determinizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
determinizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Aralık 2020 Pazar

Yağmur duası kimlere batıyor?

Yağmur, güle yağar gül kokutur, küle yağar kül kokutur. Güneş, laleye değer ballandırır, lâşeye değer çormanlaştırır. İşaratü'l-İ'caz'da mürşidim de 'Allahın verdiği misallerle ancak fâsıkları saptırması' izahında der ki: "Fısk sebebiyle, fâsıklar hakkında nûr nâra, ziya zulmete inkılâp eder. Evet, şemsin ziyasıyla, pis maddeler taaffün eder, kokar, berbat olur..." Aslında hidayet vesilesi neyin özüne inilse böylesi bir 'ayırıcı mahiyete' sahip olduğu görülür arkadaşım. Yani: İnsanlardan bir kısmı onunla dalalete giderler. Diğer bir kısmı da istikametlerini bulurlar. Fakat dikkat edelim: Buradaki sapma hidayet vesilesinin yapısından kaynaklanmamaktadır. Ya? Muhatabın onu kullanma şekli önplana çıkmaktadır. Yani, etkiyle oluşacak tepkiyi 'tepki veren' seçer, belirler.

Peki kullanma şeklini ne belirler? 1) Arayışlar. 2) Sakınışlar. 3) Arzular. Yahut da Bediüzzaman'ın izahına eklediği kuvveler bahsine atıf yapalım: 1) Neye aklettiğimiz. 2) Neyden sakındığımız. 3) Neyi arzuladığımız. Yani: 1) Kuvve-i akliye. 2) Kuvve-i gadabiye. 3) Kuvve-i şeheviye. Bu üç kuvvede sahip olduğumuz alışkanlıklar hasbelkader bize uğrayan delillere/ayetlere nasıl muamele ettiğimizi de şekillendirir. Sınıflandırır. Hidayet elbette Allah'tandır. Fakat insan da alışkanlıklarıyla bu hidayetin 'çağrıcısı' veya 'kovucusu' olur. Gül kokmak isteyen gülleşerek bekler. Kül kokmak isteyen külleşmeye bakar. Lalenin de intizarında bir duası vardır, lâşenin de.

Mevzuyu gündemdeki bir meseleye de bağlayabiliriz. Hangisine? Yağmur duası bahsine. Evet. Diyanet'in, bin maşaallah, camilerde yağmur duası yaptırması yine bazı aydınlarımıza(!) acayip dert oldu. Niçin? Yukarıda konuştuklarımız ekseninde cevaplarsak: Alışkanlıklarına ters geldiği için. Bir İbrahim Halilullah olup putlarına sataştığı için. Nasıl bir alışkanlık bu bahsettiğimiz? Defterlerini şöyle bir yerden açalım: Ahirzaman fitnesinin tek dünyalı zihinlerde oluşturduğu en kesif düşünsel alışkanlık determinizmdir. Hatta bu hususta bugünün sekülerleri geçmişin en putperest kavimlerden daha (ş)aşkın bir imana sahiptir. Yani, en mazinin müşrik kavimleri dahi, putlarına dua ederken fiziksel meselelerin fizikötesi yanları bulunduğuna iman ederler. İlah tasavvurlarındaki hatalara rağmen madde ötesine bugünkü kadar körelmiş değillerdir. Ancak elbette tevhidî bir ıslaha muhtaçtırlar.

Fakat bugünün müşrikleri putlarının sayısını sebepler-sonuçlar, nedenler-neticeler, etkiler-tepkiler sayısına çıkardıkça öteye açık kalmış son kapıları da kapatmışlardır. Mezkûr çöküşün ilk tezahürü 'haddini bilmekle ilgili sorunlar'dır. Zira metafiziğin varlığı reddedildikçe fiziksel olanın tehevvürü artar. Zincirini koparmış bir canavar gibi sağa-sola saldırır. Firavun misali "Sizin en büyük ilahınız değil miyim!" deme cüretini gösterir. Öyle ya: Madem yalnızca madde vardır. Madem ki herşey sebep-sonuç ilişkilerinden ibarettir. Madem ki her tepkiyi yaratan etkidir. Öyleyse "Onlar ki gayba iman ederler!" ufkuna açık olabilme ihtimali kalmamıştır. Böyle bir alanın varlığına iman kalmadığında ise insana had bildirecek sınırlar yokolur.

Ene Risalesi'nin bize öğretti birşey de sanki şudur: İnsanlık tarihi iki temel temayülün üzerine şekilleniyor: 1) Kimileri, hem kevnî hem kelamî ayetleri, 'hadlerini bilmek için' okuyor. 2) Kimileriyse aynı ayetleri 'hadsizliklerini göstermek için' kullanıyor. İşte bugünün 'yağmur duası' tartışmaları da böylesi bir zeminden besleniyor. Değil yalnızca duaya, Allah'a bile determinist evren tahayyüllerinde yer bırakmayan densizler, sebep ile sonuç arasındaki tevhidî sonsuzluğa racon kesiyorlar. Yok. Daha fazlası. Bir de alay ediyorlar. Halbuki duaya gösterdikleri müstehzi tavırda Allah'a karşı hissettikleri kibrin izleri okunuyor. Azgınlıkları istiğnaya işaret ediyor.

Bizse duanın yaptığı işi biliyoruz. Yağmurdan önce yağdırdığı nice rahmetleri kalbimizde hissediyoruz. İstediğimiz verilmeden ve dahi verilmese de verilenleri görüyoruz. Tıpkı Bediüzzaman gibi diyoruz mesela: "Bunun en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur ki: Dua eden adam anlar ki: Birisi var, onun hâtırât-ı kalbini işitir, herşeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder." Veya yine yağmur duası bahside dediğini hatırlıyoruz:

"Nasıl ki güneşin gurubu akşam namazının vaktidir. Hem güneşin ve ayın tutulmaları küsuf ve husuf namazları denilen iki ibadet-i mahsusanın vakitleridir. Yani, gece ve gündüzün nuranî âyetlerinin nikaplanmasıyla bir azamet-i İlâhiyeyi ilâna medar olduğundan, Cenâb-ı Hak, ibâdını o vakitte bir nevi ibadete davet eder. Yoksa o namaz açılması ve ne kadar devam etmesi müneccim hesabıyla muayyen olan ay ve güneşin husuf ve küsuflarının inkişafları için değildir. Aynı onun gibi yağmursuzluk dahi yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin istilâsı ve muzır şeylerin tasallutu, bazı duaların evkat-ı mahsusalarıdır ki, insan o vakitlerde aczini anlar; dua ile, niyaz ile Kadîr-i Mutlakın dergâhına iltica eder. Eğer dua çok edildiği halde beliyyeler def' olunmazsa, denilmeyecek ki: 'Dua kabul olmadı.' Belki denilecek ki: 'Duanın vakti kaza olmadı.' Eğer Cenâb-ı Hak fazl ve keremiyle belâyı ref etse nurun alâ nur, o vakit dua vakti biter, kaza olur."

Yani arkadaşım gerilimin özü yine alışkanlıklarımızda saklanıyor. İmanları gereğince herşeyin Allah'tan olduğunu bilenler, kalpleri buna alışanlar, dua etmekten sıkılmıyorlar. Çünkü bu sayede, zaten hep hatırlarında tutmaları gereken, hadlerini anımsıyorlar. Gafletlerinden utanıyorlar. İsteklerinin gerçekleşmesinden bağımsız ibadet ediyorlar. Yoksunluklarını dahi hidayetlerinin vesilesi kılıyorlar. Yükseliyorlar. Diğer bir kısım talihsizse duaya çağrılınca hiddetleniyor. Çünkü sebeplerden ötede bir yaratıcılık ummaya alışık değiller. Duayı başka türlü anlamaya da açık değiller. Çünkü başka türlü bir faydanın vücuduna da inanıyor değiller. Gafletleri nefislerine yerleşip fısk olmuş. Arayış olmuş, sakınış olmuş, arzu olmuş. Fısklarından başkası huzursuzluk olmuş. Onlara da yağmurdan kül kokusu kalıyor. Misaller, dualar, ayetler hep fâsıkları saptırıyor. Dileyelim de Rahman u Rahim bizi onlardan eylemesin arkadaşım. Âmin.

21 Nisan 2017 Cuma

Arrival'dan hakikat-i Muhammediye'ye (a.s.m.): Varlığın daireselliği üzerine...

"Sonunda hep Ona döndürüleceksiniz."
(Rum sûresi, 11)

2016 yapımı Arrival/Geliş filmi bize Hollywood'un metafiziği zayıf tepelerinden ilginç şeyler söyledi. Bende kalanları özetlersem: Neyin önce neyin sonra olduğu aslında 'ona nereden baktığınızla' ilgili birşeydir. Hayatınızın önce gibi görünen bir detayı sonranızın etkisiyle şekillenmiş olabilir. Sonra gibi görünen bir detayı öncenizi tetiklemiş olabilir. Modern fizik açısından bunun kuşatılabilir bir anlamı yoktur. Çünkü modern fizik determinizme dayanır. Determinizme göre ancak önceler sonraların yaratıcısıdır. Ancak nedenler sonuçların anasıdır. (Teolojilerindeki şirkin izdüşümü bir kastı varlıkta da tahayyül ederler.) Fakat ezel-ebed sahibi ve yarattıklarından aşkın bir Allah'a inandığınızda, yaratılışın her anı, varolduğu bütünle birlikte anlam kazanan ve ancak onlara yaslanmakla ayakta durabilen harflerden ibaret hale gelir.

Her ne kadar siz, yaratılışın içinde yeralarak, cümleyi 'henüz kuruluyor' gibi (Kitab-ı Mübin) görseniz de, aslında o cümle zamandan aşkın bir şekilde çoktan kurulmuştur (İmam-ı Mübin). Tıpkı Mülk sûresinin 14. ayetinde buyrulduğu gibi: "Yaratan bilmez olur mu hiç?" Bilmek yaratışın kudretten ve zamandan aşkın varoluşudur. Hep varolan varlığıdır. Bunun kadere iman ile de bir ilgisi var. Kadere iman ettiğimizde, biz, aslında varlığın şahit olduğumuz kısmını aşan 'zaman üstü yanına' iman etmiş oluruz. Çünkü cümle anlamlıdır. Güzellik, hikmet, rahmet, nizam, sanat, adalet... her biri bu anlamın farklı renkteki delilleridir. Anlam ise, cümleyle aynı anda değil, kurulmasından önce varolan birşeydir. Hadi bunu kusurlu bir örnekle daha anlaşılır kılalım:

Kalınca bir sözlükteki kelimelerin tek tek yazıldığı binlerce kağıtla dolu büyükçe bir kavanoz düşünelim. Determinizme göre; varlık, ancak süreç içinde ve sürecin kendisi tarafından yaratılabileceği için, rastgele çekilen kelimelerin veya karıştırırken kavanozdan düşenlerin oluşturacağı cümlenin ister-istemez anlamlı olacağı iddiasında bulunur. Fakat, kadere iman, kavanozdaki hangi kağıtta hangi kelimenin yazılı olduğunu önceden bilen birisinin seçimleriyle ancak anlamlı cümlelerin kurulabileceğini söyler. Hangisi haklıdır? Tecrübe etmek serbest. Yüz tane kelimeyle deneyelim bunu. Hatta elli kelimeyle. Sanıyorum yapacağımız denemelerin tamamı kadere imanı haklı çıkarır. Evet, anlamlı bir varoluş, ancak anlamın önceden bilinip parçaların ona göre seçilmesi/yaratılması ile mümkündür.

İşte burada kader-yaratılış arasındaki ilişki ile Arrival filminin bize öğütlediği bakış açısı barışıyor. Hatta mezkûr filmin böyle bir dersi neden 'dil' üzerinden verdiği de daha anlaşılır oluyor. Çünkü cümle anlamın en küçük yapıtaşıdır. 'Ol!' demekle irade edilen anlamın sonucudur 'oluveren' şey. Biz anlamlı bir cümleyi kurabilmek için o cümlenin anlamının daha önce zihnimizde/kalbimizde varolmasına muhtacız. O anlamın bütünlük içinde varoluşu ile o bütünlüğe yakışır bir cümle kurabiliriz. Cümlenin sonunda dile gelen anlam, aslında, varlıktaki hiyerarşi açısından cümleden öncedir. Yani; bir açıdan onun tohumu iken, diğer açıdan meyvesidir. Varlıktaki bu dairesellik, en büyük boyutunda kader ile önümüze çıkarken, daha küçük boyutlarda tohum-ağaç-meyve, düşünülen anlam-kurulan cümle-söylenilen anlam, tasarlanan sanat-üretilen eser-gösterilen sanat üzerinden de okunur.

Harflerin kendi başlarına içerdikleri tek anlam kendileridir. Bir kelimenin içinde kendilerinden daha aşkın birşeyler ifade etmeye başlarlar. Sonra bir cümle içinde kelimedeki hallerinden daha aşkın şeyler söylerler. Sonra bir metin içinde söylediklerinin sayısı artar. Fakat anlamın önceden varoluşu, tıpkı Arrival filminde dikkatimizin çekildiği gibi, varlığın sıralamasını da altüst eder. Mürşidimin tabiriyle; varlık, 'tecezzi kabul etmez bir küll'dür. Herşey birbiriyle aynı cümlenin parçaları gibi ilgilidir. Sonra gelen kelimenin varlık amacı, önceki kelimeyle değil sadece, bütün metinle ve metinden önceki anlamla açıklanabilir.

Şunun bir benzerini şiir yazanlarınız çok yaşamıştır: Bazen, en güzel mısra ilk akla gelendir de, şiirin ortalarında veya sonunda yeralır. Şiirin geri kalanı ona göre döşenir. Romancılar da iyi bir son veya kurgu keşfettiklerinde bunu yaparlar. Kurgunun o köşesine veya o şatafatlı sona gelene kadar yazılanlar, aslında, tasarım olarak onlardan sonra varolmuşlardır. Ancak siz romanı elinize aldığınızda önce oraları okursunuz. Arrival gibi filmler ise böylesi öncelik-sonralık ilişkilerinin sinemadaki şeklini gösterirler bize. (Burada yazar ancak filmi izleyenlerin anlayabileceği birşeye atıf yaptı.)

Şimdi bir sıçrama yapalım. Mürşidim miracı andığı bir yerde diyor ki: "Ey müstemi! Şu acip kâinat-ı azîme bir insanın cüz'î mahiyetinden halk olunmasını istib'âd etme. Bir nevi âlem gibi olan muazzam çam ağacını, buğday tanesi kadar bir çekirdekten halk eden Kadîr-i Zülcelâl, şu kâinatı nur-u Muhammedîden (aleyhissalâtüvesselâm) nasıl halk etmesin veya edemesin? İşte, şecere-i kâinat, şecere-i tûbâ gibi, gövdesi ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için, aşağıdaki meyve makamından, tâ çekirdek-i aslî makamına kadar nuranî bir hayt-ı münasebet var. İşte, Mirac, o hayt-ı münasebetin gılâfı ve suretidir ki, zât-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm o yolu açmış, velâyetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-yı ümmeti, ruh ve kalble, o cadde-i nuranîde, Mirac-ı Nebevînin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidatlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar..."

Bahis uzun. Haber verdiği döngü harika. Bize 'varlığın dairesel yolculuğunu' hakikat-i Muhammediye üzerinden ders veriyor. 'Levlake levlak...' sırrıyla kulak aşinası olduğumuz birşey bu. Devamında diyor ki mürşidim:

"Hem sabıkan ispat edildiği üzere, şu kâinatın Sânii, birinci işkâlin cevabında gösterilen makàsıd için, şu kâinatı bir saray suretinde yapmış ve tezyin etmiştir. O makàsıdın medarı zât-ı Ahmediye (a.s.m.) olduğu için, kâinattan evvel Sâni-i Kâinatın nazar-ı inâyetinde olması ve en evvel tecellîsine mazhar olmak lâzım geliyor. Çünkü birşeyin neticesi, semeresi evvel düşünülür. Demek, vücuden en âhir, mânen de en evveldir. Halbuki, zât-ı Ahmediye (a.s.m.) hem en mükemmel meyve, hem bütün meyvelerin medar-ı kıymeti ve bütün maksatların medar-ı zuhuru olduğundan, en evvel tecellî-i icada mazhar, onun nuru olmak lâzım gelir."

Birşeyin neticesinin/semeresinin ondan evvel düşünülmesi... Vücuden en ahir olanın manen en evvel oluşu... Bunlar işte benim size yazı boyunca anlatmaya çalıştığım şeyler. Allah'ın ezelî oluşu da aslında bize bunu anlatıyor. Allah, elbette yarattığı zamanın öncesinde bir yerde değil, ondan aşkın. Ressam resminin içinde hapsolmaz. Allah için yaratılış cümlesinin kurulmamış bir yanı yok. Gelecek-geçmiş, öncelik-sonralık, neden-sonuç... Bunlar zamanın parçası olan ve içinde ancak bir miktar varolan bizlerin dertleri, sınırları.

"Hem ezel, mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel, mazi ve halve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uçta hayyül edip, ona 'ezel' deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir."

Fakat mürşidim elbette benden güzel anlatıyor. Çünkü o, aynı hakikati, güzeller güzeli aleyhissalatuvesselamın örnekliğinde izah ediyor. Onun isminin anıldığı herşey güzelleşir. Çünkü; ism-i şerifi sayesinde, harfimiz, içinde varolduğu cümlenin anlamıyla buluşur. Dairenin iki ucu birbirine kavuşur. Ona çokça salavat getirmemizin bir sırrı da budur. Parça bütünün anlamını hatırlar/hatırlatır. Bu sırrı kavrayamanların, salavat-ı şerifenin faziletini diline dolayanların veya 'Levlake levlak...' tılsımına itiraz edenlerin kulakları çınlasın. İlla gavurlar filmini çekince mi bazı şeylere iman edecekler?

31 Temmuz 2014 Perşembe

Bediüzzaman da ayraç kullanır mıydı?

"(...) sebepler çendan nazar-ı zâhirîde ve vücudda müsebbebât ile muttasıl ve bitişik görünür. Fakat, hakikatte mâbeynlerinde uzak bir mesafe var. Sebepten müsebbebin icadına kadar o derece uzaklık var ki, en büyük bir sebebin eli, en ednâ bir müsebbebin icadına yetişemez. İşte sebep ve müsebbeb ortasındaki uzun mesafede esmâ-i İlâhiye birer yıldız gibi tulû eder." (25. Söz'den.)

Caner Taslaman (bakınız bu sefer kendisini iyi anacağım); Modern Bilim, Felsefe ve Tanrı: Entropi, İzafiyet, Kuantum, Beden-Ruh Dualizmi isimli eserinde birşeyin altını tekrar tekrar çizer: İnsanın eşya algısının (dolayısıyla bilimin) itikadî boyutta kaçınılmaz etkileri vardır. "Bilim ayrı bir dünyadır. Din ayrı bir dünyadır..." diyemezsiniz. İkisini birbirinden kesin çizgilerle ayıramazsınız. Örneğin: 138. sayfada, Kant ve dönemi filozoflarının felsefelerini kurarken Newton fiziğinden ne denli etkilendiklerini aktarır okurlarına. Başka bir yerde ise; "Determinist evrende boşluk yoktur. (...) Bu tip bir evrende Tanrının müdahalesinin nasıl gerçekleştiği sorunu karşımıza çıkar..." diyerek determinizmin tetiklediği inanç sorunlarına parmak basar. Yine Einstein’in izafiyet teorisini bulmasıyla bunun yaratılış, zaman ve kader noktasında ne büyük idrak kolaylıkları sağladığını, ne tür sorularımıza cevap verebildiğini anlatır. Bütün bu örnekler de gösterir ki; insan, eşyayı nasıl algılıyorsa, bunun bir izdüşümü şeklinde de Allah'ı sistem içinde (veya üstünde) bir yere koyar. Bazen de koyacak yer bulamaz ve inkâr eder.

Bu yüzden, mürşidim türünden, hayatını ehl-i sünnet çizgisinde Kur'anî tefekküre adayan bir âlimin Tabiat Risalesi gibi, Ayetü'l-Kübra gibi, Hüve Nüktesi gibi, Zerre Risalesi gibi fennî analizler de içeren eserler yazması kaçınılmazdır. Âleme bakışı düzeltmek (afakî tefekkür) nefiste yapılacak cihadın (enfüsî tefekkür) üzerine inşa edilebileceği uygun bir zemin teşkil eder. 'La ilahe illallah' yolculuğunu âlemin dipköşe her yerinde yapan ve ondan emin olan bir akıl, elbette 'Muhammedun Resulullah' kılıcının içinde işlemesine izin verir. İlkinin delili âlemden gelir. İkincisinin kılıcı enfüste işler. Biri diğerisiz olmaz. Yukarıdaki misallerden devam etmek gerekirse: enetiğe dair malumatımızdan'anyi anacağım)iç?toparlamaya çalışalım: ebilir. edilmez oldu. bi algılıyorsunuz. rsunuz.i hakkında bÂleme determinist algıyla bakan bir insanın sebep ve sonuç arasında bıraktığı hiçbir boşluk yoktur ki Allahın esması oraya sığsın ve müdahale etsin. Her sonuç sebeplerdendir ona göre. Ve Ockham'ın Usturası gibi güç verdiği gafletli nazarı Allahın ehadiyetini keser alır âleminden. Yerine birşey koymaya da ihtiyaç duymaz.

Bediüzzaman, belki biraz da bu yüzden, 'iki şahid-i sadık' terkibi içinde formülleştirdiği öğretisinde, tefekkürünün kılıcını buraya sallar. Sebep ve sonuç arasındaki mesafeyi açarak birinin diğerinin yaratıcısı veya yaratığı olamayacağını gösterir. Bu şekilde dışarıda, gaybda, aşkın ve üstün bir neden aramaya zorlar bizi:

"Hem, her bir zerrede, vücûb ve vahdet-i Sânia iki şâhid-i sâdık daha var. Birisi, her bir zerre, acz-i mutlakıyla beraber, pek büyük ve pek mütenevvi' vazifeleri kaldırıyor ve cümûdiyeti ile beraber, bir şuur-u küllî gösteren intizamperverâne nizâm-ı umumîye tevfîk-ı hareket eder. Demek, her bir zerre, lisân-ı acziyle Kadîr-i Mutlakın vücûb-u vücuduna ve nizâm-ı âlemi gözetmesiyle, vahdetine şehâdet eder."

Her bir zerrenin, aczinden beklenmeyecek büyüklükte işler başarması ve yaptığı eylemin kainatın düzeniyle de uyumlu olması, o neden ve sonucun arasına "Ve lehü'l-esmaü'l-hüsna..." ayıracını koymak gibidir. (Esma, bu açıdan, insanın kesrette kaybolmasını önleyen, varlığa konulmuş ayıraçtır.) Bu ayıraç konduğu vakit anlaşılır ki: Nedenler sonuçları kaldıramaz ve mutlaka araya tüm isimleriyle hazır ve nazır bir Allahın katkısı/yaratışı lazımdır. (Bir nevi Esma berzahı.) Mürşidim yine bu meseleyi izah sadedinde şöyle bir örnek verir:

"Zerrelerden mürekkeb bir parça toprak, her bir çiçekli ve meyveli nebâtâtın neşv ü nemâsına menşe' olabilir bir kâseyi o zerreciklerden doldursan; bütün dünyadaki her nevi çiçek ve meyveli nebâtâtın tohumcukları ki, o tohumcuklar hayvanâtın nutfeleri gibi ayrı ayrı şeyler değil, nutfeler bir su olduğu gibi, o tohumlar da karbon, azot, müvellidü'l-mâ, müvellidü'l-humuzadan mürekkeb, mahiyetçe birbirinin misli, keyfiyetçe birbirinden ayrı, yalnız kader kalemiyle sırf mânevî olarak aslının programı tevdî edilmiş; işte o tohumları nöbetle o kâseye koysak, her biri hârika cihazâtıyla, eşkâl ve vaziyetiyle zuhur edeceğini, vuku' bulmuş gibi inanırsın."

Birşeyin herşey, herşeyin birşey olması. Önemli bir ders! Fakat dediğim gibi: Âlem algımız 'alacağımız dersi' çok etkiliyor. Kanaatimce: Genetiğe dair malumatımızdan yerleşmiş olan determinist algı da bizim Bediüzzaman'ın bu dersini anlamamıza engel oluyor. Çoğumuz böylesi örnekleri işittiğimiz anda diyoruz ki: "İşte genleri başka ya. DNA'ları ayrı ayrı olduğundan canlılar da farklı farklı oluyorlar." Acaba gerçekten böyle mi? Genetik bilimi sandığımız kadar determinist sabitliğe sahip mi? Ben bu noktada bakış açımın yanlış ve yanılmış olduğunu bugünlerde okuduğum (bu ifade 2014 yılına aittir) bir kitap sayesinde farkettim: Lee Strobel'ın Hani Tanrı Ölmüştü'sü.

Çabuk geçeyim: Jonathan Wells ile yaptığı söyleşide, genlerin farklılıkların nedeni oluşu üzerine yaptıkları bir sorgulamada, Wells şunları anlatıyordu Strobel'a:

"Eğer Neo-Darwinistler gibi bizim, genlerimizin bir ürünü olduğumuzu kabul ediyorsan, o zaman bizimle şempanzeler arasındaki dramatik farklılığı sadece bu %2'lik farkla açıklayabilmen lazım. Buradaki problem vücut yapıcı genler tabir edilen genlerin bu %98'in içinde olması. %2'lik farkı oluşturan genler anatomiyle işi olmayan oldukça ehemmiyetsiz genler. Yani insan ile şempanze DNA'sı arasındaki bu sözde benzerlik aslında bu noktada Neo-Darwinistler için yeni bir problem teşkil etmekte."

Devamında bunu yine başka bir örnekle açıklıyordu. "Bir tasarımcı farklı organizmalar yaratmak için benzer yapı malzemeleri kullanabilir. Tıpkı inşaatçıların sonuç itibariyle birbirinden farklı gözükecek köprüleri yaparken aynı maddeleri (demir çubuk, çimento vs) kullanması gibi."

Başka bir yerde ise bu gen benzerliği farklı canlılar üzerinden şöyle örneklendiriyordu:

"Size bir misal vereyim: Gözler. Farelerde, ahtapotlarda ve meyve sineklerinde benzer bir gen var. Bir farenin gözüne ve bir ahtapotun gözüne baktığınızda çok yüzeysel bir benzerlik bulabilirsiniz. (...) Ama daha ilginci meyve sineğinin gözüdür. Çünkü o, bu ikisinden tamamen farklıdır. Birçok yüzden müteşekkil bir göz. Sonuç itibariyle ise bu üç gözün üçü de aynı veya çok benzer genlere dayanır. Hatta o kadar benzerdirler ki, bir farenin genini, bu genin olmadığı bir meyve sineğine koyabilirsiniz ve sonrasında gözünü olması gerektiği gibi geliştiren bir meyve sineği elde edersiniz."

Bediüzzaman'ın 'her bir çiçekli ve meyveli nebâtâtın neşv ü nemâsına menşe' olabilir bir kâse' örneğini, şimdi, buradaki 'her üç canlının da gözünün kalıbı olabilir gen' üzerinen analiz edin. Sanıyorum gen dünyasında da her sebep sonucu kaldırmıyor. O kodlara da fazla güvenmeye gelmiyor. Nihayetinde, tıpkı fizikte olduğu gibi biyolojide de madde tasavvurumuz Kuantum kararsızlığına ve bir yönüyle irade-i ilahîyeye aç ve muhtaç hale doğru ilerliyor.

Aynı genden farklı canlılar yaratıldığı sırrını anladığımız zaman belki, Hz. Meryem annemizin kromozomları XX'ken nasıl Hz. İsa gibi XY kromozomlu bir evlada sahip olabildiğini veya Hz. Âdem babamızın neslinden nasıl bu kadar farklı renkli/özellikli ırklar meydana gelebildiğini daha iyi anlayacağız. Madde düşüncemiz daha da latifleşek belki. Ama illa Esmayı hesaba katacağız. Sebep ve sonuç arasına onun berzahı girmeden fennin açmazlarını aşabilmek güç.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...