Vicdan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Vicdan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Mayıs 2018 Cumartesi

Ya evren de canlıysa?

Ünlü gökbilimci Carl Sagan'ın bir sözünü işittim (Bir Uzay Serüveni belgeselinde) bu yakınlarda. Demiş ki: "Biz evrenin kendisini tanıması için bir aracıyız." Bana çok etkileyici geldi. Neden? Çünkü ben de kimi yazılarımda böylesi bir eşik olduğumuzun altını çizmeye çalışmıştım. Hatta biraz da cüretle demiştim ki: İnsan bir karadeliktir. Şahit oldukları ondan geçerek başka bir âleme dönüşür. Kulluğumuzun Cenab-ı Hak katındaki kıymeti de buradan gelir. Biz âlemin anlamlandırıcılarıyız.

'Asıl hayata mazhar olanın ahiret olduğunu' hatırlatan ayet-i kerime de bir açıdan bunu söylüyor gibi geliyor bana. (Allahu'l-alem.) Yani bu dünya 'ahirete dönüşürken' insan eşiğini kullanıyor. Cenab-ı Hak böyle bir hikmetle varetmiş âdemoğullarını. Nasıl ki herşeyde türlü türlü berzahlar (eşik âlemler) yaratmış, sütü bile soğurken kaymaktan berzahla eşiklendirmiş; aynen öyle de; insanı da öteki âleme geçmeden önce kabir âleminde bekletiyor/bekletmiş.

Yani insana da eşikler yaratmış. Ergenliğini 'gençliği' ile 'çocukluğu' arasına bir eşik kılmış. Şimdiyi 'öncesi' ve 'sonrası' arasına bir eşik tayin etmiş. Hem insanı da âleme bir şuurlu eşik olarak yaratmış. İçinden şahitlikler geçirmiş. Geçişin kapısını onunla açmış. Kişisel imtihanını vesilesi kılmış. Ve nihayetinde 'içinden geçirdiği âlemin cinsine göre' bir âlem bulacak ahirette. İyiyse iyi olacak. Kötüyse kötü. Eşik, en nihayet, yüzü diğer tarafa dönük olarak kapatılacak. Cebinde cennet götürenler orada onu görecekler. Cebinde cehennem taşıyanlar orada onu bulacaklar.

Mürşidim bir yerde diyor ki:

"İnkılâplar neticesinde her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki âlemle münasebettar köprüler lâzımdır ki her iki âlem arasında gidiş-geliş olsun. Lâkin o köprülerin inkılâbat cinslerine göre şekilleri, mahiyetleri mütebayin, isimleri mütenevvi olur. Meselâ, uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprüdür. Berzah, dünya ile âhiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misal, âlem-i cismaniyle âlem-i ruhanî arasında bir köprüdür. Bahar, kış ile yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür. Kıyamette ise inkılâp bir değildir. Pekçok ve büyük inkılâplar olacağından, köprüsü de pek garip, acip olması lâzım gelir."

Diğer başka metinlerinde de Bediüzzaman'ın akıl, kalp veya vicdan gibi özelliklerimiz için 'berzah' ifadesini kullandığına şahit oluruz. İşte bir örnek: "Âlem-i gayb ve şehadetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki âlemden birbirine gelen seyyârâtın mültekası, vicdan denilen fıtrat-ı zîşuurdur."

Yani birer 'eşik' olarak yaratılan bizler de içimizdeki 'geçişkenliği' böylesi yeteneklerimiz üzerinden sağlarız. Bilmeyiz belki yaşarken ne derece büyük bir iş eylediğimizi. Zamanı gösterdiği bilmeyen saat gibiyizdir çoğu zaman. Ancak burada şu nüans vardır: İnsan şuurlu bir varlıktır. Allah'ın varlığından ve kendi konumundan haberdar olanlar, buna iman edenler ve hakkını vermeye çalışarak yaşayanlar, kendileri üzerinden dönüşen âlemi nurlandırırlar.

Güzel isimler verirler. Güzel elbiseler giydirirler. Güzel anlamlara sarıp saklarlar. Güzel işler yaparlar. Güzel sözler söylerler. Bu güzel eşikliklerinden dolayı da Allah onları dönüşümünde pay sahibi oldukları âlemlerle ödüllendirir.

İşte, kanaatimce, kulluk böyle birşeydir. "Evrenin dönüşümünde eşik olmaktır." Bu ehemmiyeti nedeniyle insan vahiyle/nübüvvetle hakikatten haberdar edilir. Uymakla sorumlu tutulur. Kötü anlamlar vermesi (günah) yasaklanır. Güzel anlamlar vermesi (sevap) öğütlenir. Eşik, kendinden geçenleri dönüştürürken, dönüştürdüklerinin sıhhatinden mesuldür çünkü. Tıpkı bir havayolları şirketinin taşıdığı canlardan mesul olması gibi. Cehenneme giden her insan da yaşadıklarıyla, eyledikleriyle, söyledikleriyle, ettikleriyle bir cehennem yaratılmasından mesuldür.

Mürşidim, Cenab-ı Hakkın, 'kendisini inkâr edenleri' neden 'sonsuz bir cehennemle' cezalandırdığını ifade sadedinde diyor ki: "Katl ve küfür, tahrip ve tecavüz olduğu için, gayre tesirat yapar. Bir dakikada katl, lâakal, zâhirî âdete göre, onbeş sene maktulün hayatını selb eder, onun yerine hapse girer. Bir dakika küfür, bin bir esmâ-i İlâhîyi inkâr ve nukuşlarını tezyif ve kâinatın hukukuna tecavüz ve kemâlâtını inkâr ve hadsiz delâil-i vahdâniyeti tekzip ve şehadetlerini reddetmek olduğundan, kâfiri, bin seneden ziyade esfel-i sâfilîne atar, 'halidîn'e hapseder."

Hepimizin elinde kan var! Buradan şuraya geçeceğim: Yukarıda insana nisbetle akıl, kalp ve vicdan gibi yeteneklerin bir tür 'geçiş âlemi' veya 'eşik âlem' olduğunu söylemiştik. Peki insanın kendisi için de içinde bulunduğu evrenin aklı, kalbi veya vicdanı olduğunu söyleyemez miyiz? Bu bana mümkün görünüyor. Nasıl ki, akıl bizde bir şube iken, maddi yeri belki o kadar küçük ki 'Şurasıdır!' deyip gösterilemiyor; aynen öyle de; insan da o kadar küçük ki evrende, evren 'kendi aklı nerede' bilemiyor, fakat akıllanıyor. İnsanla akıllanıyor. İnsanla kalpleniyor. İnsanla vicdanlanıyor. İnsanla anlamlanıyor. İnsanla duygulanıyor.

Carl Sagan'ın insana yüklediği 'aracılık' bu pencereden de anlaşılabilir. İnsanda akıl nasıl ki bir aracıdır, insan da evrende bir aracıdır, yani evrenin de aklı insandır. Bu büyük düzenin 'kuşatamadığımız bir canlının parçaları olduğunu' düşünürsek, ki Bediüzzaman da kimi metinlerinde böyle bir anlamı çağrıştırır şeyler söyler, biz o canlının aklıyız belki. (Melek kardeşler de diğer hücreleri.)

Kalbiyiz belki. Vicdanıyız belki. Kendini müstakil bir varlık sanan parçasıyız. Tıpkı kendi aklımız, kalbimiz veya vicdanımız gibi. (Belki hücrelerimizin içinde de kendisini böyle sanan mikro düzey canlılar var.) Öyle ya, arkadaşım, içimizdeki kentte yolculuk ederken onlar da kendilerini 'müstakil birer varlık' gibi dayatmazlar mı bize? "Benim dediğimi yap!" diye ayrı ayrı demezler mi?

O halde bu yazıyı da son paragrafın dayanağı olabilir bir yerle bitirelim: "Küremiz hayvana benziyor, âsâr-ı hayatı gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse, bir nev'i hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrop küre kadar büyüse, ona benzemeyecek mi? Hayatı varsa, ruhu da vardır. İnsan-ı ekber olan âlem, tazammun ettiği manzume-i kâinat o derece hassasiyet ve âsâr-ı hayat gösteriyor ki, bir cesetteki âzâ, eczâ, zerrat, izhar ettikleri tesanüd, tecazüb, teavünden daha ziyade muntazam, muttarid, mükemmel âsârı gösteriyor. Acaba âlem insan kadar küçülse, yıldızları zerrat ve cevahir-i fert hükmüne geçse, o da bir hayvan-ı zîşuur olmayacak mıdır?"

15 Temmuz 2017 Cumartesi

Tevbe kendinin editörlüğüdür

"Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü nefs, Rabbimin merhameti olmadıkça, kötülüğü emreder. Doğrusu, Rabbim bağışlayandır, merhamet edendir." (Yusuf sûresi 53)

Bıktıracak kadar sık yazdığımın farkındayım. Fakat yapacak birşey yok. Yazmayı 'işe yaramak'la bu kadar arkadaş kılınca yazamamayı da 'boşluk'la bağlamaya başladım. Her tanımlama mana-i muhalifini de tanımlamış oluyor. Birşeyi tarif ettiğinizde iki şeyi birden tarif ediyorsunuz. Onu ve zıttını. O oysa zıttı da budur. O oysa zıttı kesinlikle o değildir. Ne olmayacağı bellidir. Böylesi tanımlamaların esir alıcı bir yanı da var. İnsan adımlarının bastığı yeri ve gittiği yönü netleştirmeye çalışırken basmadığı yeri ve gitmediği yönü de netleştirmiş olur. Eğer kaza eseri basmaması gereken bir yere ve gitmemesi gereken bir yöne adım atarsa, buna gafil kalamaz, vicdanıyla boğuşmaya başlar.

Vicdan insana kendi çelişkileriyle boğuşması için verilmiştir. (Ne kutlu bir boğuşmadır o!) Ömür kitabının imtihan matbaasından güzel çıkması için içimize konulmuş bir musahhih veya editördür. Siz yola çıkmadan önce onun kulaklarına doğruyu fısıldarsınız. (Belki daha da önce Allah zaten onun sinesine doğruları yazmıştır.) O da daha sonra kulağınıza doğrularınızı fısıldar. Prensip sahibi olmak dediğimiz şey de zaten insanın kendisiyle çelişkiye düşmemesidir.

Bu nedenle tariflerimizin her türlüsü önemlidir. Önemsiz lafzımız da, anımız da, tavrımız da yoktur. Hayat parçalara ayrılmayacak kadar girift bir sözlüktür. Kelimelerinin kuyrukları birbirine bağlıdır. Anlamlandırırken düştüğünüz her hata başka birçok sözcükte karşınıza çıkar. (Süte 'zehir' dedikten sonra 'sütlü muhallebiye' şifalı diyemezsiniz mesela.) Sözgelimi: Yağmuru Allah'ın yarattığı birşey olarak görmediniz. Bir kendi başınalık olarak anlamlandırdınız. Bu, içtiğiniz suyun da Allah'ın ikramı olmadığına götürür sizi, hemen olmasa da birazdan. Veya tam tersi: İçtiğiniz suyu 'Bismillah' diyerek mi içtiniz? O halde yağmuru Allah'a vermekte zorlanmazsınız. Onlar birbirinin akrabasıdır. Birisini anlamlandırdığınızda mutlaka diğerlerine de ulaşacaktır.

Bu yüzden, İslam'ın, hayatın her anını 'Besmele' ile bizden istemesinde şaşılacak birşey yok. O bizden kelimelerde hata yapmamamızı istiyor. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan rivayet edilen, neredeyse hayatın her anını kuşatan, dua külliyatında da bu sır var. Her neyi yapsan edilecek bir duası var. Başlarken de, bitirirken de, içindeyken de... Bütün bunlar yürüdüğümüz yolda doğru şıkları seçmemiz için. Sünnet-i Seniyye bu yüzden hayatın her anını kuşatıyor ve karışıyor. Belli ki en küçük kelimelere verdiğimiz anlamlar bile arkamızda kalmayacak. Her yeni kelimede önceki anlamlara yaslanacağız. Tıpkı matematik probleminin çözümünde olduğu gibi. Başlarda yapılacak bir kayma işlemin sonuna doğru büyük sapmalara neden olabilir.

Jules Verne'nün Ne Altı Var Ne Üstü romanını hatırlayalım. Dünyanın eksenini değiştirmek isteyen bir grup girişimcinin başarısızlığa uğramasının sebebi neydi? Eksik sıfırlar! Evet, dünyayı sarsacak büyük bir girişim ve ona yapılan yatırım, sadece birkaç rakamın yanlış yazılmasıyla sekteye uğramıştı.

İşte, hayat da biraz böyle, bir yerinde ilmek kaçtı mı o kazak artık giyilmiyor. O desen tamam olmuyor. Geri dönüp toparlamanız lazım. Tevbe de zaten tam bu noktada büyük bir önem kazanıyor. Kelimelerin yanlış anlamların yüklerinden kurtulması, o yanlış anlamların başka kelimelere sirayet etmemesi, üzerine 'hatalıdır' kaşesini basmakla mümkün. Tevbede biz biraz da bunu yapıyoruz. Tevbeyi tenzihten ayıran da budur. Tevbe eden hatalı olduğunu unutmaz. Önceki kelimeyi sonraki kelimeye referans kılmaz. Aralarını ayırır. Kendini tenzih edense, aksine, hatalı olduğunu kabul etmez. Velev ki o hatayı bir daha işlemeyecek olsun. Yine de bu ondan istenen değildir. İnsandan istenen hatalarını unutması değildir. İnsan hatalı bir varlık olduğunu hatırlamalıdır.

Ben, kendi adıma, adam olmamda (eğer olmayı başarabilmişsem tabii) tevbelerimin büyük payı olduğunu düşünüyorum. Çünkü tevbe ettiğim her amelim bir çizik olarak geçmişimde duruyor. Onları unutmuyorum. Onlar da kendilerini bana unutturmuyor. Çünkü onları inkar etmiyorum. Yoklarmış gibi davranmıyorum. Bu beni kendime karşı tekinsiz ve temkinli kılıyor. Adam olmak biraz da bu değil mi? Adam olmak her yaptığının/yapacağının doğru olmadığını kabul etmekle başlar. Bu eylemlerin arasında şıklar oluşturur. Edebinle şıklardan birisini seçersin. Kendisine karşı temkinli olmayanın edepli olacağına inanmam ben. Aleyhissalatuvesselama "Hayâ imandandır!" dediren sırrı kollarım.

İnsan utanıyorsa kendisine karşı temkinlidir demektir. Görünmesinin her şeklinin doğru olmadığını düşünüyor demektir. Bu ihtiyat sayesinde insaflı seçimler yapmaya başlar. "Nasıl görünürsem doğru olur?" Bu soru sözlüğü düzeltir. En azından düzeltmeye dönük bir çabadır.

Şunu demek istiyorum: Tevbe bize utanma yetisini kazanmayı da öğretiyor. Tevbesi olmayanın utanması yoktur. Utanması olmayanın de tevbesi yoktur. Daha evvel düştüğünüz çukurları hatırlamazsanız ayaklarınızı temkinli atmazsınız. "Çukura düşüyorsun!" denildiğinde de buna inanmazsınız. Önce evvelce çukura düştüğünüzü/düşebilirliğinizi kabul etmemiz lazım. Irvin Yalom, Bugünü Yaşama Arzusu'nda şöyle diyor: "Tedavi, suçlamanın bitip, sorumluluğun kabul edildiği yerde başlar." Demek: Tedavi tevbede başlıyor. Kendini tenzih etmede şifa yok. Ki onun tezahürü de edepsiz bir suçlamadır.

Kur'an'da Hz. Musa (a.s.) ve Hz. Yunus (a.s.) gibi daha nice nebilerin Cenab-ı Hakka karşı "Ben nefsime zulmettim!" türünden ifadeler kullanmalarını da buradan anla. Cenab-ı Hak o kemal sahipleri üzerinden sana birşey öğretiyor. İyileşmek istiyorsan kusurlarını üzerine alacaksın. Çünkü onlar sözlüğünün güvenliğini sağlıyor. Hem mürşidin bu sadedde demiyor mu:

"İnsan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzat yalnız zâtını sever; başka herşeyi nefsine feda eder. Mâbuda lâyık bir tarzda nefsini metheder; mâbuda lâyık bir tenzihle nefsini meâyipten tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez. Nefsine perestiş eder tarzında, şiddetle müdafaa eder. (...) Kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir. İşte, şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathiri, onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir."

1 Temmuz 2017 Cumartesi

Arrival'dan Mesnevî-i Nuriye'ye: Hangi dilimiz eksik?

"O'nun ayetlerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için (alınacak) dersler vardır." (Rûm sûresi, 22)

Arrival'da uzaylılar dünyaya 12 ayrı noktadan iniş yapmışlardı. 12 ayrı bölge, 12 farklı kültür ve 12 farklı dil ailesi... Her bölge harıl harıl uzaylıların dilini çözmeye çalışıyordu. Bir noktada iş öyle bir yarışa dönüştü ki ülkeler birbirleriyle bilgi paylaşımını bıraktılar. Filmin ilerleyen kısımlarında misafirlerimiz konuyla ilgili olarak dünyalı uzmanlara şöyle bir uyarıda bulunmuşlardı: "Bizi ancak yardımlaşarak anlayabilirsiniz." Bunun elbette senaryonun üzerine inşa edildiği Sapir Whorf hipotezi ile bir ilgisi vardı. Ne diyordu o meşhur hipotez? Hatırlayalım: "Her dil farklı bir düşünme biçimidir." Dilin farklıysa düşünme biçimin de farklıdır! Daha çok bakış açısına sahip olmak için, yani hakikatin bütününü bütüncül-kuşatıcı bir gözle görebilmek için, daha fazla düşünce biçimine ihtiyacımız var. Hatta düşünce biçimlerinin hepsine ihtiyacımız var.

Ben bu bakış açısına Arrival'dan önce dilbilimci David Crystal'ın kaleme aldığı Dillerin Katli (Profil Yayınları) kitabıyla sahip olmuştum. Hatta Kur'an'da dillerin farklılığının birer ayet olarak ifade edilmesinden mülhem şu başlıkta yazmıştım hakkında: "Ayetlerin katli!" Oradan bir alıntı yapayım: "Dillerin Katli: Bir Dilin Ölümü Bir Milletin Ölümüdür kitabının yazarı dilbilimci Prof. David Crystal, Guardian’da yayınlanan bir makalesinde dillerin hızlı yokoluş sürecinin bizi götüreceği karanlık nokta hakkında şöyle bir öngörüde bulunuyor: 'Belki de bir gün öğrenilecek dil olarak sadece İngilizce kalır. (…) Eğer bu gerçekleşirse, bu gezegenin yaşadığı en büyük entelektüel felaket olur.'" Arrival filmi, o kitabı okumamdan seneler sonra, bu fikri destekleyen ve daha çok bilinen bir materyal oldu sadece. Ancak yine de dil konusunu yeterince tefekkür edebildiğimi düşünmüyorum. Kaçırdığım birşeyler olduğu kesin. Fakat ne?

Bugün, bu kayıp parçalardan 'bulduğumu sandığım' birisini daha, sizinle paylaşmak istiyorum. Şöyle başlayalım: Okuyanlar bilirler. Bediüzzaman, Allah'ın, bir yerde 'üç büyük küllî muarif' bir yerde de 'dört burhan-ı küllî' ile bize varlığını anlattığını söyler. Mesnevî-i Nuriye'de geçen şekline küçücük dokunalım:

"Birinci burhan: Muhammed aleyhissalâtüvesselâmdır. Şu burhan-ı neyyirimiz Şuâat'da tenevvür ettiğinden, tenvir-i müddeâmızda münevver bir mir'attır. İkinci burhan: Kitab-ı kebîr ve insan-ı ekber olan kâinattır. Üçüncü burhan: Kitab-ı mu'cizü'l-beyan, Kelâm-ı Akdestir. Dördüncü burhan: Âlem-i gayb ve şehadetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki âlemden birbirine gelen seyyârâtın mültekası, vicdan denilen fıtrat-ı zîşuurdur. Evet, fıtrat ve vicdan akla bir penceredir; tevhidin şuâını neşrederler."

Dikkat edilirse buradaki dört burhan (delil) aynı zamanda birer dildir. Anlaşılma şeklidir. Yani; Cenab-ı Hakkın, akıl-şuur sahibi mahlukatı ile konuşmasının yollarından birisidir herbiri bu burhanların. Rahman ve Rahim olan Allah, kulları ile, yalnız bir dil üzerinden değil, bu dört dilin tamamı üzerinden konuşur.

Bu yüzden Bediüzzaman'ın kainata da Kur'an gibi 'kitap' demesi veya tefsir kelimesini "Kur'an kainatı" veya "kainat Kur'an'ı" şekillerinde değişen özne ve nesnelerle kullanması bir mü'mine tuhaf gelmez. İşte şimdi de ikinci metni alıntılamanın zamanı geldi: "Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var: Birisi şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini 13 Lem'a ile Arabî Nur Risalesinden 13. Dersten işittik. Birisi şu kitab-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü'l-Enbiyâ aleyhissalâtü vesselâmdır. Birisi de Kur'ân-ı Azîmüşşandır."

Kur'aniyyûnların sağır kulakları çın çın çın çınlasın. Ben de bugünlerde, tıpkı Arrival'da dikkat çekildiği gibi, 'eksik dille anlamaya çalışma'nın zararlarına kafa yoruyorum. (Filme gönderme yaparsak: 'Hediye'yi 'silah' diye okutan eksiklik.) Yani Crystal'ın 'entelektüel fakirlik' dediği şeyi anlamaya çalışıyorum. Bu yoruş, bir açıdan, sahip oldukları tüm bilgi ve birikime rağmen hidayeti elde edemeyenlerin yoksunluğunu da bana fısıldıyor.

Diğer bir açıdan da tasavvufî eğitimin insanın iç dilini anlamaya çalışmakta neden bu denli ileriye gittiğini (önemsediğini) idrak etmemi sağlıyor. Yalnız bu kadar mı? Değil. Fazlası da var elbette: Mürşidimin, özellikle 'tefekkür'den önce andığı, 'acz, fakr ve şefkat' üçlüsünün bende nasıl bir iş eylediğini de anlıyorum buradan. Demek benim, diğer dilleri anlamadan önce, bende konuşan 'ilk dili' öğrenmem lazım. Bana konulan ilk dili anlamam lazım. Kendilik (veya insanlık) dilimi öğrendiğim zaman ancak, onun yardımıyla, diğer dilleri doğru bir şekilde anlamaya başlayacağım.

İnsanın aslını idrak etmesi ondaki ilk dil gibi. Diğer bütün dilleri doğru anlamasını sağlayan ilk dil o. Beni bencillikten uzaklaştıran bir ben bilişi. En çok yaralarımız bunu sağlıyor. Zayıflıklarımız bizi diğer dillerin anlattıklarını doğru okumaya yaklaştırıyor. Çünkü tarafımızdan kurgulanmayan tek gerçek bu. Kibir bir kurgudur. Güç bir kurgudur. Yalan bir kurgudur. Şöhret bir kurgudur.

Yaralarımız dışında övündüğümüz herşey kurgudur. Arızî olan ancak muhtaçlığıyla övünürse gerçekçidir. Firavun için 'hayatı boyunca hastalık görmediğine' dair birşey duymuştum. Ne feci! İnsan hastalık görmeli. Her zayıflığımız aslında insanlığımızın parçası. Bize evimizi de en çok duvarları anlatıyor. Onlara çarpmalıyız. Onlar bize sınırlarımızı öğretmeli. Öğretmeli ki, içinde kalan o yere, o çerçeveye 'ev' diye iltifat/ülfet edilmeli. Duvarlar içinde gördükçe evimizi idrak ediyoruz. İçimizde derinleştikçe dışımızdaki okumalar gelişiyor.

Amr b. Hişam ve Ömer b. Hattab (r.a.). İki Ömer'i birbirinden ayıran ne? Birisini Ebu Cehil ötekisini Ömerü'l-Faruk (r.a.) kılan ne? Daha genel konuşalım: Kur'an'dan yalnız birkaç ayet işitmekle İslam'a giren mühtedi ile bir İslam âlimi kadar Kur'an üzerine araştırmalar yapmasına rağmen hidayetten teberri eden oryantalisti birbirinden ayıran ne? Bence bu ayrımın en özünde şu var:

Onlar kendi içdillerini bilmiyorlar. Asl-ı insanı okumuyorlar. Hakkında düşünmüyorlar. Zaaflarıyla yüzleşmiyorlar. Nefisleriyle yüzleşmiyorlar. Yaralarıyla yüzleşmiyorlar. Gafletle yüzleşmiyorlar. Gaflet nedir? Gaflet sadece Allah'tan kaçınmak mıdır? Hayır. Gaflet hem Allah'tan hem de ona götürecek olan kendindeki boşluklardan kaçınmaktır. Hidayet nurunun ancak 'dillerin yardımlaşmasıyla' kalpte yakıldığını görmek için en uygun örnek işte şunlardır. Ne demeli? Kendi aczini ve fakrını görmeyen, mahlukata ve nefsine şefkat etmeyen, tefekkürle de bir yere ilerleyemiyor. Hatta, aksine, tefekkürü karanlığını arttırıyor. Yol açacağına yol kapıyor. Karanlığıyla başkalarına da zulmediyor. Karanlıkta bırakıyor. Zaten zalim o değil midir: 'Karanlığı kendisini aşan'dır.

Biraz daha has dairemize gelirsek: "Kur'an okuyorum. Hadis okuyorum. Tefsir okuyorum. Fıkıh okuyorum. Evrad u ezkar okuyorum. Fakat onlardan nur almadığımı hissediyorum..." diyenlerimizin de devası burada. Onu okudun, maşaallah, ama yalnızca onu mu okudun? Kendi içindeki yaraları da kolladın mı?

Hiç mi ağlamıyorsun? Hiç mi canın sıkılmıyor? Hiç mi boşluğa düşmez ayakların? Hiç mi duvarlar üzerine gelmez? Hiç mi dostun ihanet etmez? Hiç mi düşmezsin düşenleri kınadığın bir çukura?

Sende, sadece 12 değil, kimbilir kaç bölge var kıymetli misafirler indirilmiş hayatına. Seninle konuşmak isteyen misafirler. "Bizi duy!" diyen misafirler. "Beni gör!" diyen misafirler. "Hakkımda düşün!" diye yakaran misafirler. Kendini eksik hissetiğin anlarda onları bulabilirsin. Bu eksikler sen onları tamamlayacak uygun parçaları ara diye hayatına bırakılmış. Bu açlıklar kendi rızıklarını araman için.

Onları aramaya kapatarak sofrada lezzet bulamazsın. İştahı kapanana sunulacak lezzet en mükellef sofrada bile yoktur. Önce onlarla yüzleş. Kaçtığın yanlarınla yüzleş. Karanlık yanlarınla yüzleş. Zayıf düştüğün yanlarınla yüzleş. Deşebildiğin kadarını deş. Kendine numara yapma. Bu iyi gelmiyor. Ne ağlamaktan sıkıl ne yardım dilemekten! Gözünün biri kalbine bakmıyorsa diğeri esrarı okuyamayacak. Nur istiyorsan, eşyaya, kendi içinden geçen gözlerle bakmalısın. Dillerin hepsini konuşmalısın. Seni bu dillerden yalnız birisini işitmeye çağıranlardan sakın. Mana bütündedir çünkü.

5 Ekim 2016 Çarşamba

Vicdan ahireti nereden biliyor?

Bu yazı, inşaallah, hoş bir farkındalığa dair olacak. Nereden başlayalım? En kolay yerden. En kolay yer, talebe için, mürşidinin sözüdür. Mürşidim bir yerde diyor ki: "İnsanın fıtrat-ı zîşuuru olan vicdanı, saadet-i ebediyeye bakar, gösterir. Evet, kim kendi uyanık vicdanını dinlerse, 'Ebed, ebed!' sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz. Demek o vicdan, o ebed için mahlûktur. Demek, bu vicdanî olan incizap ve cezbe, bir gaye-i hakikiyenin ve bir hakikat-i cazibedârın yalnız cezbiyle olabilir..."

Bu metni hatırınızda tutun. Yazının ilerleyen kısımlarında lazım olacak. Vicdanın ahirete delil oluşu bir süredir dünyamı kurcalayan birşey. Şu şekliyle biraz anlayabiliyorum: İnsanın içinde bir yer sonsuza kadar varolmak istiyor. Ve bu arzu da içimize bırakılmış bir açlık olarak kendi rızkının delili oluyor. Buraya kadar tamam. Ama doymuyorum. 'Daha'sının olduğunu seziyorum. Hepsi bundan ibaretmiş gibi gelmiyor bana. En azından mezkûr metin öyle olmadığını düşündürüyor. O halde izlerimi takip edin. Belki güzel bir yere çıkacağız.

Farkındalığımca 'vicdan'ı ve 'nefs'i şöyle ayırabiliyorum ben: Nefis, kısavadede/hemen kazandıranları farketmemizi sağlayan ve arzulatan şey. Vicdan ise uzunvadede/daha sonra faydamıza olanı sezer ve arzulatır. Bu iki arzulayış şekliyle imtihan oluruz. Neden ikili sistem? Varlığımızı devam ettirebilmek için ikisine de ihtiyacımız var çünkü. Çünkü insan hem beden hem ruhtur. Hem madde hem manadır. Hem dokunuş hem duyuştur. Hem akıl hem kalptir. Hem algı hem yorumdur. Sadece birisi değildir.

Maddî menfaatlerimiz için nefis zaruretimizdir. O olmadığında onlara boşveririz. (İştahı kesilen bala aldırmaz.) Hem nefis olmadan manevî elemlerden de kurtulamayız. Tek bir hüzün damlası yüzümüzü hayata küstürebilir. Böylesi durumlarda nefis kendi arzulayış biçimiyle bizi yeniden hayata bağlar. En büyük acıların ardından dahi bir süre sonra karnımız acıkır. Canımız çeker. Yüzümüz güler. İyi ki de acıkır, çeker ve güler. Yoksa varolmaya dayanamayız.

Ancak kısavadeli arzular da, salt etkisine bıraktığımızda kendimizi, tehlikeli olurlar bizler için. Bir kere 'hayır' mürşidimin ifade buyurduğu gibi 'küllî' ve 'vücudî' birşey olduğu için bütünlüğe ve genişliğe ihtiyaç duyar. (Şerdir cüzî ve ademî olan.) Daha fidanken hiçbir ağaç meyve vermez. Ağaç büyüyene kadar sabretmek gerekir. Hem hiçbir meyve de bir günde olmaz. Onun da hamlığından olgunluğuna bir yolculuğu vardır. Erken koparırsanız haltedersiniz. Diliniz ve mideniz yediğiniz haltın haberini size pek çabuk söyler.

Hayırlı olan kendisini her zaman parçada göstermez. Bazen de bütünlüğe bakmamızı ister. Bugün kıldığımız namaz, sadece kıldığımız anda değil, ahirete uzanan bir düzlemde asıl meyvesini sunacaktır. Eğer oruçtan kebaptaki peşin hazzı beklerseniz, hayalkırıklığına uğrarsınız. İşte bu noktada da vicdanımıza ihtiyacımız var. Kısavadede kazandıran gibi görünen amellere dair doğru/yanlış tahlilini o yapar. Yere düşürülen bir cüzdanı cebimize atmak nefse hoş gelebilir. Ancak vicdan bu işe ne diyecektir? Vicdan böyle konularda doğru olana taraftardır. Genelde böyle olur. Peki, nasıl böyle olur?

İşte burada alıntıladığımız metne tekrar dönüyorum: Vicdan, ahiretin ve saadet-i ebediyenin bir delilidir, çünkü sanki orayı biliyormuş gibi davranır. Sanki bir küçük miraç yaşamış, cenneti/cehennemi görmüş, içine onlardan birer ümit ve korku düşmüş gibi davranır vicdan. O cüzdanı götürüp sahibine vermekte insanın bedensel anlamda nasıl bir tatmini olabilir? Hiç ve hiçbir şey. Hiçbir menfaatimiz yoktur maddî anlamda bu 'doğru'da. Ancak vicdan yine de doğruyu tanır. Çünkü vicdan ahiretin farkındalığıyla yaratılmıştır. İçindeki bütün cezbeler/çekimler/arzulayışlar ahiretin farkındalığıyla kuşanmıştır. "Demek o vicdan, o ebed için mahlûktur."

Yani sonsuzluğa duyduğumuz arzuyu kastetmiyorum sadece burada. Biz her amelimizde sonsuzluğu arzuluyoruz, varmış gibi davranıyoruz, eğer kulağımız vicdanımızdaysa. Çünkü ancak ahiret varsa doğru oluyor vicdan ile yaptığımız eyleyişler. "Demek, bu vicdanî olan incizap ve cezbe, bir gaye-i hakikiyenin ve bir hakikat-i cazibedârın yalnız cezbiyle olabilir..." Eğer ahiret yoksa, vicdanımız vicdan değil, aptallığımızdır. Hatta sadece 'aptallık' diyerek de kurtulamayız onun gerçekliğinden. Aynı zamanda anlaşılmazımızdır o bizim. Dolu bir cüzdanı neden sahibine götürmemizi istediğini hiçbir yere koyamayız. Bu koyamayış da onu ahiretin bir delili kılar. Eğer vicdanın kararları doğruysa, ki buna hiçbir insanoğlu itiraz etmez, o halde bu kararların doğruluğunun ortaya çıkacağı ahiret de vardır. Bu metin bize bunu da söyler. Allahu'l-alem.

16 Nisan 2016 Cumartesi

Vicdan hayatın 'acaba'sıdır

Dikkatle baksan, göreceksin, çok da cesur değiliz aslında. Cür'etimiz sahte. Cür'etimiz, isbat-ı vücut. Ergen dengesizliği. "Ben de varım!" çığlığı. Riyakâr. Gösterişçi. Kalabalık, birşeyin peşinde koştuğu zaman "Durun bakalım! Doğru yöne mi gidiyoruz?" diyecek gücümüz yok. Kalabalıkla varoluruz biz. Karşısında varolamayız. Sınamayacak kadar çekingeniz asabiyet kokulu haykırışları. Atalarımızın dininden kurtulduk vahy-i semavi ile, ama ahlakından büsbütün kurtulamadık. İbrahimler yakılırken izlemeye toplanırız o büyük ateşi. Firavunlar bizi küçümser, ama biz yine de Firavun'un 'biz' tanımını hayran, itaat ederiz. Cesaret diye aslanla boğuşmaya demezler. Medeninin cesareti başka türlüdür. O, şehre karşı direnmeye çalışır. Kalabalığa, kemiyete, genel de olsa haksız olana.

Tahkik ile ayakta durmaya gayret eder. Onun inzivası beynindedir. Uzleti kalbindedir. İmanı sorularındadır. Taşıyabilirse hayata, ahlakındadır. Gariptir böylesi durumlarda yalnız kalabilmeyi seçtiği için. Garibüzzamandır. Vicdanının sancısına aldırdıkça kalabalığın etkisinden kurtulur. "Allah sabredenlerle beraberdir..." hakikatine sığınır 'acele etmediği için' suçlandığını her anda.

Kapılmayı seviyoruz. Birşeyi herkes yaparken ve herkes öyle yapmanın doğru olduğunu söylerken yapmak daha kolay. Hem yorulmak gerekmiyor. Akıl istirahatte. Dikkat atalette. Kimse zıttını söylemiyor. 'Acaba?' yok. Hayatı otomatik pilota almak gibi bir rahatlık. Kolay olanı seçiyoruz biz de. "Ben de herkes gibiyim!" diyoruz, geçiyoruz. Fakat vicdanı olmaya soyunmuşsak birşeylerin, ilk yapmamız gereken öfkeyle yürüyenleri—sayılarına bakmadan hem de—durdurmak değil mi? Vicdan bunu yapar. Vicdan hayatın 'acaba'sıdır.

Vurgu azı çoğa galip eder. Öfke, vurgudur. Öfke, yanlışı doğru gösterebilir bir sihirdir. Duyguların içinde böyle cerbezeden anlayanlar var. Sana yanlışı doğru gösterirler. Bir de kalabalığı kendilerinden yana bulmuşlarsa, iyice coşarlar. Kalabalık sarhoş edicidir. "Azı sarhoş edenin çoğu da haramdır." Hatta çoğu daha çok haramdır. İşte onlara kapıldığında, sana hakiki doğruyu gösteren, gürlemeyen ama inleyen sestir vicdan. Hiçbir içkinin sarhoş edemediği yer. Bir bıçak yarası değil, bir sızıdır, nazlıdır. Mehri dikkattir. Nazarın ondaysa kapılırsın. Arıyorsan bulursun. Bakıyorsan görürsün. Görmek istemeyeni, iradesini elinden alacak şekilde, baskılayıp engelle(ye)mez. Müşterisinin müşterisidir. Kulak verenin duyduğu sestir. Esasında vicdan, insanda yaratılmış bir mucizedir. Fakat her mucize gibi "Akla kapı açar, ama ihtiyarı elden almaz." Sızılarına kulak veriyorsan onu işitebilirsin. Kulağı sızılarında olmayanı hiçbir sancı adam edemez.

13 Eylül 2015 Pazar

Yolun ikileştiği yerde duran adam

Bediüzzaman'ın, hassaten Küçük Sözler'de, temsilî hikayecikler ile başlayıp sonra hakikati bu temsilî hikayecikler üzerine bina ettiğini her okuru bilir. Bu temsilî hikayeciklerde bazen yol arkadaşları birbirleriyle konuşur, bazen yolun ikileştiği yerde duran bir adam onlara nasihat eder, bazen de nasihatçi farklı bir kimliğe büründürülür. Kıssanın sonunda da müellif-i muhterem, hikayenin öğelerinin hangi hakikatlere işaret ettiğini, bazen bütün öğelerin karşılığını bizzat kendisi vererek, bazen de bir kısmını verip gerisini okurun aklına havale ederek ifade eder... Uzatmayayım. Çok örneği bulunmakla birlikte, bugün bu örneklerden 3. Söz üzerinde durmak istiyorum. Ve bu kıssada yeralan 'yolun ikileştiği yerdeki adamın' kim olduğu üzerine fikir yürütelim arzu ediyorum. (Zira, kanaatimce, nasihatin maniyetine göre nasihatçinin kimliği de değişiyor.) Bu yürütmeye başlarken metinden bir miktar alıntı yapalım:

"Bir vakit iki asker uzak bir şehre gitmek için emir alıyorlar. Beraber giderler. Ta yol ikileşir. Bir adam orada bulunur, onlara der: Şu sağdaki yol, hiç zararı olmamakla beraber, onda giden yolculardan ondan dokuzu büyük kâr ve rahat görür. Soldaki yol ise, menfaati olmamakla beraber, on yolcusundan dokuzu zarar görür. Hem ikisi kısa ve uzunlukta birdirler. Yalnız bir fark var ki, intizamsız, hükûmetsiz olan sol yolun yolcusu çantasız, silâhsız gider. Zahirî bir hiffet, yalancı bir rahatlık görür. İntizam-ı askerî altındaki sağ yolun yolcusu ise, mugaddî hülâsalardan dolu dört okkalık bir çanta ve her adüvvü alt ve mağlûp edecek iki kıyyelik bir mükemmel mîrî silâhı taşımaya mecburdur."

Metinde 'o muarrif adam' diye bahsedilen bu kişi, eğer dikkatinizi çektiyse, muhataplarını Allah marifetiyle değil, 'seçimin kendilerinde yapacağı etkiyle' bilgilendirmektedir. Bu, bizi bir noktada zorlar. Çünkü Bediüzzaman'ın 'üç büyük küllî muarrif' kullanımı içinde böyle bir uyarıcı yoktur: "Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var: Birisi şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini on üç Lem'a ile Arabî Nur Risalesinden On Üçüncü Dersten işittik. Birisi şu kitab-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü'l-Enbiyâ aleyhissalâtü vesselâmdır. Birisi de Kur'ân-ı Azîmüşşandır."

Takdir edersiniz ki; kainat kitabının bilgilendiriciliği, mezkûr uyarıda olduğu gibi bir 'duygu boyutu' içeremez. Çünkü kainat hissetmediği hislerden bahsedemez. Kur'an ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın öğretmenlikleri de Allah marifetinden böylesine 'yalıtılmış' olamaz. Yani ne Kur'an ne de Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, müminleri salt bir 'seçimin üzerlerinde yapacağı etkiyle' iknaya çalışır. (Allah ve ahiret vurgusunun da katık olması kaçınılmazdır onlarda.) Ancak müellif, metnin en sonunda bile 3. Söz'ün 'dünyada bulunacak karşılıkla ilgili olduğunu' vurgular: "Elhasıl, âhiret gibi dünya saadeti dahi ibadette ve Allah'a asker olmaktadır."

Bu noktada imdadımıza Mesnevî-i Nuriye isimli eserden bir bölüm yetişiyor. Küllî muarrif sayısının 'üç' olduğu diğer yerlere nazaran bize 'dört küllî burhan'dan bahseden bu metin, 'yolun üstündeki adamı' da tanıyabilmemize bir imkan sağlıyor:

"Gayr-ı mütenahi berâhininden dört burhan-ı küllîyi îrad ediyoruz. Birinci burhan: Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır. Şu burhan-ı neyyirimiz Şuâat'da tenevvür ettiğinden, tenvir-i müddeâmızda münevver bir mir'attır. İkinci burhan: Kitab-ı kebîr ve insan-ı ekber olan kâinattır. Üçüncü burhan: Kitab-ı mu'cizü'l-beyan, Kelâm-ı Akdestir. Dördüncü burhan: Âlem-i gayb ve şehadetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki âlemden birbirine gelen seyyârâtın mültekası, vicdan denilen fıtrat-ı zîşuurdur. Evet, fıtrat ve vicdan akla bir penceredir; tevhidin şuâını neşrederler."

Dördüncü Burhan'ı izah ettiği kısımda onu 'fıtrat-ı zişuur' olarak tarif eden Bediüzzaman, ayrıca dört nükteye de dikkat çeker: 1) "Fıtrat yalan söylemez..." 2) "Beşerin havâssü'l-hams-ı zâhire ve bâtınadan başka, âlem-i gayba karşı açılan pek çok pencereleri var." 3) "Mevhum birşey hakikat-i hariciyeye mebde' olamaz." 4) "Akıl tâtil-i eşgal etse de, nazarını ihmal etse, vicdan Sânii unutamaz..."

Dördüncü öğretmenimizin his boyutuna vurgu yapan bu nükteler, onun ders verme metodunu bize şöyle öğretir: Vicdan, fıtratımızın yaratıldığı şey üzerine olma/kalma arzusu; vicdan rahatsızlığı ise bu arzunun gerçekleşmediği zamanlarda sergilenen bir uyumsuzluktur. Allah, bizi şeriat-ı Muhammediye ile hangi doğrulardan sorumlu tutmuşsa, yaratılışımız da o doğrular üzerine bina edilmiştir. Her yanlış seçimimiz, biraz da bu nedenle, vicdanımız tarafından "Sen bunun için yaratılmadın!" uyarısıyla karşılanır. Bu uyarının türü vahiy ve nübüvvette olduğu gibi aklî ve açıkça değildir. Yalnız seziş, sızı, rahatsızlık veya arayış mesabesinde hissen uyarılır insanoğlu bu burhanla.

İşte ben de, 3. Söz'deki uyarıcının uyarış şekli üzerinden, Bediüzzaman'ın yol üstündeki o muarrif adam ile sembolize ettiği şeyin (Allah en doğrusunu bilir) 'vicdan' olduğunu düşünüyorum. Üstelik, buradaki delilim sadece Risale-i Nur metinlerinden ibaret de değil. Geçtiğimiz günlerde Ebubekir Sifil Hoca'nın bir kitabında (İstikamet Yazıları 1) okuduğum bir hadis de bu tezimi güçlendiriyor. Kitapta kaynağı söylenmemiş, ancak sonrasında yaptığım araştırmada Müsned'de İbn-i Mesud'dan (r.a.) nakledildiğini öğrendiğim bu hadisi şöyle aktarıyor bize Ebubekir Hoca:

"Efendimiz (s.a.v) insanlığın sırat-ı müstakim karşısındaki durumunu şöyle bir misalle açıklamış: Sırat-ı müstakimin (dosdoğru yol) iki yanında duvarlar, o duvarlarda açık kapılar, kapıların üzerinde de örtüler vardır. Yolun başında birisi durmuş şöyle seslenmektedir: 'Ey insanlar! Hep birlikte yola girin, sağa-sola sapmayın (başka istikametlere gitmeyin!' Yolun üstünde de biri vardır ve kapılara yaklaşan olduğunda şöyle seslenmektedir: 'Yazık sana! Sakın o kapıyı açma! Zira onu açacak olursan oradan girersin!' Efendimiz (s.a.v) devam ediyor: 'O yol İslam’dır. Kapıların üzerindeki perdeler hududullah (Allah Teala’nın çizdiği sınırlar) dır. Açık kapılar Allah’ın meharimi (haram kıldığı şeyler) dir. Yolun başındaki, Allah Azze ve Celle’nin Kitabı’dır. Yolun üstündeki ise Allah Teala’nın her mü’minin kalbinde bulunan vaizi (öğütçüsü) dir.'"

'Her mü'minin kalbinde bulunan vaiz...' Bu ifade bana Bediüzzaman'ın vicdanı izah sadedinde söylediği "Akıl tâtil-i eşgal etse de, nazarını ihmal etse, vicdan Sânii unutamaz..." cümlesini hatırlattı. Zaten külliyatın genelinde de Bediüzzaman'ın vicdanı resmedişi Allah'ın insanın içine koyduğu bir 'hakikate taraftarlık/haksızlıktan rahatsızlık' temayülü değil midir? Zaten kalpte bu 'doğrulayıcı' olmasa, insan nasıl doğru/yanlış arasında ayrım yapabilir? "Mevhum birşey hakikat-i hariciyeye mebde' olamaz." Dışımızda gördüğümüz doğruya 'doğru' diyebilmemiz, içimizdeki cetvelin de doğru ile yanlışın bilgisine, yalnız bir fıtrî seziş mesabesinde de olsa, aşina olması sayesinde mümkündür. Güzelin güzel olduğuna, güzelliğin bilgisine fıtraten sahip olmadıktan sonra, nasıl karar verebiliriz? Güldeki sanatın/estetiğin dersini hangimiz aldık? Hangimiz aklen güldeki güzelliği takdir edebiliyoruz? Fakat güle çirkin diyecek insan var mıdır? Tıpkı Bediüzzaman'ın İşaratü'l-İ'caz'da dediği gibi: "(...) fikriyle i'câzı zevketmeyen, târifle vakıf olamaz; bal gibidir." (Sokrates'ın Savunması'nı okuyanlar, onun "Bilmek, öğrenmek midir, yoksa hatırlamak mıdır?" sorgulamasında rakibini 'hatırlamaktır'a ikna ettiğini hatırlarlar.)

Bir de hadiste Efendimiz aleyhissalatuvesselamın önce sahabe efendilerimize bir temsilî hikayecik anlattığını, sonra da o hikayeciğin sembollerinin işaret ettiği şeyleri (İbn-i Mesud'un ifadesiyle) 'tefsir ettiğini' görüyoruz. Hatta hadis-i şerif şöyle başlıyor: "Allahu Teala, Sırat-ı Müstakimi size darb-ı mesel yaptı." Ve hakikat kısmına şöyle geçiliyor: "O yol İslam’dır. Kapıların üzerindeki perdeler hududullah (Allah Teala’nın çizdiği sınırlar) dır. Açık kapılar Allah’ın meharimi (haram kıldığı şeyler) dir..." Bu temsilî hikayecik ve devamı 3. Söz'ün yapısına da çok benzerlik içermiyor mu? Ki orada da şöyle başlanır: "İbadet ne büyük bir ticaret ve saadet, fısk ve sefahet ne büyük bir hasâret ve helâket olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle..." Ve şöyle hakikate geçilir: "Bil ki, o iki yolcu, biri mutî-i kanun-u İlâhî, birisi de âsi ve hevâya tabi insanlardır. O yol ise hayat yoludur ki, âlem-i ervahtan gelip kabirden geçer, âhirete gider. O çanta ve silâh ise, ibadet ve takvâdır...." Bediüzzaman'ın yalnız bilgi olarak değil, metod olarak da sünnetten ne denli beslendiğini bana öğreten bir yerdi burası. Allah, şefaatlerine nail, sırlarına aşina eylesin bizi.

4 Ekim 2013 Cuma

Yazar sanki beni anlatıyor...

Benim Adım Kırmızı’nın herhalde en çok tırnaklanan cümleleridir: “Hatırlamak, gördüğünü bilmektir. Bilmek, gördüğünü hatırlamaktır. Görmek, hatırlamadan bilmektir.” Bu üç cümle; hatırlamak, görmek ve bilmek arasındaki ilgiye dikkatimizi çekerken, aynı zamanda hangisinin ilk olduğu sorusuyla da bizi yüzleştirir. Bilmek mi öncedir, hatırlamak mı, yoksa görmek mi? Diyelim ki; ‘görmek’ öncelikle olsun. Gördüğünün ne olduğunu ‘bilmek’ nasıl olmaktadır? Bilmenin olduğu yerde, görmenin getirdiği bilgiyi sınıflandıracak bir ‘bilme’ oluşmamıştır ki henüz! Neyi hatırlayıp, ona göre sınıflandırma yapacaktır?

Bu mesele Sokrates’in Savunması’nda da yer alır. Bilmenin ‘öğrenmek’ mi, yoksa ‘hatırlamak’ mı olduğu üzerine bir tartışmada Sokrates, muhatabını en sonunda ‘bilmenin aslında hatırlamak’ olduğuna ikna eder. Çünkü muhatabı, insanın, hiçbir şey bilmeden geldiği bir âlemde, duyularla gelen malumatı nasıl işleyeceğini izah edemez. Sokrates, bunun, daha önce bilinen birşeyleri hatırlamadan mümkün olmadığını söyler. Doğrunun doğru, iyinin iyi, kötünün kötü olduğunu bilmek; ancak ona dair bilginin insanda kayıtlı olmasıyla mümkündür. Bu sayede insanlar duyularından gelen malumatı, var olan başlıklara göre işlerler. Öğrenmek de ancak böyle bir sürecin sonucudur.

Ben bu bilmek ve hatırlamak bahsini ne zaman hatırlasam, aklıma hemen Risale-i Nur’daki vicdan bahisleri geliyor. Meselenin özellikle ‘hatırlamak’ ile ilgili kısmının onunla bir ilgisi olduğunu düşünüyorum. Beidüzzaman’ın önce Mesnevi-i Nuriye’de, yıllar sonra ise 29. Söz’de ‘fıtrat-ı zişuur’ olarak tarif ettiği vicdan, bu tarifi biraz açmamız gerekirse, kanaatimce; yaratılışımızın bize hazır sunduğu bilgi ve his dünyasının karşılığı. Yani Allah’ın fıtrat olarak bizde yarattıklarının şuurî yansıması. Fakat biz yalnız bundan ibaret değiliz. Akıl, şuurun bir üstünde, ondan daha dinamik bir alanın hâkimi olarak yeni bilgiler üretmeye ve öğrenmeye devam ediyor. İşte o yeni gelen bilgilerin ilk sınandığı yer; vicdan.

Bunda da kesin konuşmamak lazım. Kişiden kişiye değişen şeyler var. Mesela hayatınızı nefis merkezli yaşıyorsanız bu değerlendirme önce orada oluyor. Daha sonra, hatta bazen yıllar sonra, bir pişmanlık durağı olarak vicdana uğruyorsunuz.

Nefis ile vicdan arasında da böylece bir bağıntı/kıyaslama kurabiliyorum: Nefis, daha çok kısa vadeli menfaatlerin ve lezzetlerin bilincinde. Hazır olana doğru temayülü var. Vicdan ise, ahiretin de içine dahil olduğu bir algı boyutunda menfaatini arıyor. Uzun vadeli düşünüyor. Rahatsız olduğu ne varsa, bilin ki, ahiret adına size bir zararı var. Vicdanın menfaat ve zarar algısı çok daha uzun ve kesin bir yolculuğun sonucu. Nefsinki daha kısa ve belirsiz. Ancak çoğu zaman kısa vadeyi kesinliğin alameti sayan aklımız, nefsin temayüllerine mağlup oluyor. Yakın olan menfaati, uzak olan yarara tercih ediyor.

Vicdanın, daha kainatı tefekküre başlamadan önce, insanın içinde bir delil olarak yaratıldığını Mesnevi-i Nuriye’deki ‘dört bürhan-ı küllî’ bahsinden anlıyoruz. Orada Bediüzzaman, bu dört bürhan-ı külliyi; Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselam, (kitab-ı kebir-i) kainat, Kitab-ı Mucizü’l-Beyan (Kur’an) ve fıtrat-ı zişuur olan vicdan olarak zikrediyor. Fakat hikmeti bilinmez, daha sonra aynı dersi verdiği 19. Söz ve 19. Mektup’ta, muarrif sayısını üç’e düşürüyor: “Rabbimizi bize tarif eden üç büyük küllî muarrif var. Birisi şu kitâb-ı kâinattır ki, bir nebze, şehâdetini on üç lem’a ile, Arabî Nur Risâlesinden On Üçüncü Dersten işittik; birisi şu kitâb-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü’l-Enbiyâ Aleyhissalâtü Vesselâmdır; biri de Kur’ân-ı Azîmüşşandır.”

Vicdanın daha sonraları bu muarriflerden çıkarılması, belki onun—diğer üçü kadar—genelin kabulüne ve tam bir çıplaklıkla müşahadesine yakın olmayışından olabilir. Mesnevi-i Nuriye’nin (müellifin ifadesiyle) daha özel notlardan oluşması, sonraki eserlerinin daha genele hitap eder kaleme alınması, belki bu nüansa sebep olmuş olabilir. Ama her açıdan, Sözler içinde Bediüzzaman’ın vicdana verdiği konum, yatsınamaz şekilde onu önemsediğini gösterir. Daha Küçük Sözler’den itibaren azap içinde kalan, hakikati gösteren, en azından hakikati hissettiren (vicdanî bir his) hep vicdandır. (2, 3, 6, 13, 15, 17. Söz’ler ve diğerleri… Hepsinde vicdana bu yönüyle vurgu vardır.)

Ben bu yazıda nereye varmak istiyorum? Şimdi yazının sonuna yaklaşırken en başa dönüp bu soruya cevap vereyim: Beni bu yazıyı yazmaya iten sebep; aslında Barla Lahikası’ndaki ‘bahtiyar doktor’ mektubunda geçen bir cümleden ibaretti. Orada Bediüzzaman, metinlerinden ciddi etkilenmiş bir mütefennine, eserlerinin tesiri hakkında şöyle diyordu:

“Hem madem Sözler senin vicdanınla konuşabilirler. Herbir Sözü, şahsımdan değil, belki Kur’ân’ın dellâlından sana bir mektuptur ve eczahane-i kudsiye-i Kur’âniye’den birer reçetedir farz et. Gaybûbet içinde hâzırâne bir musâhabe dairesini onlarla aç.”

Bu cümle bana ilginç geldi, çünkü biz genelde didaktik eserlerin muhatapların aklıyla, lirik eserlerin ise kalbiyle konuştuğuna kaniyizdir. Fakat burada Bediüzzaman, eserinin, muhatabının yalnızca aklına değil, bir nevi doğrunun ve yanlışın kodlandığı alan olan vicdanda makes bulduğunu düşünüyordu. Bu, bana, aynı zamanda, mukavemetsuz metnin nasıl üretileceğini ve böylesi metinlerin nasıl tanınacağı da düşündürdü. Sanırım, bana tesir eden metinler, hep böyle vicdanımla konuşan metinlerdi. Aklımla konuşan, yalnız aklıma hitap eden metinleri okuduğumda bilgim oluyor, ama hayatıma yansıması olmuyordu. Belki de bü yüzden bizi en çok etkileyen metinleri hep şöyle tarif ederdik:

“Yazar sanki beni anlatıyor…”

Bu cümle salt bir akılla söylenebilir miydi? Ve daha da önemlisi; bir yazarın metnini bu kadar kendine has yazılmış gibi okumak, gaybûbetten hazırane bir musâhabeye yol bulmak sayılmaz mıydı? Bazı yazılar, işte böyle, sorularla bitiyor.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...