hakikat-i Muhammediye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hakikat-i Muhammediye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Haziran 2018 Salı

Duasına düşman olan dosta da düşmandır

Sözler'de, Birinci Söz'ün hemen ardında, 14. Lem'a'nın 2. Makamı var. Hemen başında "Makam münasebetiyle buraya alınmıştır!" yazıyor. Çünkü o da, tıpkı Birinci Söz'de olduğu gibi, 'besmele'yi anlatıyor. Eser hakkında tafsilatlı bilgi edinme işlevini 'meraklılarının özel gayretlerine' emanet ederek bu yazıda yalnız küçük bir noktaya dikkat çekeceğim. 6 Sır'dan oluşan bu bahisin 6. Sır'rında bana ilginç gelen birşey var. (Ki bu yazının zeminini de o oluşturacak.) O da şudur: 6. Sır'ra kadar 'besmele'ye dair tefekkürlerini anlatan mürşidim 6. Sır'ra geldiğinde, önce birden Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın insanlık için ifade ettiği anlama geçiyor, sonra da dönüp salavata vurgu yapıyor. Metin de böylece hitama eriyor.

Ah, dayanamıyorum, yazıyı uzatmak pahasına azıcık alıntılayayım: "Öyle de, o Zât-ı Akdese ve o Şems-i Ezel ve Ebede biz çendan nihayetsiz uzağız, yanaşamayız. Fakat Onun ziya-yı rahmeti Onu bize yakın ediyor. İşte, ey insan! Bu rahmeti bulan, ebedî, tükenmez bir hazine-i nur buluyor. O hazineyi bulmasının çaresi, rahmetin en parlak bir misali ve mümessili ve o rahmetin en beliğ bir lisanı ve dellâlı olan ve Rahmeten li'l-Âlemîn ünvanıyla Kur'ân'da tesmiye edilen Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın sünnetidir ve tebaiyetidir. Ve bu Rahmeten li'l-Âlemîn olan rahmet-i mücessemeye vesile ise, salâvattır."

Metnin zaten kendi akışından yakaladığınız bir nazm-ı maani (anlam düzeni) var. Buna dokunmayacağım. Hatta altını daha kalın çizeceğim: Evet. Metin, okuyanların hemen yakalayacağı şekilde, besmeledeki 'Rahman' ve 'Rahim' isimlerinden 'rahmet' hakikatine, oradan da 'Rahmeten li'l-Âlemîn' olan Efendimiz aleyhissalatuvesselama geçiyor. Buradan da 'sünnete ittibaya' bir vurgu yapıyor. Şuradan da 'salavat-ı şerifeyi' zincirine son bir halka olarak dahil ediyor. Yani metindeki sıralama (en özet şekliyle) şöyle: 1) Besmele. 2) Rahman ve Rahim isimleri. 3) Rahmet Hakikati. 4) Rahmeten li'l-Âlemîn olan Aleyhissalatuvesselam. 5) Sünnet-i Seniyye. 6) Salavat-ı Şerife... Bunları zaten görüyordunuz. Yeni birşey söylemedim.

Benim 'yeni' sayılabilecek (öyle olmasını umuyorum) teklifim ise şu: Besmeleyi bir kanun gibi okuyalım! Nasıl? Belki biraz şöyle: Lütfen hayalinizle de bana birazcık yardımcı olun. Evet. Yaklaşın. Elini bana verin. Tamam. Haydi! Şimdi tasavvur edelim: Cenab-ı Hakkın 'başlangıçlar kanunu' diye bir kanunu olduğunu farzedelim. Ve bu 'başlangıçlar kanunu' dediğimiz şeyin en özet ifadesi de 'besmele' olsun. Daha doğrusu: Bu kanunun Allah'ın kelamındaki izdüşümü besmele olup görünsün. (Yani 'besmele' olarak yansısın.) Şimdi, hayalinizin diğer elini de öteki elime koyun, evet. Çekinmeyin. Onunla da gidip 'big-bang' denilen büyük başlangıcın ellerinden tutalım.

Ve ona diyelim ki: "Ey big-bang efendi, eğer varsan (bilimin seninle ilgili söyledikleri doğruysa), sen de pekâlâ bu 'başlangıçlar kanununun' varlıktaki yansıması olabilirsin. Yani: Kelamın beslemesi 'Bismillahirrahmanirrahim' ise. Buraların besmelesi de sensin. Lafzınla başlandı eşyanın kitabı yazılmaya."

Bitti mi? Hayır. Elbette bitmedi. Şimdi de herşeyden önce varolan hakikat-i Muhammediye aleyhissalatuvesselama gideceğiz. 'Levlake levlak' sırrına dokunacağız. Hayalimizin bir eliyle de onun mübarek ellerinden tutacağız. Dudaklarımızı konduracağız. Ve diyeceğiz ki: "Ey Allah'ın Resulü, senin en güzel şekilde kendinde özetlediğin 'kulluk hakikati' daha başlangıçta bize bir tohum/zemin oldu da, bizim gibi milyarlar canlının varlık sahasına çıkmasına sebebiyet verdi. Zamanın ne söylediği umurumuzda değil. Sen bizim nihayetimizsin. Sahib-i Miraç sensin. Bu işin en sonuna sen gittin. Varılacak en son yere kadar sen vardın. Sen gibi bir meyveye varabilmek için yaratıldı âlem. Sen gibi bir meyveye de senin tohumunla varıldı. Sen de o halde, hatta 'big-bang'den çok daha önce, varlığımızın besmelesisin.

Daha da işimiz bitmedi. Şimdi de hayalimizin (eğer kaldıysa) başka bir elini tutup salavat-ı şerifenin kapısını çalacağız. O neden? Salavat neyin başlangıcını anlatacak ki bize? İşte benim hoşuma giden latiflik burada saklanıyor arkadaşım.

Evet. Salavat-ı şerife de, Rahmeten li'l-Âlemîn'e muhabbetimizi göstermemizin, ittibaya niyetimizin, yoluna başımızı koymamızın ilk adımını oluşturuyor. Nasıl Kur'an'a 'besmele' kapısından giriliyor, aynen öyle de, muhabbet-i Resulullah aleyhissalatuvesselam kapısına da 'salavat' ile giriliyor.

Salavatla ona biat ediliyor. Çünkü sevgi 'iyiliğini istemekle' başlıyor. İyiliğini istiyoruz biz senin! Bunu söyledik salavat getirmekle. Sevginin devamı duanın devamını netice veriyor. Hem her yeni salavatta bağlılığımız tazeleniyor. Tıpkı birşeyi elde etmenin onun arzulamakla başlaması gibi, biz de bu salavat ile bir başlangıç yapıyoruz, diyoruz: "Bizim bir niyetimiz var. Elimizden geldiğince senin ardında yürüyeceğiz. Sana ittiba edeceğiz. İyiliğini istememiz tarafında olduğumuzun en güzel göstergesidir. Sana dua etmemiz senin tarafını cidden tutmaya başlangıcımızdır."

İşte, arkadaşım, gördün ya! Besmele bir kanuna dönüştükten sonra nasıl da herşeyde aksini arıyor. Her yerde bir yansımasını gösteriyor. Öyle ya! Her saraya bir kapıdan giriliyor. Bizim Habib-i Ekrem aleyhissalatuvesselama ittiba kapısından girişimiz muhabbetledir. Muhabbet kapısının kulbu ise salavattır. Hem o buyurur: "Kişi sevdiğiyle beraberdir!" Biz de kendi dünyamızdan biliriz: "Kişi sevdiğine dua eder." Biz de ona dua ederiz. Onun eriştiği rahmet bizim de (elhamdülillah) eriştiğimiz rahmettir. Dosta gelen rahmet dostuna da rahmettir. Bu yüzden salavata düşman olana düşmanızdır. Çünkü duasına düşman olan dosta da düşmandır.

21 Nisan 2017 Cuma

Arrival'dan hakikat-i Muhammediye'ye (a.s.m.): Varlığın daireselliği üzerine...

"Sonunda hep Ona döndürüleceksiniz."
(Rum sûresi, 11)

2016 yapımı Arrival/Geliş filmi bize Hollywood'un metafiziği zayıf tepelerinden ilginç şeyler söyledi. Bende kalanları özetlersem: Neyin önce neyin sonra olduğu aslında 'ona nereden baktığınızla' ilgili birşeydir. Hayatınızın önce gibi görünen bir detayı sonranızın etkisiyle şekillenmiş olabilir. Sonra gibi görünen bir detayı öncenizi tetiklemiş olabilir. Modern fizik açısından bunun kuşatılabilir bir anlamı yoktur. Çünkü modern fizik determinizme dayanır. Determinizme göre ancak önceler sonraların yaratıcısıdır. Ancak nedenler sonuçların anasıdır. (Teolojilerindeki şirkin izdüşümü bir kastı varlıkta da tahayyül ederler.) Fakat ezel-ebed sahibi ve yarattıklarından aşkın bir Allah'a inandığınızda, yaratılışın her anı, varolduğu bütünle birlikte anlam kazanan ve ancak onlara yaslanmakla ayakta durabilen harflerden ibaret hale gelir.

Her ne kadar siz, yaratılışın içinde yeralarak, cümleyi 'henüz kuruluyor' gibi (Kitab-ı Mübin) görseniz de, aslında o cümle zamandan aşkın bir şekilde çoktan kurulmuştur (İmam-ı Mübin). Tıpkı Mülk sûresinin 14. ayetinde buyrulduğu gibi: "Yaratan bilmez olur mu hiç?" Bilmek yaratışın kudretten ve zamandan aşkın varoluşudur. Hep varolan varlığıdır. Bunun kadere iman ile de bir ilgisi var. Kadere iman ettiğimizde, biz, aslında varlığın şahit olduğumuz kısmını aşan 'zaman üstü yanına' iman etmiş oluruz. Çünkü cümle anlamlıdır. Güzellik, hikmet, rahmet, nizam, sanat, adalet... her biri bu anlamın farklı renkteki delilleridir. Anlam ise, cümleyle aynı anda değil, kurulmasından önce varolan birşeydir. Hadi bunu kusurlu bir örnekle daha anlaşılır kılalım:

Kalınca bir sözlükteki kelimelerin tek tek yazıldığı binlerce kağıtla dolu büyükçe bir kavanoz düşünelim. Determinizme göre; varlık, ancak süreç içinde ve sürecin kendisi tarafından yaratılabileceği için, rastgele çekilen kelimelerin veya karıştırırken kavanozdan düşenlerin oluşturacağı cümlenin ister-istemez anlamlı olacağı iddiasında bulunur. Fakat, kadere iman, kavanozdaki hangi kağıtta hangi kelimenin yazılı olduğunu önceden bilen birisinin seçimleriyle ancak anlamlı cümlelerin kurulabileceğini söyler. Hangisi haklıdır? Tecrübe etmek serbest. Yüz tane kelimeyle deneyelim bunu. Hatta elli kelimeyle. Sanıyorum yapacağımız denemelerin tamamı kadere imanı haklı çıkarır. Evet, anlamlı bir varoluş, ancak anlamın önceden bilinip parçaların ona göre seçilmesi/yaratılması ile mümkündür.

İşte burada kader-yaratılış arasındaki ilişki ile Arrival filminin bize öğütlediği bakış açısı barışıyor. Hatta mezkûr filmin böyle bir dersi neden 'dil' üzerinden verdiği de daha anlaşılır oluyor. Çünkü cümle anlamın en küçük yapıtaşıdır. 'Ol!' demekle irade edilen anlamın sonucudur 'oluveren' şey. Biz anlamlı bir cümleyi kurabilmek için o cümlenin anlamının daha önce zihnimizde/kalbimizde varolmasına muhtacız. O anlamın bütünlük içinde varoluşu ile o bütünlüğe yakışır bir cümle kurabiliriz. Cümlenin sonunda dile gelen anlam, aslında, varlıktaki hiyerarşi açısından cümleden öncedir. Yani; bir açıdan onun tohumu iken, diğer açıdan meyvesidir. Varlıktaki bu dairesellik, en büyük boyutunda kader ile önümüze çıkarken, daha küçük boyutlarda tohum-ağaç-meyve, düşünülen anlam-kurulan cümle-söylenilen anlam, tasarlanan sanat-üretilen eser-gösterilen sanat üzerinden de okunur.

Harflerin kendi başlarına içerdikleri tek anlam kendileridir. Bir kelimenin içinde kendilerinden daha aşkın birşeyler ifade etmeye başlarlar. Sonra bir cümle içinde kelimedeki hallerinden daha aşkın şeyler söylerler. Sonra bir metin içinde söylediklerinin sayısı artar. Fakat anlamın önceden varoluşu, tıpkı Arrival filminde dikkatimizin çekildiği gibi, varlığın sıralamasını da altüst eder. Mürşidimin tabiriyle; varlık, 'tecezzi kabul etmez bir küll'dür. Herşey birbiriyle aynı cümlenin parçaları gibi ilgilidir. Sonra gelen kelimenin varlık amacı, önceki kelimeyle değil sadece, bütün metinle ve metinden önceki anlamla açıklanabilir.

Şunun bir benzerini şiir yazanlarınız çok yaşamıştır: Bazen, en güzel mısra ilk akla gelendir de, şiirin ortalarında veya sonunda yeralır. Şiirin geri kalanı ona göre döşenir. Romancılar da iyi bir son veya kurgu keşfettiklerinde bunu yaparlar. Kurgunun o köşesine veya o şatafatlı sona gelene kadar yazılanlar, aslında, tasarım olarak onlardan sonra varolmuşlardır. Ancak siz romanı elinize aldığınızda önce oraları okursunuz. Arrival gibi filmler ise böylesi öncelik-sonralık ilişkilerinin sinemadaki şeklini gösterirler bize. (Burada yazar ancak filmi izleyenlerin anlayabileceği birşeye atıf yaptı.)

Şimdi bir sıçrama yapalım. Mürşidim miracı andığı bir yerde diyor ki: "Ey müstemi! Şu acip kâinat-ı azîme bir insanın cüz'î mahiyetinden halk olunmasını istib'âd etme. Bir nevi âlem gibi olan muazzam çam ağacını, buğday tanesi kadar bir çekirdekten halk eden Kadîr-i Zülcelâl, şu kâinatı nur-u Muhammedîden (aleyhissalâtüvesselâm) nasıl halk etmesin veya edemesin? İşte, şecere-i kâinat, şecere-i tûbâ gibi, gövdesi ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için, aşağıdaki meyve makamından, tâ çekirdek-i aslî makamına kadar nuranî bir hayt-ı münasebet var. İşte, Mirac, o hayt-ı münasebetin gılâfı ve suretidir ki, zât-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm o yolu açmış, velâyetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-yı ümmeti, ruh ve kalble, o cadde-i nuranîde, Mirac-ı Nebevînin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidatlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar..."

Bahis uzun. Haber verdiği döngü harika. Bize 'varlığın dairesel yolculuğunu' hakikat-i Muhammediye üzerinden ders veriyor. 'Levlake levlak...' sırrıyla kulak aşinası olduğumuz birşey bu. Devamında diyor ki mürşidim:

"Hem sabıkan ispat edildiği üzere, şu kâinatın Sânii, birinci işkâlin cevabında gösterilen makàsıd için, şu kâinatı bir saray suretinde yapmış ve tezyin etmiştir. O makàsıdın medarı zât-ı Ahmediye (a.s.m.) olduğu için, kâinattan evvel Sâni-i Kâinatın nazar-ı inâyetinde olması ve en evvel tecellîsine mazhar olmak lâzım geliyor. Çünkü birşeyin neticesi, semeresi evvel düşünülür. Demek, vücuden en âhir, mânen de en evveldir. Halbuki, zât-ı Ahmediye (a.s.m.) hem en mükemmel meyve, hem bütün meyvelerin medar-ı kıymeti ve bütün maksatların medar-ı zuhuru olduğundan, en evvel tecellî-i icada mazhar, onun nuru olmak lâzım gelir."

Birşeyin neticesinin/semeresinin ondan evvel düşünülmesi... Vücuden en ahir olanın manen en evvel oluşu... Bunlar işte benim size yazı boyunca anlatmaya çalıştığım şeyler. Allah'ın ezelî oluşu da aslında bize bunu anlatıyor. Allah, elbette yarattığı zamanın öncesinde bir yerde değil, ondan aşkın. Ressam resminin içinde hapsolmaz. Allah için yaratılış cümlesinin kurulmamış bir yanı yok. Gelecek-geçmiş, öncelik-sonralık, neden-sonuç... Bunlar zamanın parçası olan ve içinde ancak bir miktar varolan bizlerin dertleri, sınırları.

"Hem ezel, mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel, mazi ve halve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uçta hayyül edip, ona 'ezel' deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir."

Fakat mürşidim elbette benden güzel anlatıyor. Çünkü o, aynı hakikati, güzeller güzeli aleyhissalatuvesselamın örnekliğinde izah ediyor. Onun isminin anıldığı herşey güzelleşir. Çünkü; ism-i şerifi sayesinde, harfimiz, içinde varolduğu cümlenin anlamıyla buluşur. Dairenin iki ucu birbirine kavuşur. Ona çokça salavat getirmemizin bir sırrı da budur. Parça bütünün anlamını hatırlar/hatırlatır. Bu sırrı kavrayamanların, salavat-ı şerifenin faziletini diline dolayanların veya 'Levlake levlak...' tılsımına itiraz edenlerin kulakları çınlasın. İlla gavurlar filmini çekince mi bazı şeylere iman edecekler?

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...