahman u Rahim bizi onlardan eylemesin arkadaşım. Âmin.

16 Kasım 2020 Pazartesi

Celal korkutucu güzelliktir

Mürşidim bir yerde "Sahib-i Arş-ı Âzamın, mânevî bir merkez-i âlem ve kalb ve kıble-i kâinat hükmünde olan küre-i arzdaki mahlûkatın tedbirine medar, dört arş-ı İlâhîsi var..." diyor. Bunlardan 'dördüncüsü'nü de "Emir ve irâdenin arşıdır ki unsur-u havadır..." diyerek tesbit ediyor. Ben, "Allahu'l-a'lem!" kaydını unutmadan konuşursam, burada söylenileni bir nebze 'rüzgarın tabiatına bakarak' çözebildiğimi zannediyorum. Sıcağından soğuğuna, esintisinden fırtınasına, melteminden ayazına cümle rüzgarlarda aynı çevik-çalak hizmetin tezahürü var. Yani, sürekli emir bekliyor, hem alıyor ve hem de hemen ittiba ediyor bir ahlakı var rüzgarların. Böyle eliçabuk bir hizmetkârın üzerinden de elbette 'emir' ve 'irade'nin okunması daha kolay oluyor. Hem de zaten onun bu hali, yoğunluğu, mesaisi, telaşı, böyle bir aynalıkta istihdam edildiğini gösteriyor. Sanki. En doğrusunu Sahib-i Arş-ı Âzam bilir.

Yine "İkinci arş, fazl ve rahmet arşıdır ki, su unsurudur..." diyor Bediüzzaman. Şunun düşündürdüklerini de burada arzetmek belki yazıyı uzatacağından, eteğini öperek, bana sırlı gelen bir ayet-i kerimeye dair konuşmak istiyorum. Ancak, hepten de ümidini kesmeyeyim arkadaşım, belki o ayeti konuşurken bu bahse de değinmiş olacağız. İnşaallah. Evet: A'râf sûresi 57. ayettir peteğinden ballanmak istediğim. Orada bir kısacık mealiyle buyruluyor ki:  "Rüzgarları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen O’dur. Nihayet o rüzgârlar ağır bir bulut yüklenince onu ölü bir memlekete sevkederiz. Orada suyu indirir ve onunla türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Herhalde bundan ibret alırsınız."

Ayetin bize evvelemirde söylediği açık: Diriliş hakikati kainatta her an yaşanmakta. İnsanoğlu, eğer merak gözünü açıp da bakarsa, zaten haşir hakikatini kainatın her anında müşahade etmekte. Yani: Topraktan yeniden yeniden bedenini kaldıran, yeniden yeniden meyve veren, yeniden yeniden başak çıkaran, yeniden yeniden köklerinden yeşeren canlıları görmekte. Elhamdülillah. Bunlar arzda her an olmakta. Toprak emanet edileni hatırlamakta. 

Düzen eşyanın hafızasıdır. Tekerrür bu hafızanın tezahürüdür. Kur'an'da gösterilen ayetleri tefekkür etmesini bilen her mü'min için, 'haşir' sırf kıyametten sonra yaşanacak insana özgü bir hâdise değil, varlıkta sürekli tekerrür eden kanundur. Kıyametten sonraki dirilişse bu kanunun mâkul, mümkün, hatta beklenir tekrarıdır. Nasıl ki havaya atılan her nesne düşer. Nasıl ki kaynatılan her su buharlaşır. Nasıl ki şartlarına uyulduğuna su üstündekini yüzdürür. Bunlarda dün-bugün-yarın ayrımı gözetilmez. Aynen öyle de şartları oluştuğunda Allah'ın bir emriyle cümle ölüler dirilir. Toprak altındakini unutmaz. Zaten hep dirilmektedir. Haşir Risalesi'nin merkezi/ruhu sayılan Rum sûresinin 50. ayeti aynı 'muhyi'l-mevta' yasasına dikkatimizi çeker: "Şimdi bak Allah'ın rahmet eserlerine: Ölümünün ardından yeryüzünü nasıl diriltiyor. İşte bu, ölüleri dirilten Allah'tır. Onun gücü herşeye yeter!" 

Sırası geldi. Analım: Mürşidim arşlardan birincisini şöyle tarif eder: "Biri, hıfz ve hayat arşıdır ki, topraktır." Şimdi üç arşımız tamam oldu. Yani yukarıdaki ayette üç arşa dair de izler bulduk. 1) Rüzgarların müjdeciliğini işittik. 2) Rahmetin gönderilmesine neşelendik. 3) Topraktan meyvelerin çıkarıldığına sevindik. Peki dördüncüsü? Dördüncüsü de ayette geçiyor aslında. Ama üstü biraz daha örtülü şekilde. Nasıl? Meyvelerin olgunlaşması için gereken dördüncü şeyi düşündüğünüzde hemen gülümsüyor. "Üçüncüsü, ilim ve hikmet arşıdır ki, unsur-u nurdur." Öyle ya: Işığın bahşı olmadan meyveler pişirilmez ki. Böylece arşlarımız tamam oldu. Dört arşımız birden bir ayet-i kerimenin içine sığdı. Yaş ve kuru ne varsa içinde yazılı olandan ne 'yaş' arşlarımız ne de 'kuru' arşlarımız kaçabildi.

Fakat, arkadaşım, şu 'rüzgarların müjdeciliği' de sanki başka bir kanuna dikkatimizi çağırıyor. Hani yine Kur'an'da buyrulur: Cenab-ı Hak Zülcelal-i ve'l-İkram'dır. Yani celalî tecellilerinin içi ikramlarla doludur. Bunu bize bahsimize misafir olan yağmur da söyler: Gök gürlediği zaman insan işitir: Zülcelal'dir. Yağmur yağdığında hisseder: Ve'l-İkram'dır. Hatta Mesnevî-i Nuriye'de celal-cemal ilişkisine dair ufuk açıcı şu tesbitte bulunulur: "Evet bu cûd-u icad Sâniin vücubundandır. Nevide celâlîdir, fertte cemâlîdir." Misal: İnsan baharda şöyle bir kıra çıkıp koca bir gelincik tarlasıyla karşılaşsa heybetinden irkilir. Güzelliğin türdeki görünüşü şiddetli gelir. O yüzden bazı ârifler derler: Celal korkutucu güzelliktir. Yani tezahürürün şiddeti insanın hayretine sebep olmuştur. Ancak tarlanın içine girilse, tek tek gelincikler görülse, ele alınsa da bakılsa, farkedilir ki: Cemalîdir. Nazenin bir heybeti vardır.

İşte, şimdi diyorum ki arkadaşım, artık hayatımızdaki herşeyi bu tezahürler eşliğinde tefekkür etmeliyiz. Yani rüzgarların soğukluğu/şiddeti arkalarından gelen rahmeti görmemize engel olmasın. Onların o çabuk çabuk hizmetlerindeki gelişigüzellik(!) fehmimizi aldatmasın. Bu işlerde bir düzen var. Bu düzende bir tesbit var. Bu tesbitte bir kanuniyet var. Hayatındaki gelişigüzellikleri(!) ömrünün rüzgarı gibi göremeyenler, ne yazık, rahmeti sezemiyorlar. Gelişigüzellik diyoruz ya, katıldığımızdan değil, kuşatamadığımızdan. Sanatın şekli kitabete vardığında okumanın şekli de bütünü kuşatmaya mecbur olur. Yahut da yine Bediüzzaman'ın o müthiş cümlesine uğramalı: "İşte, intizamsızlık içinde kemâl-i intizamı gör, ibret al." 

Ben, rüzgara uğradım da yağmura vardım, sen başka şeylerden yola çıkıp farklı sonuçlara varabilirsin. Ancak her nereyi bu gözle zevketsen balından kaçamazsın. Çünkü bu bal da bir kanuniyettir. Allah rüzgarları müjdeci olarak gönderir. Bugün nasıl bir düzenle hareket ettiğini çözemediğimiz emirler-iradeler yine dizginleri o Rahman u Rahim'in elinde piyadeler. Başka yöne gitmiyorlar. Başka yöne götüremeyecekler. Arşların birbirinden farklı hükümlerini/tezahürlerini karıştırıp rüyalarını zehirleme. Emirlerin çabukluğunu çözemeyip rahmetin varlığını da inkâr etme. Bu ölüler elbette dirilecekler. O vaadinden dönmez. Âmin.

12 Temmuz 2016 Salı

Ya zaman dua için yaratılmışsa?

Sen benim gibi yapma. Dua etmek için uygun zaman aramak yanlış arkadaşım. Zaman dua edelim diye yaratılmış zaten. Bediüzzaman'ın 'dua' ve 'zaman' arasında kurduğu ilgi, 9. Söz'den ta yağmur duasının hikmetini açıkladığı yere kadar, külliyat içerisinde bizi takip eden bir ilgi. Ben bu ilgiyi şöyle bir örnekle açıklamak istiyorum: Bir oyun var. Bu oyunda çeşitli renklerde butonlar var. Bu butonlar neredeyse gelişigüzel sanılacak bir 'kuşatılamaz düzenle' yanıp sönüyorlar. Oyunu kazanmanız için yanan rengin üzerine, bir başkası/yenisi yanmadan, basmanız lazım. Zira bir başkası yandığında diğerleri sönüyor. Çabuk davranmalısınız. Dikkatli olmalısınız. O rengin yandığı zaman aralığını ıskalamamalısınız. Bu renkten renge koşmalar içinde oyunu yaşıyor ve son ışık söndüğünde tamamlıyorsunuz.

Bana göre hayatı da böyle yaşıyoruz. Esma sayısınca renkte butonların olduğu bir âlemde yaratılmışız. Ve bu renkler 'olaylar' veya 'bilgiler' veya 'bunlarla sıfatlanmış zamanlar' olarak karşımıza çıkıyorlar. Bazen hastalık oluyorlar, bazen kara bir haber, bazen trafik kazası, bazen otobüsü kaçırma, bazen eşler arasında küçük bir anlaşmazlık, bazen yıkıcı bir boşanma, bazen yağmursuzluk, bazen huysuzluk, bazen ihtiyarlık, bazen ölümcül bir bela, bazen sadece bir başağrısı, bazen gelecek kaygısı, bazen düşman korkusu, bazen... Türlü 'bazen'lere dönüşerek çıkıyor karşımıza bu renkler. Butonların yandığını salt dikkatimizle değil; verdikleri acıdan, korkudan, endişeden, öfkeden, rahatsızlıktan, sıkıntıdan, hüzünden, üzüntüden ve saire... farkediyoruz.

Duygularımız bize bazı butonların yandığını haber veriyorlar. İşte o zaman bir koşu başlıyor. Ben bu koşunun 'dua koşusu' olduğunu düşünüyorum. Dua, mürşidimin de isabetle ifade ettiği gibi, sadece dil ile edilen değildir. Fiilî dua başta olmak üzere daha birçok çeşit dua var. "Ferşten Arşa, ezelden ebede kadar en geniş dairelerde insanın vazifesi yalnız duadır." Esma sayısınca yanan butonlar, yanan butonlardan bizleri haberdar eden etkilenişler/duygularımız, bizim onlara verdiğimiz tepkiler/dualarımız... Duanın zaman ile ilgisi tam da burada başlıyor. Dua, 'olay' veya 'bilgi' veya 'duygu' veya 'sonuç' için edilmiyor. Dua aslında zamanı geldiğinde butona basmayı başarmamız için ediliyor. Varlığımız birşeyleri değiştirmek için değil. Doğru zamanda doğru butona basmak için... Doğru duayı doğru zamanda edebilmek için...

"Hem dua bir ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksatlar ise, o nevi dua ve ibadetin vakitleridir. O maksatlar, gayeleri değil. Meselâ, yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir. Yoksa, o ibadet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyetle olsa, o dua, o ibadet hâlis olmadığından kabule lâyık olmaz..."

Duayı böylece doğru bir konuma oturttuğumuzda duaya dair herşeyi de doğru bir konuma oturturuz. Mesela; Allah Resulü aleyhissalatuvesselam başta olmak üzere, bütün nebilerin çoklukla ettikleri istiğfarları doğru anlarız. İstiğfarla günah arasında kurduğumuz neden-sonuç ilişkisi ortadan kalkar. Tıpkı yağmurla yağmur duası arasında kurduğumuz ilginin mezkûr bakışaçısıyla ortadan kalkması gibi. Yağmur duası yağmurun yaratılışını sonuç vermek için yapılmadığı gibi istiğfar da bir günahı affettirmek için olmayabilir.

Daha önce de bu konuya bir yazımda değinmiştim. Fikir dilimin sevdiği bir şekerdir. Yine değdireyim. İstiğfar aslında 'aynanın aynalığını diri tutması'dır. Sende görünen ile aslolan arasındaki 'benzerliğin' asla ve asla 'aynılık' seviyesine çıkamayacağını, yansıyana dair marifetimizin aslolana göre her zaman eksik kalacağını kabulümüzdür istiğfar.

Yansıtıcı olan herşeyin bize verdiği derstir bu. Yansıyan, yansıtılanın aynısı olmak gerekmez. Avucunuzdaki kadar suya gökyüzü sığar. Ama o sudaki gökyüzü asl-ı gökyüzünün aynısı değildir. Ondan haber verir ama o değildir. Avucun sahibi istiğfar ettikçe, kendisine, avucundaki yansıma ile gökyüzünü karıştırmamayı öğütler. Peki, ehl-i kibir ne yapar? Avucundaki suyu ayn-ı sema sanır. Ona bunun böyle olmadığını isbat etsen de yine davasından büsbütün vazgeçmez. "Hem deme ki: 'Ben mazharım. Güzele mazhar ise güzelleşir.' Zira, temessül etmediğinden, mazhar değil, memer olursun. Hem deme ki, 'Halk içinde ben intihap edildim. Bu meyveler benimle gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.' Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi."

Bütün bu aşamalar, aynanın yansıttığından hissedar olduğu, 'bir ölçüde o' veya 'bir şekilde onun gibi' olduğu iddiasından vazgeçmeyişinin aşamalarıdır. Peygamberlerin istiğfarları bu kibrin köküne çalınmış en yaman baltalardır. İsmet sahibi en berrak aynanın yansıtmasından istiğfar ettiği yerde kirden/kusurdan kurtulamayan aynaların üzerlerine alabilecekleri ne meziyet vardır? Bu istiğfarların nebilerin makamları yükselirken bir önceki makamlarını eksik görmelerinden kaynaklandığı da söylenir. Bu da benim tezimi güçlendiriyor bence. Orada eksik gördüğü, işte, aslolana kıyasla yansıttığıdır.

Bu durum tıpkı eski yazılarını yıllar sonra tekrar okuyan yazarın misali gibidir. Müellif, yazdığı zamanlar "İşte oldu!" sandığı metinlerini yıllar sonra okuyunca neden orasıyla/burasıyla oynar? Neden cümleler ekler, düzeltir, değiştirir? Aslında bu da bir çeşit yazar istiğfarıdır. Hakikati daha geniş pencerelerden seyretmeye başladıkça eski pencelerinden tevbe eder. Aşk için dua ettiğin zaman sonuç/vuslat için dua edersin. Acz için dua ettiğinde sonuç aradan çıkar. Her acizlik farkındalığı bir butondur. Her buton yanışında insan uyanır ki basma zamanı gelmiştir. Beş vakit namazını kılan nasıl günde beş kez "Ben hâlâ buradayım Allahım!" diyerek Rabbinin onu çağırdığı butona basar, istiğfar eden de bir çeşit butona basar. İmtihanımız yanan butonlara yaptığımız dua sayları üzerine sürüyor. Dünya, belki de daha çok butona basalım diye sürekli değişiyor. Butonlar dünyayı değiştirmek için değil. Değişim butonların sayısını arttırmak için. Allahu'l-a'lem.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...