harf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
harf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Nisan 2017 Cuma

Arrival'dan hakikat-i Muhammediye'ye (a.s.m.): Varlığın daireselliği üzerine...

"Sonunda hep Ona döndürüleceksiniz."
(Rum sûresi, 11)

2016 yapımı Arrival/Geliş filmi bize Hollywood'un metafiziği zayıf tepelerinden ilginç şeyler söyledi. Bende kalanları özetlersem: Neyin önce neyin sonra olduğu aslında 'ona nereden baktığınızla' ilgili birşeydir. Hayatınızın önce gibi görünen bir detayı sonranızın etkisiyle şekillenmiş olabilir. Sonra gibi görünen bir detayı öncenizi tetiklemiş olabilir. Modern fizik açısından bunun kuşatılabilir bir anlamı yoktur. Çünkü modern fizik determinizme dayanır. Determinizme göre ancak önceler sonraların yaratıcısıdır. Ancak nedenler sonuçların anasıdır. (Teolojilerindeki şirkin izdüşümü bir kastı varlıkta da tahayyül ederler.) Fakat ezel-ebed sahibi ve yarattıklarından aşkın bir Allah'a inandığınızda, yaratılışın her anı, varolduğu bütünle birlikte anlam kazanan ve ancak onlara yaslanmakla ayakta durabilen harflerden ibaret hale gelir.

Her ne kadar siz, yaratılışın içinde yeralarak, cümleyi 'henüz kuruluyor' gibi (Kitab-ı Mübin) görseniz de, aslında o cümle zamandan aşkın bir şekilde çoktan kurulmuştur (İmam-ı Mübin). Tıpkı Mülk sûresinin 14. ayetinde buyrulduğu gibi: "Yaratan bilmez olur mu hiç?" Bilmek yaratışın kudretten ve zamandan aşkın varoluşudur. Hep varolan varlığıdır. Bunun kadere iman ile de bir ilgisi var. Kadere iman ettiğimizde, biz, aslında varlığın şahit olduğumuz kısmını aşan 'zaman üstü yanına' iman etmiş oluruz. Çünkü cümle anlamlıdır. Güzellik, hikmet, rahmet, nizam, sanat, adalet... her biri bu anlamın farklı renkteki delilleridir. Anlam ise, cümleyle aynı anda değil, kurulmasından önce varolan birşeydir. Hadi bunu kusurlu bir örnekle daha anlaşılır kılalım:

Kalınca bir sözlükteki kelimelerin tek tek yazıldığı binlerce kağıtla dolu büyükçe bir kavanoz düşünelim. Determinizme göre; varlık, ancak süreç içinde ve sürecin kendisi tarafından yaratılabileceği için, rastgele çekilen kelimelerin veya karıştırırken kavanozdan düşenlerin oluşturacağı cümlenin ister-istemez anlamlı olacağı iddiasında bulunur. Fakat, kadere iman, kavanozdaki hangi kağıtta hangi kelimenin yazılı olduğunu önceden bilen birisinin seçimleriyle ancak anlamlı cümlelerin kurulabileceğini söyler. Hangisi haklıdır? Tecrübe etmek serbest. Yüz tane kelimeyle deneyelim bunu. Hatta elli kelimeyle. Sanıyorum yapacağımız denemelerin tamamı kadere imanı haklı çıkarır. Evet, anlamlı bir varoluş, ancak anlamın önceden bilinip parçaların ona göre seçilmesi/yaratılması ile mümkündür.

İşte burada kader-yaratılış arasındaki ilişki ile Arrival filminin bize öğütlediği bakış açısı barışıyor. Hatta mezkûr filmin böyle bir dersi neden 'dil' üzerinden verdiği de daha anlaşılır oluyor. Çünkü cümle anlamın en küçük yapıtaşıdır. 'Ol!' demekle irade edilen anlamın sonucudur 'oluveren' şey. Biz anlamlı bir cümleyi kurabilmek için o cümlenin anlamının daha önce zihnimizde/kalbimizde varolmasına muhtacız. O anlamın bütünlük içinde varoluşu ile o bütünlüğe yakışır bir cümle kurabiliriz. Cümlenin sonunda dile gelen anlam, aslında, varlıktaki hiyerarşi açısından cümleden öncedir. Yani; bir açıdan onun tohumu iken, diğer açıdan meyvesidir. Varlıktaki bu dairesellik, en büyük boyutunda kader ile önümüze çıkarken, daha küçük boyutlarda tohum-ağaç-meyve, düşünülen anlam-kurulan cümle-söylenilen anlam, tasarlanan sanat-üretilen eser-gösterilen sanat üzerinden de okunur.

Harflerin kendi başlarına içerdikleri tek anlam kendileridir. Bir kelimenin içinde kendilerinden daha aşkın birşeyler ifade etmeye başlarlar. Sonra bir cümle içinde kelimedeki hallerinden daha aşkın şeyler söylerler. Sonra bir metin içinde söylediklerinin sayısı artar. Fakat anlamın önceden varoluşu, tıpkı Arrival filminde dikkatimizin çekildiği gibi, varlığın sıralamasını da altüst eder. Mürşidimin tabiriyle; varlık, 'tecezzi kabul etmez bir küll'dür. Herşey birbiriyle aynı cümlenin parçaları gibi ilgilidir. Sonra gelen kelimenin varlık amacı, önceki kelimeyle değil sadece, bütün metinle ve metinden önceki anlamla açıklanabilir.

Şunun bir benzerini şiir yazanlarınız çok yaşamıştır: Bazen, en güzel mısra ilk akla gelendir de, şiirin ortalarında veya sonunda yeralır. Şiirin geri kalanı ona göre döşenir. Romancılar da iyi bir son veya kurgu keşfettiklerinde bunu yaparlar. Kurgunun o köşesine veya o şatafatlı sona gelene kadar yazılanlar, aslında, tasarım olarak onlardan sonra varolmuşlardır. Ancak siz romanı elinize aldığınızda önce oraları okursunuz. Arrival gibi filmler ise böylesi öncelik-sonralık ilişkilerinin sinemadaki şeklini gösterirler bize. (Burada yazar ancak filmi izleyenlerin anlayabileceği birşeye atıf yaptı.)

Şimdi bir sıçrama yapalım. Mürşidim miracı andığı bir yerde diyor ki: "Ey müstemi! Şu acip kâinat-ı azîme bir insanın cüz'î mahiyetinden halk olunmasını istib'âd etme. Bir nevi âlem gibi olan muazzam çam ağacını, buğday tanesi kadar bir çekirdekten halk eden Kadîr-i Zülcelâl, şu kâinatı nur-u Muhammedîden (aleyhissalâtüvesselâm) nasıl halk etmesin veya edemesin? İşte, şecere-i kâinat, şecere-i tûbâ gibi, gövdesi ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için, aşağıdaki meyve makamından, tâ çekirdek-i aslî makamına kadar nuranî bir hayt-ı münasebet var. İşte, Mirac, o hayt-ı münasebetin gılâfı ve suretidir ki, zât-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm o yolu açmış, velâyetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-yı ümmeti, ruh ve kalble, o cadde-i nuranîde, Mirac-ı Nebevînin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidatlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar..."

Bahis uzun. Haber verdiği döngü harika. Bize 'varlığın dairesel yolculuğunu' hakikat-i Muhammediye üzerinden ders veriyor. 'Levlake levlak...' sırrıyla kulak aşinası olduğumuz birşey bu. Devamında diyor ki mürşidim:

"Hem sabıkan ispat edildiği üzere, şu kâinatın Sânii, birinci işkâlin cevabında gösterilen makàsıd için, şu kâinatı bir saray suretinde yapmış ve tezyin etmiştir. O makàsıdın medarı zât-ı Ahmediye (a.s.m.) olduğu için, kâinattan evvel Sâni-i Kâinatın nazar-ı inâyetinde olması ve en evvel tecellîsine mazhar olmak lâzım geliyor. Çünkü birşeyin neticesi, semeresi evvel düşünülür. Demek, vücuden en âhir, mânen de en evveldir. Halbuki, zât-ı Ahmediye (a.s.m.) hem en mükemmel meyve, hem bütün meyvelerin medar-ı kıymeti ve bütün maksatların medar-ı zuhuru olduğundan, en evvel tecellî-i icada mazhar, onun nuru olmak lâzım gelir."

Birşeyin neticesinin/semeresinin ondan evvel düşünülmesi... Vücuden en ahir olanın manen en evvel oluşu... Bunlar işte benim size yazı boyunca anlatmaya çalıştığım şeyler. Allah'ın ezelî oluşu da aslında bize bunu anlatıyor. Allah, elbette yarattığı zamanın öncesinde bir yerde değil, ondan aşkın. Ressam resminin içinde hapsolmaz. Allah için yaratılış cümlesinin kurulmamış bir yanı yok. Gelecek-geçmiş, öncelik-sonralık, neden-sonuç... Bunlar zamanın parçası olan ve içinde ancak bir miktar varolan bizlerin dertleri, sınırları.

"Hem ezel, mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel, mazi ve halve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uçta hayyül edip, ona 'ezel' deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir."

Fakat mürşidim elbette benden güzel anlatıyor. Çünkü o, aynı hakikati, güzeller güzeli aleyhissalatuvesselamın örnekliğinde izah ediyor. Onun isminin anıldığı herşey güzelleşir. Çünkü; ism-i şerifi sayesinde, harfimiz, içinde varolduğu cümlenin anlamıyla buluşur. Dairenin iki ucu birbirine kavuşur. Ona çokça salavat getirmemizin bir sırrı da budur. Parça bütünün anlamını hatırlar/hatırlatır. Bu sırrı kavrayamanların, salavat-ı şerifenin faziletini diline dolayanların veya 'Levlake levlak...' tılsımına itiraz edenlerin kulakları çınlasın. İlla gavurlar filmini çekince mi bazı şeylere iman edecekler?

14 Aralık 2016 Çarşamba

Allah bağımlılık yapar mı?

"İman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar." Münazarat'tan

Sırf birşeyler yazmak için yazmak mümkün mü? (Nasıl sorarsın? İşte yapıyorsun ya!) Galiba bu kalem işi bende biraz bağımlılık halini aldı. Müsekkin alır gibi yazıyor ve okuyorum. Okudukça ve yazdıkça sakinleşiyorum. Bir tür kitap/kalem terapi. Her gün bir miktar onlarla ilgilenmek, bana, 'bir işe yaramışım' gibi hissettiriyor. Asıl bağımlılığım o demek ki. Bir işe yaramaya mecbur yaratılmışım. Mecbur da denmemeli belki buna. Birşey olmaya muhtaç yaratılmışım. Lezzet de alıyorum çünkü. Kendisinden ibaret kalmaması gereken. Başkasına/ötesine işaret etmek üzere yaratılan. Yani ki, mürşidimin ifadesiyle, harf olarak yaratılan. Mana-i harfî... Kendi başına anlamsız. Bir kelime bulmalı.

Hiç sağa sola bakmaya gerek yok. O arızalı benim. Benden fazlasına işaret ederek son bulmamışsa günüm, gecesinde, boğulur gibi hissediyorum. İçine kaynayacağı ve onunla kendinden ötesi olacağı kelime bulamamış, cümle kuramamış harfim sıkılıyor. Bir yerlerden kendimi atasım geliyor. Mekanlara sığamıyorum. Duvarlara kızıyorum. "Bir su bulsam da elbiselerimle birlikte içine atlasam!" diyorum. İşte, o yüzden size, Allah'tan bahsetmeye ihtiyacım var. Çünkü Allah'tan bahsetmekle kendim olmaktan veya kendimden ibaret kalmaktan kurtulacağım. Allah, güzel isimlerini fikrimize lütfetmekle, bizi, kendimizde boğulmaktan kurtarmıştır. Talim-i esma Âdem'in (a.s.) kurtuluşudur. Ondan haberdar olmak, daha ilk farkındalık anından itibaren, hayat kurtaran bir nimettir. Bir cansimididir. Bir tutunacaktır. Kur'an'daki ifadesiyle sapasağlam bir kulptur. Kopmaz bir halattır. Cinnetin eşiğinden keskince bir dönüştür.

Allah bilmekle bitmeyecek olandır. Ona dair marifetin sonu yoktur. Ve biz bu sayede sınırlarla dolu dünyamızın kenarından düşmeyiz. Ayakları dünyaya basan, ama aklı ve kalbi dünyaya sığmayan insan, ancak böyle bir 'gayba' iman etmekle ferah bulabilir. Gayba imanın insanda yaptığı ilk etki özgürlüktür. Siz hürriyeti 'istediğini yapmakla' veya 'istemediğini yapmamakla' ölçebilirsiniz. Ben böyle yapmam. Eylemelerime değil bilişlerime yüklenirim. Esaretimi 'kendimden ibaret kalmakla' veya 'dünyadan ibaret kalmamakla' ölçerim.

Eğer herşey yaşadıklarımdan ibaretse, yaşamakla geçen zamanın, hür veya esir, hiçbir anlamı yoktur. Nihayetinde ölüm gelir ve hepimizi yokluğun esiri eder. Kendince hür olan ve kendince esir olan yoklukta eşitlenir. Ancak Allah varsa, ki vardır, o zaman kavram olarak 'hürriyet'in ele alınır bir tarafı olabilir. Çünkü Allah'ın varlığını bilmekle gayba iman edilmiş olur. Gayb, bize, bu dünyanın beş duyu organımızla algıladığımızdan ibaret olmadığını söyler. Demek ötesi de vardır. Buradan sonsuzluğa bir kapı açılır. Sonsuzluğun olduğu yerde yaşanır ancak hakiki hürriyet. Dünyamıza sonsuzluğun teşrifi ancak Allah'ın marifeti ile olur. Sonsuz olan birşeye iman ettiğimizde gerçek anlamda özgürlükten bahsedilebilecek bir alana sahip oluruz.

Onu bilişinin ve Onu bilmemizin sonu yoktur. İşte özgürüz. Onun ihsanının ve bizim muhtaçlığımızın sınırı yoktur. İşte özgürüz. Onun yaratış kudretinin ve bizim yaratılışa açlığımızın sınırı yoktur. İşte özgürüz. Özgürlük atı, kibirde değil, ancak sonsuz esmaü'l-hüsnanın dilenciliğinde kendisini hür hisseder. Münacaat-ı Veysel Karanî'nin (r.a.) okudukça ruha genişlik veren sırrı da budur belki. Bediüzzaman'ın tercüme edişiyle nakledeyim: "Yâ İlâhenâ! Rabbimiz Sensin. Çünkü biz abdiz. Nefsimizin terbiyesinden âciziz. Demek bizi terbiye eden Sensin. Hem Sensin Hâlık. Çünkü biz mahlûkuz, yapılıyoruz. Hem Rezzâk Sensin. Çünkü biz rızka muhtacız; elimiz yetişmiyor. Demek bizi yapan ve rızkımızı veren Sensin. Hem Sensin Malik. Çünkü biz memlûküz. Bizden başkası bizde tasarruf ediyor. Demek Malikimiz Sensin. (...) Ve hâkezâ, bütün mevcudatın, küllî ve cüz'î herbirisi birer Veysel Karânî gibi, bir münâcât-ı mâneviye suretinde bir âyinedarlıkları var. Acz ve fakr ve kusurlarıyla kudret ve kemâl-i İlâhîyi ilân ediyorlar."

İnsan, Allah'ı bilmekle ne elde eder? Bana öyle geliyor ki; işte, evvelce bunu elde eder. Biz Allah'a dair konuştuğumuz her anda bu farkındalıkla rahatlarız. Çünkü sonsuzluktan haberdar yaratılmış içimizdeki şeyler, haberdar oldukları, ancak vuslatına eremedikleri sonsuzluğun esintisine şu marifet ile ererler. Gaybın farkındalığında koşmak üzerine yaratılmış ruhumuz, dünya ahırından, madde ağılından memnun değildir. Önüne ne koysanız huysuzlanır. Tatmin olmaz ve sıkılır. Coşmak ister. Taşmak ister. Gayba iman etmediği sürece o alan açılmaz önünde. Acizdir. Fakirdir. Allah'a iman ettikten sonra dağlarını tanır. Ayaklarının sekerek bitiremeyeceği vadileri görür. Gözü doymadan gönlü doyar. Öyle ya, insan, ancak sonsuzluğun varlığını bilmekle tok olur. Belki bu yüzden Kur'an-ı Hakîm darlanmış ruhumuza şifa şifa fısıldar: "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur..." Yazmakta ve okumakta beni rahatladan da bu galiba. At sakinleşiyor. Dünya dünyadan ibaret değil. Şükür ki, ben de kendimden...

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...