31 Ekim 2016 Pazartesi

Zayıflığımız kurtuluşumuzdur

"Birden sevmeye başlıyorsun kendini, biri seni sevmeye başlayınca." Dilek Emir, Tek Kişilik Kahvaltı'dan...

Geçenlerde kederli bir dostumu güldürdüm. Bu ona da bana da çok iyi geldi. Birisine iyilik yapmak bizi de iyileştiriyor. Nasıl açıklanır? Galiba ötekimiz de aslında berikimiz. Yani öteki saydıklarımız da aslında bizim parçamız. Birisi bizi değerli bulduğunda biz de kendimizi değerli buluyoruz. Rum sûresi 21'de hatırlatılan 'kendisinde sükûn bulduğumuz eşler' hakikati bu. Birisi bizi sevmeye başladığında biz de kendimizi seviyoruz. Yani ötekini hakikatimizin delili sayıyoruz. Sakinleşiyoruz. 'Acaba'larımız azalıyor. Varoluşun hakkını verip vermediğimizle ilgili tereddütler eksiliyor. Bu halimiz bile yalnız (ve yalnızlık için) yaratılmadığımızı gösteriyor. Eğer ötekiler tarafından güzel bulunduğunda gönlüne bir güzellik geliyorsa "Onlar senin o kadar da ötekin değil!" demektir.

Tevhidin bir delili say bu söylediklerimi. Tek tek ve tesadüfen varolmuş olsaydık birbirimize bu kadar aldırmazdık. Hem aldırışımız hem alınganlığımız bir bütün oluşumuzdan. Ancak bir bütünün parçası olanlar birbirlerinden etkilenirler. Çünkü 'etkilenmek' de bir çeşit bağlanıştır. Bağlanış bütünün parçaya "Bana aitsin!" çağrısıdır. Sevdiklerin yüzünü astığında senin de dünyada bir kar yağar. Tıpkı parmağına değen iğnenin yüzünü ekşitmesi gibi.

Allah bizi bütüne en sıkı kalbimizden bağlamış. Kalbimiz bir düğüm. Tevhidî bir düğüm. O kadar çok his/bağ var ki orada! Sanki bütün âlemle ilgisi var eylemlerimizin. Ve âlemde eylenen herşeyin bize bir dahli var. Duyularımız bir bağ ise duygularımız bin bağ. Güzel olan herşeyi seviyoruz. Çirkin olan herşeyden tiksiniyoruz. Zararlı herşeyden korkuyoruz. Faydalı herşeyi arzuluyoruz. Tevhidî bütünlük bizi kalp düğümümüzden sıkıca yakalamış. Çağırıyor. "Bana aitsin!" diyor. Ait olmak güzel. Ancak etkileniyor olmak?

Bütün çok ağır. Etkilenmek eziyor bizi. Korunmanın tek yolu bencilleşmek gibi. Biz'in ben'i ezmesine karşı bulabildiğimiz tek deva. Tam o sırada acizliğimiz yetişiyor imdadımıza. Zayıflığımızı ve güç yetiremezliğimizi kabul ettikçe yükümüzü omzumuzdan atıyoruz. Bağlısı olmanın sahip olmak olmadığını farkediyoruz. Bu bağ dizginin ipi değil. Galiba ruhsal sıkıntılarımızın büyük bir kısmı da buradan geliyor. Bu arabanın direksiyonunda mıyız, yoksa arkasında mı? O mu bizi sürüklüyor, yoksa biz mi onu? Yani bu bağlanış kontrol ediş mi, yoksa kontrolüne geçiş mi? Aczini kabul etmeyen direksiyona heves ediyor. Aczini kabul ettikçe insan arabanın arka tarafına doğru ilerliyor. Bediüzzaman'ın 'acz' ve 'fakr'a dair söylediklerini bir de bu açıdan düşünmeni isterim.

26 Ekim 2016 Çarşamba

Kadere iman imanın kemalidir 10: Kadersiz tevekkül olur mu?

Bunun daha evvel de altını çizmiştim: Tevekkül sadece sonucu Allah'a bırakma değil, süreci de Allah'ın rızası dairesinde yaşamadır. "Helal dairesi keyfe kafidir..." diyen mü'min, sadece sonuç için değil, süreç için de Allah'a tevekkül etmiş olur. Herbir günah bir tevekkülün terkidir. Helal dairesinin 'keyfe kafi' olduğu veya 'yaşamak için yeterli' olduğu veya 'daha doğru' olduğu yönündeki tevekkülümüzü terkettiğimiz an ayağımızla beraber irademiz de harama gidiyor demektir. Yani, bizi helalde tutan, helalin doğru olduğuna dair tevekkülümüzdür.

Allah'ın 'hayırlı olanı bizden daha iyi bildiğine' dair bilgimiz, bizi, kendi gözümüzün, nefsimizin veya aklımızın aksini söylediği hususlarda bile onun dediğini yapmaya iter. Bütünü bilen odur. Attığımız iyi veya kötü bir adımın gelecekte vereceği sonuçları daha iyi bilen odur. Allah, helali yapmamızı istiyor veya dairesinde kalmamızı emir buyuruyorsa, orada kalmak doğrudur, hayırdır, vücudîdir, varlıksaldır. Teslim oluruz. "Zekat verenin malı artacak!" buyuruyorsa, zahiren zekat malı azaltıyor görünse bile, tevekkül ile zekatımızı veririz. Malımız artar. "Faiz alanın bereketi kesilecek!" buyuruyorsa, zahiren faiz alanın malının artmasına kanmaz, azalacağı yönünde tevekkülümüzle ondan kaçınırız.

Mürşidim bu sadedde der ki: "Adem şerr-i mahz, ve vücud hayr-ı mahz olduğunu, ehl-i tahkik ve ashâb-ı keşif ittifak etmişler. Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir. Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir." İşte vücudî görünen 'esası adem'lerin ve ademî görünen 'esası vücudî'lerin bilgisi en doğru şekliyle Allah'ta olduğundan, kısa aklımızın takıldığı yerde reyimizi terkeder, emrine göre amel ederiz.

Tevekkül ile kader arasında tam bu noktadan başlayan bir bağ var bence. Ve ben bu yazıda elimden geldiğince onu anlatmaya çalışacağım. Öncelikle şöyle bir örneği taşımak istiyorum dünyanıza: Bir avukata vekalet verdiğinizi düşünelim. Bunu neden yaparsınız? Cevap aşağı yukarı şöyle birşey olmalı: Çünkü avukatınız sürecin nasıl işlemesi gerektiğini sizden daha iyi bilmektedir. Ona bıraktığınızda işler daha hızlı ve güzel halledilir. Hem sizin de vaktiniz ziyan olmaz. Yanlış adım atılmaz. Yani tamamen menfaatinizedir bu durum. Tabii bu noktada avukatınıza güveniniz onun iş bilirliği nisbetinde artar. Eğer avukatınız mesleğinde kurdun kurdu bir avukat ise vekalet daha bir gönül rahatılığıyla verilir. Yok, gençten, işi yeni öğrenen cinsindense, vekalet verirken eliniz daha bir titrer. Aklınız daha bir onda kalır. Avukatın cahilliğinden kaynaklanan aksamaların korkusuyla rahatsızlanırsınız. Hatta denilebilir ki: Eliniz velaketi verse bile aklınız ve kalbiniz o vekaleti teslim etmez. Endişeleri gitmez.

Farkettiniz. Aslında buradaki korku tamamen 'bilmeme' korkusudur. İnsan bilmediği şeyden korktuğu gibi işini bilmeyene emanet etmekten de korkar. (Fakültesine yeni başlamış bir tıp öğrencisi tarafından ameliyat edilmeyi göze alabilecek kaç hasta vardır?) Endişenin ucuna takıldığı sual şudur: Avukat bu işi ne kadar bilmektedir? Olacaklara dair bilgisi ne kadardır? Bunu sorarsınız kendinize vekaleti vermeden önce. Bilmedikçe güveniniz azalır. Bilmedikçe müşterisi azalır. Bilmedikçe işin zorluğu artar. Fakat bunun tam tersi olduğunda, yani avukat 'bilme' konusunda güven verdiğinde, içhuzuruyla vekaletinizi verirsiniz. Avukatın iş konusunda giriş-gelişme-sonuç garantisi şiddetlendikçe vekaletinizin de güveni şiddetlenir. Kesin o işi halledeceğini düşündüğünüzde o iş artık sizin yükünüz olmaz. Çünkü güvenmek yükü başkasına bırakmaktır.

Peki, biz Allah'a nasıl tevekkül edeceğiz? Bunu sizin ve benim gibi ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadınca kadere iman edenlere sormuyorum. Soruyu asıl yöneltmek istediklerim kader inkârcıları. Eğer Allah'ın geleceği de geçmiş gibi bildiğini düşünmüyorsak, yani kadere imanımız yoksa, Allah'ın bize Kur'an'da tevekkülü emretmesi yanlış olmaz mı? Bunu istemekle bizden imkansızı istemiş sayılmaz mı? Gelecek konusunda bizim kadar (hâşâ) cahil bir ilaha tevekkül etmemiz, işimizi ona bırakmamız, tıpkı işi bilmeyen bir avukata vekalet vermemiz gibi görünmez mi? Halbuki az önce altını çizdik:

Vekaletin emniyeti/huzuru sonuçların iyi olacağını bilmekle oluşur ve bunun derecesine göre artar. Eğer vekaleti verdiğiniz kişi, vekalet verdiğiniz hususta sizin kadar bilgisizse, ona verdiğiniz vekaletten sonra rahatlamanız mümkün değildir. Onun, buna rağmen, kendisine güvenmenizi istemesinin bir mantığı var mıdır? Gelecek bilgisi olmadan tevekküle bina edilmiş ameller iddia kuponu doldurmak gibi 'şans işi' bir hale gelmez mi? İşte, kaderi inkâr etmek, Kur'an'daki tevekkül emirlerini bu şekilde boşa çıkarır. Zeminini kaydırır. Gelecekte ne olacağını bilmeyen bir Allah'a tevekkül etmenin hiçbir rahatlatıcılığı yoktur. Nihayetinde olacaklar yaşanıp görülmektedir. (Misalen: Tebbet sûresinde Ebu Leheb'in cehenneme gideceğini haber veren Allah, sadece 'tahmin' mi etmiştir, yoksa ezelî bilişiyle gaybdan mı haber vermiştir?)

Biz Allah'a tevekkül ederiz çünkü Kur'an'da da ifade buyrulduğu gibi "Her hayır onun elindedir!" Yapılacak her varlıksal/vücudî işin bilgisi ondadır. Onun takdiriyledir. Onun bilmesiyledir. Onun iradesiyledir. Onun tasarrufundan harice düşemez. Ezel öyle bir manzara-i âlâdır ki, bu ezelî biliş, Cenab-ı Hakka her konuda tevekkülümüzü isabetli çıkarır. Hiçbir oluş Allah'ın bilgisi dışında olmadığından, elbette, ona edilecek tevekkül de oluşun hayır olmasını sağlar. Bilmiyorum ne kadar toparlayıp anlatabildim? Ancak işaret etmeye çalıştığım şu bahisten de anlaşılıyor ki: Kaderin Kur'an'da olmadığını söyleyenler yalan söylüyorlar. Kur'an'ın bize her emri açık veya örtük bir şekilde kadere iman etmemizi zorunlu kılıyor. Tevekkül bunun yalnızca bir örneği. Başka örnekleri siz de tefekkürünüzle bulabilirsiniz. En doğrusunu elbette Allah bilir.

21 Ekim 2016 Cuma

Güvenmek yükünü başkasına bırakmaktır

Bu sıralar, malumunuz, 'tevekkül' üzerine düşünüyorum/yazıyorum. Bunlar, büyük keşifler değil, farkettiklerimi unutmamak için alınmış notlar gibi. Bu notlardan birisini de şimdi karalamak istiyorum. Benim de hafiflemeye ihtiyacım var. (Yazdığımın kendim için de şifaya vesile olmasını dilerim.) Tevekkülün duygularla ilgili yanı 'hafifleticiliğini' en çok gösteren yanı. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: İnsan eşyayla iki türlü ilişkiye girebiliyor. Bunlardan bir tanesi şahidî bir ilişki. Şahidî ne demek? Onda sadece seyirci konumundasınız. Yok, hayır, sadece seyirci değil, 'işleyen' konumundasınız.

Yani fabrikadaki çarklardan birisiniz. Bir bütünlüğün amacı doğrultusunda dönen/işleyen sayısı sonsuz küçük şeyden tekisiniz. Haliniz sorulduğunda, 5. Söz'deki temsilde denildiği gibi, "Devletin angaryasını çekiyorum!" diyorsunuz. İş sizin. İşleyiş devletin. Yaşananları tüm detaylarıyla bilmek/idare etmek uhdenizde değil. Devlet 'yap' dedi, yapıyorsunuz, yeter. Sorumluluk alanınız kısıtlı ve belli. Bütünün yükünü omzunuza almamışsınız. Fabrikada dönen herşeyden kendinizi sorumlu tutmuyorsunuz. Sindiremeyeceğiniz lokmayı yutmuyorsunuz. Çark kadar bir rolünüz var. Rolünüzü içtenlikle kabullenmişsiniz. Çark işlemekten mutlu, fabrika işleyişten...

Bunlardan diğer tanesi de sahibî bir ilişki. Onda seyreden değilsiniz sadece. Hem sadece işleyen de değilsiniz. Sahipsiniz. Fabrikada 'çark' değil, sizinle ilgili olan herşeyin oluşturduğu 'ilişki fabrikasının başında'sınız. Sahibi olmanın gerektirdiği bütün sorumluluklardan mesul görünüyorsunuz. Aldanıyorsunuz. Aldatıyorsunuz. 6. Söz'deki temsilde dikkatimizin çekildiği gibi "Yok yok, padişah kimdir? Ben mülkümü satmam, keyfimi bozmam!" diyorsunuz. Ama bunun da bir bedeli var. Çiftliğin bütün yükü üzerinize kalıyor. Omuzlarınız ağrıyor. Bacaklarınız titriyor. Sanılanın aksine, sahibi olmak yükünü mülküne bırakmak değil, mülkün yükünü üzerine almaktır. Bu sizi çok hırpalıyor. Geceleri rahat uyuyamıyorsunuz. Çünkü kaldıramayacağınız bir işi üstlendiniz. Çark iken patronluğa özendiniz.

Peki, şahidî de az, sahibî de çok olduğunu iddia ettiğim bu yük nereden geliyor? Görünüşte bu insanlar birdirler. Yüklerinin çok olduğunu söylediklerim omuzlarında ağırlıklarla gezmemektedirler. O halde?

İşte tam da bu noktada devreye 'duygular' giriyor. Ben iddia ediyorum ki: Varlıkla sahibî türden bir ilişki kuran insanlar, duygusal bağlamda, şahidî ilişki kuranlardan daha fazla yük çekiyorlar. Çünkü eşyaya daha şiddetli duygulanıyorlar. Bir buğday tarlasına bakıp onun güzelliğinden gözüyle/ruhuyla istifade eden, ikram edilse ekmeğinden yiyen, tarlanın sahibi gibi orayı ekip biçmeye mecbur olmuyor. Görse yetiyor. Tatsa yetiyor. Uğrasa yetiyor. Sahibi olan ise görülecek, tadılacak ve uğranılacak olanın varolmasını veya varlığını devam ettirmesini kendi omuzlarına alıyor.

Tevekkül sanıyorum en çok şu yaramızı tedavi etmekte. Tevekkül ettiğimiz her meselede eşyayla ilişkimizi yeniden sahibî düzeyden şahidî düzeye çekeriz. Sahibî ilişkinin yaratılış hikmeti, belki, duygularımıza verdiği şiddetle bizi daha gayretli ve ilgili kılmasıdır işleyişe karşı. Bir tarlayı şahidi ekemez. Sahibi eker. Ancak bu sahiplik gerçek bir sahiplik değildir. Tarla da tohum da Allah'ındır. Dilerse ekin verir. Tam da bu nedenle, sahibî bir güçle tarlayı eken kişi, bu bölgedeki sorumluluğunu yerine getirdikten sonra, nazarını tevekkülle 'restart' eder. Bu tecdid, onu tekrar 'varlıkla ilişkisinin sadece şahit boyutunda olduğuna' uyandırır. Tevekkül etmenin en büyük faydalarından birisi de burada saklıdır. Varlıkla ilişkimizin duygusal boyutunu hafifletir. Zira, şiddetli duygusallık içeren bir ilişki, ilişkinin her iki tarafını da incitir.

Duygusallığın neden incitici olduğuna dair de şöyle bir tefekkürüm var: Bence yaşadıklarımızın ruhumuzun duvarına kazınması/yazılması ancak duygular vasıtasıyla oluyor. Ancak hakkında duygulandığımız şeyler ruhumuza uzanan (bir açıdan sonsuza kadar etkileri olan) değişimler yaratıyor. Eğer hakkında bir duygulanma yaşamadıysak o hadiseyi hiç yaşamamış gibi oluyoruz.

Dikkat ediniz, hayatımızda en çok iz bırakan, dolayısıyla ruhumuzu şekillendiren veya ona kazınan olaylar, hakkında şiddetli duygulanımlar yaşadığımız olaylardır. Duygu, bilgiyi ruh yazısına çevirir. Kalbin bir görevi de burada tezahür eder. Aklî bilginin sonsuza dek ruhla beraber varolması ancak kalbi bir elekten geçmesiyle mümkündür. Hiçkimse ilkokulda çözdüğü matematik sorularını hatırlamaz. Ama en sevdiği arkadaşıyla kopyalaştığı soruyu unutmaz. Ötekini unutturup bunu hatırlatan o olayın duygudan harflerle ruha yazılmasıdır. Biz de tevekkülümüz sayesinde yaşadıklarımızın ruhumuza ne ölçüde yazılacağını seçeriz. Dünyanın üzerimizdeki duygusal baskısını azaltırız. Hâsıl-ı kelam: Varlıkla emanetçi gibi bir ilişki kurabilmek tevekkülle mümkün. Çünkü güvenmek sahiplik yükünü başkasına bırakmaktır.

20 Ekim 2016 Perşembe

Maksimumu istemek optimuma razı olanlarda güzeldir

"Ve öyle bir fitneden sakının ki, içinizden yalnız zulmedenlere dokunmakla kalmaz." (Enfâl sûresi, 25) "Böylece kıyamet günü günahlarını tam olarak yüklendikten başka, bilgisizlikleri yüzünden saptırdıkları kimselerin günahlarından bir kısmını da yükleneceklerdir." (Nahl sûresi, 25) "Gerçek şu ki; onlar, mutlaka kendi ağırlıkları ve o ağırlıklarla birlikte daha birçok ağırlık yükleneceklerdir." (Ankebût sûresi, 13)

Bu, cevabın değil, soruların yazısıdır. Suçlamanın değil tedbirin yazısıdır. O gözle okunmasını isterim. Kendimi bu başlıkta hüküm verebilecek ehliyette görmemekle birlikte sorularıma da mani olamıyorum. Sormak kıdem gerektirmez merak gerektirir. Şuradan başlayalım: Bediüzzaman'ın bir masumiyet analizi var. Metinlerinde tekrar be tekrar karşımıza çıkar. Çok da önemlidir. Onlardan bir tanesini alıntılayayım:

"Bir hanede veya bir gemide birtek mâsum, on câni bulunsa, adalet-i Kur'âniye o mâsumun hakkına zarar vermemek için, o haneyi yakmasını ve o gemiyi batırmasını men ettiği halde, dokuz mâsumu birtek câni yüzünden mahvetmek suretinde o haneyi yakmak ve o gemiyi batırmak, en azîm bir zulüm, bir hıyanet, bir gadir olduğundan, dahilî âsâyişi ihlâl suretinde, yüzde on cani yüzünden doksan masumu tehlike ve zararlara sokmak, adalet-i İlâhiye ve hakikat-i Kur'âniye ile şiddetle men edildiği için, biz bütün kuvvetimizle, o ders-i Kur'ânî itibarıyla, âsâyişi muhafazaya kendimizi dinen mecbur biliyoruz."

Öncelikle şunu belirtmeliyim ki: Ben bu tesbite tüm zerrelerimle hak veriyor ve doğru buluyorum. Hakikaten de Kur'an'da buyrulduğu gibi "Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez" ve 'Bir taifeden, bir cereyandan, bir aşiretten bir ferdin hatâsıyla o taifenin, o cereyanın, o aşiretin bütün fertleri mahkûm ve düşman ve mes'ul tevehhüm edil'(e)mez. Ancak birbiriyle bağlantılı olan bu iki bahisten birisinin diğerini 'takyid' ettiğini düşünüyorum.

Evet, bir taifeden, bir cereyandan, bir aşiretten bir ferdin hatasıyla o taifenin, cereyanın, aşiretin bütün fertleri mahkûm, düşman ve mesul tevehhüm edilemez. Ancak burada vurgulandığı üzere 'suçun ferdiyeti' mühimdir. (Çünkü yukarıda alıntıladığım ayet-i kerime meallerinde olduğu gibi 'günahkârın kendisinden başkasının günahlarını yüklendiği' durumlar da vardır.) Eğer suçla ilgili olan unsurlar bu taife, cereyan veya aşirette sıklıkla ve hatta kesretle bulunsa, buradan hareketle o taifenin, cereyanın veya aşiretin geneline dair bazı tedbirler alınabilir ve İslam tarihi boyunca da böyle şeyler yapılmıştır.

Özellikle 'kitlesel taraftarlık' içeren suçlarda, örneğin Benî Nadir'in sürgününde, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın sadece bilfiil suça karışanları değil, bu suça taraftarlık gösterenleri ve belki sessiz kalanları da Medine'den sürdüğü malumdur. Yani bu sürgün, sadece fiilen suça girmişlerin değil, taraftarlık gösterenlerin de sürüldüğü bir tehcirdir. Yine 'karantina' gibi tıbbî uygulamalarda da, biz, sadece hastaları karantina bölgesinde tutmaya, olmayanları dışarıya salmaya çabalamıyoruz. Salgının rüzgârı dinene kadar, hadiste de buyrulduğu gibi, içeride olanlar dışarıya çıkmıyor, dışarıda olanlar da içeriye girmiyor. Hasta olmadığını düşünenler dahi, bunun tastamam teşhisi zor olduğu için, sözleri doğru olsa bile, evvelemirde salınmıyorlar. Ancak kesin bilgiye ulaşılınca dışarıya salınıyorlar. Hastaymış gibi bir dizi teste tâbi tutuluyorlar. Ve bu onlar adına bir mağduriyet sayılmıyor. Birinin hatasıyla başkası suçlanmış olmuyor. Hikmetin gereği bu oluyor.

Biraz da kurgusal konuşalım: İçinde masum bulunan hiçbir gemiyi batıramayacak olsanız saldırı gemilerine karşı sizi kim koruyabilir? (O gemide savaşla hiç alakası olmayan insanların bulunması her zaman muhtemeldir.) Veyahut bir düşman kalesini muhasara ettiğinizde, attığınız mermilerden illa ki kalenin masum sakinlerinden de mağduriyet yaşayanlar olur. Böyle bir mağduriyet yaşanacağı için kalenin fethinden vazgeçer misiniz? Elbette İslam hukuku savaşta bile mağduriyetlerin en aza indirileceği şekli tercih eder. Hiçbir masumun incinmeyeceği bir fetih veya savunma mümkünse o yapılır. Ancak İslam tarihinin tamamına bakıldığında böyle mağduriyetlerin hiç yaşanmadığı kaç savaş gösterilebilir? Üstelik geminin durumunun Bediüzzaman'ın temsilinde tayin edilmediğini de biliyoruz. Bu gemi bize saldırıyor durumda mıdır? Yoksa kendi halinde seyrediyor durumda mıdır? Kendi halinde seyrediyorsa ve bize zarar dokundurma ihtimali yoksa elbette masumun hatırı için vurulmaması doğrudur. Ancak ya gemi masumla dolu bir şehri topa tutacaksa? Yine de "İçinde masum var!" deyip kendi haline bırakılabilir mi?

Ben fakih değilim. Bu konulardaki fıkhî hükümleri de bilmiyorum. İnşaallah, işin erbabı olanlar sorularımın yanıtlarını da verirler. Hatalarımı da düzeltirler. Zamanın/uygulamanın müfessirliği içinde, kaydı olmayan mutlaklıkların (ne cazibedar görünürse görünsünler) hayata yansıtılamadığını düşünüyorum. Bugün karşıkarşıya olduğumuz FETÖ fitnesinde yapılan masumiyet analizleri ve etrafında süren tartışmalar da, dikkat çekmeye çalıştığım şekilde, illetin sâriliği/bulaşıcılığı ve uygulanacak tedbirlerin/testlerin standartları ekseninde düğümlenmektedir. Burada oluşan makul şüpheden bir 'suçlama' değilse de bir 'tedbirin' yapılıp yapılamayacağı tartışılmaktadır.

Şu soru yüzleşilmesi gereken ilk sorudur: FETÖ bir sâri illet midir? Bütün müntesiplerinin karantinaya alınmasını gerektirecek bir bulaşıcılığa sahip midir? Bağlılarında da bu rahatsızlığın tezahürleri sıklıkla görünmekte midir? Hasta olmadıklarını söyleyenlerin hasta olmadıklarına ne kadar inanılabilir? Test ve tedbir süreci gerekir mi? Bu meselenin birinci yanı. İkinci yanı: Bu gemi, eğer batırılmazsa, kendi halinde yolculuğuna devam mı edecektir, yoksa masum şehirlerine (15 Temmuz'da olduğu gibi) top atışı mı yapacaktır? Bediüzzaman'ın ferdî suçlar adına yaptığı analiz bulaşıcı olmayan hastalıklar için elbette doğrudur. Kimse bunun hakikatini inkâr edemez. Peki ya hastalık bulaşıcıysa?

En başa geri dönelim: Bu, cevabın değil, soruların yazısıdır. Suçlamanın değil tedbirin yazısıdır. O gözle okunmasını isterim. Sorularıma da dört mezhep kıblesinde ve selef-i salihînden dayanaklarla cevap verilmesini arzu ederim. Fıkıh metinlerinde mutlaka böyle başlıklar için söylenmiş şeyler olmalıdır. Hele test sürecinin kıstasları da mutlaka İslam geleneğinde izleri sürebilecek şeylerdir. Onlara bakmadan kesin hüküm vermek ve bu hükümde takyidsiz/tavizsiz olmak yanlıştır. Zira mutlak adalet, bizzat insanın kusurluluğundan/sınırlarından dolayı, küre-i arz üzerinde asla varolmamıştır. Maksimumu istemek optimuma razı olanlarda güzeldir.

18 Ekim 2016 Salı

Bir günde hain olunmaz

Miraç hâdisesinin ardından yaşanan bir hâdise daha var ki, sadece Hz. Ebu Bekir (r.a.) efendimin kemalini değil, mü'minin kemalinin kaynağını da bize ders veriyor. Evet, sıddıkiyet 'kendi kaynaklarından beslenmekten' gelir. Hz. Ebu Ebekir (r.a.) efendim, miracın yaşandığına inanmak için "Bunu o mu söylüyor?" diye sormakla yetinmişti sadece. Bu soruya verilen olumlu cevap miraca inanması için yetmişti. Ayrıca bir delil aramamıştı inanmak için.

Miracın cahiliye aklına uyup uymaması, yani gerçekleşebilir durup durmaması, umurunda olmamıştı. Çünkü o, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan aldığı ders ile biliyordu ki: Allah herşeye gücü yetendir. Kudreti sonsuz olanın birşeyi yaratması için insan aklının ona basması gerekmez. İnsan aklı/anlayışı Allah'ın iradesine, ilmine veya kudretine sınır koyamaz. Onu 'olağanüstü şeyleri yaratmamaya' mecbur edemez. Merhum Necip Fazıl'ın Cinnet Mustatili'ndeki ifadesiyle "Allah izah edilemeyişin tek izahıdır."

Bu noktayı önemsiyorum. Zira bizi nakille ilgili ilimlerin kıymetini anlamaya çağırıyor. Ebu Cehiller gibi sınırlı akılların ve dönemsel doğruların esiri olmamak ancak Ebu Bekirler gibi nakle teslimiyet sahibi olmakla mümkün. Fakat burada yanlış anlaşılan birşey var. Ebu Bekirler naklî bilgiye teslimiyet gösterirken aklı kapının dışında bırakmıyorlardı. Bilakis, aklî bir sürecin sonucu oluyor bu teslimiyet. Nasıl? Belki şöyle: İnsan, iman yolculuğuna çıktığında, Allah'ın farkına öyle bir varıyor ki, artık o Allah aklından çıkmaz oluyor. Her neye baksa Allah'ı hesaba katıyor. İsimlerini fiillerin arkasında görüyor. Bu fiilerin sayısı da o kadar çok ki! Kudretine bir sınır çizemiyor. Güçlüğün sadece kendine/sınırlarına görünen bir güçlük olduğunu, fail-i hakiki olan Allah için bunların hiçbir güçlük teşkil etmediğine uyanıyor.

Bu görüş, cahiliye aklına uysun veya uymasın, yine de müstakim bir akıldan beslenmektedir. Allah'ın varlığının farkına bir kere varan akıl için, onun şânına uyduktan sonra, hiçbir yaratış imkansız değildir. Cahiliye aklı ile mü'min aklı bu noktada büyük bir ayrılma yaşarlar. Cahiliye aklı gördüklerinden hareketle olabileceklere bir sınır çizer. Varlık onun için perde önünden ibarettir. Nedenin gücü yeterse ancak sonuç umulur. Kudreti sonsuz bir faili, hem de perde arkasında bir faili, hesaba katmaya alışık değildir. Müslüman aklı tam tersi şekilde çalışır. Allah'ın kudreti üzerinden baktığı için olabileceklere bir sınır koymaz. Ancak onun 'yaratış ahlakı' üzerinden olanları anlamaya çalışır.

Bu iki alanın farkındalığını korumak kanaatimce çok kıymetlidir. Yoksa, özellikle tebliğ noktasında, birbirine asla kavuşmayacak iki yaka nafile yere iliklenmeye çalışılır. Ebu Cehil'in miracı anlaması ve ona inanması arkaplanından dolayı imkansızdır. Çünkü kendi kaynakları bunu desteklemez. İnandığı bilgi sisteminde miracın olabilirliliği yoktur. Ebu Bekirler eğer 'İlla Ebu Cehiller de inansın!" diye uğraşırlarsa hata ederler. Zira bu gayret, bir süre sonra, onların bilgi sistemlerine uyma veya söylemini illa onlara uydurma sevdasına dönüşür.

Maddeci birisine namazın gerekliliğini anlatmak için aynı zamanda bir spor olduğunu söylemek, orucun gerekliliğini anlatmak için sağlığa faydalarını aktarmak, zekatın gerekliliğini anlatmak için sosyal hayata kattığı dengeyi zikretmek... Bu neviden her gayretimiz aslında kendi kaynaklarımızı bir ölçüde terktir. Biz ne namazı spor olduğu için, ne orucu sağlığa faydası için, ne de zekatı sosyal hayata kattığı denge için eda ederiz. Bunların tamamı bizim için Allah'ın emridir. İlleti Cenab-ı Hakkın 'Yapın!' diye buyurmasıdır. Ancak Allah'a inanmayan birisine bu ibadetleri anlatmak istediğimizde kendi alanınızı kısmen terkersiniz. Onun 'Allahsız' bölgesine geçip oradan deliller çıkarmaya çalışırsınız. "Hiçbir faydası yoktur!" demiyorum. Ancak yerelliği kaybetme tehlikesi bu savunma psikolojisinin hemen arkasından temkinsizlere gözkırpar.

"Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise, tercihe sebeptir; icaba, icada medar değildir. İllet ise, vücuduna medardır. Meselâ seferde namaz kasredilir, iki rekât kılınır. Şu ruhsat-ı şer'iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünkü illet var. Fakat sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte, şu hakikatin aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihad arziyedir, semâvî değildir."

Başkasının delil sistemi içerisinde dolaşmak kendi delil sisteminden uzaklaşmaktır. Modernistlerin en büyük arızası budur. Modern zaman söylemine karşı söz diyebilme telaşları bir noktadan sonra 'yaranma çabasına' dönüşür. Kendi naklî haberlerini modern aklın Allahsız bölgesine uyduramayanlarımızın 'karşılığı yok diye' nakle sırtını dönmesi kadar büyük facia var mıdır? Bu tıpkı kendisine miraç haberi gelen Hz. Ebu Bekir'in (r.a.) "O dediyse doğrudur" demek yerine "Yok canım! O öyle dememiştir. Bunu başkası uydurmuştur!" demesi gibidir. Ki bugün, özellikle hadis-i şerifler ile ilgili tartışmalarda, Ebu Bekir olması beklenenlerin Ebu Cehilce hareket ettiğini görmekteyiz.

Bu aslında bir yönüyle yerelliğini yitirmektir. Ben şöyle düşünüyorum: Bir fırka veya kişi, bir günde yerelliğini yitirmez, hatta başlarken kaskatı bir yerel olabilir. Ancak kendisini kendi delil sistemi üzerinden ifade etmeyi terkettikçe, yani bunu yeterli görmedikçe veya başka gözlere de girmek istedikçe, yerellikten uzaklaşır. Yerellikten uzaklaşma önce kendi kaynaklarından, delil sisteminden, meşruiyet alanından uzaklaşmadır. Batının gözüne girmek ve rüştünü isbat etmek için 'illet' dilini terkedip 'hikmet' dilini konuştukça kimileri, bu 'hikmet' dilinin önce 'maslahat' ve biraz sonrasında da 'bid'a' diline dönüşmesine engel olamazlar. Kendi denizini terkeden balık başkasının denizine mecbur olur.

Tıpkı mürşidimin Şakk-ı Kamer bahsinde dediği gibi: "Hem meselâ, o vakit cehalet sisiyle muhat İngiltere, İspanya'da yeni gurup, Amerika'da gündüz, Çin'de, Japonya'da sabah olduğu gibi, başka yerlerde başka esbab-ı mâniaya binaen elbette görülmeyecek. Şimdi bu akılsız muterize bak: Diyor ki, 'İngiltere, Çin, Japon, Amerika gibi akvâmın tarihleri bundan bahsetmiyor; öyle ise vuku bulmamış.' Bin nefrin onun gibi Avrupa kâselislerin başına!" Sözlerimi toparlarsam: Kendi kaynaklarında değil de elde meşruiyet arayan yerelliğini kaybetmeye mahkûmdur. Hatemü'l-Enbiya aleyhissalatuvesselamın sözüne değil de Ebu Cehillerin ağzına bakanlar kâselis olmaya mahkûmdur. Naklin doğru haberleri yerine aklın cerbezine kananlar mahvolmaya mahkûmdur. Allah bizi onlardan olmaktan korusun. Âmin.

10 Ekim 2016 Pazartesi

Güneş neden eksilmez?

"Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, ancak tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir." (Lokman sûresi, 28)

Güneşten birşey eksilmez onu tüm çiçekler sevse. Bu bir nuraniyet sırrıdır. Mürşidimin ders verdiği şekilde: Nasıl ki, binler aynalar tek bir ayna gibidir güneş için, onu yormaz. Sevilmek de sevileni, aynı şekilde, yormaz. Bir ayna ne kadar zahmetse güneş için (ki hiç zahmeti yoktur) binlerce ayna da o kadar zahmettir. Maşukunda ışık gibi varolan, ona yük olmadığı gibi, onu da yüklenmez. Ne kadar çok insanı, canlıyı, mahlukatı severseniz sevin. Onların kalbinize ayrı ayrı yükü yoktur. Ve ne kadar çok insan, canlı, mahlukat tarafından sevilirseniz sevilin, onların da ayrı ayrı cemalinize yükü yoktur.

İşte tam da bu noktada sevgi ile nur birbirine yaklaşıyor. Âşık ile yâri arasındaki ilişki, ayna ile güneşin ilişkisi gibi. Peki sevgi ne burada? Sevgi de Şems-i Sermed'den bir nur. Fakat bu nur ism-i Nur'dan gelmiyor. Bunun kaynağı ism-i Vedûd.

Her ismin bir nuru var bence. Yahut da şöyle demeli: el-Esmaü'l-Hüsna'dan her ismin bizimle hukuku nur gibi. Binbir ışık geçiyor üzerimizden. (Fakat burada şunu hatırlatalım: Işık vs. ancak kusurlu bir misaldir ism-i Nur'u anlamaya.) Bu önemli. Şeylerle nur gibi muhatap olmak cisim gibi muhatap olmaya benzemez. Nur gibi muhatap olanlar yük almadıkları gibi yük de olmazlar. Cisim gibi muhatap olduklarınız size yük oldukları gibi siz de onlara yük olursunuz. Fakire sadaka verdiğinizde sadaka cebinizde yük olmaz. Ama sonsuza dek sizin olur. Birisinden para çaldığınızda para yine de sizin olmaz. Ama cebinizde yük olur.

İnsan, Allah'ın her yerde hazır ve nazır olmasını ve aynı zamanda nihayetsiz uzak olmasını kendi cismaniyetiyle/sınırlarıyla anlayamıyor. Cisim gibi muhatap olduğu için herşeyle, ötesinde bir muhatabiyet nasıl olur, kavrayamıyor. Bence kalbimize bırakılmış duygular ve bedenimize bırakılmış duyular arasındaki fark bu noktada da öğreticidir. Duyulandıkları sınırlıdır insanın. Peki ya duygulandıkları? Duyular varlığından haberdar olmak için birşeyin cismine bir şekilde temas etmeye (veya cisimden gelen birşeylere temas etmeye) muhtaç olurlar. Duygular da böyle midir?

Duygular varlığından haberdar olsalar yeter. Her sevenimizin hatırındayız ve her sevdiğimiz hatırımızda. Ölümleri bile birşeyi değiştirmiyor. Masallarda çok rastlanır: Bir genç, uzak diyarlarda bir güzelin varlığından haberdar olur. Yüzünü görmemiştir. Sesini işitmemiştir. Ama bir şekilde varlığından haberdar ederler onu. Bu haberdar oluş duygulanmaya yeter. Gaybî bir aşk yaşanır. Buna 'masal' mı diyorsun? Öyleyse sana cenneti özleten ne? Cennetten öte Cemalullahı isteten ne? Oraya duyduğun hasret duyularla mı açıklanır yoksa duygularla mı?

Duyular-duygular meselesinde akıl-kalp düzlemine geçelim. Belki güzel birşey diyeceğim. Kalbin akla bir üstünlüğünü de buradan anlayabiliriz. Akıl, birşeyin varlığına inanmak için delilleri hep yanında/hatırında taşımak zorundadır. Kalp buna muhtaç olmaz. Haberdar olsa yeter. İhtimal verse yeter. Çünkü ona açtır. Çünkü ona muhtaçtır. Çünkü ona taraftardır. Bütün bu zayıflıkları inandığı şeyin arkasındaki güce dönüşür. Lemeat'ta "İmanın yeri kalbdir; dimağ ise oluyor mâkes-i nur-u iman. Bazan da mücahiddir, bazan süpürgecidir. Dimağda vesveseler, hem pek çok ihtimaller kalb içine girmese, sarsılmaz iman, vicdan. Yoksa bazıların zannınca iman dimağda olsa, ruh-u iman olan hakkalyakîne, ihtimâlât-ı kesire olur birer hasm-ı bîeman. Kalb ile vicdan, mahall-i iman. Hads ile ilham, delil-i iman. Bir hiss-i sâdis, tarik-i iman. Fikir ile dimağ, bekçi-i iman..." derken mürşidim biraz da dikkatimizi çektiği budur.

Anlatılır ki: Sultan, Mecnun'un dillere destan sevdasını duyup da Leyla ile onları buluşturmak isteyince önce Mecnun'u buldurur, sonra Leyla'yı. Nihayet bir mecliste ikisini birden görünce Mecnun'a eğilip der: "Bu kara kuru kız için miydi bütün bu yangın?" Mecnun ona şöyle cevap verir: "Onu benim gözlerimden görmelisin!" Bu hikaye bize birşey öğretiyor: Biz birşeyi kalbimize soktuğumuz zaman aynı zamanda ona belli ölçülerde taraftar oluruz. İman taraftarlıktır. Taraftarlığın artısı ne? Önce ona hak vermeye çalışırız. Önce onu savunuruz. Önce ona delil ararız. Önce ona sığınırız. Önce onu kayırırız. Yani diğerlerinden ayırırız. Bu, güzelliği haber verilene aşkımız gibidir. İştiyakımız tereddütlerimize kalkan olur. Şeytan vesvese verse, şeytana değil, şeytandan kaçarız.

Mutasavvıfların aşkta buldukları kemali imanın-muhabbetle ve taraftarlıkla ilgisi üzerinden okuyabiliriz. Âşık, âşık olduğunun aksine inanmak istemez. Muhabbetin gözü kusura kör olduğu gibi vesveseye de kördür. Bu şu şarkıda söylendiği gibidir biraz: "Çok âşığın var diyorlar. 'Yalan' de. Yeter bana." Kelamında yalan olmayan yâre imanmaya yatkınlıktır imanımızın selabeti. İman etmek 2x2:4 ederden öte birşeydir. 2x2'inin 4 etmesine kendi içinde de bir şahit ve arzu bulmaktır. O şahiti ve arzuyu bulduktan sonra sana 2x2'nin 5 veya 3 ettiği yönünde gelen her demagojik argüman kalbindeki 'taraftarlığa' toslar.
"Velâyet yollarının ve tarikat şubelerinin en mühim esası, ihlâstır. Çünkü ihlâs ile hafî şirklerden halâs olur. İhlâsı kazanmayan, o yollarda gezemez. Ve o yolların en keskin kuvveti, muhabbettir. Evet, muhabbet, mahbubunda bahaneler aramaz ve kusurlarını görmek istemez. Ve kemâline delâlet eden zayıf emâreleri, kavî hüccetler hükmünde görür. Daima mahbubuna taraftardır."
Hakka tarafgir olmak onda sebatı netice verir. Sebat tefekkürü tetikler. Tefekkür şüpheye karşı delil üretir. Delil vehmi süpürür. Eğer iman salt aklın işi olsaydı, aklımıza gelen her vesvesede imanımız da tehlikeye düşerdi. Fakat hayır, vesvese ancak bizi diri tutar ve 'akıl süpürgesini' ve 'bekçi-i imanı' harekete geçirir. O şüphenin içimizde büyüye büyüye kalbe tesir etmesini önlemek için vardır akıl ve fikir. Bizzat imanın yatağı olmak için değil. Tek kaynağı olmak için değil. Hadis-i şerifte övülen 'kocakarı imanını' biraz da böyle anlayabilirsin.

8 Ekim 2016 Cumartesi

Kader barıştırır...

Herşey kendi fenasına doğru gidiyor. Bizde görünenlerin aslında bizim olmadığını ömrümüzün sonuna doğru bizden alınmasıyla anlıyoruz. Her güzellik varlık konağında misafir. Varlığın kendisi bile varlıkta misafir. Akıp gidiyor herşey. Bu akıp gidişler içinde ayakta durmaya çalışıyoruz. Akıntıya karşı yüzmenin hiçbir anlamı yok. Akıntı çok güçlü. Akıntı karşı konulmaz. Akıntı ölüm. Ölüme karşı koyabilen oldu mu hiç? O vakit onunla yüz(leş)mesini öğrenmek gerek. Akıntı ancak onun aktığı yöne doğru yüzenlere yardım eder.

Meselenin nehirle boğuşmak olmadığı buradan anlaşılıyor. Nehirle barışacaksın. Nehirle beraber yüzeceksin. Onun debisini gücün haline getireceksin. Yahut şöyle ifade edelim: "(...) senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar..." Akıntıya dahil olarak gücünden güç alacaksın. Bırakıp gidenler canını yakmayacak, hatta sana can sağlığı verecek.

Bu nasıl mümkün olur? Bu ancak onların gidişini doğru şekilde anlamlandırmakla olur. Yaralarının bir anlamı varsa, onlara bakmak yüzünü güldürür, canını acıtmaz. Sızısıyla bile barışırsın. Kesiğine nakış muamelesi yaparsın. Dostun için yediğin bir kurşun neden pişmanlığın olsun? Sen ona her bakışında varlığıyla iftihar edersin. Yavrusu için aç kalmak hangi anneye elemdir? İşte biz de yaralarımız böyle iftihar vesilelerine dönüştürmeliyiz. Bunun yolu doğru anlam. Anlam dönüştürücüdür.

Anlamda bir sihir var. Akıntıyı sırtımıza almamızı sağlıyor. Yaşadığın olayı anlamlandırış şeklin onu sırtına mı yoksa karşına mı aldığını da belirliyor. Kadere iman, bu açıdan, sırtına alışların en güçlüsü. Çünkü iradenin eseri sandığın meselelerde aslında hata yapmaz bir iradenin kontrolünden geçtiğini ihtar ediyor. Yazar için editörün varlığı bir rahatlıktır.

Neden rahatlıktır? Metinlerinin basılmadan önce ehil bir başkası tarafından okunduğunu bilmek, onların o kadar da kötü olmadığına/olmayacağına dönük bir teselli sağlar. Biz de kesbettiklerimize karşı bir teselli buluruz kadere iman sayesinde. 'Keşke'lerimize ilaç olur. Kaçırılan fırsatlar başkasının kontrolünden geçmiştir. Bir hatada herşeyi yıkacak kadar başıboş değilizdir çok şükür.

Biz ne kadar kesbedersek kesbedelim Allah yaratmaktadır fiilerimizi. Onun yaratışı hayırdır. "Halk-ı şer şer değildir, kesb-i şer şerdir." Ve Onun yaratışı mutlak güzeldir. "Evet, kâinattaki herşey, her hadise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir." Onun halkına bakan yönü elbette hayırdır varlığın. Bir bizim elimizi yakmakla ateş kötü olmaz. O kadar da ileri gitmiş olamayız. O kadar da herşeyi batırmış olamayız. Bundan büyük teselli olabilir mi?

5 Ekim 2016 Çarşamba

Vicdan ahireti nereden biliyor?

Bu yazı, inşaallah, hoş bir farkındalığa dair olacak. Nereden başlayalım? En kolay yerden. En kolay yer, talebe için, mürşidinin sözüdür. Mürşidim bir yerde diyor ki: "İnsanın fıtrat-ı zîşuuru olan vicdanı, saadet-i ebediyeye bakar, gösterir. Evet, kim kendi uyanık vicdanını dinlerse, 'Ebed, ebed!' sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz. Demek o vicdan, o ebed için mahlûktur. Demek, bu vicdanî olan incizap ve cezbe, bir gaye-i hakikiyenin ve bir hakikat-i cazibedârın yalnız cezbiyle olabilir..."

Bu metni hatırınızda tutun. Yazının ilerleyen kısımlarında lazım olacak. Vicdanın ahirete delil oluşu bir süredir dünyamı kurcalayan birşey. Şu şekliyle biraz anlayabiliyorum: İnsanın içinde bir yer sonsuza kadar varolmak istiyor. Ve bu arzu da içimize bırakılmış bir açlık olarak kendi rızkının delili oluyor. Buraya kadar tamam. Ama doymuyorum. 'Daha'sının olduğunu seziyorum. Hepsi bundan ibaretmiş gibi gelmiyor bana. En azından mezkûr metin öyle olmadığını düşündürüyor. O halde izlerimi takip edin. Belki güzel bir yere çıkacağız.

Farkındalığımca 'vicdan'ı ve 'nefs'i şöyle ayırabiliyorum ben: Nefis, kısavadede/hemen kazandıranları farketmemizi sağlayan ve arzulatan şey. Vicdan ise uzunvadede/daha sonra faydamıza olanı sezer ve arzulatır. Bu iki arzulayış şekliyle imtihan oluruz. Neden ikili sistem? Varlığımızı devam ettirebilmek için ikisine de ihtiyacımız var çünkü. Çünkü insan hem beden hem ruhtur. Hem madde hem manadır. Hem dokunuş hem duyuştur. Hem akıl hem kalptir. Hem algı hem yorumdur. Sadece birisi değildir.

Maddî menfaatlerimiz için nefis zaruretimizdir. O olmadığında onlara boşveririz. (İştahı kesilen bala aldırmaz.) Hem nefis olmadan manevî elemlerden de kurtulamayız. Tek bir hüzün damlası yüzümüzü hayata küstürebilir. Böylesi durumlarda nefis kendi arzulayış biçimiyle bizi yeniden hayata bağlar. En büyük acıların ardından dahi bir süre sonra karnımız acıkır. Canımız çeker. Yüzümüz güler. İyi ki de acıkır, çeker ve güler. Yoksa varolmaya dayanamayız.

Ancak kısavadeli arzular da, salt etkisine bıraktığımızda kendimizi, tehlikeli olurlar bizler için. Bir kere 'hayır' mürşidimin ifade buyurduğu gibi 'küllî' ve 'vücudî' birşey olduğu için bütünlüğe ve genişliğe ihtiyaç duyar. (Şerdir cüzî ve ademî olan.) Daha fidanken hiçbir ağaç meyve vermez. Ağaç büyüyene kadar sabretmek gerekir. Hem hiçbir meyve de bir günde olmaz. Onun da hamlığından olgunluğuna bir yolculuğu vardır. Erken koparırsanız haltedersiniz. Diliniz ve mideniz yediğiniz haltın haberini size pek çabuk söyler.

Hayırlı olan kendisini her zaman parçada göstermez. Bazen de bütünlüğe bakmamızı ister. Bugün kıldığımız namaz, sadece kıldığımız anda değil, ahirete uzanan bir düzlemde asıl meyvesini sunacaktır. Eğer oruçtan kebaptaki peşin hazzı beklerseniz, hayalkırıklığına uğrarsınız. İşte bu noktada da vicdanımıza ihtiyacımız var. Kısavadede kazandıran gibi görünen amellere dair doğru/yanlış tahlilini o yapar. Yere düşürülen bir cüzdanı cebimize atmak nefse hoş gelebilir. Ancak vicdan bu işe ne diyecektir? Vicdan böyle konularda doğru olana taraftardır. Genelde böyle olur. Peki, nasıl böyle olur?

İşte burada alıntıladığımız metne tekrar dönüyorum: Vicdan, ahiretin ve saadet-i ebediyenin bir delilidir, çünkü sanki orayı biliyormuş gibi davranır. Sanki bir küçük miraç yaşamış, cenneti/cehennemi görmüş, içine onlardan birer ümit ve korku düşmüş gibi davranır vicdan. O cüzdanı götürüp sahibine vermekte insanın bedensel anlamda nasıl bir tatmini olabilir? Hiç ve hiçbir şey. Hiçbir menfaatimiz yoktur maddî anlamda bu 'doğru'da. Ancak vicdan yine de doğruyu tanır. Çünkü vicdan ahiretin farkındalığıyla yaratılmıştır. İçindeki bütün cezbeler/çekimler/arzulayışlar ahiretin farkındalığıyla kuşanmıştır. "Demek o vicdan, o ebed için mahlûktur."

Yani sonsuzluğa duyduğumuz arzuyu kastetmiyorum sadece burada. Biz her amelimizde sonsuzluğu arzuluyoruz, varmış gibi davranıyoruz, eğer kulağımız vicdanımızdaysa. Çünkü ancak ahiret varsa doğru oluyor vicdan ile yaptığımız eyleyişler. "Demek, bu vicdanî olan incizap ve cezbe, bir gaye-i hakikiyenin ve bir hakikat-i cazibedârın yalnız cezbiyle olabilir..." Eğer ahiret yoksa, vicdanımız vicdan değil, aptallığımızdır. Hatta sadece 'aptallık' diyerek de kurtulamayız onun gerçekliğinden. Aynı zamanda anlaşılmazımızdır o bizim. Dolu bir cüzdanı neden sahibine götürmemizi istediğini hiçbir yere koyamayız. Bu koyamayış da onu ahiretin bir delili kılar. Eğer vicdanın kararları doğruysa, ki buna hiçbir insanoğlu itiraz etmez, o halde bu kararların doğruluğunun ortaya çıkacağı ahiret de vardır. Bu metin bize bunu da söyler. Allahu'l-alem.

1 Ekim 2016 Cumartesi

Mükemmeli aramak kaybolmaktır

"Herşey yokolup gidicidir, Ona bakan yüzü müstesna..." (Kasas sûresi, 88. ayet.)

Mükemmelin ne olduğunu bilmeyiz. Yaklaştıkça bir serap gibi uzaklaşır bizden. Arayı açar. Bir kızıl elmadır. Mükemmeli aramak kaybolmaktır. Yazma yolculuğumda beni en çok zorlayan şeylerden birisi buydu. Metinlerimin mükemmele ulaşabileceklerini ve ancak ulaştıkları zaman yayınlanmaya değer olduklarını düşünmek, hem yazma süreci boyunca, hem de yazdıktan bir süre sonra ümitsizliğe düşmeme sebep oluyordu. Bu ümitsizlik iki nedendendi.

Birincisi: Metinlerimin olgunlaşması için gereken zaman sonsuzluk gibi uzuyordu. Her 'tamam'ın bir 'daha'sı vardı. (Dahalar bitmiyordu.) Bizzat kendimin ifadelerimden tastamam razı olması mümkün değil gibiydi. Çünkü yazarken ben de değişiyordum. (İnsan her anda başka bir insan değil midir?) Ahmed'den Ahmed'e geçiyordum. Halet-i ruhiyem ile beraber standartlarım ve telakkilerim de kuş gibi daldan dala konuyordu. Ve sonraki Ahmed önceki Ahmed'in cümlelerinden pek de razı değildi.

İkincisi: Yayınlamakla da çilem bitmiyordu. Sona geldiğimi sanmamdan bir süre sonra yeniden 'daha'ların içine yuvarlanıyordum. (Dahalar bitmiyordu.) Metinlerimle bağımı bir türlü koparamıyordum. Eski yazılarım gözümde eskimiyordu. "Şu cümle değiştirilse daha güzel olmaz mıydı? Şurada 've' değil de 'veya' konmalı değil miydi? Şu satırda nokta yerine ünlem işareti koymak gerekmez miydi? Hem şurada... Hem şurada... Hem şurada..." Yeter daaa!

Şimdi bunları dert gibi söyleyince komik duruyor. Belki bazınız içten içe gülüyorsunuz da. Hakkınız var. Gülün bakalım. Tatmayan bu zehri bilemez. Halet-i ruhiyemi ancak şöyle anlatabilirim: Yazılar hiç bitmiyordu. Hiç arkamda kalmıyordu. Hiç kafamdan çıkmıyordu. Başkası için yazması çok kolay yarım sayfalık bir metin bile benim için eziyet oluyordu. Onun 'tamam' olup olmadığından emin olamıyordum. Neden? Tamam 'mükemmel' olduğunda teşhis edilmezdir. Her tamamın bir devamı vardır. Tekrar tekrar bakmaktan, tekrar tekrar oynamaktan, tekrar tekrar düzeltmekten yorulana ve hatta bazen arzu ile başladığım o şeyden nefret edip tiksinene kadar üzerinde gezinmeye devam ediyordum. Bu da üretkenliğimi katlediyordu.

Sonra bir gün mürşidimin bir cümlesine tekrar rastladım. Bana kendi halet-i ruhiyemi anlatıyor gibi geldi. Diyordu ki orada: "Kendini beğenen belâyı bulur, zahmete düşer; kendini beğenmeyen safâyı bulur, rahmete gider..." Hem yine başka bir yerde bu manayı tamamlar gibi diyordu ki: "Kemâlini kemâlsizlikte (...) bil." Ben bunların ikisini de üzerime alındım. Çünkü işimi güçleştiren mükemmellik arayışının aslında kendimi beğenmişlikten kaynaklandığını farkettim. Metnimin mükemmel olabileceğini düşünmem, bunun peşinde koşmam, aslında bir yazar olarak kendimi mükemmel bulmamdandı. (Veya öyle görünmek istiyordum.) İçimdeki kibir eserimde kusur istemiyordu. Eserimdeki kusur içimdeki kibri mutsuz kılıyordu. Halbuki kusur insanın imzasıydı. Onsuz olamazdım. Demek ki, ben, kendimi 'kendimden öte birşeymiş gibi' beğenmekle belamı bulmuştum. Omzuma taşıyamayacağım bir yük almaktandı tüm çektiklerim.

'Kemalini kemalsizlikte bil'mekle rahatlamaya başladım. (Özgürlük ancak fıtratın sınırlarını tanıyorsa kayışı koparmıyordu.) Yazdıklarıma, ebediyen kalplerde kalacak şeyler olarak değil de, ebediyen kalplerde kalacak şeylere işaret eden geçici şeyler olarak bakmayı başardım. "Odur" demeyi terkedip "Ona dairdir" demeyi öğrendim. 'O' olsaydım kusursuz olmalıydım. Ama eğer sadece 'ona dair' isem işaret etmem yeterdi. Kusur kaldırırdım. Çünkü aslolan ben değildim. Aslolmayana, asla işaret etmek için, bir an-ı seyyale olsun varolmak yeterdi. İşaret, ettiğiyle varolurdu. Mademki ona dair olmuştum, dair olduğum şey varoldukça, ben de onunla varolurdum. Onun kemalinden kemalsizliğim içinde hissedar olurdum. Yeter ki işaret edeyim.

Hem Yalnız Gezerin Hayalleri'nde Rousseau şöyle demiyor muydu: "Hangi durumda olursak olalım, bizi sürekli mutsuz eden, kendini beğenmişliktir. O susup da aklımız konuştuğunda, kaçınmamız mümkün olmayan tüm mutsuzlukların tesellisini buluruz." Varoluşunun 'mükemmellikte' değil 'nihayetsiz kemalde olana işaret etmekte' olduğunu farkedenler için hangi kusur cinnet sebebi olabilir? Kusur kemal sahibine yakışmaz ancak. Bize yakışır. Haketmediğini düşünenler için acıdır musibetler. Layık olmadığını düşünenler için üzücüdür kemlikler. Sınırlarımız canımızı yakmamalıdır. İşaret edenin işaret ettiği şey gibi olmasına gerek yoktur ki. Görevi göstermektir. Bizzat görünmek değil ki.

Bu düşünce beni rahatlattı. Detaylaşmak huzurdur. Bu kemalsizlik (aslında özümle yüzleşme idi) aniden kemalim oluverdi. O günden beridir daha sık yazıyorum. Mükemmellik aramıyorum. Yazılarımın yükünü gemiye bıraktım. Tekrar tekrar dönmüyorum onlara. Bu artık önemsiz geliyor. Zira 'tamam'ım mükemmellik değil yeterlilik. İşaret edebildiysem, tamam. Ardımdan gelecekler sırtıma basıp yoluna devam edebileceklerse, tamam. O bütünde parça olduysam, tamam. Fazlası olmaya ihtiyaç yok. Çünkü bu benden beklenen değil. Ben kusursuz olana 'dair' olabilmek için gelmişim. Kusursuz olmam şart değil.

Bu arada: Dikkatli okursak, Bediüzzaman'ın mektuplarını 'el-bâki hüve'l-bâki' diye bitirmesinde de böyle bir nasihat görebiliriz. İnsan, biraz da yarına daha fazla kalabilmek için yazmıyor mu? İşte, 'el-bâki hüve'l-bâki' diyor ki bize: Nasıl bir metin yazarsanız yazın, o metinden geriye kalacak olan, ona dair olanlardır. Çünkü "Bâki olan yalnız odur." Beşerî işlerinizde bunu aramayın.

Rolex'i Bahadır Yenişehirlioğlu'nun ne zaman 'helali' olur?

  "Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. '...