Anlam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Anlam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Şubat 2024 Salı

Şu bendeki homo ludenslik homo sapiensliği döver

Anlamda bir sihir var. Nesnelere yüklediğimiz mana onlardan nasıl etkileneceğimizi de şekillendiriyor. Sözgelimi: Dostumun enseme attığı tokatla düşmanımın attığı bir değil. Tamam. Fiil düzeyinde ikisi de aynı. (Tokat nihayetinde tokat yani.) Fakat içimde nasıl bir dalga oluşturacaklarını yine 'anlam' belirliyor. Sevdiğimin tokadını iltifat olarak görebilirim. En sıkkın anında canımın gülümseyebilirim. Düşmanımın attığınaysa böyle bakamam. Olumlayamam. Müsbete yoramam. Dolayısıyla enfüsümdeki yansıması başkadır. Birisi yaralarımdan kurtarır. Ötekisi yaralar. İzleri hep kalır. Karşılığını versem bile zararını uzaklaştıramam. "Nasıl yapar!" itirazı yeşerip durur hatırımda. "Nasıl yapar!" Çünkü yapılamazlığını kesin bir anlam olarak belirlemişimdir. "O adam bana bu tokadı atamaz." Lakin sevdiceğim kulağımı dahi çekebilir. Tıpkı rahmetli babamın defaatle yaptığı gibi... Her hatırlayışımda gülümserim onunla. Özlerim. Acısını dahi özleriz sevdiklerimizin. Çünkü sevdiklerimizdir.

İbrahim sûresinde, kısacık bir mealiyle, şöyle buyruluyor: "Görmedin mi, Allah güzel sözü güzel bir ağaca benzetti ki, kökü sabit, dallarıysa semâdadır. O ağaç, Rabbinin izniyle, her an meyvesini verir. Öğüt alsınlar diye insanlara Allah böyle misaller veriyor. Kötü sözün haliyse, toprağın üstünden sökülmüş kötü bir ağaca benzer ki, kökü de yoktur..." Müfessirlerimiz, ayette geçen 'tayyib kelime/güzel söz' ifadesinin tevhide, 'habis kelime/kötü söz' ifadesininse şirke dair olduğunu haber veriyorlar. Hakikaten imanımızı hayatta aynen böyle buluyoruz. İman, elhamdülillah, durduğu yerde durmuyor. İnsan toprağına atıldığı anda bütün algılarını etkileyecek şekilde yeşeriyor, dallanıyor, meyveleniyor. Allah'ı nasıl bildiğimizle dünyamız da değişiyor, güzelleşiyor. Herşeyi Rahman'ın yarattığına imanlılar, Yunus Emre Hazretleri gibi "Kahrın da hoş, lütfun da hoş..." diyebiliyorlar. Veya İbrahim Hakkı Hazretleri gibi  "Mevlam görelim neyler, neylerse güzel eyler..." söyleyebiliyorlar. Çünkü Onu tanıyınca sevmemek asla mümkün olmuyor. O sevgi de her yaşattığını 'sevgilinin iltifatına' dönüştürüyor. Lezzetlendiriyor.

Mürşidim de bu sadedde diyor: "Kat'iyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en sâfi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir. Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar onsuz olamaz. Cenâb-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara, ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama mânen ve maddeten müptelâ olur..."

Sanki şu dünyaya 'anlamlar yüklemeye' gelmişiz arkadaşım. Yorumlamaya gelmişiz. Okumaya gelmişiz. Ve Hak Teala, yüklediğimiz anlamlara göre, ahiretimizi yaratacak. Yine mürşidimin ifadesiyle: "Burada meyve yersin, orada 'elhamdülillah' yersin." Bu dünyada elhamdülillah diyenler ahirette o elhamdülillahlarını vücudlanmış görecekler demek ki. Buradaki anlamlarıyla orada yeşerecekler. Evet. Cehennem ehli cehenneme layık adem/yokluk anlamları yüklemekte dünyaya. Cennet ehli de cennete yaraşır vücud/varlık anlamları vermektedir yaşadıklarına. Bunlar dünya imtihanımız üzerinden üretilip arşivlenmektedir. Farkındalığımız bir tür kurgu-kayıt hizmeti sunmaktadır. Peki sonrasında ne olacaktır?

Sonra bunlar vücud âlemine tekrar çıkarılacak. Maneviyatlar maddiyata dönüşecek. İlimler hakikate kalbolacak. Herkes odununu kendisi götürecek cehennemine. (Allah bizi onlardan olmaktan korusun.) Herkes nurunu elleriyle taşıyacak cennetine. (Allah bize onlardan olmayı nasip eylesin.) Tıpkı Pir Sultan Abdal'ın dediği gibi: "Cehennem dediğin dal-odun yoktur./Herkes ateşini kendin götürür."

İşte, arkadaşım, bu zaviyeden bakıldığında 'dünya hayat' bir 'oyun ve oyalanmaya' dönüşür gerçekten. Çünkü oyunlar böyle oynanır. Onlar bile-isteye kandırmacalardır. Çocuklar 'yalnız oyuncular için geçerli' anlamlar verebilirler nesnelere. Mesela: Bazen, tıpkı yeğenim Salih'in yaptığı gibi, toplar gezegenlere dönüşebilir. Bazen oyuncak ayı küçük kardeş olabilir. Bazense içinde hiçbirşey olmayan tencerelerde yemekler pişirebilirler. Hayalleri hem gerçektir hem değildir. Gerçektir, zira oyuncuları aksine inandıramazsınız. Değildir, zira hakikate vâkıf olanlar için gülünçtür. Sırr-ı imtihan da bizi böylesi bir 'çoklu gerçeklik dünyasına' uğratmıştır. Bin türlü şirk sanrısına bedel tevhidin de billurdan binbir türlü mertebesi vardır. Herkes mertebesince bir gerçeklikle muhatap olur. Herkes makamınca ağırlanır. Çocuklar da, şimdinin hakkını verebilirlerse eğer, büyüdüklerinde arzuladıkları rolleri oynayabilirler.

Johan Huizinga, Homo Ludens (Oyun İnsanı) isimli meşhur eserinde der ki: "Oyunu kabul etmek, ister istemez, ruhu da kabul etmek demektir. Çünkü özü ne olursa olsun, oyun, madde değildir. Hayvanlar âleminde bile oyun fiziksel varoluşun sınırlarını aşmaktadır. Dünyanın bütünüyle kör güçler tarafından yönetildiğini savunan bir dünya görüşünün perspektifinden baktığımızda oyun tamamen gereksizdir. Ancak ve ancak ruhun içeriye akışının 'evrenin mutlak determinizmini parçalamasıyla' oyun mümkün, tasavvur edilebilir ve anlaşılabilir olur. Oyunun varlığı evren içindeki konumumuzun mantıküstü doğasını sürekli doğrular. Hayvanlar oyun oynayabildiği için salt mekanik varlıklar olmanın ötesindedirler. Biz de oynuyoruz. Ve oynadığımızın bilincindeyiz. Öyleyse biz de salt akıllı varlıklar olmanın ötesindeyiz. Çünkü oyun irrasyoneldir." Kitabın sonlarına doğruysa şöyle güzel bir pencereye çevirir yüzümüzü: "İnsan zihni oyunun büyülü çemberinden ancak gözlerini yüce varlığa çevirerek kurtulabilir. Mantıksal düşünce pek uzağa gidemez. İnsan zihninin bütün hazinelerine ve tüm o parlak başarılarına baktığımızda şunu görüyoruz: Her ciddi akıl yürütmenin dibinde sorunlu bir tortu kalmaktadır. Yargılarımızın hiçbirinin nihai nitelikte olmadığını içten içe biliyoruz. Yargımızın sendelemeye başladığı bu noktada dünyanın ciddi olduğu hissi de sarsılmaya başlar. 'Herşey gelip geçici...' diyen eskilerin sözünün yerine daha olumlu 'Herşey oyun!' sözü kendini bize dayatır..."

"Dünya hayat bir oyun ve oyalanmadan başka birşey değildir..." buyuran En'am sûresi 'oyunun mahiyeti' üzerine düşünmeye sevkediyor bizleri. Dikkat kesilelim. Hem de çok dikkat. Kur'an-ı Mucizü'l-Beyan seçtiği kelimelerle daha nice sırlara işaret ediyor olabilir. O sırları aydınlatmaksa ancak ameliyat-ı tefekküriye ile mümkündür. Tefekkür de temel anlamları doğru yüklemekle ancak bağışlanan bir yoldur. Daha önce okuyanları okumalıyız ki okuyacaklarımızı da okuyabilelim. Daha önce okuyanları okumadan okuyacaklarımızı okuyamayız. Çünkü okumayı öğrenemeyiz. Bizden evvel okuyanların en büyüğüyse "Oku!" emrine muhatap olmuş Aleyhissalatuvesselamdır. O miraçta dahi gözü şaşmayandır. Gördüğünü karıştırmayandır. Hüda kendini bildirmek lütfûndan bizleri esirgemesin. Âmin. Âmin. Âmin.

22 Nisan 2022 Cuma

Durun siz balıksınız!

İman kabuğunun içerisindeki lübbü gösterir. Küfür ise lüb ile kabuğu tefrik etmez. Kabuğu aynen lüb bilir ve insanı cevherlik derecesinden kömür derecesine indirir." Mesnevî-i Nuriye’den.

İslam bizi kabuğumuzdan kurtarmak için indi arkadaşım. Kabuğumuzu reddetmedi. Yanlış anlama. Lakin ona münhasır kalmaktan da İslam'la korunduk. (Elhamdülillah.) Evet. Âdemiyet okyanusunun töresi başkaydı. Burada batanlar değil çıkanlar boğulurdu. Beşerîlik sığlıklarında tuzaklıydı. Dolayısıyla gaybından habersizler tehlikedeydi. Satıhtan ötesini bilmiyorlardı. Öyle ya: Derûnunu bilmeyen dalmayı nereden bilecek? Gavvas-ı Aziz aleyhissalatuvesselam geldi. Omuzlarımıza Hüda'nın emanetini bastırdı. Şefkat pençeleriyle eteklerimize asıldı. Peşinden çekti çoktan aşina edildiği dehlizlere. Miracının yol yol gölgesine sığındık. Böylece sırf yüzey-dünya için yaratılmadığımıza ayıldık. Hatta görünenin 'okunabilir de' olduğunu kavradık böylece. Madde manasının sezdirilmesiyle rahatladı. Kanundur. Anlamını bulan kararını da bulur.

Şimdi bizi tekrar yüzeye çağırıyorlar arkadaşım. Ahirzaman fitnesi. Yüzey fitnesi. Yüzeyine kapılan fitneye de kapılıyor. Sözgelimi: Tesettürün nasıl bir hikmetle emredildiğini anlamıyor. Kendisinin de bir yüzey olarak 'boğucu' olabileceğini veya bizzat kendisinin de yüzeyinde 'boğulabileceğini' kavrayamıyor. Cüneyt Özdemir Aleyna Tilki'yi eleştiriyor. Ne için? Daha çok yüzey için. Daha çok kulaç için. Yani yüzey yüzeye "Daha derinsel bir yüzeysellliğin olabilirdi!" diye sesleniyor. Yüzey de abisine şöyle cevap veriyor: "Senin de daha yüzeysel bir derinselliğin olabilirdi." Genişliği derinlik sanmak muğalatasından çıkıyor olay. Kimsenin kucağında nefes yok. Dizboyu fanilik. "Kimin boğulması karizmatik oldu?" Bunu tartışıyoruz.

Denizden pırıltı topluyorlar arkadaşım. Delirmiş kuyumcu gibi. Avuçladıkları anda yokoluyor hepsi. Birikmemesinden anlıyorsun. Fanilik birikmiyor. Ama Cüneyt Özdemir'in de Aleyna Tilki'nin de bundan endişelendikleri yok. Onların kavgası 'kuyumcunun pırıltı toplarken izlemesi gereken yol' üzerine. Cüneyt Özdemir diyor ki: "Avuçlarını nasıl kullanacağını öğretenler olsa daha estetik toplardın." Aleyna Tilki de yapıştırıyor ki: "Benimki gibi avuçların olsun da Bağdat'tan pırıltı gelir." Davullar gümgüm. Pehlivanlar peşrevde. Ekranda şenlik. Fakat bu masalda "Kral da kraliçe de çıplak!" diyecek kimse yok. Çünkü kralın da kraliçenin de çıplaklıkla ilgili bir endişesi yok. Yüzeyde hemfikirler onlar arkadaşım. Anlaşmazlık oranda.

Tesettür bir kadına/erkeğe yüzeyinden başka kaç şey olma imkanı verir? Bu sualin cevabını seninle ben tartışacağız. Çünkü eteklerimizden çeken elin sıcaklığını hâlâ hisseden biziz. Derinliğe dair anlatılanları da unutmadık. "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur!" fermanı (d)okunduğundan beri 'karizmatik boğulmalar' tatmin etmiyor bizi. Satıhta fanilik var. Ciğerimize su dolduruyoruz. Gidebilsek daha aşağılara ineceğiz. Konuşabilsek daha derinleri konuşacağız. Niyetimizin boyu amelimizden uzun. Yüzeydekiler halimizi boğulmak sanrılıyorlar. Biz de onlara kardeşane şöyle çığırıyoruz arkadaşım: "Durun siz balıksınız!"

10 Nisan 2018 Salı

Kimse kötülüğü anmakla iyi olmaz

Cenab-ı Hak, birşeyin varolmasını murad ettiğinde 'Ol!' der, o da oluverir. İsrafil efendimiz (a.s.) haşrin baharı geldiğinde bizi sûrla çağırır. Yağmur muhtaçlarına gürleyerek seslenir. Nebiler hakka sözle davet eder. Ezan namaz için çağrıdır. Ağlamak bebeklerin duasıdır. Nasihat iyilikleri diriltir. Üç harfliler anıldıkları yerlere gelir. Dilek maksuda kavuşturur. Bütün bunların bize fısıldadığı bir hakikat vardır. Çağırmak ile yaratılış arasında bir ilişki vardır. Dilemek ile yaratış arasında bir ilgi vardır. Anmak ile yaratılmak arasında bir alaka vardır. Varolanlar esasında hep yokluktan varlığa çağrılıdır. Sahipleri onlara emreder. Onlar da bu emre istisnasız itaat ederler.

Hatta bu noktada denilebilir ki: Zikrullahın dünyamıza eylediği de budur. İnsan, zikrullah vesilesiyle, dünyasında varolmasını (veya diri kalmasını) dilediği manaları çağırır. Anmakla ister. Çağrı cüzî iradenin küllî iradeye el açmasıdır. Tekrarı iradenin duada sebatıdır.

Hatırlamak manaların suyudur. Sulandıkça sağ kalırlar. Yâd edildikçe uzarlar. Hem Aleyhissalatuvesselam da buyurmuştur: İman kelime-i tevhidin zikriyle yenilenir. Bir annenin kaybolan yavrusunu inleye inleye çağırması gibi, mü'min de, hayata onlarla tutunabileceği manaların gönlüne akmasını ister. Ayrılık bitirir. Çünkü, Kur'an'da da buyrulduğu üzere, kalpler ancak Allah'ı zikretmekle tatmin olur.

Demek dilimizle büyük işler yapıyoruz aslında. Bütün bir gün konuştuklarımız, sadece ilgilendiğimiz şeyleri değil, çağırdığımız şeyleri de ifade ediyor. Hatta bugün kişisel gelişim kitapları dahi böyle tavsiyelerde bulunuyorlar: "Her sabah aynanın karşısına geçin ve on kere kendinize 'Başaracağım!' deyin." Veya psikoloji kitapları şöyle öneriyorlar: "Her sabah aynanın karşısına geçin ve on kere kendinize 'Ben mutluyum!' deyin." Müslümanlar da sünnet-i seniyye ile kendilerine taşınan mübarek kelimeleri/manaları okumakla benzeri birşey yapıyorlar. Herşeyi işitir bir Allah'a işitmeyi en çok sevdiği isimleriyle (yani Esmaü'l-Hüsna'sıyla) sesleniyorlar.

Mürşidim bir yerde diyor: "Eşyada olan asvat birer savt-ı vücuttur; 'Ben de varım!' derler." Sanırım tam da bu noktada durup kendimize sormamız gerekiyor: "Şu ağzımızdaki dille kime sesleniyoruz? Kalbimizle kimi çağırıyoruz? Aklımızla neyin yaratılmasını diliyoruz?" Ve hatta ilerisi: "Gün içinde yerli-yersiz anarak, bahsederek, zikrederek nelerin varlığına varlık katıyoruz?"

Evet. Bunu sormamız gerekiyor. Zira bugünlerde kötülüğü anmakla iyi olmak birbirlerine karıştırılıyor. Ne demek bu? Eleştirdiğim şu aslında: Medyada bir şekilde yer bulmuş her kem hâdiseyi tırnaklayıp, "İşte insanlık bu hale geldi!" paylaşımı yapanlar, aslında o kötülüğün giderimine dönük bir varlık sergilemiyorlar. Aksine, sesleriyle onun varlığına varlık katıyorlar, daha çok yerde duyulmasını sağlıyorlar. Bu da bulaşıcı çirkinliğin yayılmasını sağlıyor. Bedenini büyütüyor. Nasıl ki, üç harfliler anıldıkları yere geliyor, kötülük de sık anıldığı yere doğru meylediyor.

Allah'ın Settar ism-i şerifini bir de bu açıdan düşün arkadaşım. Bu ismin üzerinde rahmetin gölgesi var. Cenab-ı Hak, hem Settar olup ayıplarımızı örtmekle, hem de ahlak olarak bunu özendirmekle vücudunun yayılmasına yardım ettiğimiz kötülükleri küçültmeyi ders veriyor. Yani: Bir müslüman, kardeşinin ayıbını örtmekle bir iyilikte bulunmuş olmuyor sadece, başkalarına sirayet edebilecek bir yaranın büyümesini de engelliyor. Zira her duyulan öğreniliyor. Her sık duyulan ise normalleşiyor. Kötülüklerin bilinmesini, yayılmasını ve normalleşmesini engellemek ise, onları anmakla değil, vücudunu azaltmaya çalışmakla mümkün.

Peki o zaman nehy-i ani'l-münker nedir? Bence şudur: Biz kötülükten sakındırmayı dahi o kötülüğün vücudunu azaltmak için yaparız. Azaltabilirse yaparız. Attırdığını düşündüğümüz yerde tevakkuf ederiz. Setrederiz. Fasık-ı mütecahirin gıybetinin caiz olması da aslında onun kötülüğünü durdurmak içindir. Azaltmak içindir. Ancak bu niyetle geçerlidir. Daha çirkefleşecek durumlarda refleksimiz 'ateşi körüklemek' üzere değil 'söndürmek' üzeredir.

O halde, insan, ömrünü önüne alıp şöyle bir bakmalı: Neler çağrılmış? Neler dualanmış? Neler anılmış? Neler istenmiş? Neler sulanmış? Neler büyütülmüş? Neler beslenmiş? Her çağrılan şu veya bu şekilde dünyamızda varolmaya başlayacak çünkü. Seslerimiz gelecek vücudları etkileyecek. Çağrılarımız manaları diriltecek. Kırk gün 'kötü' dediğimiz kötü olacak. Kırk gün 'iyi' dediğimiz iyileşecek. Bedduamız dahi, varolmasına uygun şartlar bulamazsa ötemizde, dönüp bizde varolacak. Ben de kendime "Artık dikkat et!" diyorum arkadaşım. Suya bir taş attığında dalgaların nerede duracağını bilemezsin. En iyisi kötülerinden az at. Kötülüğü az yap. Kötülerini az an. Yoksa yoketmeye çalıştığının varlık sebebine dönüşebilirsin.

21 Nisan 2017 Cuma

Arrival'dan hakikat-i Muhammediye'ye (a.s.m.): Varlığın daireselliği üzerine...

"Sonunda hep Ona döndürüleceksiniz."
(Rum sûresi, 11)

2016 yapımı Arrival/Geliş filmi bize Hollywood'un metafiziği zayıf tepelerinden ilginç şeyler söyledi. Bende kalanları özetlersem: Neyin önce neyin sonra olduğu aslında 'ona nereden baktığınızla' ilgili birşeydir. Hayatınızın önce gibi görünen bir detayı sonranızın etkisiyle şekillenmiş olabilir. Sonra gibi görünen bir detayı öncenizi tetiklemiş olabilir. Modern fizik açısından bunun kuşatılabilir bir anlamı yoktur. Çünkü modern fizik determinizme dayanır. Determinizme göre ancak önceler sonraların yaratıcısıdır. Ancak nedenler sonuçların anasıdır. (Teolojilerindeki şirkin izdüşümü bir kastı varlıkta da tahayyül ederler.) Fakat ezel-ebed sahibi ve yarattıklarından aşkın bir Allah'a inandığınızda, yaratılışın her anı, varolduğu bütünle birlikte anlam kazanan ve ancak onlara yaslanmakla ayakta durabilen harflerden ibaret hale gelir.

Her ne kadar siz, yaratılışın içinde yeralarak, cümleyi 'henüz kuruluyor' gibi (Kitab-ı Mübin) görseniz de, aslında o cümle zamandan aşkın bir şekilde çoktan kurulmuştur (İmam-ı Mübin). Tıpkı Mülk sûresinin 14. ayetinde buyrulduğu gibi: "Yaratan bilmez olur mu hiç?" Bilmek yaratışın kudretten ve zamandan aşkın varoluşudur. Hep varolan varlığıdır. Bunun kadere iman ile de bir ilgisi var. Kadere iman ettiğimizde, biz, aslında varlığın şahit olduğumuz kısmını aşan 'zaman üstü yanına' iman etmiş oluruz. Çünkü cümle anlamlıdır. Güzellik, hikmet, rahmet, nizam, sanat, adalet... her biri bu anlamın farklı renkteki delilleridir. Anlam ise, cümleyle aynı anda değil, kurulmasından önce varolan birşeydir. Hadi bunu kusurlu bir örnekle daha anlaşılır kılalım:

Kalınca bir sözlükteki kelimelerin tek tek yazıldığı binlerce kağıtla dolu büyükçe bir kavanoz düşünelim. Determinizme göre; varlık, ancak süreç içinde ve sürecin kendisi tarafından yaratılabileceği için, rastgele çekilen kelimelerin veya karıştırırken kavanozdan düşenlerin oluşturacağı cümlenin ister-istemez anlamlı olacağı iddiasında bulunur. Fakat, kadere iman, kavanozdaki hangi kağıtta hangi kelimenin yazılı olduğunu önceden bilen birisinin seçimleriyle ancak anlamlı cümlelerin kurulabileceğini söyler. Hangisi haklıdır? Tecrübe etmek serbest. Yüz tane kelimeyle deneyelim bunu. Hatta elli kelimeyle. Sanıyorum yapacağımız denemelerin tamamı kadere imanı haklı çıkarır. Evet, anlamlı bir varoluş, ancak anlamın önceden bilinip parçaların ona göre seçilmesi/yaratılması ile mümkündür.

İşte burada kader-yaratılış arasındaki ilişki ile Arrival filminin bize öğütlediği bakış açısı barışıyor. Hatta mezkûr filmin böyle bir dersi neden 'dil' üzerinden verdiği de daha anlaşılır oluyor. Çünkü cümle anlamın en küçük yapıtaşıdır. 'Ol!' demekle irade edilen anlamın sonucudur 'oluveren' şey. Biz anlamlı bir cümleyi kurabilmek için o cümlenin anlamının daha önce zihnimizde/kalbimizde varolmasına muhtacız. O anlamın bütünlük içinde varoluşu ile o bütünlüğe yakışır bir cümle kurabiliriz. Cümlenin sonunda dile gelen anlam, aslında, varlıktaki hiyerarşi açısından cümleden öncedir. Yani; bir açıdan onun tohumu iken, diğer açıdan meyvesidir. Varlıktaki bu dairesellik, en büyük boyutunda kader ile önümüze çıkarken, daha küçük boyutlarda tohum-ağaç-meyve, düşünülen anlam-kurulan cümle-söylenilen anlam, tasarlanan sanat-üretilen eser-gösterilen sanat üzerinden de okunur.

Harflerin kendi başlarına içerdikleri tek anlam kendileridir. Bir kelimenin içinde kendilerinden daha aşkın birşeyler ifade etmeye başlarlar. Sonra bir cümle içinde kelimedeki hallerinden daha aşkın şeyler söylerler. Sonra bir metin içinde söylediklerinin sayısı artar. Fakat anlamın önceden varoluşu, tıpkı Arrival filminde dikkatimizin çekildiği gibi, varlığın sıralamasını da altüst eder. Mürşidimin tabiriyle; varlık, 'tecezzi kabul etmez bir küll'dür. Herşey birbiriyle aynı cümlenin parçaları gibi ilgilidir. Sonra gelen kelimenin varlık amacı, önceki kelimeyle değil sadece, bütün metinle ve metinden önceki anlamla açıklanabilir.

Şunun bir benzerini şiir yazanlarınız çok yaşamıştır: Bazen, en güzel mısra ilk akla gelendir de, şiirin ortalarında veya sonunda yeralır. Şiirin geri kalanı ona göre döşenir. Romancılar da iyi bir son veya kurgu keşfettiklerinde bunu yaparlar. Kurgunun o köşesine veya o şatafatlı sona gelene kadar yazılanlar, aslında, tasarım olarak onlardan sonra varolmuşlardır. Ancak siz romanı elinize aldığınızda önce oraları okursunuz. Arrival gibi filmler ise böylesi öncelik-sonralık ilişkilerinin sinemadaki şeklini gösterirler bize. (Burada yazar ancak filmi izleyenlerin anlayabileceği birşeye atıf yaptı.)

Şimdi bir sıçrama yapalım. Mürşidim miracı andığı bir yerde diyor ki: "Ey müstemi! Şu acip kâinat-ı azîme bir insanın cüz'î mahiyetinden halk olunmasını istib'âd etme. Bir nevi âlem gibi olan muazzam çam ağacını, buğday tanesi kadar bir çekirdekten halk eden Kadîr-i Zülcelâl, şu kâinatı nur-u Muhammedîden (aleyhissalâtüvesselâm) nasıl halk etmesin veya edemesin? İşte, şecere-i kâinat, şecere-i tûbâ gibi, gövdesi ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için, aşağıdaki meyve makamından, tâ çekirdek-i aslî makamına kadar nuranî bir hayt-ı münasebet var. İşte, Mirac, o hayt-ı münasebetin gılâfı ve suretidir ki, zât-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm o yolu açmış, velâyetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-yı ümmeti, ruh ve kalble, o cadde-i nuranîde, Mirac-ı Nebevînin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidatlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar..."

Bahis uzun. Haber verdiği döngü harika. Bize 'varlığın dairesel yolculuğunu' hakikat-i Muhammediye üzerinden ders veriyor. 'Levlake levlak...' sırrıyla kulak aşinası olduğumuz birşey bu. Devamında diyor ki mürşidim:

"Hem sabıkan ispat edildiği üzere, şu kâinatın Sânii, birinci işkâlin cevabında gösterilen makàsıd için, şu kâinatı bir saray suretinde yapmış ve tezyin etmiştir. O makàsıdın medarı zât-ı Ahmediye (a.s.m.) olduğu için, kâinattan evvel Sâni-i Kâinatın nazar-ı inâyetinde olması ve en evvel tecellîsine mazhar olmak lâzım geliyor. Çünkü birşeyin neticesi, semeresi evvel düşünülür. Demek, vücuden en âhir, mânen de en evveldir. Halbuki, zât-ı Ahmediye (a.s.m.) hem en mükemmel meyve, hem bütün meyvelerin medar-ı kıymeti ve bütün maksatların medar-ı zuhuru olduğundan, en evvel tecellî-i icada mazhar, onun nuru olmak lâzım gelir."

Birşeyin neticesinin/semeresinin ondan evvel düşünülmesi... Vücuden en ahir olanın manen en evvel oluşu... Bunlar işte benim size yazı boyunca anlatmaya çalıştığım şeyler. Allah'ın ezelî oluşu da aslında bize bunu anlatıyor. Allah, elbette yarattığı zamanın öncesinde bir yerde değil, ondan aşkın. Ressam resminin içinde hapsolmaz. Allah için yaratılış cümlesinin kurulmamış bir yanı yok. Gelecek-geçmiş, öncelik-sonralık, neden-sonuç... Bunlar zamanın parçası olan ve içinde ancak bir miktar varolan bizlerin dertleri, sınırları.

"Hem ezel, mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel, mazi ve halve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uçta hayyül edip, ona 'ezel' deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir."

Fakat mürşidim elbette benden güzel anlatıyor. Çünkü o, aynı hakikati, güzeller güzeli aleyhissalatuvesselamın örnekliğinde izah ediyor. Onun isminin anıldığı herşey güzelleşir. Çünkü; ism-i şerifi sayesinde, harfimiz, içinde varolduğu cümlenin anlamıyla buluşur. Dairenin iki ucu birbirine kavuşur. Ona çokça salavat getirmemizin bir sırrı da budur. Parça bütünün anlamını hatırlar/hatırlatır. Bu sırrı kavrayamanların, salavat-ı şerifenin faziletini diline dolayanların veya 'Levlake levlak...' tılsımına itiraz edenlerin kulakları çınlasın. İlla gavurlar filmini çekince mi bazı şeylere iman edecekler?

24 Ocak 2017 Salı

Peki acılarımızı nereye bırakacağız?

"Ben şemsiye taşırsam yağmur yağmaz. Çünkü ateistim./Hayır, efendim, siz tanrıya inanıyorsunuz, ama sizi sevmediğini düşünüyorsunuz." Sonsuzluk Teorisi filminden...

Düşmanın oldum. Çünkü sana yaklaşmanın başka bir yolunu bulamadım. Sevgidendi küsmelerim. Yüzünü gülümserken kendime çekemedim. Bari kaşların çatıkken bana baksın istedim. Öfkeleniyorsun. Ne kötü. Öfkeleniyorsun. Ne güzel. Bir cinnet bu hallere düşürdü beni. İyiyi kötüden ayırmama engel olan bir cinnet. Sadece ilgi isteyen ve bu ilginin şekli konusunda aklını yitirmiş bir cinnet. İstediği şekilde karşılık bulamayınca bulunabilecek tüm karşılıklara tamah eder bir cinnet. Zincirleri kopmuş. Ümidi sönmüş. 'Güzelliğin zulme çaldığı sınır'ı çoktan geçmiş. Artık güzelliğin kendisi bizzat ona zulüm. Her ihsan bir itham. İyiliğin de, tıpkı kötülük gibi, yokolmasını istiyor.

Şimdi, güzellik adına ne bağışlasan, yeni bir mahrumiyeti çağrıştırıyor. Cennete farkındalık cehennemi arttırıyor. Yoksulluğa bir yoksunluk daha katıyorsun her varoluşunla. Varlığının her rengi yokluğun yeni bir şekline dönüşüyor. Hafıza işkence. Hiçlik bile artıyor. Yokluğunun varlığı artmasın diye varlığının yokolmasını diliyorum. Zalim bir şekercisin. Kalbim bir çocuk. Kolay kandırıyorsun. Eline veriyorsun. Elinden alıyorsun. Elinde durdurmuyorsun. Tadının güzelliğinden dil de perişan oluyor. Ayrılık yaman. Gülizarın senin olsun. Her koparıp sunduğun çiçek soluşuna şahit olayım diye yapılmış bir işkence gibi...

İşte birikmiş tüm deliliklerin aslı budur. Bir 'umduğunu bulamamak'tır tüm husumetlerin önsözü.

Allahsız Allah'a neden düşman olur? Mürşidim bu sadedde diyor ki: "İnsan, sevdiği ve kıymetini takdir ettiği bir cemâl-i mutlaktan ebedî ayrılmaktan gelen derin yarasını, ancak ona adâvetle, ondan küsmekle ve onu inkâr etmekle tedavi edebilir. İşte, kâfirlerin Allah'ın düşmanı olması bu noktadan ileri geliyor." Yani kâfiri Allah'a düşman eden aslında ona duyduğu sevgi. Hatta biraz daha ileri gitsek göreceğiz ki: Düşmanlıklarımız aslında düşmanlık ettiklerimize duyduğumuz sevginin sûretinin değişmesi.

"Evet, insan bilmediği şeye düşman olduğu gibi, eli yetişmediği veyahut tutamadığı şeylerin adâvetkârâne kusurlarını arar, adeta düşmanlık etmek ister..." Başka bir kitapta da 'öfkenin vaktinde ifade edilemeyen başkaca duyguların bozulmuş hali olduğunu' okumuştun. Söyleyeceklerin vardı da söyleyemedin mi? Rahatsız olduğun şeyler vardı da zamanında ifade edemedin mi? İşte, son kullanma tarihini geçirmekten bozuldu onlar, öfkeye dönüştü. Şimdi kaşlarını çatarak ifade ediyorsun. Bardağı taşıran son damlalar diğer damlaları görmezden gelmenden güç buldular. Haklarını vermedin. Duygusal borcunu ödemedin. Yağ iken zehir oldular. Şaşırma şimdi. Bu işin öncesi onlardı.

Açlığını çektiğin, arzuladığın, hatta çılgınca muhtaç olduğun şeyler istediğin şekilde eline geçmeyince düşmanlaşmaya başlıyorsun. Neden mi? Çünkü düşmanlık da bir ilgi. Arzulamakla ele geçmeyen ilgiyi düşmanlıkla elde etmiş oluyorsun. Arzu karşılık bekler ama husumetin karşılık görmeye de ihtiyacı yoktur. Kiniyle tatmin olur. Düşmanlık, düşmanın düşmanlığa muhtaç değildir. Sevgiden farklı olarak muhatabından müstağni (ihtiyaç duymayan) bir ilgidir. Kur'an da buyurmuyor mu: "Gerçek şu ki: İnsan kendini kendine yeterli görerek (müstağni sanarak) azar." Husumet de kendini sevdiğinden müstağni kılmanın bir yoludur.

Modern Ezberlerin Sonu kitabı nakleder ki: “(...) Amerikalı düşünür Benjamin Wiker, ateizm ile ‘hedonizm’ (hazcılık) arasındaki ilişkiyi vurgular. Hazcılık, Eski Yunan düşünürü Epikür’le başlayan bir akımdır. Epikür, özetle ‘İnsanın hayattaki tek hedefi, haz almak ve acıdan kaçmak olmalıdır’ der. Bu ise Epikür’ü ateizme götürür. ‘Tanrı fikri, bize ahlaki sınırlamalar getirmekte ve zevklerimizi kısıtlamaktadır’ diyen düşünüre göre, ateizm ‘hayatın tadını çıkarmanın’ yoludur. Kısacası ‘hakikat’ değil, ‘haz’ aradığı için varmıştır ateist dogmaya...

Ateistler üzerine yapılan başka araştırmalar da, önemli bir kısmının, yaşadıkları büyük acıların ardından bu kararı aldıklarını ortaya koyuyor. Diğer bir kısmı da dünyadaki acıları anlamladıramadıkları için tanrıya düşman oluyorlar. (Savaşlar neden var? Çocuklar neden ölüyor? Açlık neden yokolmuyor? Ben neden sakatım? Ben neden çirkinim? Ben neden yoksulum? Hayat neden bu kadar zor?) Sanırım dert az çok aynı: Acılarımızı nasıl anlamlandıracağız? Mutluluğa aç insanın acılarını/boşluklarını koyabileceği bir yer var mı? Bu noktadan bakıldığında Hastalar Risalesi gibi metinlerin, sadece hastalıklarla değil, acılarla yüzleşmek adına incelikli okumalara ihtiyaç duyduğu ortaya çıkıyor. Zira mürşid, bir açıdan da, kendi acılarını doğru yere koyabilendir. Böylece size de onları koyacağınız yerleri gösterir. Bardakta damla biriktirmemek için bunu başarmaya muhtacız.

31 Ağustos 2015 Pazartesi

Baklavanın fıstığı...

Müzeyyin olan Allah varlığı nasıl süslüyor? Sadece renkle, kokuyla, tatla mı? Hayır, hayır... Allah varlığı en çok hayatla süslüyor. Nereye baksanız onun boy vermeye, varolmaya, ortaya çıkmaya çalıştığını görüyorsunuz. Tatlı bir yaramazlıkla, her yerdeler. Her taşın altından, buldukları her toprak parçasından, buzdolabında uzun süre beklemiş yemekten, hatta çöplerin içinden fışkırıyorlar. Evet, biz, yani canlılar (ve özellikle de insan) kainatın en güzel süsleriyiz. Baklavanın üstündeki fıstıklar, dondurmanın üzerindeki çikolata sosu, pastanın üzerindeki krema biziz. Süsleme/tezyin öyle birşeydir ki, her ne yaparsan yap, en sonunda yaparsın onu. Yani pasta bitmeden pasta süslenmez. Baklava pişmeden üstüne fıstık serpilmez. İnsanın dünyaya gelenlerin sonuncusu olması, bizim de bu baklavanın fıstığı olduğumuzu gösteriyor. Baklava bizimle güzel, ama (hâşâ) Ustası bize mecbur değil. Kemalin tamamlayıcı bir parçasıyız, ama Usta'nın mecburiyeti değiliz. Samed olan o. Yani herşey ona muhtaçken hiçbir şeye muhtaç olmayan.

"Hayatta hissiyat suretinde kaynayan memzuç nakışlar, pek çok esmâ ve şuûnât-ı zâtiyeye işaret eder, gayet parlak bir surette Hayy-ı Kayyûmun şuûnât-ı zâtiyesine âyinedarlık eder."

Daha kibirli zamanlarımda, muhtemelen ilkgençlik dönemimde, böyle bir varlık algısını kabullenmek tahttan düşmüş krala benzetirdi beni. Öyle olduğumu düşünmek istemezdim. İnsan 'bağlayıcı' ve 'olmazsa olmaz' olmadığını duyduğunda epey bir sarsılıyor. Öyle olduğu hissettirildikçe de huzuru artıyor. (Özellikle âşıklar bu sözümü iyi anlarlar.) 'Olmasa da olur' olmak daha güzel birşeyde varolmanın güzelliğini bilmeyenler için ölümden de beterdir. Bu yüzden evladı için yaşamayı anne olmayan bir kadın anlayamaz. (Âşık bir kadının eşinden duymak istediği söz 'Sen benim herşeyimsin'sin iken sıra oğluna geldiğinde dediği şudur: 'Yeter ki sen mutlu ol!') Yahut da sahabilerin Allah Resulü aleyhissalatuvesselam için sıkça söyledikleri 'Anam babam sana feda olsun ya Resulallah!' sözünü. Çünkü bu, varlık sırrına eriştir. Asıl varolması gerekenin sen olmadığını kabul, adına varolduğunun ellerine kendini teslimdir. Annen ve baban değildir seni asıl vareden. Seni vareden Allah'tır. Resul de ancak ondan dolayı kıymetlidir.

Ne diyordum? Ha, önceleri bu ikincil konuma iniş beni epey bir rahatsız ederdi. Ne yani? 'Olmasa da olur' isem hakikaten bir zaman gelecek de olmayacak mıydım? İnsana 'olmasa da olur' olduğuna inanmak, yani Samed olanın yalnızca Allah olduğuna inanmak böylesi bir sebepten zor geliyor. Sanıyor ki, olmasa da olurluğunu kabul aynı zamanda olmayacağını kabuldür. Bu, Allah'ın rahmetini unutup sadece Samediyetine bakan bir aklın düşebileceği bir çukurdur/korkudur. Bu çukuru/korkuyu aşabilmek onun Rahman ve Rahim olduğunu hatırlamakla mümkündür.

Bence 'besmele'nin böylesi bir fonksiyonu da var. Yani Rahman ve Rahim isimlerini unuttuğunuz anda Allah hakkında tefekkürünüzde bir yeis/ümitsizlik hâkim olmaya başlıyor sizde. Bir karamsarlık. Çünkü yüceliği 'ilgisizlik' nedeni sanıyoruz bizler. Allah'ı kendimiz gibi sanıyoruz. Ki insan yüceldikçe(!) çevresindeki insanlara ayırabildiği vakit azalır.

Tıpkı İşaratü'l-İ'caz'da dendiği gibi: "Evet, vâcibi mümkine kıyas etmekten, pek garip ve gülünç şeyler çıkar." Düşünsenize: O kadar büyük ki. O kadar yüce ki. O kadar muhteşem ki. O kadar... O kadar... O kadar... Kelimelerin anlatmaya kifayet etmediği o, âlemlerin Rabbi, sizi neden kâle alsın? Sizi neden önemsesin? Sizin varlığınızla neden ilgilensin? Subhanallah'ın ardından gelen Elhamdülillah biraz da bu hatırlayışın sevinci. Evet, o Subhaniyet makamında, ama aynı zamanda Rahman ve Rahim. Merhamet etmeyi seviyor. Sizi sevindirmeyi seviyor. Sizin varlığınızı seviyor. Ne diyor Bediüzzaman: "Ebedînin sâdık dostu ebedî olacak." Böylece yürek Allah'ın yüceliğini tefekkürü içinde yalnızlık korkusundan kurtuluyor. Kanaatimce: Vahidiyet içindeki Ehadiyeti bize en net gösteren iki isim Rahman ve Rahimdir. Onları pek severiz. Doğrudan Allah'ın bize olan ilgisini anımsattığı için.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...