utanma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
utanma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Ocak 2021 Çarşamba

İkiyüzlülüğün de bir hikmeti var mı?

Bakalım kağıda dökmeyi becerebilecek miyim? Tevfik Allah'tan. Özetle neyi deneyeceğimi söyleyebilirim arkadaşım: es-Settâr ism-i şerifinin gölgesinde bir seyahat edeceğim. Mürşidimin 'verilen her kabiliyetin bir varlık hikmeti bulunduğuna' dair beyanlarına dokunarak oradan 'ikiyüzlülüğe' varacağım. Ah, evet, şaşırdın değil mi? Beni de meselenin en çok bu tarafı düşündürüyor. "İkiyüzlülüğün de hikmeti olabilir mi canım?" diye soruyorsun belki de. Eh, şey, hımmm. Bunu da anlamaya çalışacağız şu yazıda diyebilirim. Fakat adımlarımız karışmamalı. Konuşacaklarımızın bidayetini Bediüzzaman'ın şu metni oluşturacak. "Bismillah!" deyip kapısından girelim bakalım:

"İşte, tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatleri şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler: 'Haset etme, hırs gösterme, adâvet etme, inat etme, dünyayı sevme.' Yani, 'Fıtratını değiştir!' gibi, zâhiren onlarca mâlâyutak bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki: 'Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz. Mecrâlarını değiştiriniz!' Hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur." Ama bir saniye! Ne acele ettik de hemen sonuna vardık. Başında da biraz oyalanmalıydık. Bu paragrafı anlamak için, arkadaşım, azıcık evveline de uzanmalısın:

"İşte, şu üç misal gibi, insanlar, insana verilen cihazat-ı mâneviyeyi, eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla istimal etse ve dünyada ebedî kalacak gibi gafilâne davransa, ahlâk-ı rezileye ve israfat ve abesiyete medar olur. Eğer hafiflerini dünya umuruna ve şiddetlilerini vezâif-i uhreviyeye ve mâneviyeye sarf etse, ahlâk-ı hamîdeye menşe, hikmet ve hakikate muvafık olarak saadet-i dâreyne medar olur." Ah, ama, yine olmadı! Bu defa da üç misalin ne olduğunu merak edeceksin. O zaman şöyle birşey yapalım: Üçünü birden alamayız da bir tanesiyle yetinelim. 'İnat' diyelim. Aşkolsun:

"Hem meselâ, şiddetli bir inatla, ehemmiyetsiz, zâil, fâni umurlara karşı hissiyatını sarf eder. Bakar ki, bir dakika inada değmeyen birşeye bir sene inat ediyor. Hem zararlı, zehirli birşeye inat namına sebat eder. Bakar ki, bu kuvvetli his böyle şeyler için verilmemiş; onu onlara sarf etmek, hikmet ve hakikate münâfidir. O şiddetli inadı, o lüzumsuz umur-u zâileye vermeyip, âli ve bâki olan hakaik-i imaniyeye ve esâsât-ı İslâmiyeye ve hidemât-ı uhreviyeye sarf eder. O haslet-i rezile olan inad-ı mecazî, güzel ve âli bir haslet olan hakikî inada, yani hakta şiddetli sebata inkılâp eder."

 Yani burada öğretiliyor ki arkadaşım: Cenab-ı Hakkın inat gibi 'sûreti sıcak görünmeyen' hilkatlerinde dahi hayırlar-hikmetler var. Fıtratta yerleri var. İnsanda gerekleri var. An şart ki: Kullanılacak yerleri var. Kullanılmayacak yerleri var. Zararlandığımız durumlar bizzat kendileriyle ilgili değiller. Ya? İstimal ettiğimiz alanla ilişkililer. İyinin ardında inat edersek 'hakta şiddetli sebata' dönüşürken, kötünün arkasında inat etmek 'zararlı bir ısrara' dönüşüyor, kötülendiriyor. Belki hatta zehirlendiriyor. Çünkü küçücük bir inat, bazen, sahibinin bütün bir hayatını kaşığında boğabiliyor.

İşte ben de tam bu eşikten 'ikiyüzlülüğe' bakıyorum arkadaşım. Tamam. Şu aşamada mevzuyu buraya çekmemi biraz tuhaf bulduğunu tahmin ediyorum. Çünkü 'ikiyüzlülük' inat gibi değil. Yani sırf bir yetenek değil. Onun hali biraz daha bed duruyor. Taraf tutuyor. Hatta anıldığı anda kem ahlakın kötü kokusu burun direğimizi sızlatıyor. Ama bir saniye! Böyle olduğunu ne biliyoruz? Hiç sınadık mı? Biraz kapağını kaldırırsak bu tencereden de güzel kokular gelebileceğini ümit ediyorum. Fakirin ekmeği ümit. Açalım bakalım. Eğer dediğim gibi çıkmazsa tencereyi kafama atmak elbette ki hakkındır. Atarsın.

Öncelikle: "Gözlem kuram yüklüdür!" cümlesine dair konuşacağım senle. Nereden mi çıktı? Bilim felsefesinden. Evet. Bu alanla ilgilenenlerin bazısı diyorlar ki bize: Gözlemcinin gözlemde elde ettiği bulgular, hatta müşahadeleri, aradığı şeyden etkilenir. Tarafsız bir gözlemci yoktur. Bu nedenle tastamam nesnel bir bilgi de yoktur. Bu tıpkı şüphelendiğin komşunun her hareketini hırsızlara benzetmen gibidir. Gün gelip masumiyeti ortaya çıktığında, daha önce suizan ettiğin her davranışın, pek de o kadar 'hırsızca' durmadığını derkedersin. Peki bu sapma nasıl yaşanmıştır? Bu ışık nasıl bükülmüştür? Beklentin gözlemini yönetmiştir çünkü. Arzun aradığını cezbetmiştir. İraden bilgiyi eğmiştir. İşte "Gözlem kuram yüklüdür!" cümlesi de bize bunu anlatır. Malumun: Kuantum fiziğiyle artık böyle şeyler rahat konuşulur oldu. Yoksa bilim davulcuları nesnelliklerine asla laf ettirmezlerdi.

Kuantum fiziği ise bunu bize 'gözlemcinin gözleneni etkilediğini gösteren' çift yarık deneyi ile gösterdi. Aslında daha doğru bir ifadeyle şöyle demeliyiz: Âdemoğlu bunu başından beri biliyordu-yaşıyordu da 'bilimsel tahakküm'den paçasını ancak kurtardı. Kuantum fiziği kartezyen-mekanikçi bilimin ayarlarıyla oynamasa bu mevzuda parmak sallamak hiçbirimize nasip olmazdı. Kur'an'da defalarca 'aynı ayetlerin' mü'minlerin 'imanını' kâfirlerinse 'dalaletlerini' arttırdığı söylense de bunu kevnî ayetlere kadar taşıyıp "Sizin dalaletiniz de kâfirliğinizden. Küfrünüzün beklentisinden. Küfrî bakışınızdan. Küfür arzunuzdan. Yoksa kainat bu sapkınlığı zorunlu kılmıyor. A cahiller!" diyemezdik. Şimdi biraz fısıldıyabiliyoruz. Çok şükür. Elbet zaman gelecek gürleyerek de söyleyeceğiz. İnşaallah.

İkiyüzlülüğe geri dönelim. Gözlemcinin bakışının gözleneni bu kadar etkilediği bir dünyada elbette es-Settâr ism-i şerifi büyük bir hikmetin kapısını aralıyor. Belki de biz üzerini örttüklerimizin varlığına da kastediyoruz. En azından etkilerini azaltabiliyoruz. Hatta yokedebiliyoruz. Sözgelimi: Geceleyin korkumuzu tetikleyen bir nesnenin üzerini örttüğümüzde tesirinden de kurtulabiliyoruz. Acı bir sahneyle karşılaştığımızda yüzümüzü çevirerek ondan korunabiliyoruz. Hatta kötü bir olaydan bahsedildiğinde konuyu değiştirerek varlığından doğan baskıyı azaltabiliyoruz. Kısmen, küçükçe, nümune nevinden bu muvaffakiyetlerimiz, bizim, bu meseleyi aslında çok daha önceden, kalben, fıtraten, yaratılışımızdan bildiğimizi gösteriyor. Yani içimiz dünyaya kuantum okumuş olarak geliyor.

İkiyüzlülük de belki işte bu yeteneğin suistimali. İnsan neden ikiyüzlülük eder? Laçka olmuş insanımsıları çıkarırsak, 'korkusundan yorulduğu' veya 'menfaatini arzuladığı' yerlerde insanoğlunun, ikiyüzlülük sayılabilecek davranışlar sergilediğini görürüz. Mesela: Annesinden korkan çocuk ikiyüzlülük edebilir. Veya işyerinde yükselmek isteyen eleman ikiyüzlülüğe meyledebilir. Birisinde etken korkudur. Diğerinde etken menfaattir. Üçüncü bir ikiyüzlülük zeminiyse cerbezedir. Birisini kandırmak istediğinde de insan yanlışlığını bildiği şeyleri doğruymuş gibi savunabilir. Demek, hem 'kuvve-i gadabiye/korunma güdüsü' hem 'kuvve-i şeheviye/menfaat güdüsü' hem de 'kuvve-i akliye/doğruyu-yanlıştan ayırma güdüsü' insanı kendisinde ikiyüzlülük etmeye götürebilir.

Fakat, işte, bütün bunlar mezkûr yeteneğin suistimali de sayılabilir. Belki de aslında bu yeteneğin insana veriliş amacı 'kendisindeki kötülükleri azaltması'dır. Sözgelimi: Morali bozuk olduğunda dahi çevresine tebessüm eden kederine doğru ateş eder. Mürşidimin "Tevekkülle belâ yüzünde gül, ta o da gülsün. O güldükçe küçülür, eder tebeddül..." derken de dikkatimizi çektiği birşeydir bu. Tebessüm kederin şiddetini azaltır. Hatta kişisel gelişim kitaplarında dahi böyle zamanlarda 'aynaya bakıp gülümsemek' tavsiye edilir. Demek bu noktada ikiyüzlülük caizdir. Hem de lazımdır. Faydalıdır. Çünkü kederine baktıkça insan kederini büyütür. Meşguliyet kötülüğü besler. Veya Bediüzzaman'ın dediği gibi: "Merak musibeti ikileştirir." 

Sagopa'nın Avutsun Bahaneler'de söylediği güzel bir mısra var: "Kafan seni dağıtmadan sen onu dağıt!" Küçük bir kelime oyunundan ibaret görmeyelim. Sahiden de bu 'kafa dağıtma' mevzuu dilimize-kültürümüze yerlermiş bir bilgelik içeriyor. Bir kaçış öğütlüyor. Vesvese ile ilgili sıkıntılarda dahi mürşidlerimizden öğrendiğimiz 'onlarla meşgul olmamak' noktasında temerküz. Yani, nasıl oluyorsa oluyor, endişemiz zararımızı çoğaltıyor. Tıpkı 21. Söz'ün 2. Makamı olan Vesvese bahsinde anlatıldığı gibi: "Yalnız hatar ise, hasr-ı nazardır, zann-ı zarardır." Yani böylesi durumlarda da günahsız bir gaflet, bir yüz çeviriş, bir ikiyüzlülük caiz olabilir. An şart ki: Gafletin arandığı yer haramla meşguliyet olmasın.

Üçüncü bir husus: Nefsimize karşı ikiyüzlülük. Evet. Eğer nefs-i emmare sahibiysek, ki herhalde çoğumuz öyleyiz, o kem nefse karşı ikiyüzlülük etmekten çekinmemeliyiz. Kur'an-ı Hakîmimiz bize Yusuf aleyhisselamın dilinden şu hakikati öğretiyor: "Nefis her zaman kötülüğe emreder..." Bu noktada biz nefsimize karşı ikiyüzlü olmakta tereddüt etmemeliyiz. Nasıl olacak bu? Belki şöyle: Yani bizden bir parça olması herşeyini sahiplendiğimiz-benimsediğimiz manasına gelmemelidir. Biz içimizdeki kötülüğe karşı ikiyüzlü olarak ancak dışımızda daha iyi birisi olabiliriz. İçimizde hırsızlık arzusu olabilir. Hased olabilir. Kin olabilir. Kıskançlık olabilir. Her çeşit deniyete arzu bulunabilir. Lakin biz bu arzuyu 'imtihan' bilerek karanlık yüzümüze atarız. Kaçarız. Şerrinin teşhisinde bulunarak aydınlık yüzümüzle Rabbimize sığınırız. Nefsimizi temize çıkarmayız. Kötülüklerine meşruiyet aramayız. Yüzümüzün tamamını yıkamayız. Benimsemeyiz. Sahiplenmeyiz. Savunmayız. "Bu da insaniyettendir!" demeyiz. Böylelikle kötülüğümüzü zayıflata zayıflata giderek aydınlık yanımızı besleriz. Onu büyütür-yaşatırız. İnşaallah. İşte bana bu noktada da ikiyüzlülük caizdir gibi gelir. Elbette en doğrusu her zaman Allah bilir.

es-Settâr ism-i şerifinin bir hikmetinin de bu aynada parıldadığından bahsetmiştim. Bitirmeden biraz daha arzedeyim. Bu isim bize, gölgesinde kalırsak, azaltabileceğimiz kötülüklerden bahsediyor. Tesettür bir kadını-erkeği nasıl kötülüklerden koruyorsa muhataplarını da öyle kötülüklerden koruyor. Günahlarından utanma-sıkılma bireyi şerrinin büyümesinden-genişlemesinden nasıl koruyorsa meşruiyet kazanmasından-normalleşmesinden de öyle toplumu koruyor. Dinimizde buna mümasil birçok emir-tavsiye bulunmakta. Bunlarla bir tür koruyucu hekimlik yapılmakta. Elhamdülillah. Sayılarınca elhamdülillah. Demek doğru bir şekilde örtülen şeylerde azalma gerçekleşiyor. Yanlış bir şekilde açılan şeylerde kötülük büyüyor. Cenab-ı Hakkın hayâ emrettiği her noktada bu azaltışın sırrı az-çok görünüyor. Rahman u Rahim cümlemize sırlarını görüp yaşayabilmeyi nasip eylesin. Âmin.

15 Temmuz 2017 Cumartesi

Tevbe kendinin editörlüğüdür

"Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü nefs, Rabbimin merhameti olmadıkça, kötülüğü emreder. Doğrusu, Rabbim bağışlayandır, merhamet edendir." (Yusuf sûresi 53)

Bıktıracak kadar sık yazdığımın farkındayım. Fakat yapacak birşey yok. Yazmayı 'işe yaramak'la bu kadar arkadaş kılınca yazamamayı da 'boşluk'la bağlamaya başladım. Her tanımlama mana-i muhalifini de tanımlamış oluyor. Birşeyi tarif ettiğinizde iki şeyi birden tarif ediyorsunuz. Onu ve zıttını. O oysa zıttı da budur. O oysa zıttı kesinlikle o değildir. Ne olmayacağı bellidir. Böylesi tanımlamaların esir alıcı bir yanı da var. İnsan adımlarının bastığı yeri ve gittiği yönü netleştirmeye çalışırken basmadığı yeri ve gitmediği yönü de netleştirmiş olur. Eğer kaza eseri basmaması gereken bir yere ve gitmemesi gereken bir yöne adım atarsa, buna gafil kalamaz, vicdanıyla boğuşmaya başlar.

Vicdan insana kendi çelişkileriyle boğuşması için verilmiştir. (Ne kutlu bir boğuşmadır o!) Ömür kitabının imtihan matbaasından güzel çıkması için içimize konulmuş bir musahhih veya editördür. Siz yola çıkmadan önce onun kulaklarına doğruyu fısıldarsınız. (Belki daha da önce Allah zaten onun sinesine doğruları yazmıştır.) O da daha sonra kulağınıza doğrularınızı fısıldar. Prensip sahibi olmak dediğimiz şey de zaten insanın kendisiyle çelişkiye düşmemesidir.

Bu nedenle tariflerimizin her türlüsü önemlidir. Önemsiz lafzımız da, anımız da, tavrımız da yoktur. Hayat parçalara ayrılmayacak kadar girift bir sözlüktür. Kelimelerinin kuyrukları birbirine bağlıdır. Anlamlandırırken düştüğünüz her hata başka birçok sözcükte karşınıza çıkar. (Süte 'zehir' dedikten sonra 'sütlü muhallebiye' şifalı diyemezsiniz mesela.) Sözgelimi: Yağmuru Allah'ın yarattığı birşey olarak görmediniz. Bir kendi başınalık olarak anlamlandırdınız. Bu, içtiğiniz suyun da Allah'ın ikramı olmadığına götürür sizi, hemen olmasa da birazdan. Veya tam tersi: İçtiğiniz suyu 'Bismillah' diyerek mi içtiniz? O halde yağmuru Allah'a vermekte zorlanmazsınız. Onlar birbirinin akrabasıdır. Birisini anlamlandırdığınızda mutlaka diğerlerine de ulaşacaktır.

Bu yüzden, İslam'ın, hayatın her anını 'Besmele' ile bizden istemesinde şaşılacak birşey yok. O bizden kelimelerde hata yapmamamızı istiyor. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan rivayet edilen, neredeyse hayatın her anını kuşatan, dua külliyatında da bu sır var. Her neyi yapsan edilecek bir duası var. Başlarken de, bitirirken de, içindeyken de... Bütün bunlar yürüdüğümüz yolda doğru şıkları seçmemiz için. Sünnet-i Seniyye bu yüzden hayatın her anını kuşatıyor ve karışıyor. Belli ki en küçük kelimelere verdiğimiz anlamlar bile arkamızda kalmayacak. Her yeni kelimede önceki anlamlara yaslanacağız. Tıpkı matematik probleminin çözümünde olduğu gibi. Başlarda yapılacak bir kayma işlemin sonuna doğru büyük sapmalara neden olabilir.

Jules Verne'nün Ne Altı Var Ne Üstü romanını hatırlayalım. Dünyanın eksenini değiştirmek isteyen bir grup girişimcinin başarısızlığa uğramasının sebebi neydi? Eksik sıfırlar! Evet, dünyayı sarsacak büyük bir girişim ve ona yapılan yatırım, sadece birkaç rakamın yanlış yazılmasıyla sekteye uğramıştı.

İşte, hayat da biraz böyle, bir yerinde ilmek kaçtı mı o kazak artık giyilmiyor. O desen tamam olmuyor. Geri dönüp toparlamanız lazım. Tevbe de zaten tam bu noktada büyük bir önem kazanıyor. Kelimelerin yanlış anlamların yüklerinden kurtulması, o yanlış anlamların başka kelimelere sirayet etmemesi, üzerine 'hatalıdır' kaşesini basmakla mümkün. Tevbede biz biraz da bunu yapıyoruz. Tevbeyi tenzihten ayıran da budur. Tevbe eden hatalı olduğunu unutmaz. Önceki kelimeyi sonraki kelimeye referans kılmaz. Aralarını ayırır. Kendini tenzih edense, aksine, hatalı olduğunu kabul etmez. Velev ki o hatayı bir daha işlemeyecek olsun. Yine de bu ondan istenen değildir. İnsandan istenen hatalarını unutması değildir. İnsan hatalı bir varlık olduğunu hatırlamalıdır.

Ben, kendi adıma, adam olmamda (eğer olmayı başarabilmişsem tabii) tevbelerimin büyük payı olduğunu düşünüyorum. Çünkü tevbe ettiğim her amelim bir çizik olarak geçmişimde duruyor. Onları unutmuyorum. Onlar da kendilerini bana unutturmuyor. Çünkü onları inkar etmiyorum. Yoklarmış gibi davranmıyorum. Bu beni kendime karşı tekinsiz ve temkinli kılıyor. Adam olmak biraz da bu değil mi? Adam olmak her yaptığının/yapacağının doğru olmadığını kabul etmekle başlar. Bu eylemlerin arasında şıklar oluşturur. Edebinle şıklardan birisini seçersin. Kendisine karşı temkinli olmayanın edepli olacağına inanmam ben. Aleyhissalatuvesselama "Hayâ imandandır!" dediren sırrı kollarım.

İnsan utanıyorsa kendisine karşı temkinlidir demektir. Görünmesinin her şeklinin doğru olmadığını düşünüyor demektir. Bu ihtiyat sayesinde insaflı seçimler yapmaya başlar. "Nasıl görünürsem doğru olur?" Bu soru sözlüğü düzeltir. En azından düzeltmeye dönük bir çabadır.

Şunu demek istiyorum: Tevbe bize utanma yetisini kazanmayı da öğretiyor. Tevbesi olmayanın utanması yoktur. Utanması olmayanın de tevbesi yoktur. Daha evvel düştüğünüz çukurları hatırlamazsanız ayaklarınızı temkinli atmazsınız. "Çukura düşüyorsun!" denildiğinde de buna inanmazsınız. Önce evvelce çukura düştüğünüzü/düşebilirliğinizi kabul etmemiz lazım. Irvin Yalom, Bugünü Yaşama Arzusu'nda şöyle diyor: "Tedavi, suçlamanın bitip, sorumluluğun kabul edildiği yerde başlar." Demek: Tedavi tevbede başlıyor. Kendini tenzih etmede şifa yok. Ki onun tezahürü de edepsiz bir suçlamadır.

Kur'an'da Hz. Musa (a.s.) ve Hz. Yunus (a.s.) gibi daha nice nebilerin Cenab-ı Hakka karşı "Ben nefsime zulmettim!" türünden ifadeler kullanmalarını da buradan anla. Cenab-ı Hak o kemal sahipleri üzerinden sana birşey öğretiyor. İyileşmek istiyorsan kusurlarını üzerine alacaksın. Çünkü onlar sözlüğünün güvenliğini sağlıyor. Hem mürşidin bu sadedde demiyor mu:

"İnsan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzat yalnız zâtını sever; başka herşeyi nefsine feda eder. Mâbuda lâyık bir tarzda nefsini metheder; mâbuda lâyık bir tenzihle nefsini meâyipten tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez. Nefsine perestiş eder tarzında, şiddetle müdafaa eder. (...) Kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir. İşte, şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathiri, onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir."

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...