Ezel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ezel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Haziran 2023 Çarşamba

TENET'in 'gör' dediği...


"Zaman 'Herşey bir anda olmasın' mekansa 'Hepsi bizim başımıza gelmesin' diye var."

Susan Sontag


Bunu bir ISO uzmanından dinlemiştim. (Yoksa 'ISO danışmanı' mı demeli?) Bir kültürün hassasiyetlerine hâkim olmadan orada pazarlama/reklam faaliyeti yapmanın sakıncalarına dair bir tebliğdi yanlış hatırlamıyorsam. Uzatmayayım. Hikâye odur ki: Coca Cola, Arap coğrafyasına yeni girdiği dönemlerde, bir reklam afişi hazırlatmış. Afişte soldan sağa olaylar şöyle cereyan ediyormuş: 

1. Sahne: Kahramanımız çölde sürünüyor. 2. Sahne: Kola makinesine uzanmaya çalışıyor. 3. Sahne: Kolayı içiyor. 4. Sahne: Çok mutlu oluyor... Fakat, evdeki hesap çarşıya uymamış, afişin afişe edilmesinden sonra satışlar düşmüş. Eh, elmecbur, neden böyle olduğunu araştırmaya başlamışlar. Neticede öğrendikleri şu olmuş: Araplar, Amerikalıların aksine, yazıları sağdan sola doğru okunduğu için, afişleri de aynı yönde anlamayı tercih ediyorlarmış. Ve onların algısıyla değerlendirince hikâye büsbütün değişiyormuş. Nasıl? 1. Sahne: Kahramanımız çok mutlu. 2. Sahne: Kola içiyor. 3. Sahne: Kola makinesinden korkarak uzaklaşıyor. 4. Sahne: Kahramanımız çöllerde sürünmeye başlıyor.

Kıssadan çıkarılacak ilk ders: Kimse içince sürüneceği vâdedilen bir ürünü tüketmez. İkinci ders: Oryantalizm olmadan sömürgecilik de olmaz. (Cemil Meriç merhumun ifadesiyle: Oryantalizm sömürgeciliğin keşif koludur.) Karşınızdakinin algılama şeklini bilmezseniz algısını yönetemezsiniz. Üçüncü ders (ki yazımızın asıl konusunu bu oluşturuyor): Neden-sonuç ilişkileri aslında şahit olanın yaratılışı algılama şeklinden ibarettir. Soldan sağa algılayan birisi için neden-sonuç ilişkileri bir hiyerarşi oluşturur. Fakat sağdan sola algılayanlar için bambaşka bir hâdiseler zinciri vardır. Bu mekansal anlamda böyle olduğu gibi zamansal bağlamda da böyledir. Bir filmi geriye sararak izlediğinizde, eğer filmin kurgusu da buna elveriyorsa, neyin-neye neden olduğu konusunda kafanız bir hayli karışabilir.

İzleyenler hemen hatırlayacak: 2020'de TENET isminde bir film gösterimdeydi. Filmin kurgusu, hiçkimseyi ileri-geri almaya mecbur etmeyecek şekilde, yukarıda arzetmeye çalıştığım metaforu somutlaştırıyordu. Konusuna gelelim: Âdemoğlu maddeye zamanda ileri-geri yaptırmanın bir yolunu bulmuştu. Aynı süreci kendisine uyguladığında olayları da, tıpkı bir filmi geri sarıyormuş gibi, evvele doğru yaşıyordu. Tam bu noktada çok ilginç birşeye şahit oluyordunuz. Zamanı terse doğru yaşarken sonuçlar neden, nedenlerse sonuç haline geliyordu. Acaba siz ateş ettiğiniz için mi kurşun tabancadan çıkıyordu? Yoksa kurşun tabancaya döneceği için mi ateş ediyordunuz? (Filmde 'zamanda geri giden mermi' diyaloğunu izleyenler göndermeyi anlayacaklar.) Tabii bu noktada, esas oğlanımızın şaşkınlıkla ifade ettiği gibi, "Sebep sonuçtan önce gelir!" kesinliği yıkılıp gidiyordu. Yerine şu söyleniyordu: "Bu yalnızca bizim zaman görüşümüz." Eğer zamanı tersine şekilde yaşayan birileri varsa onlar hiçbirşeyi böyle algılamayacaktır. Bulutlardan yağdığı için yağmur olmaz. Yerden su yağdığı için bulut oluşur.

Japon fizikçi Michio Kaku, Einstein'dan Ötesi isimli eserinin 'Zamanda Geriye Gitmek' bölümünde, şöyle birşey anlatıyor: "Feynman, 1940'ların başlarında, hâlâ Princeton Üniversitesi'nde bir lisansüstü öğrencisiyken, antimaddenin yapısına ilişkin yeni bir yorum geliştirdi. (...) Örneğin: Bir elektronu bir elektrik alanı vasıtasıyla ittiğimiz zaman, diyelim ki sola doğru hareket ediyor olsun. Eğer elektron zaman içerisinde geriye gidiyor olsaydı, sağa doğru hareket edecekti. Bununla beraber, sağa doğru hareket eden bir elektron, bize negatif değil, pozitif yüklü bir elektron olarak görünecekti. Dolayısıyla, zamanda geriye giden bir elektronun zamanda ileriye giden antimaddeden ayırt edilmesi olanaksızdır. Başka bir deyişle, Carl Anderson'un kozmik ışın deneyleri sırasında fotoğrafını çektiği, sanki pozitif bir yüke sahipmiş gibi davranan elektron, aslında zamanda geriye gitmekteydi."

Atomaltı âleme indiğinizde herşey hareketten ibaret bir hale geliyorsa, yani birşeyin zamanda geriye-ileriye gittiği hareketin yönünden ibaret birşey oluyorsa, o zaman hareket tersine çevrildiğinde nesnenin zamandaki yolculuğu da tersine evrilir. "Bilim bilimkurgudan daha gariptir!" diyen yazarımız böyle birşey anlatıyor sanki. Ahmed kardeşinizse 'ezeliyet' üzerinden meseleye yaklaşınca başka şeyler de düşünüyor. En doğrusunu Allah bilir. Fakat tam şimdi Kader Risalesi'nden yardım almam lazım: 

"Şu sırrın keşfi için şu misale bak: Senin elinde bir âyine bulunsa, sağ tarafındaki mesafe mazi, sol tarafındaki mesafe müstakbel farz edilse, o âyine yalnız mukabilini tutar. Sonra o iki tarafı bir tertiple tutar, çoğunu tutamaz. O âyine ne kadar aşağı ise o kadar az görür. Fakat o âyine ile yükseğe çıktıkça mukabil dairesi genişlenir. Git gide, bütün iki taraf mesafeyi birden, bir anda tutar. İşte, şu âyine, şu vaziyette, onun irtisamında, o mesafelerde cereyan eden hâlât birbirine mukaddem, muahhar, muvafık, muhalif denilmez. İşte, kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadisin tabiriyle, manzar-ı âlâdan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata eder bir makam-ı âlâdadır. Biz ve muhakemâtımız onun haricinde olamaz ki, mazi mesafesinde bir âyine tarzında olsun."

Evet. Biz âdemoğulları/kızları kendi sınırlarımız içerisinde yaşıyoruz. Hayatımıza dahil olan nesneleri de sınırlarımızla yaralayarak algılıyoruz. Bizim için bir öncelik-sonralık var. Zira bizim başka türlüsünü beceremediğimiz okuma şeklimiz bu. Bununla varlığa gönderilmişiz. Kabımız küçük. Bütünü kaldıramıyor. Parçalara ayırıyor. Ancak bu okuma şekli acaba varlığın aslına ne kadar isabet ediyor? Tamam. Her tohum ektiğimizde ağaç oluyor. Tamam. Her ittiğimizde nesneler ötemize gidiyor. Tamam. Yağmur bulutlardan aşağıya akıyor. Fakat işin atomaltı boyutuna indiğinizde bütün bu süreçler yaratılışın bizzat kendisi oluyor mu? Yoksa sadece hilkati bizim algılayış şeklimiz mi böyle? 

Sözgelimi: Zamanı farklı yaşayan canlılar da varsa şu âlemde, ki olabilir, onlar için bizim kurduğumuz zaruret ilişkileri ortadan kalkmıyor mu? Onlar olanları daha başka şekilde, belki daha başka zaruret ilişkileri eşliğinde, algılamıyorlar mı? Bizim için sebep olan onlar için sonuç olmuyor mu? Onlar için sonuç olan bizim için sebebe dönüşmüyor mu? Bütün bu okumalar bir şekilde ilk temsildeki göz alışkanlıklarına benzemiyor mu? (Arap ile Amerikalı âlemi göz alışkanlıkları eşliğinde kavrıyorlar. Görsellerden farklı dizilimler eşliğinde etkileniyorlar.) Materyalistin nazarında maddeyi giderek kalınlaştıran 'kendi okuma şeklini varoluşun yegane şekli sanmak' değil mi? Halbuki, aksine, mü'min gayba iman ediyor. Aşkınlığa açık duruyor. 'Allah' diye kendisindeki bütün sınırlardan münezzeh bir varlığı kabulleniyor. 'Ezel' diye bir makama inanıyor. Orası öyle bir makam ki bizim için varolan algılama sorunları/sınırları ortadan kalkıyor. Olmuş-olacak, sebep-sonuç, geçmiş-gelecek bir görünüyor. Sonrası öncesine mecbur olmuyor. Öncesi sonrasını zaruret kılmıyor. Çünkü hepsi aynı anda manzaraya sığıyorlar. Zaman-mekan manzarayı bir anda nazarına sığdıramayanlar acizler için var. 

Evet, arkadaşım, Cenab-ı Hak mahlukatını 'mahluk arızalarından müberra olarak' biliyor, görüyor, yaratıyor. İş bu zemine geldiğinde sebep-sonuç ilişkileri anlamsızlaşıyor. Yaratış için bir mecburiyet oluşturamıyor. Ancak 'iktiran birlikteliği' görünüyor. Ve insan olan insan özüne itiraf ediyor: Kadere iman etmek yaratılışı bu düzeyde kavrayacak inceliğe erişmek için de lazımdır. Sebep-sonuç bağlayıcılığından kurtulmuş bir hilkat görüşü kazanmak ancak 'ezel' gibi bir makamı kavramakla mümkün olur. Bu kavrayışı elde edemeyenler maddede boğulur. Çünkü madde müptelasını 'onu algıladığı şekilde' boğar. Reşha görürsen göğe çıkarsın. Taş görürsen altında kalırsın. Ortası yoktur.

27 Haziran 2022 Pazartesi

Peki ya Bediüzzaman Kur'an'ı neden bitiremedi?

Bediüzzaman'ın Risale-i Nur'da neden bütün ayetleri tefsir etmediği üzerine bir tartışmadan sonra Prof. Dr. Bilal Saklan Hoca'nın Muhaddis Sûfiler isimli eserinde rastladım şu bilgiye: "Ebu'l-Abbâs hergün bir hatim indirir. Ramazanlarda ise bir günde üç hatme çıkardı. Yalnız onun Kur'an'dan istinbat niyetiyle yaptığı hatim on küsur sene sürdü. Vefat ettiğinde bu hatmi tamamlayamamıştı." Dalgınlaştım biraz bu satırlardaki hikmet üzerine. "Demek" dedim. "Ayete nasıl bir niyetle müracaat edersen onu buluyorsun. Damlaları sayayım dersen damlalar sayılıyor. Deryasına doyayım dersen deryasının dibi bulunmuyor."

Sonra A'râf sûresinin 203. ayeti dikkatimi celbetti arkadaşım. Hani orada 'hâżâ besâiru min rabbikum' buyruluyor. Birçok meal çalışmasında bu ifadeye "Rabbinizden gelen basiretlerdir!" karşılığı verilmiş. (İçlerinde Diyanet İşleri, Diyanet Vakfı, Hayrat Neşriyat vs.'nin de bulunduğu ondan fazla meal çalışmasının ortak karşılığı denilebilir.) İşte bu karşılık kalbimi alıp Risale-i Nur'dan bazı bahislere götürüyor:

"Kur'ân-ı Hakîmin kelâm-ı ezelîden gelmesi ve bütün asırlardaki bütün tabakat-ı beşere hitap etmesi hasebiyle, mânasında bir câmiiyet ve külliyet-i harika vardır. İnsandaki akıl ve lisan gibi, bir anda yalnız bir meseleyi düşünmek ve yalnız bir lâfzı söylemek gibi cüz'î değil, göz misillü muhît bir nazara sahip olmak gibi, kelâm-ı ezelî dahi bütün zamanı ve bütün tâife-i insaniyeyi nazara alan bir külliyette bir kelâm-ı İlâhîdir. Elbette Onun mânâsı, beşer kelâmı gibi cüz'î bir mânâya ve hususi bir maksada münhasır değildir. Bu sebepten, bütün tefsirlerde görünen ve sarahat, işaret, remiz, îma, telvih, telmih gibi tabakalarla müfessirînin beyan ettikleri mânâlar, kavaid-i Arabiyeye ve usul-ü nahve ve usul-ü dine muhalif olmamak şartıyla, o mânâlar, o kelâmdan bizzat muraddır, maksuddur."

Kuantum fiziğine ilgi duyanlar 'dalga hareketi' ile 'tanecik hareketi' arasındaki farka aşinadırlar. Meşhur Çift Yarık Deneyi de mesmuatlarındandır. Gözlemcinin nazarı nasıl birşeyse nesnenin hareketini etkiler sanki. Hayret ki hayret. Fakat müslümanlar buna şundan evvel aşinadır: "Ameller niyetlere göredir."

Metne geri dönelim. "Göz misillü muhît bir nazara sahip olmak!" Nedense iktibasın mecmuundaki hakikat bana mezkûr 'basiret'in tefsiri gibi geliyor. Şimdi soracaksın haklı olarak: "Kur'an ayetleri nasıl basiret olur?" Ben de diyeceğim ki: "Kur'an'ın sözlerine göz nazarıyla bakarsan bu sırrı kavrayabilirsin." 

Söz yalnız söyleyeceğini söyler. Gözse görebileceklerinin hepsine kasteder. Manzarayı sarar. Hatta bu eşikten İşaratü'l-İ'caz'daki şu metne de bir parça yaklaşabilirsin: "İnsanların fehimlerine göre Cenâb-ı Hakkın hitâbâtında yaptığı bu tenezzülât-ı İlâhiye insanların zihinlerini hakaikten tenfir edip kaçırtmamak için İlâhî bir okşamadır. Bunun için, müteşabihat denilen Kur'ân-ı Kerimin üslûpları, hakikatlere geçmek için ve en derin incelikleri görmek için, avâm-ı nâsın gözüne bir dürbün veya numaralı birer gözlüktür."

Demek biz Kur'an'dan söz değil göz alıyoruz. Onlar, söze benziyorlar, ama elbette beşer sözü gibi değiller. Sözümsü gözler onlar. Sözün söylediği bitebilir. Ama gözün gördüğü bitmiyor. Yahut da şöyle söylemeli: Eğer Kur'an'ın sözlerine göz nazarıyla bakarsak hakiki basiretine eriyoruz. Onun manasındaki külliyet, sözü sözde bitirmemekle, bir bakış açısı (hatta yaşam açısı) kılmakla inkişaf ediyor. 

Belki insan idrakiyle Kur'an'a bu hizmeti de veriyor. Evet. Suya atılan taş dalga başlatır. Kuma atıldığında bu olmaz. Taşı sinesine alacak yumuşaklık lazımdır dalga için. Lâtif kalpler Kur'an'ın nücumuna su hizmeti de veriyor olamaz mı? Canını, ömrünü, nazarını, tefekkürünü, zamanını kelamullahla yoğurarak yaşayan bir tefsir oluyor yani insan. Sırf okumak değil bu. Metnin içinde yaşamak. Metinle yaşamak. Gönlüne basmak onu. Kevnî ayetler ile kelamî ayetlerin arasında berzah olmak. İkisini birbirine kendi âleminde dokumak. İkisine birden dokunmak. Ayeti okumaktan aşkın olarak onu başımızın üstünde, gözümüzün önünde, gönül gözünde taşımak. Niçin? Herşeyi o okusun diye. O okuyup bize aslını söylesin. 

Bizde görünsün. Biz aradan çıkalım. Biz 'ben' olarak azalalım. Reşha olalım. Hakikat güneşini görünce buharlaşalım. Biz eksiğiz çünkü. Biz sınırlıyız. Bizde yalnız basar var. Basiret basardan üstündür. Evet. Göz yalnız gördüğünü bilir. Basiret görülmeyenleri de sezer. Kur'an bizi söz değil göz sahibi yapıyor. "Mü'minin ferasetinden çekinin. Çünkü o Allah’ın nuruyla bakar!" hadisi belki biraz da bunun müjdecisi. Ve belki Kur'an'ın sözünün göz olduğunu düşünenlerin ömürleri de hatimlerinin sonuna gelmeye yetmiyor. Bu onların/eserlerinin eksikliğinden değil. Kaşık okyanusa kastettiğinden. Öyle ya. Yetirebilir mi hiç arkadaşım?

21 Ekim 2019 Pazartesi

Zekeriya aleyhisselam susunca biz ne işittik?

Genelde maddelerin donarken hacimleri küçülür. Suyunkiyse aksine artar. Bu sayede göller/nehirler dipten değil üstten donarak sinelerindeki hayatı korurlar. Normalde bir 'yanıcı' ile 'yakıcı'nın biraraya gelişi yangına sebep olur. Ama Hidrojen ile Oksijenin hukuku başkadır. Kardeşlikleriyle 'söndürücü' suyun varlığına hizmet ederler. Esasında kainatta bulunan metallerin erime ısısı epeyce yüksektir. Sıvı olmaya çok sıcak bakmazlar. Pardon. Asıl ancak çok sıcakken (b)akarlar. Ama cıva bundan istisnadır. Böylece termometrelerimize güzelce bir hizmet eder.

Arkadaşım, hayret edersin, sanki her nerede bir kanun var yanıbaşında kardeşceğizi bir istisnası da vardır. Hatta o istisna öyle yerinde/gerekli bir istisnadır ki âkil olan şaşkınlıktan damağını şaklatır. En doğrusunu Allah bilir elbette. O varlığın bütününü gören 'ezel' makamının sahibidir. O makamda olmuş-olacak ayrımı yoktur. Hepsi bir 'Ol!' emrinin içindedir. Zamandan aşkındır. Biz, yani zamana mahkûm olanlar, kendi parçamızın rızkını kovalıyoruz. Mukayyet oluşumuz nedeniyle herşeyi sınırlarımıza buluyoruz. Bulandırıyoruz. Bunalıyoruz. Manzara, değil varolurken, yalnız gözlerimizde karışıyor. Karıştırıyoruz. Çünkü sığmıyor. Çünkü saramıyoruz.

Yarımlıklara 'şer' diyoruz. Tamamlananlara 'hayır' namını takıyoruz. Tamamına varıncaya kadar her 'hayır' gözümüzde 'şer' kalıyor. Bizi bu yanılgıdan ancak vahy-i ilahî kurtarıyor. Göremediğimiz bütünlüğün haberlerini veriyor. Çözemediğimiz yarımlıkları çözmeyi öğretiyor. Hikmetini bilince 'yaşananın şahitliğimizden ibaret olmadığını' sezinliyoruz. Böylece 'âlem-i şahadette' yani 'şahit olunanlar âleminde' yani 'parçalar âleminde' yaşayan bizler, bir lütf-i ilahî ile, parçalanmıyoruz. Parçalanan varsa 'ezel'in sahibinden gelen haberlere kulak tıkayanlardır.

Zekeriya aleyhisselamın sessizliğini düşün mesela. Kalbinin kulaklarında çın çın çınlasın. Hani Âl-i İmran sûresinin 40. ayetinde kısa bir mealiyle buyruluyor: "Zekeriyya: 'Rabbim!' dedi, 'bana ihtiyarlık gelip çattığına, üstelik karım da kısır olduğuna göre, benim nasıl oğlum olabilir?' Allah şöyle buyurdu: 'İşte böyledir; Allah dilediğini yapar.'" Ve 41. ayette şöylece ekleniyor:

"Zekeriyya: 'Rabbim! (Oğlum olacağına dair) bana bir alâmet göster' dedi. Allah buyurdu ki: 'Senin için alâmet; insanlara, üç gün, işaretten başka söz söylememendir. Ayrıca Rabbini çok an, sabah akşam tesbih et.'" Bazı müfessirler bu 'konuşamama'nın Zekeriya aleyhisselamın 'hiçbir fiziksel eksiği olmadığı halde bunu başaramaması' olduğunu söylüyorlar. Allahu'l-a'lem. Bana da bu mana sıcak görünüyor. Çünkü biliyorum. Mürşidim söylemişti. Bir kanunun kırılabileceğinin delili kırılan başka kanunlardır. Ne zaman bir 'sıradışılık'la tanışsak o bize bir/birçok 'istisnayı' tanıtır. Kardeşlerinden haber verir. Mucizelerin bir hikmeti de budur.

Hani, yine mürşidim, 'İsa aleyhisselamın babasız dünyaya gelmesi' konusunda şüphesi olanlara der: "Nusûs-u kat'iye ile Hazret-i İsâ aleyhisselâm pedersiz olduğu kat'iyyeti varken, tenâsüldeki bir kanunun muhâlefetini gayr-ı mümkün telâkki etmekle, vâhî te'vilât ile bu metin ve esaslı hakikati değiştirmeye teşebbüs edenlerin sözüne ehemmiyet verilmez ve ehemmiyete değmez. Çünkü, hiçbir kanun yoktur ki, şüzuzları ve nâdirleri bulunmasın ve hâricine çıkmış fertleri bulunmasın. Ve hiçbir kaide-i külliye yoktur ki hârika fertler ile tahsis edilmesin."

Bunun kainatta da birçok örneği vardır. Hatta, değil derinlikli okumalarla, ortaokul-lise seviyesindeki biyoloji bilgisiyle bir insan 'eşeysiz üreme' diye birşeyin varlığını bilir. Bitkilerde/hayvanlarda varolan nümunelerini tanır. Hatta bazen 'eşeyli' bazen 'eşeysiz' çoğalabilen canlıların varlığını yakinen biliriz. İşte bu tür misallerle Cenab-ı Hakkın verdiği ders açıktır: "Bu kanunu, bakınız, ne kadar kolay kırıyorum. Birçok örneğini görüyorsunuz. Bilimadamları bulup öğretiyorlar. O halde bu kanunu başka bir yerde daha kırabileceğimden neden şüphe ediyorsunuz? Neden İsa aleyhisselamı babasız yaratabileceğime şaşıyorsunuz?"

Bediüzzaman da sözünün devamında der: "Hem her baharda gözümüzle gördüğümüz, yüz bin envâın kısm-ı âzamı, hadsiz efradları, kanun-u tenâsül hâricinde—yaprakların yüzünde, taaffün etmiş maddelerde—o kanun hâricinde îcâd edilir. Acaba mebdeinde ve hattâ her senede bu kadar şâzlarla yırtılmış, zedelenmiş bir kanunu, bindokuzyüz senede bir ferdin şüzûzunu akla sığıştıramayan ve nusûs-u Kur'âniyeye karşı bir te'vîle yapışan bir akıl, kaç derece akılsızlık ettiğini kıyâs et."

İşte bence 'sapasağlam iken konuşamamak' da Zekeriya aleyhisselamla verilen bir derstir. Bir kanununu kırabilen Allah her kanununu kırabilir. Çünkü yalnızca bir kanunun kırılması bile 'hikmeti iktiza ettiğinde' kanunlarını iptal edebilecek bir Allah'ın varlığını öğretir. Demek, hâşâ, Allah kanunlarının esiri değildir. Mucib-i bizzat değildir. Allah'ın böyle bir Allah olduğunu anladıktan sonra sarsılmaz sandığımız yasaların ne engel olabilirliği vardır? Yoksa onların Allah'tan hariç, hâşâ, gücü mü vardır? Sırf yazılmış olmakla, cümle, yazarını kendisini değiştirmekten alıkoyabilir mi? Bu paragrafta belki yirmi kelimeyi değiştirdim. Ne engelledi? "İşte böyledir, Allah dilediğini yapar!" Sözde müessiriyetlerimiz de Allah'ı anlamaya kapı olur.

Mürşidim mezkûr metnin finalinde der: "O bedbahtların kanun-u tabiî tâbir ettiği şeyler, emr-i İlâhî ve irâde-i Rabbâniyenin küllî bir cilvesi olan âdetullah kanunlarıdır ki, Cenâb-ı Hak, o âdâtını bazı hikmet için değiştirir. Herşeyde ve her kanunda irâde ve ihtiyârının hükmettiğini gösterir. Hârikulâde bazı fertlerde hark-ı âdât eder."

Evet. Binler kere 'evet.' Kaideler ve onları bozan istisnalar sayısınca 'evet.' Her yasayı belirleyen yasa, her yasanın üstündeki yasa, her yasayı değiştirebilecek yasa, Cenab-ı Hakkın şe'n-i Rububiyetidir. Şânıdır. Esmaü'l-Hüsna'sıdır. Onun neyi/nasıl yaratacağını bizim çıkarımlarımız değil onun yaratış ahlakı belirler. İster Zekeriya aleyhisselamı sapasağlam iken susturur, ister kısır eşinden Yahya sahibi yapar, isterse de Meryem annemizi İsa aleyhisselama babasız kavuşturur. Arkadaşım, haddini bil, okumayı zor-bela başardığın küçüğün küçüğü parçalar üzerinden bütünün sahibine racon kesemezsin. Ancak vahyinde söylediğini alırsın. Çünkü o, bizim okuduğumuzdan çok, kendisinin haber verdiği gibidir. Elhamdülillah. Elbette.

22 Ağustos 2019 Perşembe

Gökyüzü kaderin nasıl delili olur?

Bu da "Üstlerindeki göğe bakmazlar mı?" sual-i Kur'anîsi hakkında düşünürken hatırıma gelen birşey arkadaşım. Daha doğrusu: Hatırıma 'bahşedilen' birşey. Evet. Öyle ya! Nihayetinde dikkatimiz de ancak bir duadan ibarettir. Tefekkürümüz dilenciliğimizdir. Akıl mendilini böyle açar. Bir fikrin kafamızda/kalbimizde yoktan yaratılışı kimi zaman varlığın yoktan yaratılışından daha açık görünür. Kainatın 'bigbang'i bir defaysa ilhamımızın 'bigbang'leri herandır. Yani: Bir an önce habersiz olunan birşey bakarsınız aniden farkedilir olur. Bilinir olur. Görülür olur. Bizde yok iken varolur. Bu da bir tür yoktan yaratılış değil midir? Aynen. Benimkisi neyle ilgiliydi peki? el-Cevap: Göğün, sadece Allah'ın varlığının-birliğinin-büyüklüğünün değil, kaderin de bir delili olduğu üzerineydi. Arkadaşım, şöyle bir eşikten adımlamaya başlarsak, bir parça muvaffak olabiliriz zannederim. Tevfik Haktandır. Fehmimize yardımı Ondan dileriz.

Hani hakkında okumalar yaptıysan bilirsin: Sema müthiş mesafeler âlemidir. Işığın bile koşuşturmaktan yorgun düştüğü, güzelim güneşimizin dünyaya ancak sekiz dakikada haber yollayabildiği, en yakınımızdaki yıldızdan bilmem kaç yıl sonra haberdar olabildiğimiz bir genişliktir uzay bize. Üstelik bu iş öyle bir derecededir ki akıl tamamını anlamaktan aciz kalır. Uzağın arkasında uzak, ırağın arkasında ırak, gurbetin arkasında gurbet vardır. Güneşin hemen solundaki kardeşinin bize ulaşması belki de kırkbin yıl sürmüştür. Hatta bilimadamları derler ki: Işığı hâlâ ulaşmamış bir sürü yıldız da vardır. Varlardır ama görülmemişlerdir. Işıkları bir bardak su içip soluklanmadan milyonlarca yıldır bize doğru koşmaktadır. Bazılarınınsa ışığı ulaşmaktadır fakat kendileri çoktan yokolmuştur. Yani varlıklarının ışığı ulaşmış ama yokluklarının karanlığı henüz gelmemiştir. Bu nedenle bu yok kardeşleri de varlarmış gibi algılarız. Tıpkı, Allah saklasın, güneşimiz şimdi yok olsa bunu ancak sekiz dakika sonra anlayacağımız gibi.

Hülasa-i kelam: Gözümüzün tanışlığı ışığa mecbur olduğu için bilişimizin usûlü de ışığa tâbidir. Bize haberi kırk yılda ulaşan yıldızın malumumuz olan ahvali kırk yıl öncesinindir. Kırkbin yılda gözümüze teşrif edenin seyrettiğimiz sûreti kırkbin yıl evvelinindir. Daha hızlısını bilmemekten en hızlı şey sandığımız ışığın korkunç mesafeler karşısında katmerli bir kaplumbağa kesilişi gözün algıladığı ile aslında olan arasına nüanslar bırakır. Ancak bu nüanslar yine hikmetlidir. Öğreticidir. Gereklidir. Zira yine ancak bu nüanslar sayesinde insan aynı sahneye bakarken farklı farklı zamanları bir anda müşahade eder. Kırk yıl öncesinin manzarası kırkbin yıl öncesininkine karışır. Hepsi ‘şu anda oluyormuş gibi’ görünür. Yani, arkadaşım, semaya baktığımızda aslında kuşatamayacağımız kadar çok zaman dilimine aynı anda bakarız. Bir milyon yıl öncesi ile bir yıl öncesi aynı fotoğraftadır o anda. Nesneler arasındaki mesafe farklılıklarının tamamı artık âdemoğlu açısından farklı zaman dilimlerinin şahitliğinde dönüşmüştür.

Peki bu şahitlik bize ne kazandırıyor? Kanaatimce: Bu şahitlik bize öncelikle ‘ezel’i anlamakta bir parça yardımcı oluyor. Elbette bu yardım ancak ‘olabilirliğe’ açık bir kapı bulmakla fehmimize kazandırdığımız rahatlıktır. Hakikatini anlatmaz. Yalnız bir işaret eder. Fakat böylesi işaretler insanın gönlünü imana yaklaştırmakta faydalıdır. 'Olabilirliği' bir kerecik seyretmek şüpheleri bir hayli azaltır. Bu yüzden kurduğumuz bağı anacağız. Lakin, ona geçmeden, mürşidimin yaptığı ‘ezel’ tarifini burada anmak istiyorum: "Ezel, mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel, mazi ve hal ve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uç tahayyül edip, ona 'ezel' deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir."

Yani: Biz, kaderin lazımlarından birisi olan 'ezel'i, Cenab-ı Hakkın herşeyin sonradan ne olacağına karar verdiği bir 'zaman içi öncelik' gibi görmüyoruz. Biz onu bir tür 'zamanüstülük' olarak tarif ediyoruz. Zira zamanı da yaratan O olduğuna göre elbette sınırlarından/kayıtlarından münezzehtir. Öncesinde bir yerde durup sonrasında neler olacağını tahmin etmez. Tahminine göre işlerin yürümesine mecbur etmez. Evet. Öncelik-sonralık dediğimiz şeyler bize göre öncelik-sonralıktır. Cenab-ı Hak varlığı böyle müşahade etmez. Ya? O olmuş-olacak, gelmiş-gelecek, yaşanmış-yaşanacak herşeyi bir anda görür. Varlığın zaman diye birşeyle muhatap oluşu sınırlarından kaynaklanır. İnsan gözü mekanı sınırlı bir şekilde algılayabildiği için algıladığı parçaları birbirine zamanla bağlar. 'Önce bunu gördüm, sonra şunu gördüm, sonra onu gördüm'e çevirir.

Mürşidim tarifin devamında bu mevzuu açar şekilde diyor: "Senin elinde bir âyine bulunsa, sağ tarafındaki mesafe mazi, sol tarafındaki mesafe müstakbel farz edilse, o âyine yalnız mukabilini tutar. Sonra o iki tarafı bir tertiple tutar, çoğunu tutamaz. O âyine ne kadar aşağı ise, o kadar az görür. Fakat o âyine ile yükseğe çıktıkça, o âyinenin mukabil dairesi genişlenir. Git gide, bütün iki taraf mesafeyi birden, bir anda tutar. İşte, şu âyine, şu vaziyette, onun irtisamında, o mesafelerde cereyan eden hâlât birbirine mukaddem, muahhar, muvafık, muhalif denilmez. İşte, kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadisin tabiriyle, manzar-ı âlâdan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata eder bir makam-ı âlâdadır. Biz ve muhakemâtımız onun haricinde olamaz ki mazi mesafesinde bir âyine tarzında olsun."

İşte bence "Üstlerindeki göğe bakmazlar mı?" ayeti bize tam da bu noktada büyük bir hakikati ders veriyor. Sahi, arkadaşım, biz üstümüzdeki göğe baktığımızda aslında ne görüyoruz? Bir anı değil mi? Evet. Biz aslında anların fotoğrafını çekiyoruz. Herşeyi nazarımızda 'şimdi'leştiriyoruz. Fakat, yukarıda anlattıklarımızdan hareketle düşünecek olursak, aslında çektiğimiz fotoğraf anın değildir. Orada on yıllardan yüzyıllara, yüzyıllardan bin yıllara, bin yıllardan milyon yıllara farklı düzeyde birçok zamanın parçası vardır.

En uzakdaki yıldızın milyonlarca yıl önceki haliyle en yakındaki yıldızın kırk yıl önceki hali aynı kareye girmiştir. Hepisi de hep beraber bizim nazarımızda 'şimdi' olmuştur. Sahi bu ‘farklılıklar içre şimdilik’ bize bir parça 'ezel'i anlamakta yardımcı olmaz mı? Bahardaki dirilişlerin şahitliği haşirdeki dirilişe delil oluşturduğu gibi, göğe bakan insanın gözündeki bu toplanış da 'manzar-ı âlâdan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata eder bir makam-ı âlâ'yı anlamayı sağlamaz mı? Bana sanki bu mesafeli yaratılışın bir hikmeti bu olabilirmiş gibi geliyor. Elbette en doğrusunu bilen Allah'tır. İstikametimizi Ondan dileriz.

21 Nisan 2017 Cuma

Arrival'dan hakikat-i Muhammediye'ye (a.s.m.): Varlığın daireselliği üzerine...

"Sonunda hep Ona döndürüleceksiniz."
(Rum sûresi, 11)

2016 yapımı Arrival/Geliş filmi bize Hollywood'un metafiziği zayıf tepelerinden ilginç şeyler söyledi. Bende kalanları özetlersem: Neyin önce neyin sonra olduğu aslında 'ona nereden baktığınızla' ilgili birşeydir. Hayatınızın önce gibi görünen bir detayı sonranızın etkisiyle şekillenmiş olabilir. Sonra gibi görünen bir detayı öncenizi tetiklemiş olabilir. Modern fizik açısından bunun kuşatılabilir bir anlamı yoktur. Çünkü modern fizik determinizme dayanır. Determinizme göre ancak önceler sonraların yaratıcısıdır. Ancak nedenler sonuçların anasıdır. (Teolojilerindeki şirkin izdüşümü bir kastı varlıkta da tahayyül ederler.) Fakat ezel-ebed sahibi ve yarattıklarından aşkın bir Allah'a inandığınızda, yaratılışın her anı, varolduğu bütünle birlikte anlam kazanan ve ancak onlara yaslanmakla ayakta durabilen harflerden ibaret hale gelir.

Her ne kadar siz, yaratılışın içinde yeralarak, cümleyi 'henüz kuruluyor' gibi (Kitab-ı Mübin) görseniz de, aslında o cümle zamandan aşkın bir şekilde çoktan kurulmuştur (İmam-ı Mübin). Tıpkı Mülk sûresinin 14. ayetinde buyrulduğu gibi: "Yaratan bilmez olur mu hiç?" Bilmek yaratışın kudretten ve zamandan aşkın varoluşudur. Hep varolan varlığıdır. Bunun kadere iman ile de bir ilgisi var. Kadere iman ettiğimizde, biz, aslında varlığın şahit olduğumuz kısmını aşan 'zaman üstü yanına' iman etmiş oluruz. Çünkü cümle anlamlıdır. Güzellik, hikmet, rahmet, nizam, sanat, adalet... her biri bu anlamın farklı renkteki delilleridir. Anlam ise, cümleyle aynı anda değil, kurulmasından önce varolan birşeydir. Hadi bunu kusurlu bir örnekle daha anlaşılır kılalım:

Kalınca bir sözlükteki kelimelerin tek tek yazıldığı binlerce kağıtla dolu büyükçe bir kavanoz düşünelim. Determinizme göre; varlık, ancak süreç içinde ve sürecin kendisi tarafından yaratılabileceği için, rastgele çekilen kelimelerin veya karıştırırken kavanozdan düşenlerin oluşturacağı cümlenin ister-istemez anlamlı olacağı iddiasında bulunur. Fakat, kadere iman, kavanozdaki hangi kağıtta hangi kelimenin yazılı olduğunu önceden bilen birisinin seçimleriyle ancak anlamlı cümlelerin kurulabileceğini söyler. Hangisi haklıdır? Tecrübe etmek serbest. Yüz tane kelimeyle deneyelim bunu. Hatta elli kelimeyle. Sanıyorum yapacağımız denemelerin tamamı kadere imanı haklı çıkarır. Evet, anlamlı bir varoluş, ancak anlamın önceden bilinip parçaların ona göre seçilmesi/yaratılması ile mümkündür.

İşte burada kader-yaratılış arasındaki ilişki ile Arrival filminin bize öğütlediği bakış açısı barışıyor. Hatta mezkûr filmin böyle bir dersi neden 'dil' üzerinden verdiği de daha anlaşılır oluyor. Çünkü cümle anlamın en küçük yapıtaşıdır. 'Ol!' demekle irade edilen anlamın sonucudur 'oluveren' şey. Biz anlamlı bir cümleyi kurabilmek için o cümlenin anlamının daha önce zihnimizde/kalbimizde varolmasına muhtacız. O anlamın bütünlük içinde varoluşu ile o bütünlüğe yakışır bir cümle kurabiliriz. Cümlenin sonunda dile gelen anlam, aslında, varlıktaki hiyerarşi açısından cümleden öncedir. Yani; bir açıdan onun tohumu iken, diğer açıdan meyvesidir. Varlıktaki bu dairesellik, en büyük boyutunda kader ile önümüze çıkarken, daha küçük boyutlarda tohum-ağaç-meyve, düşünülen anlam-kurulan cümle-söylenilen anlam, tasarlanan sanat-üretilen eser-gösterilen sanat üzerinden de okunur.

Harflerin kendi başlarına içerdikleri tek anlam kendileridir. Bir kelimenin içinde kendilerinden daha aşkın birşeyler ifade etmeye başlarlar. Sonra bir cümle içinde kelimedeki hallerinden daha aşkın şeyler söylerler. Sonra bir metin içinde söylediklerinin sayısı artar. Fakat anlamın önceden varoluşu, tıpkı Arrival filminde dikkatimizin çekildiği gibi, varlığın sıralamasını da altüst eder. Mürşidimin tabiriyle; varlık, 'tecezzi kabul etmez bir küll'dür. Herşey birbiriyle aynı cümlenin parçaları gibi ilgilidir. Sonra gelen kelimenin varlık amacı, önceki kelimeyle değil sadece, bütün metinle ve metinden önceki anlamla açıklanabilir.

Şunun bir benzerini şiir yazanlarınız çok yaşamıştır: Bazen, en güzel mısra ilk akla gelendir de, şiirin ortalarında veya sonunda yeralır. Şiirin geri kalanı ona göre döşenir. Romancılar da iyi bir son veya kurgu keşfettiklerinde bunu yaparlar. Kurgunun o köşesine veya o şatafatlı sona gelene kadar yazılanlar, aslında, tasarım olarak onlardan sonra varolmuşlardır. Ancak siz romanı elinize aldığınızda önce oraları okursunuz. Arrival gibi filmler ise böylesi öncelik-sonralık ilişkilerinin sinemadaki şeklini gösterirler bize. (Burada yazar ancak filmi izleyenlerin anlayabileceği birşeye atıf yaptı.)

Şimdi bir sıçrama yapalım. Mürşidim miracı andığı bir yerde diyor ki: "Ey müstemi! Şu acip kâinat-ı azîme bir insanın cüz'î mahiyetinden halk olunmasını istib'âd etme. Bir nevi âlem gibi olan muazzam çam ağacını, buğday tanesi kadar bir çekirdekten halk eden Kadîr-i Zülcelâl, şu kâinatı nur-u Muhammedîden (aleyhissalâtüvesselâm) nasıl halk etmesin veya edemesin? İşte, şecere-i kâinat, şecere-i tûbâ gibi, gövdesi ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için, aşağıdaki meyve makamından, tâ çekirdek-i aslî makamına kadar nuranî bir hayt-ı münasebet var. İşte, Mirac, o hayt-ı münasebetin gılâfı ve suretidir ki, zât-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm o yolu açmış, velâyetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-yı ümmeti, ruh ve kalble, o cadde-i nuranîde, Mirac-ı Nebevînin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidatlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar..."

Bahis uzun. Haber verdiği döngü harika. Bize 'varlığın dairesel yolculuğunu' hakikat-i Muhammediye üzerinden ders veriyor. 'Levlake levlak...' sırrıyla kulak aşinası olduğumuz birşey bu. Devamında diyor ki mürşidim:

"Hem sabıkan ispat edildiği üzere, şu kâinatın Sânii, birinci işkâlin cevabında gösterilen makàsıd için, şu kâinatı bir saray suretinde yapmış ve tezyin etmiştir. O makàsıdın medarı zât-ı Ahmediye (a.s.m.) olduğu için, kâinattan evvel Sâni-i Kâinatın nazar-ı inâyetinde olması ve en evvel tecellîsine mazhar olmak lâzım geliyor. Çünkü birşeyin neticesi, semeresi evvel düşünülür. Demek, vücuden en âhir, mânen de en evveldir. Halbuki, zât-ı Ahmediye (a.s.m.) hem en mükemmel meyve, hem bütün meyvelerin medar-ı kıymeti ve bütün maksatların medar-ı zuhuru olduğundan, en evvel tecellî-i icada mazhar, onun nuru olmak lâzım gelir."

Birşeyin neticesinin/semeresinin ondan evvel düşünülmesi... Vücuden en ahir olanın manen en evvel oluşu... Bunlar işte benim size yazı boyunca anlatmaya çalıştığım şeyler. Allah'ın ezelî oluşu da aslında bize bunu anlatıyor. Allah, elbette yarattığı zamanın öncesinde bir yerde değil, ondan aşkın. Ressam resminin içinde hapsolmaz. Allah için yaratılış cümlesinin kurulmamış bir yanı yok. Gelecek-geçmiş, öncelik-sonralık, neden-sonuç... Bunlar zamanın parçası olan ve içinde ancak bir miktar varolan bizlerin dertleri, sınırları.

"Hem ezel, mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel, mazi ve halve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uçta hayyül edip, ona 'ezel' deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir."

Fakat mürşidim elbette benden güzel anlatıyor. Çünkü o, aynı hakikati, güzeller güzeli aleyhissalatuvesselamın örnekliğinde izah ediyor. Onun isminin anıldığı herşey güzelleşir. Çünkü; ism-i şerifi sayesinde, harfimiz, içinde varolduğu cümlenin anlamıyla buluşur. Dairenin iki ucu birbirine kavuşur. Ona çokça salavat getirmemizin bir sırrı da budur. Parça bütünün anlamını hatırlar/hatırlatır. Bu sırrı kavrayamanların, salavat-ı şerifenin faziletini diline dolayanların veya 'Levlake levlak...' tılsımına itiraz edenlerin kulakları çınlasın. İlla gavurlar filmini çekince mi bazı şeylere iman edecekler?

12 Nisan 2016 Salı

Yaşamak insanın kendisini keşfe çıkmasıdır

"Fakat Allah, gerekli olan emri yerine getirmesi, helak olanın açık bir delille (gözüyle gördükten sonra) helak olması, yaşayanın da açık bir delille yaşaması için (böyle yaptı)." (Enfal sûresi, 42)

Yazmak, aslında bir yönüyle durmaktır. Hayatın hareketinden (ç)aldığınız o zaman diliminde durup; belki dışına çıkıp, sıyrılıp bir nevi herşeyden ve herkesten; olaylara veya kişilere yönelik birşeyler söylemektir. Ömrün kenarında yaşanmış ikinci bir hayattır yazı. Yazılanlar da bu yüzden yazarın ömrünü aşabilirler. Ve yine yüzden metinlerine benzemeyen yazarlara şaşmamalı. Her yazar metnini kaldıramaz. Metin üzerinden girilen tahminler yazarlarla birebir ölçüşmez. Hiyerarşide metin üsttedir. Metinler, günahsızlığa insanlardan daha müsaittir. Zira nihayetinde olmak istediği şeyi yazar müellif, yaşadığını değil. Yazdıklarımız dileğimizdir bizim.

Bu ikirciği hepimiz yaşıyoruz aslında. Birazcık takip edilsek, enseleniriz çelişkinin köşelerinde. Nasihatçilerin/hatırlatıcıların pek sevilmemesi biraz da bundandır. Her nasihatçi sizi bir çelişkinizden yakalar. Ama yazarlar bunun teşhis edilebilmesine kendileri izin veriyorlar. Hatta yolunu açıyorlar. Çünkü an'larını belgeliyorlar. Altına imzalarını atıyorlar. Avlayıp sunuyorlar. İki kapak arasında servis ediyorlar tenkitçilere, kendilerini. İyi cesaret doğrusu. İnsanların senin hakkında zanda bulunacağı şeylerin sayısını ve bunların isbatını kolaylaştırmak, hatta hünermiş gibi habire arttırmak bu malzemeyi, iki haletten birisine işaret eder:

Ya o kişi kusurlarının farkında değil ve kendisini kusursuz görüyor. Yahut da 'ancak birşeylerin parçası olabileceğini' zaten kabul etmiş. İnsanların ona 'teşhis etmekten' öte kötülük yapamayacağını biliyor. Zaten olanı söyleyecekler. İnkar ettiğini değil. Yaralarıyla barışmış. Hatta kanamasından haz alır hale gelmiş. Bu da aslında bir kötülük sayılmaz onun için. Neden kötülük olsun? İftira etmiyorlar ki. Hakkın hatırını tahayyülünün hatırından üstün görebilmekte kemal. Kendini 'o'laştırabilmekte enfüsî tefekkür. Belki malumu ilam sayılmalı en fazla. Öyle bir rahatsızlık oluşturabilir. Çok tekrardan belki sıkabilir. Yeni birşey söylüyorlarsa da ne âlâ! Öğrenmiş olacak böylece kendisini. Buna sevinmeli.

Yaşamak da zaten insanın kendini keşfe çıkmasıdır. Kendi hakkında deliller sahibi olmasıdır. Öyle ya! Neden varız? Bu varlık neden bir süreç içinde devam ediyor? Neden bu kadar 'an' var ömür sepetimizde? Ne farkımız var kelebekten? Bir yağmur damlasıyla yere inen ve bir daha sıra gelmeyen melekten? Neye şahitlik ediyoruz? Bu gibi soruların cevabını bencileyin şöyle veriyorum: Önce bu şahitliğimiz kendimize. Sonra kendimizden ve eşyadan hareketle Allah'a ve Onun esmasına/sıfatına.

Kendimiz içre yolculuk konusunu biraz açarsam, şöyle bir hayal kurmanızı isteyebilirim: Bütün an'ları zaman ipinde birer tesbih tanesi gibi düşünün. Birbirine yaslandıklarında o delik boncukların içinde bir koridor oluşuyor. Ve her an'ın içinde de size ayrılmış bir beden, bir nazar, bir şahitlik, bir evren var. Siz ruhla (o nasıl bir keyfiyette ise) birlikte bu bedenlerin içinden ömrünüz boyunca geçiyorsunuz. Bedenler koridorunda bir ruh yolculuğu: Hayat.

Her 'an' bir boncuğun içinden geçiş süreniz. Bölünemeyecek bir zaman aralığı, bir şahitlik, an bu aslında. Bedenleriniz bir koridor, nazarlarınız bir koridor, şahitlikleriniz bir koridor, evrenleriniz birer koridor. Hepsi varlar, ama siz zamanla içlerinden geçiyorsunuz. Onlar da zamanla değişiyorlar ve birbirlerinden geçiyorlar. Herşey birbirinin içinden geçiyor. Zamanın dışından bakabilseydik böyle görecektik herhalde kendimizi. Ezel ve ebed (bence zamandışılığı ifade eder her ikisi de) meçhulümüz olan birer makam. Bu yüzden söylüyorum: Yolculuk, aslında biraz da kendimizi keşfetme yolculuğu. 'Belâ' dediğimiz günden beri bu yolculuk sürüyor. Allah, kader kitabında olacakları yazdı. Alîm isminin delillerini ortaya koydu. Biz de yaşayarak Allah'ın asla yanılmayacağına/yanılmadığına şahitlik ediyoruz.

8 Ocak 2015 Perşembe

Kader tevhidin kardeşidirı

"Tanrının doğadaki işleri de, kendi varlığındaki işleri gibi, bizim işlerimize benzemez. Bizim biçim verdiğimiz örnekleri, Onun yapıtlarının büyüklüğüne, derinliğine, araştırılmazlığına uydurmaya çalışmak boştur. Onun yapıtları Democritus'un kuyusundan bile daha derindir." Joseph Glanvill, Edgar Allan Poe’nun Ligeia öyküsü epigrafı, Morgue Sokağı Cinayeti derlemesinden.

Allah 'Ol' demiş ve olmuşuz. Zamanın sınırlayamadığı mekan ötesi bir yerden geliyor bu emir. Elhamdülillah. Mahluk Halıkını sınırlayamaz. Zamansa ancak Onun aciz bir mahlukudur. Çünkü o "Hadsiz ef'ali bir fiil gibi yapar." Allah zamanla kayıtlı değil ki yarattıkları için geçerli olan öncelik-sonralık onun için de geçerli olsun. Onun 'Ol'u bizim oldurmalarımıza benzemiyor. Yaratması yapışımız gibi değil. "Vacibü'l-Vücud, zatında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef'alinde de benzemiyor." Ezel bugünü ve yarını aynı anda görür bir manzar-ı âlâ'dır. Şu zaman, mekan, hareket, önce, sonra, yukarı, aşağı, uzak, yakın vs. Hepsi senin sınırlılığından. Mekan zamanın parçası, hareket mekanın, ışık hareketin. Esmaü’l-Hüsna’nın şefaati de işte bunun için. Zatını kuşatamayacağın ve anlayamayacağın (çünkü anlamak da bir yönüyle kuşatmaktır) Allah'ı bir parça kuşatabileceğin ve anlayabileceğin pencerelerden seyredebilmek için. Yahut da daha doğrusu: Sezebilmek için.

Hem ne diyor mürşidin: "Ezel, mâzi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel, mâzi ve hal ve istikbâli birden tutar, yüksekten bakar bir ayna-misâldir. Öyle ise daire-i mümkinât içinde uzanıp giden zamanın mâzi tarafında bir uç tahayyül edip, ona 'ezel' deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhâkeme etmek hakikat değildir."

Allah'ın güzel isimleri sınırlı olan insanın sonsuz olan Allah'ı anlaması için bir kolaylıktır. Bize bir hediyedir. Bağıştır. Tıpkı vahiy gibi bir tenezzül-i ilahîdir. Hatta sebeplerle yaratılış dahi böyle bir kolaylıktır. "Meşiet ve hikmet-i İlâhiyenin muktezasıyla ve çok esmânın tezahür etmek istemesiyle, müsebbebat esbaba raptedilmiş, herbirşey bir sebeple bağlanmış." Evet. Herşeyi, sebeplerle yaratılış sayesinde parçalayabiliyor, arasına öncelik-sonralık, büyüklük-küçüklük, benim-onun gibi ayraçları koyabiliyorsun. Kuşatabiliyorsun. Kavrayabiliyorsun. Sezebiliyorsun. Ancak böyle böyle anlayabiliyorsun. Çünkü sen yaratılansın. Azsın. Eksiksin. Altkümesin. Ve matematikten bilirsin: Altküme üstkümeyi asla kuşatamaz. Kuşatamadığına sahip olamaz. Anlamaksa bir yönüyle sahip olmaktır. Kavramaktır. Öteki olanı ‘yalnız bir bilmecikle bile olsun’ senin kılmaktır.

"Vacibü'l-Vücud, zatında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef'alinde de benzemiyor. Çünkü, Vacibü'l-Vücudun kudretine nisbeten yakın-uzak, az-çok, küçük-büyük, fert-nev'i, cüz-küll aralarında fark yoktur. Ve keza, Onun fiilinde bizzat mübaşeret yoktur. Fakat, mümkinin kudreti bu derece değildir. Bunun için nefis, Vacibü'l-Vücudun ef'alini fiillerine benzetemiyor. Hakikatini fehmetmekte akıl mütehayyir kalıyor. Fiili failsiz zannediyor."

'Ol' emri bir bütün ve biz onun içindeyiz. Kader bu bütünlüğün bir gereği. Herşey biliniyor olmalı çünkü zamanın ötesinde herşey hep beraberdir. 'Ol'un içinde olmak, dışarıdan seyreden değil içinde olmak, ‘ol'an olmak. Biz buyuz işte. Yaratılışı parçalarla kavrayabildiğimizden hep parçalı tefekkür ediyoruz. Bir elma için kainatın gerektiğini, bigbangdeki ilk 'Ol' ile o elmanın son 'Ol'u arasında kopmaz bir bağ bulunduğunu, beraberliğini, uyumunu göremiyoruz. Hatta bunun da üzerinde, belki ikisinin aynı 'Ol'un parçası olduğunu kavrayamıyoruz. Nazarımızdaki ‘ol, ol, ol, ol’lar yanıltıyor bizi. Sınırlılıktan bizimkisi. Şirk de buradan kendisine bir fırsat buluyor.

32. Söz veya 7. Şua boyunca Bediüzzaman'ın da bize öğretmeye çalıştığı bu bence. Parçalara sahip olmanın bir anlamı yok. Bu küçük ‘ol'lar bizi bir yere götüremez, çünkü büyük ‘ol'lar ve hatta kainatın en başında, herşey hiçken denilen 'Ol' olmadan varoluş mümkün değil. Varlık, ağır ağır inşa edilen bir bina gibi görünse de gözümüze, aslında aynı öykünün detaylarıyız hepimiz. Emirde bütünlük var. Uyum var. Denge var. Düzen var. Allah birşeye 'Ol' dediği zaman sebeplerin zahiren engel olma çabaları ancak o 'Ol'un hikayesi olur. Belki yardımcısı olur. Engel olmaz da kolaylaştırır.

Evet. Kendin tek seferde tek fiili kuşatabiliyorsun diye, iraden cüzi/parçalı çalışıyor diye, Allah'ın eylemesinin bütün fiilleri kuşatan bir ilme yaslanıyor olabileceği ihtimalini ıskalıyorsun. Unutma, sınırlı olan sensin, Allah değil. Ve Onun fiilleri fiilerin gibi değil. Subhaniyet biraz da buna bakıyor. Kendimizden hareketle Onu sezeriz, tamam, ama Onu kendimizle sınırlayamayız.

"Ben yalnız değilim. Eğer sikkemiz ve memuriyetimiz ve nizâmâtımız bir olan kan ordusundaki bütün emsâlime mâlik olabilirsen; hem, gezdiğimiz ve kemâl-i hikmetle istihdam olunduğumuz bütün hüceyrât-ı bedene mâlik olacak bir dakîk hikmet ve azîm kudret sende varsa, göster ve gösterebilirsen, belki senin dâvânda bir mânâ bulunabilir. (...) Çünkü, bizdeki intizam o kadar mükemmeldir ki, ancak herşeyi görür ve işitir ve bilir ve yapar bir Zât bize hükmedebilir."

"Ben yalnız değilim." Bütün eşya bunu söylüyor sana. Aynı 'Ol'un parçalarıyız ki hepimiz 'sikkemiz ve memuriyetimiz ve nizâmâtımız bir.' Yani, kardeşlik dediğin kurgusal bir davranış şekli değil, bütün eşya zaten bir 'Ol' kardeşliğinin parçaları. O ‘Ol'a uygun hareket etmezsen ve hatta şirk ile ‘ol, ol, ol, ol'lara bölüp parçaları başkalarına verirsen, budur pek büyük zulmün. Bazen zulüm, parçalardan birisini öne çıkarıp, bütünün kemalini karartmaktan başka nedir? Düşün: Öykünün bütünü kiminse oradaki karakterlerden, olaylardan, harflerden herbiri de onundur. Dokunursan bozarsın. Karıştırırsan karışır. Çünkü öykünün tamamı yazarın bütünü görür kurgusunun sonucudur.

Demek varlık öyle bir ‘Ol'un parçası ki, 'altı gün'ün herbiri onun bölümleri, herbir asır onun bir sayfası, herbir gün bir satırı veya harfi... Sen o kitapta tutsan tutsan bir harfçik, bir elifçik yer tutarsın. Bu ne cesaret! Sayfada adın geçiyor diye kitabı yazarın elinden almaya çalışmak da ne oluyor? Kendin aldığın yetmiyormuş gibi sair kelimelere de kitabı dağıtmaya cür'et ediyorsun. Zaten kadere iman dediğin de, zamana yayılmış bütün mekanları, mekana yayılmış bütün hareketleri, 'Ol’un sahibine vermekten başka nedir ki? Kadere iman etmek tevhide zamanüstü bir şekilde iman etmektir. Ve nihayetinde o 'Ol' demiş, biz o 'Ol'un içindeyiz, ama o 'Ol'u 'ollar' sûretinde görürüz. Şahitliğimiz bizi yanıltmasın. Tevhid iman etmek aslında bu gözyanılgısından da kurtulmaktır.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...