Mevla etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mevla etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Mayıs 2024 Cumartesi

Leyla Mevla'nın bahanesidir

"Hem, gerek nebatî ve gerek hayvanî ve gerek insanî bütün validelerin o rahîm şefkatleriyle ve süt gibi o lâtif gıda ile o âciz ve zayıf yavruların terbiyesi, ne kadar geniş bir rahmetin cilvesi işlediği bedaheten anlaşılır."


Şefkati biliyoruz da 'rahîm şefkat' nasıl oluyor? 10. Söz'ün, nam-ı diğerle Haşir Risalesi'nin, 2. Hakikat'ini okurken bu soruyu sordum kendime arkadaşım. Şöyle bir mana açıldı kalbime sonra: "Anne sütü misal verildiğine göre dakikatine bir girmek lazım. 'Rahîm şefkat' nasıl oluyor sormak lazım. Örnek ondan olduğuna göre cevap da onda gizlidir..." Biraz araştırınca şu detaylar dikkatimi çekti hemen:

Anne sütü dediğimiz tekdüze birşey değil. Âdeta bebeği sürekli izleyen birşey. Yaşına, durumuna, gelişimine, hastalığına göre mahiyeti şekilleniyor. Aydan aya başka özellikler kazanıyor, değişiyor. Hatta "Sabah sütüyle akşam sütü dahi aynı değil!" diyorlar. Demek 'rahmet'ten içre 'rahîm' ile sıfatlandırılması şu sırrıyla kaim. Bediüzzaman'ın eserlerine aşina olanlar hatırlayacaklardır: Onun sistematiğinde rahmet daha çok 'vahidiyetle' rahîmiyetse 'ehadiyetle' bir anılır.

Vahidiyet nedir, ehadiyet nedir? Rahmaniyet nedir, rahîmiyet nedir? Özetle şöyle ifade edilebilir belki: Vahidiyet büyük resmin bize söylediğidir. Ehadiyet herbir parçasında ayrıca gördüğümüzdür. Vahidiyeti kuşanan, Allah'ı, 'herşeyi yaratan' olarak bulur. Ehadiyete dokunan, Rabbini, 'herbirşeyi yaratan' diye bilir. Çünkü varlık denilen ayna öyle bir tecelligâhtır ki, tamamında görünen, herbir parçasında da görünür. Yansıyan kendisini herbir parçasında özetleyerek yansıtır. Mürşidim, daha kolay kavrayabilmemiz için, güneş temsilini kullanır çok yerde:

"Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, hadsiz kesret-i mahlûkatta tezahür eden vâhidiyet içinde ukulü boğmamak için, daima o vâhidiyet içinde ehadiyet cilvesini gösteriyor. Yani, meselâ, nasıl ki güneş ziyasıyla hadsiz eşyayı ihata ediyor. Mecmu-u ziyasındaki güneşin zâtını mülâhaza etmek için gayet geniş bir tasavvur ve ihatalı bir nazar lâzım olduğundan, güneşin zâtını unutturmamak için, herbir parlak şeyde güneşin zâtını, aksi vasıtasıyla gösteriyor. Ve her parlak şey kendi kabiliyetince güneşin cilve-i zâtîsiyle beraber, ziyası, harareti gibi hassalarını gösteriyor. Ve her parlak şey, güneşi bütün sıfâtıyla, kabiliyetine göre gösterdiği gibi, güneşin ziya ve hararet ve ziyadaki elvân-ı seb'a gibi keyfiyatlarının herbirisi dahi umum mukabilindeki şeyleri ihata ediyor. Öyle de, (...) temsilde hata olmasın, ehadiyet ve samediyet-i İlâhiye, herbir şeyde, hususan zîhayatta, hususan insanın mahiyet âyinesinde bütün esmâsıyla bir cilvesi olduğu gibi, vahdet ve vâhidiyet cihetiyle dahi, mevcudatla alâkadar herbir ismi, bütün mevcudatı ihata ediyor. İşte, vâhidiyet içinde ukulü boğmamak ve kalbler Zât-ı Akdesi unutmamak için, daima vâhidiyetteki sikke-i ehadiyeti nazara veriyor ki, o sikkenin üç mühim ukdesini irâe eden, Bismillâhirrahmânirrahîm'dir."

Demek, tek cümle görünürken zâhiri, içiçe geçmiş üç daireyle örülüdür besmele. Ve demek, Allah için Rahman neyse, Rahman için de Rahîm odur. Yani vahidiyetten ehadiyete gitmektir. Denizden damlaya varmaktır. Herşeyden herbire inmektir. Evet. Haklısınız. Uluhiyetin geniş dairesinden haber veren bir küçük tecelligâh arıyorsanız rahmete bakmalısınız. Fakat rahmetin geniş dairesini kabiliyetince okutan bir küçük tecelligâh bakınıyorsanız rahîmiyete koşmalısınız.

Çünkü rahîmiyetin dairesinde rahmetin has yansımalarını bulursunuz. Hatta anne sütü gibi bir odağa yöneldiğinizde bebeğin her durumuna göre başka başka kesilen tecellilere rastlarsınız. Öyleyse, elhamdülillah, perde biraz açıldı. "Rahîm şefkat 'şefkatin şiddetlisi'dir!" azıcık göründü. Şiddeti nasıl olur peki arkadaşım şefkatin? Elbette dakikleşmesiyle olur. Dakik şefkat; her anın ayrıca gözetildiğini; her duruma münasip ikramlarda bulunulduğunu; Rahman'ın, herşeyin büyük resminde gösterdiği gibi ilgisini, herbirşeyde de 'rahîm ilgiler'le küçük resimler sergilediğini ilan eder. Yani, şefkatin rahîmleşmesi, aslında inceleşmesidir.

Ah, ne güzel denk geldi, buradan şuraya da uzanmak lazım şimdi: Mürşidim başka bir eserinde yolunu tarif ederken diyor ki: "Acz dahi, aşk gibi, belki daha eslem bir tariktir ki, ubûdiyet tarikiyle mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi Rahmân ismine isal eder. Hem şefkat dahi, aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tariktir ki, Rahîm ismine isal eder. Hem tefekkür dahi, aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tariktir ki, Hakîm ismine isal eder."

Hadi soralım: "Fakr neden Rahman ismine isal ediyor da şefkat Rahîm ismine ulaştırıyor?" Mezkûr sırla alakalı olabilir yine cevabı. Yani, şefkatin mahiyetinde varolan dakiklik, Rahmaniyeti vahidiyetten alıp ehadiyet arşında müşahedeye zorluyor olabilir bizi. Ama ondan da önce: "İnsanın fakrını kavraması, yani ihtiyaç yaralarıyla yaralı olduğunu anlaması, neden hemen Rahîmiyet düzeyine çıkarmıyor da Rahmaniyet'te tutuyor?" Bu soruyla da yüzleşmek gerekmez mi?

Buna da yanıtım şöyle bir zeminde yeşerdi: Fakr insanın öncelikle kendisine dikkatidir. Yani kendisinin 'ihtiyaçları karşılanması gereken bir varlık olduğunu' kavramasıdır. Böyle bir bilişte detaylara kadar inmek gerekmez. İcmalîsi de gayet mümkündür. İcmalî bir bilişteyse Rahîmiyet kendisini gösteremez. Rahîmiyeti bilmek daha detaylara düşkün bir ilgiyle mümkün olur. Ve insan bu detaylı ilgiyi ancak şefkatiyle başarabilir. Evet. Bir anne çocuğuna şefkat ettiğinde onun detayları, o detaylardaki ihtiyaçları, o ihtiyaçların gerekleri daha bir görünür olur. 

Öyleyse artık şöyle desem kabahat olmaz: "Fakr insanın kendine dikkatiyse şefkat ötekine dikkatidir. Ve bazen ötekimiz bizi kendimizden daha çok açar." Yahut da son cümleyi şöyle düzeltmeli: "Fettah u Fâtır Rabbimiz bazen bizi kendimizle değil ötekimizle açar." Demek gayra dikkatte de ayrıca bir nimetiyet var. Sadece kendini bilmekle terakkiyat olmuyor. İnsan kendisini bile başkasıyla öğreniyor. Kabiliyetleri ötekisi bahanesiyle açılıyor. Ya seviyor açılıyor, ya şefkat ediyor açılıyor. Nihayetinde Leyla, Mevla'nın Kays'ı Mecnun'a dönüştürme bahanesidir. Belki şefkatin şe'nini öğrenmekle de Rahîmiyet tâlim ediliyor bize. Allahu a'lem. Evet. En doğrusunu Alîm olan Allah bilir. Tefekkürüm ancak küçücük kabıma sığandır. Taksiratımın affınıysa yine Rahman u Rahîm'den dilerim. Âmin.

17 Mart 2024 Pazar

Sinemaya Leyla için gidilmez

"Ve bazan da kavî bir esbaba rastgelir. Onun muhabbetini mânâ-yı ismiyle tamamen cezb eder, helâkete sebep olur."


Mürşidim 'perde'yi zıt sayılabilecek iki anlamda birden kullanıyor. Onu hem bir 'örtücü' hem de bir 'gösterici' olarak zikrediyor. Birincisine misal: "Esbab bir perdedir; çünkü izzet ve azamet öyle ister. Fakat iş gören, kudret-i Samedâniyedir; çünkü tevhid ve celâl öyle ister..." İkincisine misal: "Güneşin nurundaki renkleri gösteren âyinelerin tebeddül edip tazelenmesi ve sinema perdelerinin değişmesi, daha hoş, daha güzel manzaralar teşkil eder." Tenakuz gibi görünen şu istimalleri perdeliğin iki işlevini birden nazarımıza alarak kavrayabiliriz. Eh, evet, o halde bir de şu fakirin temsilini dinleyiverin lütfen:

Sinemada perde ne işe yarar? el-Cevap: Yansıtılanı izleyebilmemize elverir. Eğer perde olmazsa manzara aksetmez. Seçilemediği için de sağlıkla temaşa edilemez. Fakat diyelim ki: Perdenin üzerinde yırtık var. Yahut da yerine çirkince bir leke hayal edelim. Ben perdenin yırtığına/lekesine hasr-ı nazar ediyorum. Sizse yansıyana bakıyorsunuz. Film bittiğinde gördüklerimizi anlatıyoruz. Aaa, hayret, bambaşka şeyler izlemişiz sanki. Ben yırtıktaki/lekedeki detaylarla meşgul olmuşum. Yani yalnız onu görmüşüm. Sizse, maşaallah, takılmayarak yansıyanı seyretmişsiniz. Böylece aynı perde iki ayrı kişide iki ayrı fonksiyon icra edebilmiş. Bende filmi görmemi engellemiş. Sizde daha iyi görebilmenizi sağlamış.

Refet abinin sualine verilen yanıtta da aynı hakikatin hissesi vardır sanki:

"Sen âyineye baksan, eğer âyineyi şişe için bakarsan şişeyi kasden görürsün, içinde Re'fet'e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksad, mübarek sîmanıza bakmak için âyineye baktın, sevimli Re'fet'i kasden görürsün. (...) Âyine şişesi tebeî, dolayısıyla nazarın ilişir. İşte birinci sûrette âyine şişesi mânâ-yı ismîdir. Re'fet mânâ-yı harfî oluyor. İkinci surette âyine şişesi mânâ-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mânâ için bakılır ki akistir. Akis mânâ-yı ismîdir..."

Yani görülende değişiklik yoktur. Ya? Görende değişiklik vardır. Gören 'görmeye dikkat kesildiği' şeyi gördüğü için görülen de görenin gözlerine öyle görünmektedir. Perdenin kusuruna hasr-ı nazar edenin görüşünde kusurlar büyür. Öyle de büyür ki, fonksiyonunu icra etmesine engel olduğu gibi, vazifesini de zıttına kalbeder. Ayna duvar olur. İşte İslam'da imansıza 'kâfir' denmesi 'örten' manasıyla yakından ilgilidir. Kainat değildir kâfirin gözlerini örten yani, hayır, onu örtücülüğe istimal eden kâfirin ta kendisidir. Fıtratta 'göstermek' vardır. Eşyası Allah'ını bildirmek içindir. Herşey Cenab-ı Hakkının hakkındadır. Fakat sebeplerin olmadığı yerde de insan bilmenin yollarını bulamaz. Taş taş üstüne koyamaz. Çünkü Allah'ın zatını birden kuşatamaz. Sıfatlarını kavrayamaz. İsimlerini sezemez. Bu mutlaklık insanı aşan bir mevzudur. Ancak sebeplerin halkedilmesiyle bilmenin yolları açılmıştır bize. Böylece hepimiz; aklımız, kalbimiz, sa'yimiz nisbetinde bir marifet merdiveni çıkabiliriz. Herkes makamınca istifade eder perdelerden. Neden? Bakılan bir olsa da bakanların koltukları ayrı ayrıdır zira.

'Perdeler' dedim aklıma 'huriler' geldi. "Ne alaka?" demeyin lütfen. Mürşidim bir yerde diyor:

"Evet, 'hurilerin yetmiş hulleyi giymeleri ve bacaklarındaki kemiklerin ilikleri görünmesi' tabiriyle, hadis-i şerif işaret ediyor ki: İnsanın ne kadar hüsünperver ve zevkperest ve ziynete meftun ve cemâle müştak duyguları ve hasseleri ve kuvâları ve lâtifeleri varsa, umumunu memnun edip doyuracak ve herbirisini ayrı ayrı okşayıp mes'ut edecek, maddî ve mânevî her nevi ziynet ve hüsn-ü cemâle huriler câmidirler. Demek, huriler Cennetin aksâm-ı ziynetinden yetmiş tarzını, birtek cinsten olmadığından birbirini setretmeyecek surette giydikleri gibi, kendi vücutlarından ve nefis ve cisimlerinden, belki yetmiş mertebeden ziyade ayrı ayrı hüsün ve cemâlin aksâmını gösteriyorlar..."

Portakalın kaç elbisesi var? 1) Görünüşü var. 2) Kokusu var. 3) Dokusu var. 4) Tadılışı var. Daha sayayım mı? Kalp kulağı açıklar için usûlünce zikredişi var. Aslında portakalın varlığını çevresine bildiren her şekilde onda bir/n elbise var. Yani elbiseler yalnız kabuk cinsinden olmak zorunda değil. Madem ki üzerindedir. Madem ki farkedilir. Madem ki sahibini süsler. Madem ki bizi ondan haberlendirir. O halde görünüşü de elbisedir. Kokusu da elbisedir. Dokunuşu da elbisedir. Yalnız duyularımıza da değil üstelik; aklımıza, kalbimize, hissimize uzanan bütün bildirişleri birer elbisedirler. İşte hurilerin güzelliğini anlatan hadisin dikkatimizi çektiği biraz da budur. Onlarda öyle güzellikler birbirine sarılıdır ki hiçbiri diğerinin cinsinden değildir. Hiçbiri diğerine engel olmaz. Hiçbiri diğerinin farkedilmesini engellemez. Tıpkı kokuşun, dokunuşun, tadışın görünüşü engellememesi gibi... Aynı vücud cinsinden olmayan şeyler birbirlerini engellemek zorunda değildirler. Bir metal üzerinden aynı anda ses de ısı da aktarılabilir. Bir mekanda bulunmaları daralmalarını gerektirmez. Şimdi de Mesnevî-i Nuriye'ye gitmek şart oldu işte:

"Vücut nev'inde tezâhüm yoktur. Yani, pek çok âlemler, haller, vücut sahnesinde içtima eder, birleşirler. Meselâ, gece zamanı duvarları camdan olan ve elektrik yanan bir odaya girdiğin vakit, âlem-i misale bir pencere hükmünde olan camlarda pekçok menzilleri, odaları göreceksin. (...) Bu maddî vücudun bir habbesi, bir parçası, o misalî vücudun bir âlemini içine alabilir."

Bediüzzaman kainatı da Cenab-ı Hakkı tanıtan bin elbiseli huriye benzetiyor:

"Ezel ve Ebed Sultanı Rabbü'l-Âlemîn için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe'n ve namları vardır. Ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve alâmetleri vardır. Ve haşmetli icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer tecellî ve cilveleri vardır. Ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları vardır. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhuratı vardır. Ve ef'âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmâl eder tasarrufâtı vardır. Ve rengârenk san'atında ve masnûatında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rububiyeti vardır..."

Elbette hurilere iman ederiz. Çünkü kainat hurisini çoktan görmüşüzdür. Tecrübemizden biliriz. Onu böyle katman katman güzelliklere sardıran Allah, kudretinden uzak değildir ki, hurileri de öyle yaratamasın. Birbirini engellemez nakışlarla donatamasın. Bu kainatın görünüş perdeleri yüzbin de olsa, maksudu Onu bulmak olanlar için, hepsi ayna gibi göstericidirler. Marifetine işaret ederler. Fakat perdenin yüzbin olması kâfirler için tuzaklıdır. Onların da bile-isteye körlüklerine bahane edecekleri çok detay vardır. "Herşeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyatta kördür..." denilmesindeki sır da budur. Maneviyatta gözünün açılabilmesi için perdenin araçsallığına iman etmen gerekiyor. Ona bakarken onu aşman gerekiyor. Ardındaki maksadı seçemeyenlerse yırtıkla, lekeyle, çatlakla uğraşıp duruyor. Bu ziyade uğraşı aklını gözüne indiriyor. Halbuki akıl göze inmek için değildir. Gözü yukarı çıkarmak içindir. Dikkati ötesine geçirmek içindir. Şişe Refet içindir. Refet şişe için değildir.

Hüda'dan dileyelim arkadaşım. Bizi perdelerde boğulanlardan eylemesin. Felahımızın yolunu da şurada buluyor gibiyiz: "Arkadaş! Nefsî tefekkürde tafsilâtlı, âfâkî tefekkürde ise icmâlî yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptığın takdirde kesret fikrini dağıtır. Evham seni havalandırır. Enâniyetin kalınlaşır. Gafletin kuvvet bulur. Tabiata kalb eder. İşte dalâlete isâl eden kesret yolu budur..." Demek Mevla'yı aranmak lazım sinemada hep. Yoksa perdesinde dikkat çelen çok Leyla var.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...