Varlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Varlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Mart 2024 Pazar

Sinemaya Leyla için gidilmez

"Ve bazan da kavî bir esbaba rastgelir. Onun muhabbetini mânâ-yı ismiyle tamamen cezb eder, helâkete sebep olur."


Mürşidim 'perde'yi zıt sayılabilecek iki anlamda birden kullanıyor. Onu hem bir 'örtücü' hem de bir 'gösterici' olarak zikrediyor. Birincisine misal: "Esbab bir perdedir; çünkü izzet ve azamet öyle ister. Fakat iş gören, kudret-i Samedâniyedir; çünkü tevhid ve celâl öyle ister..." İkincisine misal: "Güneşin nurundaki renkleri gösteren âyinelerin tebeddül edip tazelenmesi ve sinema perdelerinin değişmesi, daha hoş, daha güzel manzaralar teşkil eder." Tenakuz gibi görünen şu istimalleri perdeliğin iki işlevini birden nazarımıza alarak kavrayabiliriz. Eh, evet, o halde bir de şu fakirin temsilini dinleyiverin lütfen:

Sinemada perde ne işe yarar? el-Cevap: Yansıtılanı izleyebilmemize elverir. Eğer perde olmazsa manzara aksetmez. Seçilemediği için de sağlıkla temaşa edilemez. Fakat diyelim ki: Perdenin üzerinde yırtık var. Yahut da yerine çirkince bir leke hayal edelim. Ben perdenin yırtığına/lekesine hasr-ı nazar ediyorum. Sizse yansıyana bakıyorsunuz. Film bittiğinde gördüklerimizi anlatıyoruz. Aaa, hayret, bambaşka şeyler izlemişiz sanki. Ben yırtıktaki/lekedeki detaylarla meşgul olmuşum. Yani yalnız onu görmüşüm. Sizse, maşaallah, takılmayarak yansıyanı seyretmişsiniz. Böylece aynı perde iki ayrı kişide iki ayrı fonksiyon icra edebilmiş. Bende filmi görmemi engellemiş. Sizde daha iyi görebilmenizi sağlamış.

Refet abinin sualine verilen yanıtta da aynı hakikatin hissesi vardır sanki:

"Sen âyineye baksan, eğer âyineyi şişe için bakarsan şişeyi kasden görürsün, içinde Re'fet'e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksad, mübarek sîmanıza bakmak için âyineye baktın, sevimli Re'fet'i kasden görürsün. (...) Âyine şişesi tebeî, dolayısıyla nazarın ilişir. İşte birinci sûrette âyine şişesi mânâ-yı ismîdir. Re'fet mânâ-yı harfî oluyor. İkinci surette âyine şişesi mânâ-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mânâ için bakılır ki akistir. Akis mânâ-yı ismîdir..."

Yani görülende değişiklik yoktur. Ya? Görende değişiklik vardır. Gören 'görmeye dikkat kesildiği' şeyi gördüğü için görülen de görenin gözlerine öyle görünmektedir. Perdenin kusuruna hasr-ı nazar edenin görüşünde kusurlar büyür. Öyle de büyür ki, fonksiyonunu icra etmesine engel olduğu gibi, vazifesini de zıttına kalbeder. Ayna duvar olur. İşte İslam'da imansıza 'kâfir' denmesi 'örten' manasıyla yakından ilgilidir. Kainat değildir kâfirin gözlerini örten yani, hayır, onu örtücülüğe istimal eden kâfirin ta kendisidir. Fıtratta 'göstermek' vardır. Eşyası Allah'ını bildirmek içindir. Herşey Cenab-ı Hakkının hakkındadır. Fakat sebeplerin olmadığı yerde de insan bilmenin yollarını bulamaz. Taş taş üstüne koyamaz. Çünkü Allah'ın zatını birden kuşatamaz. Sıfatlarını kavrayamaz. İsimlerini sezemez. Bu mutlaklık insanı aşan bir mevzudur. Ancak sebeplerin halkedilmesiyle bilmenin yolları açılmıştır bize. Böylece hepimiz; aklımız, kalbimiz, sa'yimiz nisbetinde bir marifet merdiveni çıkabiliriz. Herkes makamınca istifade eder perdelerden. Neden? Bakılan bir olsa da bakanların koltukları ayrı ayrıdır zira.

'Perdeler' dedim aklıma 'huriler' geldi. "Ne alaka?" demeyin lütfen. Mürşidim bir yerde diyor:

"Evet, 'hurilerin yetmiş hulleyi giymeleri ve bacaklarındaki kemiklerin ilikleri görünmesi' tabiriyle, hadis-i şerif işaret ediyor ki: İnsanın ne kadar hüsünperver ve zevkperest ve ziynete meftun ve cemâle müştak duyguları ve hasseleri ve kuvâları ve lâtifeleri varsa, umumunu memnun edip doyuracak ve herbirisini ayrı ayrı okşayıp mes'ut edecek, maddî ve mânevî her nevi ziynet ve hüsn-ü cemâle huriler câmidirler. Demek, huriler Cennetin aksâm-ı ziynetinden yetmiş tarzını, birtek cinsten olmadığından birbirini setretmeyecek surette giydikleri gibi, kendi vücutlarından ve nefis ve cisimlerinden, belki yetmiş mertebeden ziyade ayrı ayrı hüsün ve cemâlin aksâmını gösteriyorlar..."

Portakalın kaç elbisesi var? 1) Görünüşü var. 2) Kokusu var. 3) Dokusu var. 4) Tadılışı var. Daha sayayım mı? Kalp kulağı açıklar için usûlünce zikredişi var. Aslında portakalın varlığını çevresine bildiren her şekilde onda bir/n elbise var. Yani elbiseler yalnız kabuk cinsinden olmak zorunda değil. Madem ki üzerindedir. Madem ki farkedilir. Madem ki sahibini süsler. Madem ki bizi ondan haberlendirir. O halde görünüşü de elbisedir. Kokusu da elbisedir. Dokunuşu da elbisedir. Yalnız duyularımıza da değil üstelik; aklımıza, kalbimize, hissimize uzanan bütün bildirişleri birer elbisedirler. İşte hurilerin güzelliğini anlatan hadisin dikkatimizi çektiği biraz da budur. Onlarda öyle güzellikler birbirine sarılıdır ki hiçbiri diğerinin cinsinden değildir. Hiçbiri diğerine engel olmaz. Hiçbiri diğerinin farkedilmesini engellemez. Tıpkı kokuşun, dokunuşun, tadışın görünüşü engellememesi gibi... Aynı vücud cinsinden olmayan şeyler birbirlerini engellemek zorunda değildirler. Bir metal üzerinden aynı anda ses de ısı da aktarılabilir. Bir mekanda bulunmaları daralmalarını gerektirmez. Şimdi de Mesnevî-i Nuriye'ye gitmek şart oldu işte:

"Vücut nev'inde tezâhüm yoktur. Yani, pek çok âlemler, haller, vücut sahnesinde içtima eder, birleşirler. Meselâ, gece zamanı duvarları camdan olan ve elektrik yanan bir odaya girdiğin vakit, âlem-i misale bir pencere hükmünde olan camlarda pekçok menzilleri, odaları göreceksin. (...) Bu maddî vücudun bir habbesi, bir parçası, o misalî vücudun bir âlemini içine alabilir."

Bediüzzaman kainatı da Cenab-ı Hakkı tanıtan bin elbiseli huriye benzetiyor:

"Ezel ve Ebed Sultanı Rabbü'l-Âlemîn için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe'n ve namları vardır. Ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve alâmetleri vardır. Ve haşmetli icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer tecellî ve cilveleri vardır. Ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları vardır. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhuratı vardır. Ve ef'âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmâl eder tasarrufâtı vardır. Ve rengârenk san'atında ve masnûatında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rububiyeti vardır..."

Elbette hurilere iman ederiz. Çünkü kainat hurisini çoktan görmüşüzdür. Tecrübemizden biliriz. Onu böyle katman katman güzelliklere sardıran Allah, kudretinden uzak değildir ki, hurileri de öyle yaratamasın. Birbirini engellemez nakışlarla donatamasın. Bu kainatın görünüş perdeleri yüzbin de olsa, maksudu Onu bulmak olanlar için, hepsi ayna gibi göstericidirler. Marifetine işaret ederler. Fakat perdenin yüzbin olması kâfirler için tuzaklıdır. Onların da bile-isteye körlüklerine bahane edecekleri çok detay vardır. "Herşeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyatta kördür..." denilmesindeki sır da budur. Maneviyatta gözünün açılabilmesi için perdenin araçsallığına iman etmen gerekiyor. Ona bakarken onu aşman gerekiyor. Ardındaki maksadı seçemeyenlerse yırtıkla, lekeyle, çatlakla uğraşıp duruyor. Bu ziyade uğraşı aklını gözüne indiriyor. Halbuki akıl göze inmek için değildir. Gözü yukarı çıkarmak içindir. Dikkati ötesine geçirmek içindir. Şişe Refet içindir. Refet şişe için değildir.

Hüda'dan dileyelim arkadaşım. Bizi perdelerde boğulanlardan eylemesin. Felahımızın yolunu da şurada buluyor gibiyiz: "Arkadaş! Nefsî tefekkürde tafsilâtlı, âfâkî tefekkürde ise icmâlî yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptığın takdirde kesret fikrini dağıtır. Evham seni havalandırır. Enâniyetin kalınlaşır. Gafletin kuvvet bulur. Tabiata kalb eder. İşte dalâlete isâl eden kesret yolu budur..." Demek Mevla'yı aranmak lazım sinemada hep. Yoksa perdesinde dikkat çelen çok Leyla var.

2 Aralık 2022 Cuma

Yokluğunda bir varlık var

"Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır. Yani, kendini bilse, vücut verse, kâinat kadar bir zulümat-ı adem içindedir. Yani, vücud-u şahsîsine güvenip Mûcid-i Hakikîden gaflet etse, yıldız böceği gibi bir şahsî ziya-yı vücudu, nihayetsiz zulümât-ı adem ve firaklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enâniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakikînin bir âyine-i tecellîsi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudatı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zira, bütün mevcudat, esmâsının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcibü'l-Vücudu bulan, herşeyi bulur." Sözler Risalesi'nden.

Kibir avuçlarını kapamaktır. "Ben bana yeterim!" demektir dünyaya. Hatta "Ben hepinize yeterim!" Bu sadedde tekebbür ancak el-Mütekebbir olan Allah'ın hakkıdır. Çünkü es-Samed olan yalnız Odur. Herşey varlığa çıkmak (ve de varlıkta kalmak) için yaratışına muhtaçtır. Oysa hiçbirşeye muhtaç değildir. el-Kayyum Odur. Bir projektörün görüntüyü perdede tuttuğu gibi her ân bizleri varlıkta tutar. Allah büyüklendiğinde kendisini olmadığı birşeyle tavsif etmez arkadaşım. Bunu sakın yanlış anlama. Çünkü büyüklenmek 'fazlası görünmek' gibi anlaşılıyor bizde sadece. Doğru değildir. Allah büyüklendiğinde Zât-ı Kudsîsini hakkıyla tarif etmiş olur. Senasını ettirdiğinde hakettiği övgüyü işitmiş olur. Şükrümüz de zaten hakettiği teşekkürdür. Yani ki, arkadaşım, Hak Teala bizden her ne istese hakkı olanı ister. İhtiyacından istemez. Gereğinden ister. Adaleti öğretir. 'Mış gibi' sahası değildir orası. 

'Mış gibi'yi biz aramızda yaparız. Çünkü hakikatte sahibi olmadığımız şeylerin ticaretini yapıyoruz şu hayatta. Emanetçisi olduklarımızı al-satıyoruz. Emanetçi sahiplik iddia ettiğinde hakikatin gurbetine düşer. Kibri terkettiğimizde tevazu sılamız olur. O 'vazedildiğin gibi' olma halidir. 'Alçakgönüllülük' diyorlar ya karşılamıyor. Aslı şu: Alçalmak, alçaktaymış gibi yapmak, yok. Zaten alçaktasın. Ait olduğun yerden konuşmaktır tevazu. Yapmacıklık değildir. Tasannuyu kibirliyken yapan biziz. Cenab-ı Hakkın büyüklenmesi ise yapmacık değildir. Kemalini tarifidir.

"İnsan kendisini müstağni gördükçe azgınlaşır!" buyruluyor Alâk sûresinde. İşte Kur'an'ın kelamullah olduğuna bir delil. Sen bundan daha isabetlisini duydun mu? Kur'an'da sahiden Allah konuşuyor. Zira bu derece teşhis başkasının sözünde bulunamaz. Ancak Ustası eserini bu denli 'tastamam' tarif edebilir. Evet. Gerçekten de 'kendimizi ihtiyaçsız gördükçe' azgınlaşmaya başlıyoruz. Yoldan çıkışımız da biraz şuna benziyor: Bir fabrikanın herhangi bir çarkı, çevresiyle uyumlu şekilde görevini yürütmesi gerektiğini unuttukça, kendi başına buyruk şeyler yapmaya başladıkça, düzenin zararına işliyor. Kendimizi yeterli görmek bizi büyük resme ilgisizleştiriyor. Lekemizle uğraştırıyor. Uyumdan habersizleştiriyor. Hodbinlik, hodgamlık, hodendişlik... Yani ki 'ben merkezcilik' hükmü altına alıyor herşeyimizi. Ve bu odaklanma hatasıyla parçası olduğumuz bütüne zarar vermeye girişiyoruz artık. Halbuki, arkadaşım, konu biz değiliz. Konu hep beraber Allah'ın senasını edebilmek. Bir orkestrada konu davulcu değildir. Hizmetçisidir. Davulcu gümgümünü konunun ta kendisi sanrılarsa bütün ahengi altüst edebilir. İstiğnamız bizi böylesi bir yanlış tezahüre götürüyor. Harf kendisini kelimenin tamamı sandığında okunacakları okutmaz olur. Vurgu azı çoğa galip eder. Varlıkta elbette tuttuğumuz bir yer var. Ancak tutamadığımız yerler tuttuğumuzdan çok.

'Kanser' nedir bilir misin? Kanser sorunlu bir hücrenin bedenin yerine geçmeye çalışmasıdır. Amitoz bölünmeyle meczup çoğalarak içinde yaratıldığı âkilliği mahvetmesidir. En nihayet yıktığı uyumun enkazında kendisi de kalır. Öldürdüğü canlının vücudunda kendisi de ölür. Bindiği dalı kesen oduncu gibidir yani. Fakat bu ebleh halini sonu gelene kadar farketmez. İnsanın tekebbürü de onun kanserleşmesidir işte. Tevazusu şifasıdır. Bunu şuradan da anlayabilirsin ki: Tevazu gösterdikçe, varlık, yaptığının doğruluğuna işaret eder gibi seni ödüllendirir. Bir Kanser Hastasından Yakınları İçin 75 Faydalı Öneri isimli kitapta okumuştun. Sonra Vücudunuz Hayır Diyorsa: Duygusal Stresin Bedelleri eseri de öğrendiklerini desteklemişti. Ölümcül hastalıklara yakalananlar genelde hayatın yükünü tek başlarına kaldırmaya çalışanlar. Hastalık sürecinde ilk öğrendikleri şeyse 'insanlardan yardım istemeye alışmak'tır. Hatta, yazar Deborah Hutton'ın tecrübesiyle de altını çizdiği üzere, sanki kanser, acizliğini bilmeyen insanlara 'yardım istemeyi belletmek' için gönderilmiştir. Aslını idrak ettikçe bir nebze hafifler.

Aleyhissalatuvesselam Efendimiz "Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremeyecektir!" buyuruyor. Onun bu inci-mercan beyanına şu açıdan da iman ediyorum: Evet. Öyle. Kibri yokedemeyen insan hayatından tasannuyu da çıkaramıyor. Tasannuyu yokedemeyense 'mış gibi' yapmaktan kurtulamıyor. 'Mış gibi' gemiye atabileceğimiz yükleri sırtımızda taşımamızın en büyük müsebbibi. Yani, her neyde kibir yapıyorsak, onun fazladan yükünü çekiyoruz. Bu fazla yük de 'mümkün cennet fırsatı'ndan uzaklaştıyor bizi. Çünkü, cennet, ona ihtiyacımızı bildikçe bizi tamamlıyor. Bizim tamamlanmamız cennetimiz oluyor. Eğer ihtiyaçlarımız olmazsa Allah'ı bilemezdik. Yaralarımız olmasaydı bedenimize ışık sızamazdı Mevlana Hazretlerinin tabiriyle. Eksik bırakıldık ki tamamlanalım. Avuçlarımız boş bırakıldı ki oraya bağışlarda bulunulsun. Rahmet dolsun. Sahibi bulunsun. İnkâr etmek yerine açmalıyız. Açtıkça zenginleşeceğiz. Açtıkça hayatımız bereketlenecek. Açtıkça cennete dönüşecek.

Hem yine denmiyor mu: "Her adam için, heyet-i içtimaiyede görmek ve görünmek için mertebe denilen bir penceresi vardır. O pencere kamet-i kıymetinden yüksek ise tekebbürle tetâvül edecek. Eğer kamet-i kıymetinden aşağı ise tevazu ile takavvüs edecek ve eğilecek, tâ o seviyede görsün ve görünsün. İnsanda büyüklüğün mikyası küçüklüktür. Yani tevazudur. Küçüklüğün mizanı büyüklüktür. Yani tekebbürdür."

Dua da bu anlamda bir 'kabullenme eğitimi' değil mi? Mürşidim bir başka yerde diyor ki: "Bir müslim ne derece dine mütemessik ise, o derece kibrinden, gururundan, hatta izzet-i rütebîden fedakârlık etmek gerektir." Çünkü sebeplere hallakiyet/yaratıcılık vermemenin (tevhidin) sonucu kendini detaylaştırmaktır. Hatta şunun arkasında, arkadaşım, 'yaralarınla barışmak' da vardır. Bediüzzaman'ın 'elyazısının kötülüğünü kabullenmekle-barışmakla' elde ettiği zenginliği düşünsene: "Eskiden beri diyordum: 'Ya Rabbi! Ben o kadar muhtaç iken ve nazmı severken, bu iki nimet bana verilmedi' diye, teşekkî değil, tefekkür ediyordum. Sonra bana kat'î tebeyyün etti ki: Şiir ve hat bana verilmemek de büyük bir ihsan imiş. Hem o hatta ihtiyacımı sizin gibi kalem karamanlarının muavenetleri temin ediyor. Hat bilseydim, hatta itimad edip, mesâil ruhta kararlayarak nakşedilmeyecekti. Eskiden, hangi ilme başladım, hattım olmadığı için ruhuma yazardım. Fevkalâde bir meleke ihsan edildi." 

Eksiklerimize "Bakalım nasıl tamamlanacağız?" diye baktıkça cennetimizin kapısı açılıyor. İstiğnaya kapıldıkça bizden küsüyor. Allah korusun. Cennetinden kopan cehennemine yuvarlanıyor. Sahi şu da enteresan değil mi: Cehennem sürekli yandırılmakla sanki bir 'eksiltilme' yeridir. Adem memleketidir. Yıkım cenderesidir. Cennetse nimetlenmekle sürekli 'arttırıldığımız' bir semttir. Vücud yurdudur. İnşa menzilidir. Eğer cehennemin müsebbebi içimizde barındırdığımız kibirse, yani ki o ateşi "Ben hepinize yeterim!" iddiası tutuşturuyorsa, "Bak bakalım yetiyor musun?" tarzı 'mütemadiyen eksiltilmeyle' cezalandırılması mâkul değil midir? Hem madem cennetlik olanlar mütevazı davranıyor. Eksikliğini biliyor. Onların da 'mütemadiyen çoğaltılması' manidar görünmez midir? Ben; hem bu dünyadaki hem ahiretteki tecellileriyle; kibir ile adem, tevazu ile vücud arasında bağlar görüyorum. Ama gösterebiliyor muyum? İşte ona da sen karar vereceksin arkadaşım. Yani onu da sen tamamlayacaksın. Ne de olsa yorum şahit olunanı tamamlar. Zenginleştirir. Ve şahit olunduğunun bir delilidir. 


22 Nisan 2022 Cuma

Durun siz balıksınız!

İman kabuğunun içerisindeki lübbü gösterir. Küfür ise lüb ile kabuğu tefrik etmez. Kabuğu aynen lüb bilir ve insanı cevherlik derecesinden kömür derecesine indirir." Mesnevî-i Nuriye’den.

İslam bizi kabuğumuzdan kurtarmak için indi arkadaşım. Kabuğumuzu reddetmedi. Yanlış anlama. Lakin ona münhasır kalmaktan da İslam'la korunduk. (Elhamdülillah.) Evet. Âdemiyet okyanusunun töresi başkaydı. Burada batanlar değil çıkanlar boğulurdu. Beşerîlik sığlıklarında tuzaklıydı. Dolayısıyla gaybından habersizler tehlikedeydi. Satıhtan ötesini bilmiyorlardı. Öyle ya: Derûnunu bilmeyen dalmayı nereden bilecek? Gavvas-ı Aziz aleyhissalatuvesselam geldi. Omuzlarımıza Hüda'nın emanetini bastırdı. Şefkat pençeleriyle eteklerimize asıldı. Peşinden çekti çoktan aşina edildiği dehlizlere. Miracının yol yol gölgesine sığındık. Böylece sırf yüzey-dünya için yaratılmadığımıza ayıldık. Hatta görünenin 'okunabilir de' olduğunu kavradık böylece. Madde manasının sezdirilmesiyle rahatladı. Kanundur. Anlamını bulan kararını da bulur.

Şimdi bizi tekrar yüzeye çağırıyorlar arkadaşım. Ahirzaman fitnesi. Yüzey fitnesi. Yüzeyine kapılan fitneye de kapılıyor. Sözgelimi: Tesettürün nasıl bir hikmetle emredildiğini anlamıyor. Kendisinin de bir yüzey olarak 'boğucu' olabileceğini veya bizzat kendisinin de yüzeyinde 'boğulabileceğini' kavrayamıyor. Cüneyt Özdemir Aleyna Tilki'yi eleştiriyor. Ne için? Daha çok yüzey için. Daha çok kulaç için. Yani yüzey yüzeye "Daha derinsel bir yüzeysellliğin olabilirdi!" diye sesleniyor. Yüzey de abisine şöyle cevap veriyor: "Senin de daha yüzeysel bir derinselliğin olabilirdi." Genişliği derinlik sanmak muğalatasından çıkıyor olay. Kimsenin kucağında nefes yok. Dizboyu fanilik. "Kimin boğulması karizmatik oldu?" Bunu tartışıyoruz.

Denizden pırıltı topluyorlar arkadaşım. Delirmiş kuyumcu gibi. Avuçladıkları anda yokoluyor hepsi. Birikmemesinden anlıyorsun. Fanilik birikmiyor. Ama Cüneyt Özdemir'in de Aleyna Tilki'nin de bundan endişelendikleri yok. Onların kavgası 'kuyumcunun pırıltı toplarken izlemesi gereken yol' üzerine. Cüneyt Özdemir diyor ki: "Avuçlarını nasıl kullanacağını öğretenler olsa daha estetik toplardın." Aleyna Tilki de yapıştırıyor ki: "Benimki gibi avuçların olsun da Bağdat'tan pırıltı gelir." Davullar gümgüm. Pehlivanlar peşrevde. Ekranda şenlik. Fakat bu masalda "Kral da kraliçe de çıplak!" diyecek kimse yok. Çünkü kralın da kraliçenin de çıplaklıkla ilgili bir endişesi yok. Yüzeyde hemfikirler onlar arkadaşım. Anlaşmazlık oranda.

Tesettür bir kadına/erkeğe yüzeyinden başka kaç şey olma imkanı verir? Bu sualin cevabını seninle ben tartışacağız. Çünkü eteklerimizden çeken elin sıcaklığını hâlâ hisseden biziz. Derinliğe dair anlatılanları da unutmadık. "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur!" fermanı (d)okunduğundan beri 'karizmatik boğulmalar' tatmin etmiyor bizi. Satıhta fanilik var. Ciğerimize su dolduruyoruz. Gidebilsek daha aşağılara ineceğiz. Konuşabilsek daha derinleri konuşacağız. Niyetimizin boyu amelimizden uzun. Yüzeydekiler halimizi boğulmak sanrılıyorlar. Biz de onlara kardeşane şöyle çığırıyoruz arkadaşım: "Durun siz balıksınız!"

18 Mart 2022 Cuma

Dönüşü olmayan bir duayız biz

"Bütün kâinattan dergâh-ı İlâhiyeye giden bir duadır."

Mürşidim kalbime dokunduğundan beri herşeyi duaya dönüştürdüm. Artık başka hiçbirşey yok. Her 'şey' bir dua. Çünkü mutlak ademden yoksun bırakıldım. Ne mutlu! Hiçliğe düşmek imkandan çıktı. Çünkü hiçlikten gelmedim. Herşey geldiği yere döner. Ondan gelense Ona döner. Ben yokken bile vardım. Var yokken bile vardı. Zaman geçmezken bile bir yerlerde ismi geçiyordu. Varlık ne kadar evvele gitse, hatta kendini cismen hiç etse, kadîm olan Allah'ın ilminden ileriye-geriye gidemiyordu. 

Biz varlığa boşluktan düşmedik arkadaşım. Boşluk varlığa bizimle düştü. Madem ki Allah varolacak herşeyi biliyordu, ki biliyordu ki yaratıyordu, o halde mutlak yokluktan sözedilemezdi. Herşey varolmadan önce yalnızca ilimdi. Alîm olan hepsini bilirdi. Hafîz olan hepsini saklardı. Bunu da bana mürşidim öğretti.

İşte bu ilmin duasıyla varlık sahnesine çıkarıldık. Rahmet bilinene varoluş da lütfetti. İhtiyaçtan yaratılmadık. İkramdan yaratıldık. Hakikat-i Muhammediye aleyhissalatuvesselam varolmayı hakeden öyle bir güzellikti ki, Cenab-ı Hak, aziz hürmetine bizleri de varlık sahnesine getirdi. 

Nurundan yaratıldığımıza itiraz edecek bir gerekçe göremiyorum. İlim de nurdur çünkü. Birşey hakkında bilgi sahibi olmak etkileşime girmek gibidir. Ondan taşan birşey size gelmiş gibidir. Öyle ya: Güneşten bize ışık geliyor. Güneşi bu ışık sayesinde biliyoruz. Yine bu ışık hakkında deniliyor ki: İsm-i Nur'un Hidrojen-Helyum düzeninde bir tecellisidir. Onu aşamadığımız için bize varoluş görünür. İpleri görecek açıya sahip olmayanlar için kuklalar da 'kendiliğinden' hareketlidir. Demek: Sebepleri yaratıcı sananların aslında açısı bozuk. 'Olanı' görüyorlar da 'olduranı' göremiyorlar.

Belki güneş de uzayın yüzeyinde bir kabarcıktır ha? Nasıl su damlası güneşin yansımasını sinesine sığdırıyor. Belki güneş de başka bir güneşin, belki de Şems-i Sermed'in, tecellisini kendisinde yansıtıyor. Sen ışık ondan doğuyor sanıyorsun. Çünkü dört boyutlu fiziğin üstüne çıkamıyorsun. Eğer iki boyutlunun üstüne çıkamasaydın da parıldayan su damlası güneşin oluverirdi.

Hakikat-i Muhammediye sadece bir ilim olarak varken de varolmak için dua ederdi. Çünkü o kadar güzeldi. (Güzelliğin kendisi bir duadır.) Çünkü o kadar hikmetliydi. (Hikmetin kendisi bir duadır.) Çünkü o kadar rahmete şâyândı. (Aczin-fakrın kendisi bir duadır.) Cenab-ı Hak onun ifade ettiği cemali varlık sahasına getirdi. 

Aleyhissalatuvesselamın nurundan yaratılmak ne büyük şereftir. Demek bizde de kıymettar hakikatinden birşeyler vardır. Varolan herşey varolduğuna sevinir. Varolan herşey varolmakla gönenir. Yani hep varolmak ister. Sonsuzluk ister. Şu haliyle sanki göğsündeki sırrı sezmiş gibidir. Öyle ya: Damlacığın bizzat kalmaya hatırı yoktur da göğsünde gösterilen güneşin vardır. Göğsünde gösterilen güneş hürmetine damlacığa da hürmet edilir. 

Bizim göğsümüz acayip bir sır saklıyor arkadaşım. Sırrını inkâr etmezse cennet bahşedilecek. Sırrını inkâr ederse de cehenneme dahledilecek. Herşekilde sonsuzluktan kaçınamayacak. Neden? Çünkü güneşi gösterdi bir kere. Artık bu göğsün varlıktan kendini sakınabilmesi mümkün değil. Kendisinin hatırı yoksa da göğsünde gösterilenin hatırı var. Hep bilinegelen duasının neticesinde varlık sahasına çıktı. Hikmeti kabul edildi. Gayri bu duanın dönüşü yoktur.

29 Mart 2020 Pazar

Corona için dua edilmez mi?

Zara'nın ortasından geçer. Bu nedenle yüzmeyi Kızılırmak'ta öğrendim. İddialı değilim. Kendimi kurtarmaya yetecek kadar ancak biliyorum. (Beni yüzerken görenler de aynı kanaattedir.) Bununla birlikte hayat kurtardığım da oldu. Evet. Yine Kızılırmak'ta bir çocuğun hayatını kurtardım. Herhalde çocuk değil de yaşıtım bir genç olsaydı ikimiz de boğulmuş olurduk. Zira boğulma anında her insan bir miktar kafayı yer. Ölüm korkusu varlığını öylesine sarar ki yanındaki en kurtarıcı/dost nesneyi bile basamağı/düşmanı gibi görür. Ya kendisiyle birlikte düştüğü boşluğun içine çeker yahut da kurtarıcısının boğulması pahasına kendisini kurtarır. O an kurbana söz anlatılamaz. Boğulanları kurtarmaya çalışmak bu açıdan epey risklidir.

Ben de çocuğa elimi uzattığımda bir anda ağırlığını sırtımda buldum. Omzuma çıktığı yetmiyormuş gibi boğazımı da sarıyordu. Allah'tan ağırlığı başedilmeyecek gibi değildi. Her neyse. Allah afiyetli ömür versin. Belki de şimdi kendi çocuklarını yüzmeye götürüyordur. Bir zamanlar Kızılırmak her baharda birkaç kurban alırdı. Hatta ismindeki 'kızıl'ın bu kanlı âdetten geldiği söylenirdi. Kurbanları da genelde yaza kadar sabredemeyenler olurdu. Haziran'ı görmeden yumuşamazdı bizimki o vakitler. Şimdi eski şevketi kalmamış diyorlar. Epeydir ben de gitmedim.

Asıl konumuza gelelim: Fizikçi olmamakla birlikte benim de kendime göre bir evren algım var. Özellikle 'tabiat yasaları' diye adlandırılan şeyleri duygularla açıklamayı seviyorum. Bu açıklayış "Hakikî hakaik-i eşya esmâ-i İlâhiyedir!" sırrıyla daha kolay bağ kurmamı sağlıyor. Neden? Çünkü, kanaatimce, üzerimizdeki Esmaü'l-Hüsna tecellilerini daha çok duygularımızla içimize buyur ediyoruz. Yahut da şöyle demeli: Bir derece sabit olan ruhumuz, varlığımızın dalgalı yanında meydana gelen değişimleri, ancak duygular vasıtasıyla seziyor. Belki de yine o duygular sayesinde bu değişimlerin sonuçları üzerine kazınıyor. (Akıl bu noktada duyguların 'farkediş aracı' olmaktan fazlası değil.) Ne zaman büyük sarsıntılar yaşasak ruhumuza yeni yeni harfler işleniyor. Yazılımımız güncelleniyor. Bazı kötüleşiyoruz. Bazı güzelleşiyoruz. Ama kesinlikle değişiyoruz. Demek duygularımız bizi ta ruhumuza kadar değiştirme imkanına sahipler.

Müzemmil sûresinde 'çocukları ihtiyarlatan gün'den bahsedilir. Bediüzzaman I. Cihan Harbi'nin üzerindeki etkisini tefekkür ederken bu ayete müracaat eder. Evet. Hakikaten öyledir. Tecrübelerinizin yaşattığı duygu yoğunluğu şiddetlendikçe zaman algınızda kırılmalar yaşanır. Yaşadığı bir gün de olsa insana bir yıl gibi tesir eder. Tek gecede saçları ağaranlardan bahsedilir. Bu kadar hızlısını şahsen görmedim. Ama sıkıntılı bir yılında sakalları ağaranı gördüm. Bunun bendeki bir açıklaması, işte, duyguların nakış yeteneğidir. Yoğun duygular ruha daha yoğun nakışlar işler. Defteri daha hızlı doldurur. Yazılımında büyük güncellemeler yapar. Öyle ki, o şiddetli eşiği atladığınızda, kendinizi tamamen başka birisi olarak bulursunuz. Her tanıdığınız size "Ne kadar değişmişsin!" der. Zorlu taşınmaların mobilyalar üzerindeki etkisi gibidir bu.

Uzatmayayım. Kütle çekim kanunu denilen şeyi de bu sıralar 'fanilik korkusu' ile açıklamayı deniyorum. Liseden aklımda kalanlara uğradığımda nesnelerin kütleleri arttıkça daha yoğun çekim kuvvetlerine sahip olduklarını hatırlıyorum. Misalen: Güneşin çekim kuvveti dünyanınkinden epeyce yüksektir. Çünkü güneşin kütlesi dünyanınkinden epeyce fazladır. Tabii burada akılda tutulması gereken ikinci birşey de şu: Kütle hacimle aynı şey değildir. Kütle madde yoğunluğudur. (Bunun bir de formülü vardı ama şimdi hatırıma getiremedim.) Bu nedenle, hacmi daha küçük olan birşey, kütlesindeki yoğunluk sebebiyle daha çekici olabilir. Karadeliklerin gücü böyledir mesela. Bazen olur bir karadelik bir sistemi yutar. Karnı da şişmez. Afiyet olsun.

el-Kayyum ism-i şerifi bize Cenab-ı Hakkın varlığı her an devam ettirdiğini söylüyor. Yani bizler bir kerede varolduktan sonra varlığının devamında müstakillik kazanmış şeyler değiliz. Yaratılıştan bağımsızlığımızı ilan edemiyoruz. Ya? Tıpkı bir aynadaki görüntü gibiyiz. Yahut da projeksiyon cihazından yansıtılan manzaralar şeklindeyiz. Varoluşumuzun arızîliği bizi cihazın devam ettirmesine mecbur kılıyor. Elimizde yaratış yok. Kendi varlığımızı yaratamıyoruz. Sadece seçimlerde bulunuyoruz. Bizim seçimlerimize göre de projeksiyon cihazından yansıtılmalar oluyor. Hata yaparsak sorumlusu biz oluyoruz. Çünkü projeksiyon cihazı buna zorlamadı. Hayır yaparsak da yaratılışını üstümüze alamıyoruz. Çünkü sadece istedik. Yansıtan yine cihaz oldu.

Mevzuun kader-sorumluluk ilişkisine bakan yanını hızlı geçip 'fena korkusu'na geri dönelim. Lakin öncesinde meseleyi açarken bize yardımcı olacak bir metne müracaat edelim: "Küremiz hayvana benziyor. Âsâr-ı hayatı gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse bir nev'i hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrop küre kadar büyüse ona benzemeyecek mi? Hayatı varsa ruhu da vardır. İnsan-ı ekber olan âlem, tazammun ettiği manzume-i kâinat o derece hassasiyet ve âsâr-ı hayat gösteriyor ki, bir cesetteki âzâ, eczâ, zerrat, izhar ettikleri tesanüd, tecazüb, teavünden daha ziyade muntazam, muttarid, mükemmel âsârı gösteriyor. Acaba âlem insan kadar küçülse, yıldızları zerrat ve cevahir-i fert hükmüne geçse, o da bir hayvan-ı zîşuur olmayacak mıdır?"

Herşeyin hayattar olması ne demek? Bence birşeyin hayattar olması 'bir parça fenadan da anlamasını' zaruri kılıyor. Çünkü bir yaşayan hep yaşamayı istiyor. Canlılığı kesintiye uğramasın istiyor. Devam ettirebilmek için gayret ediyor. Mücadele ediyor. Uğraşıyor. Demek lezzet alıyor. Eğer birşeyden lezzet alıyorsanız yokluğundan da elem hissediyorsunuz demektir. Lezzet alınan birşeyin terki ister istemez bir elemi çağrıştırır. Bir boşluğa düşürür. Eksiklik hissettirir. Bitkilerin bile yüzünü güneşten başka tarafa çevirdiğinizde eksikliğini hissedip yeniden güneşe dönerler.

Varolan herşey 'her an varlıkta tutulmaya' muhtaçlarsa, ki ism-i Kayyum'um kapsamı bize böyle olduğunu hissettiriyor, o halde onların 'boşluğa düşmekten' kendilerine göre bir korkuları da vardır diyebiliriz. Tamam. Şimdiye kadar okuduğunuz fizik kitaplarının üstünden bakınca "Adamın ayakları iyicene yerden kesildi yahu!" noktasında duruyor olabilirim. Ben de Fen Lisesi mezunu olduğumdan az-çok okullarda fiziğin nasıl anlatıldığını biliyorum. (Reklamlar dinlediniz.) Fakat bilimkurgu dünyasının azıcık çakralarımızı açmış olması lazım. En azından bunu başarmalı. Yani bizler evren büyüklüğünde bir canlının içinde yaşayan küçüğün küçüğü canlılar olabiliriz. Ve o evrenin herbir parçası da bu hayattan hissedar olabilir. Varlığını sevdiği gibi yokluğundan da korkuyor olabilir. Tıpkı akyuvardan kaçan mikrop gibi bekasını istiyor olabilir. Bu da onu endişesi noktasında boğulmaktan kurtardığım çocuk gibi yapar. Çevresinde ne varsa kendisine çeker.

Tutunur. Tutunmaya çalışır. Yalnış bilmiyorsam Einstein'ın da çekim kanununa dair 'varlıkların kütlelerine göre yaptığı çökme' üzerinden bir izahı vardır. (Hatta Organize İşler'in ilk filminde Demet Akbağ bunu öğrencilerine izah ediyordu.) Bu düşme durumu başka bir boyutta fiziksel olarak vâki olabileceği gibi duygusal bağlamda düşme korkusu ile de açıklanabilir. Özetle arkadaşlar: Herşey varlığının arızîliğini içten içe sezdiği için boğulma korkusu çekiyor. Hayatı hayat kılan şey de biraz bu zaten. Vücudun tamamı kendi bütünlüğü içinde birbirine tutunuyor. Bazen de bu bütünlüğü devam ettirebilmek için çevresindekilere tutunuyor.

Bu bütün lafı gezdirmelerin ardından en nihayet duaya gelelim. Mürşidim dua hakkında diyor ki: "Duanın en güzel, en lâtîf, en leziz, en hazır meyvesi, neticesi şudur ki: Dua eden adam bilir ki, birisi var ki onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder. Onun kudret eli herşeye yetişir. Bu büyük dünya hanında o yalnız değil; bir Kerîm Zât var, ona bakar, ünsiyet verir. Hem onun hadsiz ihtiyâcâtını yerine getirebilir ve onun hadsiz düşmanlarını def edebilir bir Zâtın huzurunda kendini tasavvur ederek bir ferah, bir inşirah duyup, dünya kadar ağır bir yükü üzerinden atıp 'Elhamdülillah' der."

Yani arkadaşlar bizim dilimizdeki duanın bütün evreni saran bu kanunla bir ilgisi var. Hepimiz farkındalığımız miktarınca varlığımızın varedilmeye bağımlı olduğunu biliyoruz. Müstakil olmadığını seziyoruz. Küçük küçük kıyametlerden büyük kıyameti öngörüyoruz. Yaşamın devamı bu farkındalıkla örülü zaten. Bu korku da ism-i Kayyum'u dünyamıza davet ediyor. Çünkü 'her an devam ettirilmeye muhtaç olan' ister istemez 'her an ayakta tutan'a delil oluyor. Nasıl ki karadeliklerin çöküntüsü bir tutunma arzusunu besliyor; içimizdeki boşluklar da, benzeri birer çöküntü olarak, evren-insan uyumunun bir delili olarak, bizi tutunmaya götürüyor.

8. Söz'de kuyuya düşen insan temsili esasında ism-i Kayyum karşısında bütün bir evrenin halini anlatır. İnsansa bu varlıklar içinde şuurla şu halini fotoğraflayandır. Bu fotoğrafın sahnelerinden birisi de duadır. Böyle bir evren algısına sahip olan ister istemez dua eder. Kaçınılmazdır. Bu nedenle, evet, biz müslümanlar sık sık dua ederiz. Bırakınız Corona gibi küresel bir felaket için dua etmeyi, ayağımıza taş değse, onun için bile dua ederiz. Duayı küçük görenleri ise 'asıl mevzuyu kavramamakla itham ederek' küçümseriz. Yahut da deriz ki: "O hiç boşlukla tanıştırılma nimetine erişmemiştir. Çünkü içinde olunca boşluktan daha ağır birşey yoktur. Eğer bu düşme hissini tatmış olsaydı tutunma arzusunun hiçbir parçasını küçümsemezdi."

24 Mart 2018 Cumartesi

Şu 'değişmek' neden var?

Gücü nerede buluyoruz? Bazıları gücü 'daha fazla varolmakta' buluyorlar. Ben öyle düşünmüyorum. Varoluşumuzun gücü (veya gücümüzü) arttırması için kaynağı biz olmalıyız. Halbuki işleyiş böyle değildir. Varlığımız bir yaratılış eseri olduğundan zatında bir güç barındırmıyor. Eğer gücün kaynağı biz olsak hiçbir vakit acizliğe düşmeyiz. Dua etmeyiz. Yardım istemeyiz. Nusret dilemeyiz. Öyle ya! Hiçbir kaynak ürettiğini elde etmede acizliğe düşmez. Biz düşüyoruz. Biz üzülüyoruz. Biz yetişemiyoruz. Biz kaybediyoruz. Demek biz bir perdeyiz. Yani sinema perdesi gibiyiz. Varlığımız bizzat görünmek için değil. Üzerimizden başka şeylerin görünmesi için. Yani göstermek için. Meramımı size şöyle de anlatabilirim:

'Görünmek' ve 'göstermek' arasında şöyle bir fark var: Görünmek 'kendine dair'liktir. Göstermek 'başkası için'liktir. Birşey bizzat görünüyor olsa bu onun sabitliğini gerektirir. Görünen şeyler gösterdikleri şeyde bir sabitlikle ancak görünebilirler. Ben, eğer bizatihi görünen olsam, bu bende bir sabitlikle mümkün olur. Ben olmakta değişmem. Her an başka birşey olmam. Fakat bende iş böyle olmuyor. Ne demek bu? Kafanızı birazcık karıştırdığımın farkındayım. Meseleyi yaklaştırabilmek için, kusurlu bir örnek de olsa, 'sinema' ve 'tiyatro' arasındaki nüansa değinelim:

Tiyatro sahnesi 'bizzat görünenlerin sahnesi' olarak ele alınsa, bu durum, ondaki 'şey'lerin sabitliğiyle kendisini ortaya koyar. Oyuncular sabittir. Dekorlar, gözü aldatmak için azıcık değişse de, sahnenin bütününde yatsınamaz bir sabitelik vardır. Tiyatroyu izleyen her izleyici bilir ki: İzlenen sahnedekinin kendisidir. Bunlar gerçek şeylerdir. Salt görüntüler değillerdir. Sahdeki insanlar nefes almaktadır. Terlemektedir. Yorulmaktadır. Canlılardır. Bundan dolayı tiyatrodaki değişimler sinemaya nazaran sınırlarla sınırlanırlar.

Sinemada durum böyle olmaz. Sinemadaki gerçeklik algımız tiyatrodakinden farklı olarak bize söyler ki: Bu izlediğimiz şeyler, her ne kadar tiyatro sahnesindekine benzer de olsa, görüntülerdir. Bizzat kendisi için varolan şeyler değildir. İşaretlerdir. Yansıyan şeylerdir. Boyutça eksiktir. Yaşamca eksiktir. Varlıkça eksiktir. Bu nedenle tiyatroya nazaran bazı sınırlardan da kurtulmuşlardır.

Bu iki varlık algısı arasındaki fark en çok 'değişim' üzerinden okunur. Sinemada birkaç saniye içinde hem Mekke sokaklarında hem İstanbul'da bulunabilirsiniz. İkisini birden görebilirsiniz. Ancak gerçek hayatta bu mümkün olmaz. Bu şiddetli değişim, yani yitirilmiş sabitelik, bize o görünen şeyin aslında gösterilen olduğunu söyler. Beyaz perdeye (yoksa siyah mı demeli) bakarken birden görünmeye başlayan şekiller, böyle şiddetli bir değişim yokolan bir sabitelikten haber verdiği için, perdenin 'görünen' değil 'üzerinden gösterilen' olduğu ihtar eder. Ancak burada Vahdetü'l-Vücud'un düştüğü bir yanlışa da düşmeyelim. Yansıma için yine de, perde kadarcık olsun, bir varlığa muhtacız. Taşıyıcı bir sabitelik olmazsa görüntü nerede yansıyacaktır? Sinemada bu işi perde yapar.

Hem mürşidim bu noktada der: "Cenâb-ı Hakkın Vâcibü'l-Vücud ve Mevcud ve Vâhid ve Ehad isimlerinin hakikî cilveleri ve daireleri var. Belki âyineleri, daireleri hakikî olmazsa, hayalî, ademî dahi olsa, onlara zarar etmez. Belki vücud-u hakikînin âyinesinde vücut rengi olmazsa, daha ziyade sâfi ve parlak olur. Fakat, Rahmân, Rezzâk, Kahhâr, Cebbâr, Hallâk gibi isimleri ise, tecellîleri hakikî olmuyor, itibarî oluyor. Halbuki, o esmâlar, mevcut ismi gibi hakikattirler, gölge olamazlar; aslîdirler, tebeî olamazlar. (...) Cenâb-ı Hakkın bütün esmâsıyla hakikî bir surette tecelliyâtı var. Bütün eşyanın Onun icadıyla bir vücud-u ârızîsi vardır. Ve o vücut, çendan Vâcibü'l-Vücudun vücuduna nisbeten gayet zayıf ve kararsız bir zıll, bir gölgedir; fakat hayal değil, vehim değildir. Cenâb-ı Hak, Hallâk ismiyle vücut veriyor ve o vücudu idame ediyor."

Buradan da seni alıp şu dünyanın değişimine getirmek istiyorum arkadaşım. Görüyorsun ya, her saniye, hatta her an bir başkalık dünyamıza hücum ediyor. Evet, ruh, bir derece sabitelik sağlıyor. Ahmed beş dakika sonra da yine Ahmed oluyor. Geçmişini bir derece hatırlıyor. Huylarını bir derece saklıyor. Ama acaba büsbütün aynı Ahmed mi oluyor? Hiç mi değişmiyor? Selma aynı Selma mı? Ayşe aynı Ayşe mi kalıyor? Sen de biliyorsun ki: Varlığın coşkun nehrinde büsbütün bir aynılıktan bahsetmek mümkün değil. İşte, arkadaşım, bu yitirilmiş sabitelik sanki birşey ihtar ediyor: Sen bizzat görünen değilsin. Gösterensin. Varsın. Fakat sinema perdesi gibisin. Üzerinde birşey gösteriliyor. Bu nedenle bencil veya kibirli olamazsın. Hakkın değildir. Çünkü üzerinde görünenler senin hakkında değildir.

Hatta, fırsat bu fırsat, şunu da belirtmeliyim: Tiyatro sahnesi örneğim de seni kandırmamalı. Çünkü tiyatro sahnesi dahi 'bizzat kendisi olarak görünmek' için değil 'üzerinden bir oyunu göstermek' içindir. Başka bir hakikate işaret eder. İşaret ettiği hakikat için değişir. Oyuncular değişir. Oyunculuklar değişir. Giysiler değişir. Giyenler değişir. Dekorlar değişir. Dekoratörler değişir.

Buradan şu hakikate varabileceğimizi zannediyorum: Her ne ki, bizzat ve yalnız kendisine işaret etmemek için vardır, onun için değişim de vardır. Bu yüzden biz iman ederiz: Allah kadimdir. Bakidir. Subhandır. Kayyumdur. Bizim gibi değişmekten, halden hale geçmekten, hatta bizde olunca kemal sayılan gelişmekten münezzehtir. Zira bunlar, dolaylı bir şekilde, hem 'öncesinde bir eksikliğe' hem de 'başka birşey için varolmaya' işaret eder. Fakat biz İhlas sûresinden şunun dersini tam aldık arkadaşım: Kendisinden başka birşeye işaret eden varlık 'ilah' olamaz.

21 Nisan 2017 Cuma

Arrival'dan hakikat-i Muhammediye'ye (a.s.m.): Varlığın daireselliği üzerine...

"Sonunda hep Ona döndürüleceksiniz."
(Rum sûresi, 11)

2016 yapımı Arrival/Geliş filmi bize Hollywood'un metafiziği zayıf tepelerinden ilginç şeyler söyledi. Bende kalanları özetlersem: Neyin önce neyin sonra olduğu aslında 'ona nereden baktığınızla' ilgili birşeydir. Hayatınızın önce gibi görünen bir detayı sonranızın etkisiyle şekillenmiş olabilir. Sonra gibi görünen bir detayı öncenizi tetiklemiş olabilir. Modern fizik açısından bunun kuşatılabilir bir anlamı yoktur. Çünkü modern fizik determinizme dayanır. Determinizme göre ancak önceler sonraların yaratıcısıdır. Ancak nedenler sonuçların anasıdır. (Teolojilerindeki şirkin izdüşümü bir kastı varlıkta da tahayyül ederler.) Fakat ezel-ebed sahibi ve yarattıklarından aşkın bir Allah'a inandığınızda, yaratılışın her anı, varolduğu bütünle birlikte anlam kazanan ve ancak onlara yaslanmakla ayakta durabilen harflerden ibaret hale gelir.

Her ne kadar siz, yaratılışın içinde yeralarak, cümleyi 'henüz kuruluyor' gibi (Kitab-ı Mübin) görseniz de, aslında o cümle zamandan aşkın bir şekilde çoktan kurulmuştur (İmam-ı Mübin). Tıpkı Mülk sûresinin 14. ayetinde buyrulduğu gibi: "Yaratan bilmez olur mu hiç?" Bilmek yaratışın kudretten ve zamandan aşkın varoluşudur. Hep varolan varlığıdır. Bunun kadere iman ile de bir ilgisi var. Kadere iman ettiğimizde, biz, aslında varlığın şahit olduğumuz kısmını aşan 'zaman üstü yanına' iman etmiş oluruz. Çünkü cümle anlamlıdır. Güzellik, hikmet, rahmet, nizam, sanat, adalet... her biri bu anlamın farklı renkteki delilleridir. Anlam ise, cümleyle aynı anda değil, kurulmasından önce varolan birşeydir. Hadi bunu kusurlu bir örnekle daha anlaşılır kılalım:

Kalınca bir sözlükteki kelimelerin tek tek yazıldığı binlerce kağıtla dolu büyükçe bir kavanoz düşünelim. Determinizme göre; varlık, ancak süreç içinde ve sürecin kendisi tarafından yaratılabileceği için, rastgele çekilen kelimelerin veya karıştırırken kavanozdan düşenlerin oluşturacağı cümlenin ister-istemez anlamlı olacağı iddiasında bulunur. Fakat, kadere iman, kavanozdaki hangi kağıtta hangi kelimenin yazılı olduğunu önceden bilen birisinin seçimleriyle ancak anlamlı cümlelerin kurulabileceğini söyler. Hangisi haklıdır? Tecrübe etmek serbest. Yüz tane kelimeyle deneyelim bunu. Hatta elli kelimeyle. Sanıyorum yapacağımız denemelerin tamamı kadere imanı haklı çıkarır. Evet, anlamlı bir varoluş, ancak anlamın önceden bilinip parçaların ona göre seçilmesi/yaratılması ile mümkündür.

İşte burada kader-yaratılış arasındaki ilişki ile Arrival filminin bize öğütlediği bakış açısı barışıyor. Hatta mezkûr filmin böyle bir dersi neden 'dil' üzerinden verdiği de daha anlaşılır oluyor. Çünkü cümle anlamın en küçük yapıtaşıdır. 'Ol!' demekle irade edilen anlamın sonucudur 'oluveren' şey. Biz anlamlı bir cümleyi kurabilmek için o cümlenin anlamının daha önce zihnimizde/kalbimizde varolmasına muhtacız. O anlamın bütünlük içinde varoluşu ile o bütünlüğe yakışır bir cümle kurabiliriz. Cümlenin sonunda dile gelen anlam, aslında, varlıktaki hiyerarşi açısından cümleden öncedir. Yani; bir açıdan onun tohumu iken, diğer açıdan meyvesidir. Varlıktaki bu dairesellik, en büyük boyutunda kader ile önümüze çıkarken, daha küçük boyutlarda tohum-ağaç-meyve, düşünülen anlam-kurulan cümle-söylenilen anlam, tasarlanan sanat-üretilen eser-gösterilen sanat üzerinden de okunur.

Harflerin kendi başlarına içerdikleri tek anlam kendileridir. Bir kelimenin içinde kendilerinden daha aşkın birşeyler ifade etmeye başlarlar. Sonra bir cümle içinde kelimedeki hallerinden daha aşkın şeyler söylerler. Sonra bir metin içinde söylediklerinin sayısı artar. Fakat anlamın önceden varoluşu, tıpkı Arrival filminde dikkatimizin çekildiği gibi, varlığın sıralamasını da altüst eder. Mürşidimin tabiriyle; varlık, 'tecezzi kabul etmez bir küll'dür. Herşey birbiriyle aynı cümlenin parçaları gibi ilgilidir. Sonra gelen kelimenin varlık amacı, önceki kelimeyle değil sadece, bütün metinle ve metinden önceki anlamla açıklanabilir.

Şunun bir benzerini şiir yazanlarınız çok yaşamıştır: Bazen, en güzel mısra ilk akla gelendir de, şiirin ortalarında veya sonunda yeralır. Şiirin geri kalanı ona göre döşenir. Romancılar da iyi bir son veya kurgu keşfettiklerinde bunu yaparlar. Kurgunun o köşesine veya o şatafatlı sona gelene kadar yazılanlar, aslında, tasarım olarak onlardan sonra varolmuşlardır. Ancak siz romanı elinize aldığınızda önce oraları okursunuz. Arrival gibi filmler ise böylesi öncelik-sonralık ilişkilerinin sinemadaki şeklini gösterirler bize. (Burada yazar ancak filmi izleyenlerin anlayabileceği birşeye atıf yaptı.)

Şimdi bir sıçrama yapalım. Mürşidim miracı andığı bir yerde diyor ki: "Ey müstemi! Şu acip kâinat-ı azîme bir insanın cüz'î mahiyetinden halk olunmasını istib'âd etme. Bir nevi âlem gibi olan muazzam çam ağacını, buğday tanesi kadar bir çekirdekten halk eden Kadîr-i Zülcelâl, şu kâinatı nur-u Muhammedîden (aleyhissalâtüvesselâm) nasıl halk etmesin veya edemesin? İşte, şecere-i kâinat, şecere-i tûbâ gibi, gövdesi ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için, aşağıdaki meyve makamından, tâ çekirdek-i aslî makamına kadar nuranî bir hayt-ı münasebet var. İşte, Mirac, o hayt-ı münasebetin gılâfı ve suretidir ki, zât-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm o yolu açmış, velâyetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-yı ümmeti, ruh ve kalble, o cadde-i nuranîde, Mirac-ı Nebevînin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidatlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar..."

Bahis uzun. Haber verdiği döngü harika. Bize 'varlığın dairesel yolculuğunu' hakikat-i Muhammediye üzerinden ders veriyor. 'Levlake levlak...' sırrıyla kulak aşinası olduğumuz birşey bu. Devamında diyor ki mürşidim:

"Hem sabıkan ispat edildiği üzere, şu kâinatın Sânii, birinci işkâlin cevabında gösterilen makàsıd için, şu kâinatı bir saray suretinde yapmış ve tezyin etmiştir. O makàsıdın medarı zât-ı Ahmediye (a.s.m.) olduğu için, kâinattan evvel Sâni-i Kâinatın nazar-ı inâyetinde olması ve en evvel tecellîsine mazhar olmak lâzım geliyor. Çünkü birşeyin neticesi, semeresi evvel düşünülür. Demek, vücuden en âhir, mânen de en evveldir. Halbuki, zât-ı Ahmediye (a.s.m.) hem en mükemmel meyve, hem bütün meyvelerin medar-ı kıymeti ve bütün maksatların medar-ı zuhuru olduğundan, en evvel tecellî-i icada mazhar, onun nuru olmak lâzım gelir."

Birşeyin neticesinin/semeresinin ondan evvel düşünülmesi... Vücuden en ahir olanın manen en evvel oluşu... Bunlar işte benim size yazı boyunca anlatmaya çalıştığım şeyler. Allah'ın ezelî oluşu da aslında bize bunu anlatıyor. Allah, elbette yarattığı zamanın öncesinde bir yerde değil, ondan aşkın. Ressam resminin içinde hapsolmaz. Allah için yaratılış cümlesinin kurulmamış bir yanı yok. Gelecek-geçmiş, öncelik-sonralık, neden-sonuç... Bunlar zamanın parçası olan ve içinde ancak bir miktar varolan bizlerin dertleri, sınırları.

"Hem ezel, mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel, mazi ve halve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uçta hayyül edip, ona 'ezel' deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir."

Fakat mürşidim elbette benden güzel anlatıyor. Çünkü o, aynı hakikati, güzeller güzeli aleyhissalatuvesselamın örnekliğinde izah ediyor. Onun isminin anıldığı herşey güzelleşir. Çünkü; ism-i şerifi sayesinde, harfimiz, içinde varolduğu cümlenin anlamıyla buluşur. Dairenin iki ucu birbirine kavuşur. Ona çokça salavat getirmemizin bir sırrı da budur. Parça bütünün anlamını hatırlar/hatırlatır. Bu sırrı kavrayamanların, salavat-ı şerifenin faziletini diline dolayanların veya 'Levlake levlak...' tılsımına itiraz edenlerin kulakları çınlasın. İlla gavurlar filmini çekince mi bazı şeylere iman edecekler?

8 Temmuz 2016 Cuma

Varlığın yokluğu yokluğun varlığından acıdır

"Her kim kendisini Allah'a mal ederse, bütün eşya onun lehinde olur. Ve kim Allah'a mal olmasa, bütün eşya onun aleyhinde olur." Mesnevî-i Nuriye'den.

İhlas sosyalmedya denen şeye nasıl dayanacak? Bu çılgınca paylaşma arzusuna. Şahit kılma arzusuna. Gizli amelimiz kalmayacak ki onunla 'sadece Allah'ın rızasını umduğumuzu' iddia edebilelim. Taziyesini paylaşıyor. Sadakasını paylaşıyor. Hasta ziyaretini paylaşıyor. Bunca 'haberdar etme' nasıl emin ve rahat olur ki, desin: "Bütün bunlar sadece Allah rızası içindi."

Diyemez. Dese de inanılmaz. Ben inanamıyorum. Her anına çılgınca şahit tutmaya çalışırken hüsnüzannımı korumakta zorlanıyorum. Çünkü 'yetmediğini' farkediyorum. Neyin yetmediğini? Şahit olarak Allah'ın yetmediğini. Yetmiyor ki duyurmak istiyorsun vesilesi kılındığın her hayrını. Halbuki Fussilet sûresi aksine soruyor: "Rabbinin herşeye şahit olması yetmez mi?"

Yaşadığını sanmanın yeni bir müskiri çıktı şimdilerde: Daha çok şahit bulmak. Bununla daha çok varolduğunu sanıyor. Benim veya bizim dünyamızdaki varoluşunun/şahitliğimizin onu daha 'kalıcı' kıldığını düşünüyor. Halbuki hiçbir şey değişmedi. Hâlâ aynı faniliğin izlerini taşıyor fiilerin. Tek farkı: Bir yerlere yazmış oldun. Gözlerimizi o anın farkında kıldın. Hafızamızda bir vücudu daha oldu seninkinden başka. Bildik. Duyduk. Öğrendik. Gördük. Sen belki bizim kadar da aklında tutamayacaktın eylediğini. Biz biraz daha tutacağız başka kablarda. Bu kadar... Geçiciliğindeki değişiklik ancak bu kadar oldu.

Şimdilerde yaşadığını sananın tek tesellisi her anına şahit tutmak. Ve bununla hakikaten yaşadığını, dolu dolu yaşadığını, iliklerine kadar yaşadığını isbat etmeye çalışıyor. Mümkün mü bu? Faninin şahitliğiyle mülk bakileşir mi? Kendisini varlıkta tutamayan başkasının varlığını varlıkta tutabilir mi?

Şahidinim. Yaptın. Şahidinim. Gördün. Şahidinim. Tattın. Peki. Nasıl kazanırsın? Şahit olarak beni tuttuğun halde davanı isbat etmeye çalıştığın kişi de benim. Canım çekmediği halde nasıl kazanırsın? Hadi, beni de boşverelim. Hakikatte nasıl kazanırsın? Yaşadıklarını biriktirmiyorsun ki. Vedalaşacaklarının sayısını arttırıyorsun. Kovan deliktir. Bulduğun diğer kovaların (yani şahitlerinin) kovaları da seninki gibidir. Tutamazlar. Tutsalar da saklayamazlar. Bırakacaklar. İlla ki unutacaklar. Önemsediklerini de inkar edecekler. Bu şahitlerin tamamı 'kalıcılık' iddiasında yalancıdır. Nasıl kazanırsın?

Bir zaman senle olmuşlardı ama senin olmadılar ki. Sahiplik ne demek? Sahiplik her istediğinde yanında bulmaktır. Sahip olan sahip olduğunu arzu ettiğinde veya muhtaç olduğunda yanında bulur. Kur'an'daki ifadesiyle: 'Herşeyin hazinesi yanında olan'dır asıl sahip. Her istediğinde yanında bulamadığın senin olmamıştır. Senle olmuştur. Sende olmuştur. Senden olmuştur. Sana olmuştur. Ama senin olmamıştır. Senin olsaydı seni terkedemezdi çünkü. Mülkü, Malik'ini, iradesi ve isteği dışında terkedemez. Terkediyorsa emanettir. Demiyor mu Rahman sûresi de bize öyle: "Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çevresinden geçmeye gücünüz yeterse geçin gidin. Ama Allah'ın verdiği bir güç olmadan geçemezsiniz."

O vakit bu fenaya mahkûm şahitliklerle avunmak da boş. Yaratıcısının şahitliğinden başka yaradılana teselli yoktur. İsm-i Hafîz'den başka yaşanmışın ve yaşayanın devası yok. Hakiki sahiplik ancak unutmamakla ve yaratabilmekle olur. İnsanın sahipliği mecazidir, çünkü hem unutur hem yaratamaz. Kendisiyle olanın da tüm detaylarını kuşatamaz. Kuşattığının da tamamını saklayamaz. Sakladığının da tamamını diri tutamaz. Aradığında aynı tazelikte bulamaz. Yaratamadığını her arzu ettiğinde veya ihtiyacı olduğunda yanında göremez. Demek bir çekmeceye atmamıştır. Bir kasaya kapatamamıştır. Tapusu elinde de değildir. Ölüm elinden aldıktan sonra hiçbir belge ile varlığını tazeleyemez.

'Zeval-i elem lezzet olduğu gibi zeval-i lezzet dahi elemdir...' diyen Bediüzzaman buna da dikkatimizi çekiyor. Lezzet bir sahiplik (her istediğinde yanında bulma) arzusu verdiğindendir ki, hakikatte hakikati olmadığından acı çektiriyor. Varlığını, o varlığın tekrarını, özletiyor. Lezzeti ve o lezzetin taşıyıcısını bir şekilde tutmak istiyoruz. Olmuyor. Varlığı her hatırladığımızda tekrar yokoluyor. Varlığı yokolmuyor. Yokluğu tekrar be tekrar varoluyor.

Nefsin lezzetleri tekrar tekrar yokolucudur. Bir gidince hep gidicidir. 'Elem' ise yanımızda bulmak istediğimiz birşey değildir ki, gidişiyle sahiplik arzumuza yokluğunun varlığını çektirsin. Yoku yok oluyor onun. "Yok yok ise o vardır. Yok yok olsa varolur..." sırrını mazhar oluyor. O varlıksallıktan bir lezzet alıyoruz. Yokunun yokluğu varlık oluyor. Demek, sahibi olmamakta arasak, bize çok lezzet ve varlık var. Tutmaya çalışanın elleri yara...

8 Haziran 2016 Çarşamba

Mürşid, yanında 'susmaktan' mutlu olduğundur

Sana, beni ve ben gibi çok konuşanları rahatsız edecek birşey söyleyeyim mi? Mürşid, yanında susmaktan mutlu olduğundur. Yamacındayken az olmayı ötesinde çok olmaya tercih ettiğindir. Varlığına kendi varlığından fazla sevindiğindir. "Varlığım, varlığına armağan olsun!" dediğindir hakiki manada. Dualarına girsin yeter. "Anam babam sana feda olsun ya Resulallah! Canım sana feda olsun ya Resulallah!" desen yeter. Sahabe efendilerimiz bize böyle ders vermişler.

Anadan, babadan ve hatta candan geçmek ancak mürşid bildiğinin huzurundayken mümkün olur. Sesini sesinden, fikrini fikrinden daha çok sevdiğin ve beğendiğindir mürşid. Kendini onunla sınadığındır. O, dünyadaki mizanındır senin. Pencerendir bakmaya kendine. Onu seversin çünkü ondan seni izlemek sana birşey katar. Belki de bu yüzden Kur'an'da, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın huzurunda, seslerini, mübarek sesinden fazla yükseltenler uyarılır. Çünkü bu, sesle bile olsa, 'fazla var olma' arzusudur. Mürşidden fazla var olmayı istediğinde kendini edilgen konumdan çıkarırsın. Mürşidine mürşidlik taslamaya başlarsın. Bu bir nevi mürşidin huzurunu işgaldir. Kendini değişmesi gereken değil değiştirmesi gereken olarak görmeye başladığını gösterir. Öyle olduğun meclislerden uzaklaş. Çünkü etrafındakileri de yıpratırsın.

"Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber'in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber'e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir. Allah'ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar, şüphesiz Allah'ın kalplerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır."

Talipsen mağrifete elbette dinleyen olacaksın. Toksan, kendi taliplerini/açlarını bul. Dinlemek açlığın delilidir. Öğrenmeye geldin oraya, öğretmeye değil. Önce bunu öğren. Soruların/katkıların elbette olacak, ama irşadın bir letafeti var. Işığını yaymasına müsaade etmezsen hangi lamba aydınlatabilir? O yüzden ilk adımın; aç olanın, aydınlatılmaya muhtaç olanın sen olduğunu farketmek. "Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin." Talebe, hocasının sözünü kendi sözü bildiği için talebedir. Onun istikametine kanaati yoksa ve kemaline iman etmiyorsa neden önünde diz kırsın?

Bir mecliste mürşidin rağmına konuşan varsa üzerine çentik at; çünkü belli ki, irşad olmaya gelmemiş. Kendi ışığını(!) yaymaya gelmiş. İki güneşin birden varlığı günebakanları şaşkın eder. Kendini günebakan olarak görmeyi bırakmışsan diğer günebakanlara bari merhamet et. Orayı terket.

Yanında susmayı sevdiğin şeydir senin mürşidin. Sûretini sükûtunda ara. Sesinin yükseldiği yerlerde değil. Yalnızca insanlardan mı çıkar mürşid? Hayır. Kitaplardan da çıkar. Kitap okurken konuşana rastlamadım ben. Sesini kitaptan fazla çıkarmaya çalışanı duymadım. Demek yanında susmak 'onu kitap gibi görmeye' de işaret ediyor. Susarak okur insanlar ve susmak aynı zamanda irşada atılan ilk adımdır. Bu nedenle kitaplarına da saygı göster, mürşidlerine gösterdiğin gibi.

Peki, bu, her yazarı mürşid sınıfına sokar mı? Evet, irşaddan aradığın insan-ı kamile doğru atılmış adımsa, bu doğru. Bu yüzden mürşidlerin tuzaklarıyla yazarların tuzakları birbirine benzer. Yazar da, mürşid de o kadar çok 'iyi olandan' bahseder ki; bir noktadan sonra asl-ı ben'inin hakikatin neresine düştüğünü unutur. Anlattığının şehveti sarar dörtbir yanını. Anlatılan iyidir ya. Yeter! İyi olanı nasihat vermek, fakat kendini anmamak mürşid için şehvetli ve dehşetli bir vartadır. Nasihatini, tevbesiyle ve itirafıyla kaynaştırıp vermezse, ötekileştirmesi kaçınılmazdır günahı.

Ve bundan sonra tüm irşadlar komşunun günahları üzerine yapılır. İyi olandan bahsetmek, iyi olmaya yeter görünür, fakat değildir. Yazarlar da düşer bu tuzaklara. 'Yaşanmamış hayattan intikamlarını alırken' yazdıkları şeyler, o kadar yüksek şeylerdir ki ve bunlarla okurların omuzlarına öyle şeyler yüklerler ki, dönüp kendilerini sigaya çekmezler. Belki biraz da bu yüzden mürşidim Sözler'ine başlarken şöyle söyler:

"Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için, askerlik temsilâtıyla, sekiz hikâyeciklerle birkaç hakikati nefsimle beraber dinle. Çünkü ben nefsimi herkesten ziyade nasihate muhtaç görüyorum. Vaktiyle sekiz âyetten istifade ettiğim Sekiz Sözü biraz uzunca nefsime demiştim. Şimdi kısaca ve avam lisanıyla nefsime diyeceğim. Kim isterse beraber dinlesin." Demek seninle beraber dinleyendir mürşid. Yalnızca sana konuşan değil. Seninle konuşurken kendisini unutan değil.

Bir romanda kahraman aslan parçası olabilir. Hazırcevap olabilir. Esprili olabilir. Delicesine âşık olabilir. Sevdiği kızın tebessümü için sayfalarca tasvir yapabilir. Fakat hangi yazar hayatı bir romandaki kadar derin yaşar? Kim, 'sonsuza dek mutlu' olur? Bu, bir yönüyle imkansızın edebiyatıdır. Ve imkansız olan, eğer buna farkındalığı yoksa, okurun omuzlarına ağır bir yük yükler. Ve Kur'an her birimizi uyarır: "Siz; insanlara iyiliği emreder de, kendinizi unutur musunuz? Halbuki kitabı da okuyorsunuz, hiç aklınızı başınıza almayacak mısınız?" Aklı başa almak; dizginleri hayalin şehvetinden, iyiyi tasvirin lezzetinden kurtarmak, uygulamaya dönmek. Aslolana dönmek... Nihayetinde herkesin tuzağı kendi boyundadır. Vebali kendi boynunadır. Kendi yaralarıyla konuşmayı unutan bizim yaralarımızı anlayamaz.

18 Mayıs 2016 Çarşamba

Özlemek de sonsuzluğun delilidir

Bence özlemek de sonsuzluğun delilidir. Varolmayan can acıtamaz. Gidenler bu yüzden canımızı acıtır. Yokolsalardı canımız yanmazdı. Yokun acısı da yoktur çünkü... 'Gitmek' ile 'yokolmak' arasında farklar var. Kanaatimce yokolmak, bıraktığın izlerle birlikte yokolmaktır. Hiç varolmamış gibi olmaktır. Onun dışında 'yokolmak' olarak andığımız herşey aslında sadece 'gitmek'tir. (Mutlak bir yokoluştan ziyade 'bir yanıyla/yönüyle yokoluş' denmeli ona. Belki yalnız 'azalmak' denmeli.) Yani diyebilirim ki: Bir kere varolan birşey asla tam anlamıyla yokolmaz. Bıraktığı izlerle varlığı devam eder. Suya atılan taşın, tam da atıldığı yerde varlığı son bulmuş olsa da, suda yaptığı artış ve oluşturduğu dalga ile varlığı devamlıdır. Demek varlığı yokolmamış, ancak başka şekle girmiştir.

Dedemin dedesinin adını hatırlayanın kalmaması, onun benimle varolmasını engellemez. Benim varlığım onun varlığının devamı ve delilidir. Meyve ağacın delilidir. O olmasa ben de varolamam. Tıpkı torumun torununun bensiz varolmaması gibi... O halde kim diyebilir ki: "Deden yokolmuştur." Dedemin yokluğu bütün varlığın yokolmasıyla mümkündür ancak. (Varın yokolmasıyla yokluk varolur.) O varlık denizine atılmış bir taştır. Bu taşın dalgalarının varlığın nerelerine kadar gittiğini ancak onu yaratan bilir. Dedemin dedesinin varlığın içinden mutlak bir şekilde çekilip alınması, yani gitmesi değil de yokolması, şu an varolmayan yeni bir düzenin varlığını gerektirecektir. İçine taş atılmış deniz, atılmamış denize benzer, fakat kesinlikle aynısı değildir. O halde taş yokolmamıştır.

Demek biz birşeyin yokluğundan bahsederken bile aslında varlığına yaslanıyoruz. 'Daha az var' olana, 'daha çok var' olana kıyasla 'yok' diyoruz. (Yakındığımız aslında varlığının yokluğudur.) Onun mutlak bir şekilde yokolması ise, bıraktığı her izle birlikte yokolmasıdır ki, o zaman bu yokluktan da bahsedilemez. Mutlak yokluk 'hakkında konuşulamaz' birşeydir. Çünkü farkına varılamaz birşeydir. Farkındalık bir bilgiye/kıyasa dönük olarak yaşanır. Biz ancak varlık mertebeleri arasında kıyaslamalarla bir kısmî yokluk (hakikatte sadece azlık) tahayyül ederiz ve ondan korkarız. Mutlak yokun bilgisi bizde yoktur ki, hakkında konuşalım veya ondan korkalım. Yokla tanışmak mümkün değildir. İz bırakmayanın hatırası da olmaz.

O halde bizde iz bırakan hiçbirşey hakkında yokolmuştur diyemeyiz biz. Dedemin dedesinin varlığının bende devam etmesi gibi, bizde yer tutanın varlığı da bizde devam eder. Bizi etkileyenin varlığı daima bizimledir. "O benim için artık yok!" diyen insan, aslında hiçbirşeyi yokedemediğinin farkındadır. Çünkü yokluğundan bahsettiği şey varolmadan bu yokluk vurgusu mümkün değildir. Hatta bunu söylediği muhatap için de o şey varolmamışsa bu yokluk bahsi saçma olur. "Benim hayatımda artık 'filanca' yok!" diyen kişi, 'o filancanın varlığını bildiğimi bildiği için' bunu söyler. 'Yok' der, ama bir varlık bilgisini kasteder. Bana anlatmak istediği varlığının şiddetini azalttığıdır.

Ateistin bahsettiği yokluk da bir varlık bilgisi olmadan konuşulabilir mi? Eğer mutlak bir yokluktan bahsediyor olsaydı ateist, bunu zaten konuşmuyor/konuşamaz olurduk. Konuşuyor olabilmemiz, bir 'ilah' varlığını kabul ettiğini, ancak bunu benim tarif ettiğim şekilde etmediğini gösterir. Bediüzzaman'ın 'bir ilahın inkarının her bir zerreye bir ilahlık payesi vermeden mümkün olamayacağını' söylemesi altını çizmeye çalıştığım şeye işaret eder. 'Nasıllık' taşınır, ama 'olmalılık' baki kalır. Düzen ortamızda durmaktadır. Düzenin bize dayattığı/öğrettiği varlık bilgisi ortamızda durmaktadır. Biz bu varlık bilgisi üzerinden ancak onun varlığına işaret ettiği şeyleri konuşabiliriz. Allah mutlak bir şekilde yokolsaydı, hakkında konuşamıyor olurduk, o halde vardır. Bizim girdiğimiz tüm tartışmalar bu varlığın 'nasıllığına' dair tartışmalardır. Nihayetinde mürşidimin dediği gibi derim: "Çünkü Allah'ı inkâr etmek, kâinatı inkâr etmek kadar akıldan uzaktır. Umum değil, belki ekser insanlarda dahi vukuunu akıl kabul etmez. Kâfirler Allah'ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfâtında hata ediyorlar."

15 Ocak 2016 Cuma

Allah ilgisiz olur mu?

Bugün biraz daha örnekli bir şekilde ‘şuunat marifeti’nin ‘esma marifeti’nden daha üst ne gibi kazanımlar sağladığını konuşmak istiyorum. Ancak, üzerinden güç ve meşruiyet alabilmem için, serinin bir önceki yazısının kilit cümlesini hatırlatmaya ihtiyacım var: "Kanaatimce; şuunat tefekkürü/marifeti isimler ve fiiler arasında daha kolay geçiş yapabilmemizi ve onları tevhid bayrağı altında daha kolay toplayabilmemizi sağlıyor."

Bu iddiaya Risale metinlerinden bulduğum dayanakları ve onlardan yaptığım çıkarımları “Şuunat tefekkürü neden önemli?” başlıklı yazımda paylaşmıştım. Merak edenleri mezkûr yazıya havale ediyor ve yenisinde şuunatın bize farkındalığını kazandırdığı ‘ilgi’nin sorunlarımızı nasıl çözdüğünü konuşmak istiyorum. Tevfik Allah’tan. Teşebbüsüm sırasında konu mankeni olarak da deizmin sorunlu/eksikli ilah tasavvurunu kullanacağım.

Mevzua şuradan girelim: Biz kişoğlunun/kızının birşeyde ‘kaliteli’ olup olmadığını nasıl anlarız? Sözgelimi baba/anne olmuş kişiler var karşımızda. Bu kişilerin fiilin sahibi olması sırf meselenin biyolojik yanıyla ilgilidir. Peki ruhi boyutuyla? İnsaniyetimizi oluşturan diğer parçalar açısından? Kalbimiz açısından? Bu insanları iyi birer ebeveyn olduklarını bize ne söyler? Öncelikle ‘ilgileri’ öyle değil mi? Yani bu insanlar biyolojik varoluşundan öte/aşkın bir ilgiyle çocuklarına bağlılarsa, bakıyorlarsa, koruyorlarsa, ilgileniyorlarsa hakikaten gözümüzde anne/baba olurlar. Yoksa sadece ‘anne/baba’ ismine sahip olmak hakkıyla ‘anne/baba’ olunduğunu söylemez. Garanti etmez. Ebeveynliğin şanına yakışır bir ilgi mutlaka eylemin devamı olmalıdır. Ötekisi zalimlik olur. Ebeveynlik de durum böyle olduğu gibi evlilik de böyledir. Evliliğin ömrü ilgidir.

Deizm, bildiğiniz gibi, bir ilahın varlığıyla sorun yaşamayan ancak vahiy/nübüvvet gibi alanlarda sorunları olan bir inanç biçimidir. Wikipedia tanımını da şuracığa yapıştırayım ki daha entelektüel gözüksün: "Deizm veya Yaradancılık, mantık ve doğal dünyaya dair gözlemlerin kaynağını oluşturduğu, dinsel bilgiye dolaysız biçimde sadece akıl yoluyla ulaşılabileceği ilkesini esas alan, bu sebeple vahiy ve esine dayalı tüm dinleri reddeden tek Tanrı inancıdır."

Peki deizm bu sorunu neden yaşıyor? Kanaatimce problem biraz da deizmin ‘şuunat tefekkürü yoksunluğu’ndan. Akıl merkezli olduğu için insanın diğer parçalarını ve bu parçaların marifet türlerini inkâr ediyor veya hiç sezmiyor deizm. Mesela: Kalp genişliğinde bir marifet deizme yabancı. Tefekkürüne duygularını katık edemediğinden Allah’ın şuunatını da sezemiyor. Halbuki insanın duyguları Allah’ın şuunatını anlamak için bahşedilmiş eşiklerdir.

Yani deizmin aklı şuunata çıkabilecek kadar yüksek bir marifet açısına sahip olmadığından dolayı 'yaratış' ile 'konuşma' arasındaki ilgiyi göremiyor. Helalleri/haramları gerektirir bir Rububiyet alakadarlığını derkedemiyor. Bediüzzaman'ın Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nin başında vurgu yaptığı: "Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur..." hakikati deizmin kestirebileceği bir sonuç değil. Peki Bediüzzaman bu ilgiyi nasıl kuruyor? Önce küçük bir alıntı:

"Şu kâinatın Sahip ve Mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir ediyor ve herşeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve herşeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faideleri irade ederek tedvir ediyor. Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur. Madem konuşacak; elbette zîşuur ve zîfikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak. Madem zîfikirle konuşacak; elbette zîşuurun içinde en cemiyetli ve şuuru küllî olan insan nev'iyle konuşacaktır..."

Yolun taşlarını tek tek döşeyelim: Eserdeki ‘hikmet’ bize ‘hikmet gözeten’ ve dolayısıyla 'ne yaptığını bilen' bir ilahın varlığından haber veriyor. Nasıl? Herşey bilinmeden yapılan birşeyin herşeyle böylesine uyumlu olması mümkün değil. Uyum olmazsa hikmet de olmaz. Zaten hikmet çoğu zaman aklın sezdiği bir yerliyerindeliktir. Yani, eylenenin diğer eylenenler ile, içinde yeraldığı büyük resimle yakaladığı uyumdur. Bu uyum bir bilgiden gelir. Hayırla bu açıdan bir kardeşliği vardır hikmetin. Hayırlı olan aynı zamanda hikmetli olandır. Hikmetli olan da hayırlıdır. "Kime hikmet verilmişse şüphesiz ona çokça hayır verilmiştir..." buyuran Bakara sûresi bize kardeşliği fısıldar.

Bu noktaya kadar deizmin de bir sorunu yok. Herşeyi yaratanın bir olduğunu ve epey de bilgili olduğunu 'akıllı tasarım' gibi başlıklar altında deizm de savunuyor. (‘Herşeyi bilen’ demiyor ama buraya dikkat!) Hem de modern bilimin verilerini kullanarak yapıyor bu işi. Fakat İslam’ın şuunat tefekkürüyle başardığı bir geçişi deizm başaramıyor. ‘Yapmanın bilmekle’ olan ilgisini kuruyor da ‘bilmenin konuşmakla’ olan ilgisini kuramıyor. ‘Bilmeksiz bir yapma’nın ‘ilgisizlik’ anlamına gelmesi gibi ‘konuşmasız bir bilme’nin de ‘ilgisizlik’ manasını kastettiğini çözemiyor. Evet. Eşine ‘neyi sevdiğini bilmeden hediye almak’ bir parça ilgisizlikten haber verdiği gibi ‘neyi sevdiğini bildiği halde almamak’ da bir tür ilgisizlikten haber verir. İnsansa kendisiyle konuşulmasını sever.

Bu kuramayıştan dolayı da vahyi ve nübüvveti inkâr ediyor. İbn-i Arabî kuddise sirruhun Fahrüddin-i Razî rahimehumullaha mektubunda dediği “Allah’ı bilmek varlığını bilmenin gayrıdır!” cümlesi tam da bugün deizmin yüzüne çarpılmaya hazır bekliyor.

Yalnız, es geçmeyelim, tembellere tatlı gelen bir yanı var deizmin: İnsana yüklediği sorumluluk yok. (Vahiy olmadan nasıl sorumluluk olabilir ki?) Böylece deistlerin dünyasında entelektüel bir uğraş olarak Allah varolabiliyor ama onun emrine ve nehyine müteallik olan 'helal' ve 'haram' veya 'ibadet' gibi kavramlar huzurlarını kaçırmıyor(!)

Lakin, unutmayalım, nefis nerede haramzade bir özgürlük elde etse Allah tasavvurumuz orada bir yara alır. Çünkü fasıkane özgürlük kalbimizdeki Allah tasavvurunun sınırlanmasıyla mümkün olabilir ancak. Yani insan kalbindeki Allah'ı ne kadar Allahlıktan çıkarırsa, kendince sınırlara hapsederse, o kadar nefsine alan açar. Fıskın ruha ödettiği meşruiyet bedeli budur. Alan açmanın en nihayeti büsbütün Allah'ı dünyanızdan silip yerine kendinizi geçirmenizle olur. Fakat onun küçüğü şekillerde alan açmalar her türlü sapkınlıkta vardır.

Deizm de mensuplarının hevasına bir özgürlük alanı açabilmek için bedel olarak Allah'ın kelam sıfatını seçmiştir. Evet. Yaptığı aslında bir sınırlandırmadır. Allah'ın mahlukatiyle kurduğu 'yaratma' ve 'bilme' türünden ilgileri kabul ederken, bu ilginin farklı bir şekli/rengi olan 'konuşma' ilgisini reddetmektedir. Deizmin Allah'ı, hâşâ, mahlukatına ilgisiz bir Allah'tır. Halbuki bu deizmin çelişkisidir. Yaratış bir ilgi belirtisidir çünkü. Yaratmak aslında bir ilgidir. O yaratışın gerektirdiği bilgi bir ilgidir.

Böylesine sonsuz bir yaratmak/bilmek ilgisiyle mahlukatına, yine tabir-i caizse, 'duyarlı' olan Allah neden 'konuşmamakla' bu duyarlılığın Ehadî sonsuzluğuna bir sınır koysundur? Haydi, insan aciz olduğundan, ilgi duyduğu şeylerle münasebeti ister istemez sınırlıdır. Ancak, hâşâ, Allah için böyle bir acizlik sözkonusu değildir ki. Allah bir noktada ‘sonsuz’ diğer bir noktada ‘sınırlı’ olursa Allah olabilir mi? Neden 'yaratmakla/bilmekle' bu derece ilgilendiği varlıklarla 'konuşmak' ilgisini terketmiştir? Doğruyu bulmak bu kadar zorken göstermeyi terketmiştir? Bu durum o sonsuz ilgiye bir nakise, bir sınırlandırış, bir problem alanı oluşturmaz mı? İşte bence mürşidimin şuradaki izahları şuunat tefekkürünün Allah marifetine yaptığı katkıdır:

"Madem insan nev'iyle konuşacak; elbette insanlar içinde kàbil-i hitap ve mükemmel insan olanlarla konuşacak. Madem en mükemmel ve istidadı en yüksek ve ahlâkı ulvî ve nev-i beşere muktedâ olacak olanlarla konuşacaktır. Elbette, dost ve düşmanın ittifakıyla, en yüksek istidatta ve en âli ahlâkta ve nev-i beşerin humsu ona iktidâ etmiş ve nısf-ı arz onun hükm-ü mânevîsi altına girmiş ve istikbal onun getirdiği nurun ziyasıyla bin üçyüz sene ışıklanmış ve beşerin nuranî kısmı ve ehl-i imanı mütemadiyen günde beş defa onunla tecdid-i biat edip ona dua-yı rahmet ve saadet edip ona medih ve muhabbet etmiş olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ile konuşacak ve konuşmuş; ve resul yapacak ve yapmış; ve sair nev-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır."

Bu yazıya sonuna kadar sabreden arkadaş, madem bu denli sabırlısın, okumakla elde ettiğini şunlarla da pekiştir:

"Evet, bütün zîruh mahlûkatını konuşturan ve konuşmalarını bilen, elbette Kendisi dahi o konuşmalara konuşmasıyla müdahale etmesi, rububiyetin muktezasıdır. (...) Kendini tanıttırmak için, kâinatı bu kadar hadsiz masraflarla, baştan başa harikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemâlâtını söylettiren, elbette Kendi sözleriyle dahi Kendini tanıttıracak. (...) Mevcudatın en müntehabı ve en muhtacı ve en nâzenini ve en müştakı olan hakikî insanların münâcâtlarına ve şükürlerine fiilen mukabele ettiği gibi, kelâmıyla da mukabele etmek, hâlıkıyetin şe'nidir. (...) İlim ile hayatın zarurî bir lâzımı ve ışıklı bir tezahürü olan mükâleme sıfatı, elbette ihatalı bir ilmi ve sermedî bir hayatı taşıyan Zâtta, ihatalı ve sermedî bir surette bulunur. (...) En sevimli ve muhabbetli ve endişeli ve nokta-i istinada en muhtaç ve sahibini ve malikini bulmaya en müştak, hem fakir ve âciz bulunan mahlûkatlarına, acz ve iştiyakı, fakr ve ihtiyacı ve endişe-i istikbali ve muhabbeti ve perestişi veren bir Zât, elbette Kendi vücudunu onlara tekellümüyle iş'ar etmek, ulûhiyetin muktezasıdır."

Evet. Elhamdülillah. Bunlardan herbirisi bize Allahlığın şanının bir parçasını öğretir. Ve Allah olana ilgisizlik değil ilgi yakışır. Çünkü Allahlık ‘kalitesizlik’ kaldırmaz.

22 Şubat 2015 Pazar

Fazla NLP itikadı bozar mı hocam?

“Onlar öyle kimselerdir ki, halk onlara ‘İnsanlar size karşı toplandı, onlardan korkun!’ dediği zaman, bu onların imanını arttırdı ve dediler ki: ‘Bize Allah yeter, ne güzel vekildir O.’“ Âl-i İmran sûresi, 173.

Mü’minin varlık algısı ister istemez iyimserdir. Ayrıca bir gerekçe gerekmez. Allah’ın marifetinden gelen bir sezgi; yani esma, sıfat ve şuunat bilgisi; o marifet içindeki muhabbetullah; Yaradanın güzelliğinden gelen güzel düşünüş; algısını iyimser kılar. Ali Şeriatî’nin İslam Bilim’de söylediği gibi: Tevhid sadece kulun Allah’a bakışını değil eşyaya bakışını da etkiler. Bütün âlemlerin aynı Rabbü’l-Âlemîn’in tasarrufunda olduğuna iman edenler için âlemlerden hiçbirisi artık düşman olamaz. Çünkü varlık, aynı kudret elinden çıkmış olmaları hasebiyle, çatışık ve çelişik olamaz.

Şirkin bölünmüş teolojisiyse çatışmaya ve çelişmeye müsaade eder. “Hayat bir cidaldir!” mottosunun itikadında şirk barındıran coğrafyalardan çıkması şaşırtmaz bu yönüyle. Evet. Enbiya sûresinde kısa bir mealiyle buyrulduğu gibi:“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı ikisinin de düzeni bozulurdu.” Doğrudur. İlah sayısının birden fazla olduğunu sanrıladığınız bir âlemde sonsuzların sınır kavgası kaçınılmazdır. Ha, âlemde hakikati yoktur bunun, ama müşriğin varlık tasavvurunda vardır.

“Evet, her hakikî hasenât gibi, cesaretin dahi menbaı imandır, ubûdiyettir. Her seyyiât gibi cebânetin dahi menbaı dalâlettir. Evet, tam münevverü’l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz. Belki, harika bir kudret-i Samedâniyeyi lezzetli bir hayretle seyredecek. Fakat, meşhur bir münevverü’l-akıl denilen kalbsiz bir fâsık feylesof ise, gökte bir kuyrukluyıldızı görse, yerde titrer, ‘Acaba bu serseri yıldız arzımıza çarpmasın mı?’ der, evhâma düşer.”

Dikkat ederseniz: Bediüzzaman’ın ‘cesaret’ ve ‘iman’ arasında kurduğu ilgi bir ‘bastırış’ değil. Hayır. Korkunun vesilesi olan şeyleri ‘doğru şekilde anlamlandırmaktan’ kaynaklanan bir içhuzur şeklindedir o. Eski Said döneminde de bunu ‘tren ve çocuk’ misaliyle şöyle izah eder:

“Bu dabbetü’l-arz, dehşetli hücum ve gürültüsü ve bağırmasıyla ve tünel deliğinden çıkıp hücum ettiği dakikada geçeceği yola bir metre yakınlıkta o çocuk duruyor. O dabbetü’l-arz tehdidiyle ve hücumunun tahakkümüyle bağırarak tehdit ediyor. ‘Bana rastgelenlerin vay haline!’ dediği halde, o mâsum, yolunda duruyor. Mükemmel bir hürriyet ve harika bir cesaret ve kahramanlıkla, beş para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor. Bu dabbetü’l-arzın hücumunu istihfaf ediyor ve kahramancıklığıyla diyor: ‘Ey şimendifer! Sen gök gürültüsü gibi bağırmanla beni korkutamazsın.’ (...) Bu mâsum çocuğun yerinde Rüstem-i İranî veya Herkül-ü Yunanî, o acip kahramanlıklarıyla beraber, tayy-ı zaman ederek o çocuğum yerinde bulunduğunu farz ediniz. Onların zamanında şimendifer olmadığı için, elbette şimendiferin bir intizam ile hareket ettiğine bir itikadları olmayacak. Birden bu tünel deliğinden, başında ateş, nefesi gök gürültüsü gibi, gözlerinde elektrik berkleri olduğu halde, birden çıkan şimendiferin dehşetli tehdit hücumuyla Rüstem ve Herkül tarafına koşmasına karşı, o iki kahraman ne kadar korkacaklar, ne kadar kaçacaklar!”

23. Söz’ün 2. Nokta’sında ise bu analizi geleceği-geçmişi de içine alacak şekilde daha geniş uygular: “İşte, enâniyetine itimad eden, zulümât-ı gaflete düşen, dalâlet karanlığına müptelâ olan adam, o vakıada evvelki halime benzer ki, o cep feneri hükmünde nâkıs ve dalâlet-âlûd malûmatla, zaman-ı maziyi bir mezar-ı ekber suretinde ve adem-âlûd bir zulümat içinde görüyor. İstikbali gayet fırtınalı ve tesadüfe bağlı bir vahşetgâh gösterir. Hem herbirisi bir Hakîm-i Rahîmin birer memur-u musahharı olan hâdisat ve mevcudatı muzır birer canavar hükmünde bildirir...”

Acılar nasıl açıklanmalıdır o zaman peki? el-Cevap: “Ukul-ü selime yanında muhakkaktır ki: Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz’îdir.” Yani varlık bizim onu anlamlandırışımıza göre anlam kazanan nötr bir durumda görülmemelidir. Allah varlığı esmasının, sıfatlarının ve şuunatının gereği olarak ‘hayır’ üzere yaratmıştır. Bizim suistimalimiz onu ‘bizim adımıza’ şer yapar. Hatta bunun rayihası külliyatın her yerine öylesine sinmiştir ki: ‘Hodbin adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan, bedbinlik cezası olarak’ pek fena bir memlekete düşmez. Ya? ‘Nazarında pek fena bir memlekete düşer.’ Yani memleketin fenalığı kendisinden değildir. Nazardandır. Yani bakıştaki arızadandır.

Peki ben bütün bunları neden yazdım? Çünkü bakış açımızdaki sorunların zamanla itikadı da etkileyen bir yanı olduğunu düşünüyorum. Varlığı algılayış şeklimizin kalbimizde yakılacak nurla bir ilişkisi var. Yahut da şöyle söyleyelim: Kalbimizde yanan nurun, duvarımızda asılı Mushaf’ın, dilimizdeki kelime-i şahadetin bizden istediği bir ‘nazar’ var.

Bir de ahirzamanın dayattığı bir vehmî açı var. Haklılığı kuvvette bilen, varlığı düşman olarak gören, hayatı mücadeleden ibaret sayan, hedefini menfaat düşünen, muvaffakiyeti takvayla değil kazançla ölçen bir nazar bu. Bir nümunesine de meşhur bir ‘NLP Uzmanı’nın twitinde gördüm. Şöyle diyordu: “Gelecek düşmanınızdır! Çabalayıp dostunuz yapamazsanız sizi kölesi yapar!” Doğrusu buna katılmak mümkün mü? Gelecek, tıpkı biz gibi Allah’ın bir mahluku olarak, düşmanımız olabilir mi? Varlık böylesi bir çelişkiye müsait mi? Bu tevhide uyumlu bir düşünce mi?

İşte payımıza düşen bireysel tecdid arkadaşım: Yüzümüzün kapitalizmin kurguladığı başarı formüllerine değil sünnete dönük olması lazım. Çünkü kainat seküler düşünceye göre yaratılmadı. Allah geleceğimizi düşmanımız kılmadı. Çabalayıp küfürle, gafletle, fıskla onu kendimize düşman etmezsek hep dostumuz olacaktır. Mü’min varlığa böyle bakmalıdır. Saadeti buradan gelir. Bu nedenle kadere suizan da barındıran mezkûr sözün itikadî anlamda iyi çağrışımlar içermediğini düşünüyorum.

NLP gibi tastamam dünyevî bilgi alanlarının böylesi aforizmalar ardından itikadımıza yönelik saldırılar yapmasına karşı uyanık olmamız gerektiği kanaatindeyim. Evet. Ebubekir Sifil Hoca’nın da İslam ve Modern Çağ kitabında dediği gibi: “Dikkat edilecek nokta: Kitap okurken bilincimizi teyakkuz halinde bulundurmak, kimden sadır olursa olsun ve ne şekilde takdim edilirse edilsin, itikadî sahaya taalluk eden ‘aykırı’ görüşleri eleyecek zihin duruluğunu elde etmek...” Asıl meselemiz budur. Buna sahip olduğumuzda gündemimize sokulanları tahlil edebilme yeteneği de kazanacağız. Demek ki: İtikadımız kalbimize girecekler için seçici geçirgen bir hücre zarı mesabesindedir. Cenab-ı Hak hidayetinden ayırmasın. Âmin.

8 Ocak 2015 Perşembe

Kader tevhidin kardeşidirı

"Tanrının doğadaki işleri de, kendi varlığındaki işleri gibi, bizim işlerimize benzemez. Bizim biçim verdiğimiz örnekleri, Onun yapıtlarının büyüklüğüne, derinliğine, araştırılmazlığına uydurmaya çalışmak boştur. Onun yapıtları Democritus'un kuyusundan bile daha derindir." Joseph Glanvill, Edgar Allan Poe’nun Ligeia öyküsü epigrafı, Morgue Sokağı Cinayeti derlemesinden.

Allah 'Ol' demiş ve olmuşuz. Zamanın sınırlayamadığı mekan ötesi bir yerden geliyor bu emir. Elhamdülillah. Mahluk Halıkını sınırlayamaz. Zamansa ancak Onun aciz bir mahlukudur. Çünkü o "Hadsiz ef'ali bir fiil gibi yapar." Allah zamanla kayıtlı değil ki yarattıkları için geçerli olan öncelik-sonralık onun için de geçerli olsun. Onun 'Ol'u bizim oldurmalarımıza benzemiyor. Yaratması yapışımız gibi değil. "Vacibü'l-Vücud, zatında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef'alinde de benzemiyor." Ezel bugünü ve yarını aynı anda görür bir manzar-ı âlâ'dır. Şu zaman, mekan, hareket, önce, sonra, yukarı, aşağı, uzak, yakın vs. Hepsi senin sınırlılığından. Mekan zamanın parçası, hareket mekanın, ışık hareketin. Esmaü’l-Hüsna’nın şefaati de işte bunun için. Zatını kuşatamayacağın ve anlayamayacağın (çünkü anlamak da bir yönüyle kuşatmaktır) Allah'ı bir parça kuşatabileceğin ve anlayabileceğin pencerelerden seyredebilmek için. Yahut da daha doğrusu: Sezebilmek için.

Hem ne diyor mürşidin: "Ezel, mâzi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel, mâzi ve hal ve istikbâli birden tutar, yüksekten bakar bir ayna-misâldir. Öyle ise daire-i mümkinât içinde uzanıp giden zamanın mâzi tarafında bir uç tahayyül edip, ona 'ezel' deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhâkeme etmek hakikat değildir."

Allah'ın güzel isimleri sınırlı olan insanın sonsuz olan Allah'ı anlaması için bir kolaylıktır. Bize bir hediyedir. Bağıştır. Tıpkı vahiy gibi bir tenezzül-i ilahîdir. Hatta sebeplerle yaratılış dahi böyle bir kolaylıktır. "Meşiet ve hikmet-i İlâhiyenin muktezasıyla ve çok esmânın tezahür etmek istemesiyle, müsebbebat esbaba raptedilmiş, herbirşey bir sebeple bağlanmış." Evet. Herşeyi, sebeplerle yaratılış sayesinde parçalayabiliyor, arasına öncelik-sonralık, büyüklük-küçüklük, benim-onun gibi ayraçları koyabiliyorsun. Kuşatabiliyorsun. Kavrayabiliyorsun. Sezebiliyorsun. Ancak böyle böyle anlayabiliyorsun. Çünkü sen yaratılansın. Azsın. Eksiksin. Altkümesin. Ve matematikten bilirsin: Altküme üstkümeyi asla kuşatamaz. Kuşatamadığına sahip olamaz. Anlamaksa bir yönüyle sahip olmaktır. Kavramaktır. Öteki olanı ‘yalnız bir bilmecikle bile olsun’ senin kılmaktır.

"Vacibü'l-Vücud, zatında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef'alinde de benzemiyor. Çünkü, Vacibü'l-Vücudun kudretine nisbeten yakın-uzak, az-çok, küçük-büyük, fert-nev'i, cüz-küll aralarında fark yoktur. Ve keza, Onun fiilinde bizzat mübaşeret yoktur. Fakat, mümkinin kudreti bu derece değildir. Bunun için nefis, Vacibü'l-Vücudun ef'alini fiillerine benzetemiyor. Hakikatini fehmetmekte akıl mütehayyir kalıyor. Fiili failsiz zannediyor."

'Ol' emri bir bütün ve biz onun içindeyiz. Kader bu bütünlüğün bir gereği. Herşey biliniyor olmalı çünkü zamanın ötesinde herşey hep beraberdir. 'Ol'un içinde olmak, dışarıdan seyreden değil içinde olmak, ‘ol'an olmak. Biz buyuz işte. Yaratılışı parçalarla kavrayabildiğimizden hep parçalı tefekkür ediyoruz. Bir elma için kainatın gerektiğini, bigbangdeki ilk 'Ol' ile o elmanın son 'Ol'u arasında kopmaz bir bağ bulunduğunu, beraberliğini, uyumunu göremiyoruz. Hatta bunun da üzerinde, belki ikisinin aynı 'Ol'un parçası olduğunu kavrayamıyoruz. Nazarımızdaki ‘ol, ol, ol, ol’lar yanıltıyor bizi. Sınırlılıktan bizimkisi. Şirk de buradan kendisine bir fırsat buluyor.

32. Söz veya 7. Şua boyunca Bediüzzaman'ın da bize öğretmeye çalıştığı bu bence. Parçalara sahip olmanın bir anlamı yok. Bu küçük ‘ol'lar bizi bir yere götüremez, çünkü büyük ‘ol'lar ve hatta kainatın en başında, herşey hiçken denilen 'Ol' olmadan varoluş mümkün değil. Varlık, ağır ağır inşa edilen bir bina gibi görünse de gözümüze, aslında aynı öykünün detaylarıyız hepimiz. Emirde bütünlük var. Uyum var. Denge var. Düzen var. Allah birşeye 'Ol' dediği zaman sebeplerin zahiren engel olma çabaları ancak o 'Ol'un hikayesi olur. Belki yardımcısı olur. Engel olmaz da kolaylaştırır.

Evet. Kendin tek seferde tek fiili kuşatabiliyorsun diye, iraden cüzi/parçalı çalışıyor diye, Allah'ın eylemesinin bütün fiilleri kuşatan bir ilme yaslanıyor olabileceği ihtimalini ıskalıyorsun. Unutma, sınırlı olan sensin, Allah değil. Ve Onun fiilleri fiilerin gibi değil. Subhaniyet biraz da buna bakıyor. Kendimizden hareketle Onu sezeriz, tamam, ama Onu kendimizle sınırlayamayız.

"Ben yalnız değilim. Eğer sikkemiz ve memuriyetimiz ve nizâmâtımız bir olan kan ordusundaki bütün emsâlime mâlik olabilirsen; hem, gezdiğimiz ve kemâl-i hikmetle istihdam olunduğumuz bütün hüceyrât-ı bedene mâlik olacak bir dakîk hikmet ve azîm kudret sende varsa, göster ve gösterebilirsen, belki senin dâvânda bir mânâ bulunabilir. (...) Çünkü, bizdeki intizam o kadar mükemmeldir ki, ancak herşeyi görür ve işitir ve bilir ve yapar bir Zât bize hükmedebilir."

"Ben yalnız değilim." Bütün eşya bunu söylüyor sana. Aynı 'Ol'un parçalarıyız ki hepimiz 'sikkemiz ve memuriyetimiz ve nizâmâtımız bir.' Yani, kardeşlik dediğin kurgusal bir davranış şekli değil, bütün eşya zaten bir 'Ol' kardeşliğinin parçaları. O ‘Ol'a uygun hareket etmezsen ve hatta şirk ile ‘ol, ol, ol, ol'lara bölüp parçaları başkalarına verirsen, budur pek büyük zulmün. Bazen zulüm, parçalardan birisini öne çıkarıp, bütünün kemalini karartmaktan başka nedir? Düşün: Öykünün bütünü kiminse oradaki karakterlerden, olaylardan, harflerden herbiri de onundur. Dokunursan bozarsın. Karıştırırsan karışır. Çünkü öykünün tamamı yazarın bütünü görür kurgusunun sonucudur.

Demek varlık öyle bir ‘Ol'un parçası ki, 'altı gün'ün herbiri onun bölümleri, herbir asır onun bir sayfası, herbir gün bir satırı veya harfi... Sen o kitapta tutsan tutsan bir harfçik, bir elifçik yer tutarsın. Bu ne cesaret! Sayfada adın geçiyor diye kitabı yazarın elinden almaya çalışmak da ne oluyor? Kendin aldığın yetmiyormuş gibi sair kelimelere de kitabı dağıtmaya cür'et ediyorsun. Zaten kadere iman dediğin de, zamana yayılmış bütün mekanları, mekana yayılmış bütün hareketleri, 'Ol’un sahibine vermekten başka nedir ki? Kadere iman etmek tevhide zamanüstü bir şekilde iman etmektir. Ve nihayetinde o 'Ol' demiş, biz o 'Ol'un içindeyiz, ama o 'Ol'u 'ollar' sûretinde görürüz. Şahitliğimiz bizi yanıltmasın. Tevhid iman etmek aslında bu gözyanılgısından da kurtulmaktır.

5 Ocak 2015 Pazartesi

Varlığım hakikatine armağan olsun

“Bunlara benzeyen (tenkid içeren) daha birçok meseleyi sana yazdım. Allah’ın seni muvaffak etmesi ve ömrünü uzun kılması beni sevindirir. Çünkü bunda insanlar için menfaat olduğunu umuyorum. Her ne kadar birbirimizden uzak yerlerde isek de, senin varlığına alıştığım için, senin gibi birisinin (vefat edip) aramızdan ayrılmasını bir kayıp olarak görür ve bundan korkarım.” İmam el-Leys b. Sa’d’ın İmam Malik’e yazdığı mektuptan. (Allah ikisinden de razı olsun.)

Bir bütüne ancak böyle parça olunur arkadaşım: Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmasın. Evet. İşin özü bu. Sakın daha azına razı olma. Sakın daha azına razı olarak kendini ziyana uğratma. Varlığını varlığına armağan edeceğin şey mutlaka senden daha varlıksal/vücudî olmalı. O öyle birşey olmalı ki arkadaşım, ona armağan etmek, varlığından birşey eksiltmemeli. Eklemeli. Yeşertmeli. Yutmamalı. Zaten asıl Malik-i Hakikî odur ki: Sana bağışladığı bile mülkünden çıkmaz. Emanet eder. Hibe etmez. Kulluk da ancak ona edilir ki: Hediyelerini misliyle iade eder. Eksiltmez. Elinden almaz.

Öyle birisine bağışlamalı ki ilgiyi, zamanı, niyeti, ameli, tefekkürü, hayatı karşılığında daha da varlıklanmalı. Âkilin ticareti böyle olur. “Allah mü’minlerden canlarını ve mallarını karşılığında cennet vermek sûretiyle satın almıştır…” buyuran Kur’an-ı Hakîm, sana, zaten seni terketmekte olan varlıksallığını, daha fazlasını alabileceğin bir düzlemde satmayı öneriyor. Kârı gösteriyor. Böyle ticaretten kaçınana ahmak derler. O yüzden mü’min, elinden/dilinden emin olunan, yani hayatla ne yaptığından emin olandır. Malı bellidir. Müşterisi bellidir. Alacağı bellidir. Verilecek bellidir. Emniyet hissi, dıştan içe değil, içten dışa yansır. Eğer onun elinden ve dilinden bir şer sana ilişmiyorsa, bu onun içindeki emniyetten, taşların yerine oturmuşluğundan, yani dengeden. Ticaretinin belirginliğinden. Evet. İstikamette ifrat/tefrit olmaz. İfratı/tefriti olmayanın elinden de zarar gelmez.

“Her mü’mine kendi nefsinden ileriyim!” buyuruyor Aleyhissalatuvesselam.[1] Neden? Çünkü hakikatinden. Çünkü hakikatin o. Çünkü nefsinin hakikati/hikmeti onunla, ona eklemlenmekle, tamam oluyor. Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmasın. Çünkü o aslında senin de varlığının üzerine olduğu şey.

Öyle ya arkadaşım. ‘Levlake levlak…’ sırrınca yaslandığımız, hatta cümle masivanın yaslandığı, hakikat-i Muhammediye’dir. Dikkatli baksan göreceksin: Manalar maddeden değil maddeler manadan yaratılır. Öncesinde manası vardır varlığın. İlmi vardır. Hakikati vardır. Planı vardır. Amacı vardır. Sonra üzerine maddesi giydirilir. Ruhunun cesedinle izdivacı böyle. Kelimenin mana ile irtibatı böyle. Sanatın eseriyle bağlantısı böyle. Fikrin kitapla ilişkisi böyle. Önce birşeyler var, cesedi olmayan ama cesedden daha şiddetli var olan birşeyler, sonra cesetleri onlara tutunuyor. Ne için? Kuşatabilmek, yani anlayabilmek, yani tutabilmek için. İnsan kuşatamadığını anlayamaz çünkü. Soyut kuşatılamayandır. Tutulamayandır.

Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmasın. Çünkü hakikatin varlığı senden daha kavidir. Maddeler eskir, kelimeler dilden dile değişir, ama mana yokolmaz. ‘Güzellik’ diye birşey var mesela, kimbilir kaç güzelin yüzünü eskitmiştir üzerinde de, hâlâ kendisini tam anlamıyla ifade edememiştir. İfadesi bitmez. Şarkısı bitmez. Çünkü o bir sonsuzun bağışıyla teşrif etmiştir.

Dostluğu, aşkı, özlemi kaç dilde işitmişsindir de hepsini bir mana üzerinden tercüme edersin. Yani ki manayı bilmeyene tercüme de edemezsin. Aşkı bilmeyene aşkı neye tutturarak anlatırsın? Zaten mütercimin yaptığı da bundan başka nedir? Mananın nakli. Bildiğini hatırlatma. Buldurma. Bir dilde neyi anlattığını çözüp kelimelerin sonra diğerinde cesedini bulma meselesi. Reenkernasyon diye birşey konuşulacaksa işte sözlüklerde var. Çevirmenler de ‘mana göçünün’ şahitleri.

Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmalısın. Çünkü; “Eğer bir meselenin münazarasında kendi sözünün haklı çıktığına taraftar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır. Hem zarar eder. Çünkü haklı çıktığı vakit, o münazarada bilmediği birşeyi öğrenmiyor. Belki gurur ihtimaliyle zarar edebilir. Eğer hak hasmının elinde çıksa, zararsız, bilmediği bir meseleyi öğrenip menfaattar olur, nefsin gururundan kurtulur. Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor. Hasmının elinde hakkı görse, yine rıza ile kabul edip taraftar çıkar, memnun olur…” diyor mürşidin. Yani hakikatin varlığına haklı çıkmaktan daha çok sevinmek gerek eğer hakikaten hakikatperestsen. Ancak haksız çıkmakla öğrenebilirsin zira yeni şeyleri. Hem gurura kapılma riskin daha az olur hakikat başkasının elindeyken. Öğrenci olmak, nefsinin hilelerine kapılma riski açısından, öğretmen olmaktan daha sağlıklıdır. İnsan bu hayatta hep öğrenci kalmalıdır.

Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmalısın. Ve anlamalısın: Aleyhissalatuvesselama “Anam-babam feda olsun ya Resulallah!” diyenler böyle bir sırrı ders veriyorlar: “Senin varlığın ve varlığının işaret ettiği hakikat, maddi varlık sebebimiz olan ebeveynimizin varlığından daha gerekli, çünkü sen bizi onlardan daha ziyade kılıyorsun. Yani manalı/hakikattar kılıyorsun!” demek bu, eğer hikmet kulağıyla işitebilirsen. Salt bir sevgi ifadesi değil. Daha fazlası. İşte bu yüzden belki de Aleyhissalatuvesselam, Hz. Ömer efendim kendisini ‘nefsi hariç’ herkesten daha çok sevdiğini söylediğinde uyarıyor: “Beni nefsinden de çok sevmelisin.” Çünkü doğrusu bu: Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmalısın. Varlığını anlamlı kılan aslında o. Ve her kahramanlık da buradan beslenir: “Varlığım ondaki hakikate armağan olsun.”

[1] Müslim, Cumu’a 13.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...