Yazmak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yazmak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Aralık 2021 Pazar

Risale-i Nur okumak sadece 'okumak' mıdır?

Atlayanlar bilirler. İp atlamanın sırrı ritmi yakalamaktır. Kenardan izlediğiniz harekete bedeninizle (ve de kalbinizle) uyum sağlamaya çalışırsınız. Ahengi yakaladığınızdan emin olduğunuzda sisteme dahil olursunuz. Tutturmuşsanız gerisi sadece tekrarlamaktır. Bir-iki zıpla. Bir-iki zıpla. Ritim bir tekrardır. Ama ipi tutanlar ritmi değiştirdiğinde dikkat oyuna tekrar dahil olur. Yani 'yeni bir ayarlama' yapar. Dikkatin buradaki fonksiyonu ritim değişikliklerini yakalamaktır. Yeni ahengi keşfetmektir. Ritmin terki dikkatin tekrarıdır. Dikkatin terkiyse ritmin. Yahut da şöyle söylemeli: Ritim tekrar etmezse dikkat tekrar eder.

Bir de bahtımızı radyo misalinde deneyelim: Bir radyonun yakalayabileceği yüzlerce-binlerce frekans vardır. Ve herbir frekans aslında bir ritimdir. Ritmini yakaladığınız yayın duyulur hale gelir. Bu nedenle istasyon değişikliği istediğinizde düğmeyle oynarsınız. Düğme bir tür dikkat timsalidir. Frekanslarsa iplerin ritmi. Doğru frekansı yakaladığınızda yayına dahil olmak kolaydır. Belki biraz da bu sırrı sezdiğimizden anlaşamadıklarımız hakkında 'frekansımız tutmadı' ifadesini kullanırız. Anlatmak istediğimiz o kişiyle aramızdaki ritim farklılığıdır denilebilir. Fıtratımız, kültürümüz, dinimiz, yaşam şeklimiz, hatta herbir seçimimiz ritmimize birşeyler katar/eksiltir. Ortak paydalar çoğaldıkça kalpler birbirine yaklaşır. Bir müslüman "Selamün aleyküm!" dediğinde aynı mütebessim "Aleyküm selam!" duasını duyar dünyanın her yerinde. Bunu da bir 'istasyon kontrolü' sayarsam alınma arkadaşım. Nihayetinde her iletişim frekans kontrolüyle başlar. Sünnet-i seniyyeyse ümmetin ortak dikkatidir.

Ursula K. Le Guin 'Zihinde Bir Dalga'sında yazmayı bu zeminde açıklar. Hatta bir yerinde der ki: "(...) Vizyonlarla falan dopdolu oturuyorum ama bir türlü çıkartamıyorum onları ortaya. Çünkü doğru ritmi yakalayamıyorum. Bak, ritmin ne olduğu son derece derinlikli bir mesele, sözcüklerlerden çok daha derine gidiyor. Bir görüntü, bir duygu, zihinde henüz kendisine uygun sözcükleri yaratmazdan çok önce bir dalga yaratıyor. Yazarken de bu dalgayı yeniden yakalayıp işe koşmak gerekiyor. Görünüşte bunun sözcüklerle en ufak bir alakası yok. Sonra dalga zihinde kıyıya çarpıp kırıldığında kendisine uyacak sözcükleri oluşturuyor." Başka bir yerde ekliyor: "Her romanın karakteristik ritmi vardır. Yazar o ritme kulak vermiş ve uymuş olmasa cümleler aksar. Karakterler kukla olur. Hikâye sahte dururdu. Yazar ritme tutunmuşsa kitabın belli bir güzelliği olur."

Başarısızlık da yine ritimle ilgilidir Le Guin'e göre: "Ben bir yazarın sözcükleri bulmasını engelleyen şeyin çoğu zaman fazla erken ulaşmaya çalışması, acele edip kapmaya çalışması olduğunu düşünüyorum. Dalganın geri gelip kırılmasını beklememesi. Yazar olduğu için yazmak istiyor. Falanı söylemek ya da insanlara filanı anlatmak. (...) Ama dalganın gelip de onu bütün fikirlerin ve kanaatlerin ötesine, yanlış kelimeyi kullanmasının mümkün olmadığı yere, taşımasını beklemiyor." Tıpkı mürşidimin 'vakt-i merhun' ifadesinde kastettiği gibi. Yahut da "Senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen herbir nuru tenkit parmaklarıyla yoklama ve tereddüt eliyle tenkit etme. Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur..." bahsinin devamında hava, su, nur temsilleriyle anlattığı gibi.

Fakat ben Le Guin'in söylediklerine ek olarak 'anlamanın da' bir ritim meselesi olduğunu düşünüyorum. Evet. Bir insanı/kitabı anlamak da, tıpkı yazmak gibi, bir ritim meselesidir. Bence Bediüzzaman'ın da "Kâmilîn insanların zevk-i maâlîsini hoşnud eden bir hâlet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez. Onları eğlendirmez. Bu hikmete binaen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvânî içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez. Avrupa'dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat romanvâri nazarla, Kur'ân'da olan letâif-i ulviyet, mezâyâ-yı haşmeti göremez, hem tadamaz. Kendindeki mihengi ona ayar edemez..." derken dikkat çektiği birşeydir bu. Fehmi zorlaştıran ritim farklılaşmasıdır. 10. Söz'ün başında da şöyle özetlenir bu arıza: "Sen, anlaşılıyor ki, bir parça firengî okumuşsun. Bu İslâm yazılarını okuyamıyorsun!"

Hepimiz birşeyler okuyoruz. Birşeyler dinliyoruz. Birşeyler izliyoruz. Çoğusu yabancı kaynaklı bunların. Bu okumalar, dinlemeler, izlemeler elbette ritimlerini bizde inşa ediyorlar. Üzerimizden geçe geçe bayırlarımızı patikalara çeviriyorlar. Bizi yeni dikkatlere sahip kılıyorlar. Alışkanlık ikinci bir fıtrattır. Sunî fıtrattır. İptila fıtratıdır. Bir uyuşturucu müptelası da en az susayan kadar alıştığı şeyi ister. Halbuki suyun ihtiyacı gerçektir. Doğuştandır. Uyuşturucu ihtiyacı sahtedir. Sonradan edinilmiştir. İşte muhatap olduklarımız da ritimlerine alıştırarak bizde bir sunî fıtrat oluşturuyorlar. Elbette ahirzamanın yoğun iletişiminde maruz kaldıklarımız fehmimizi ruh-u Kur'an'dan uzaklaştırıyor. Dili yabancı geliyor. Dikkat çekişleri yabancı geliyor. Uslûbu yabancı geliyor. Mürşidimin "Avrupa'dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat romanvâri nazarla, Kur'ân'da olan letâif-i ulviyet, mezâyâ-yı haşmeti göremez, hem tadamaz. Kendindeki mihengi ona ayar edemez..." dediği gibi oluyoruz. O kadar senedir gafletle yoğrulduk ki.

İslamî metinlerle ünsiyetimizde de bu tipte problemler yaşanıyor. Başka hiçbir sebep olmasa sıkılmaktan okuyamıyoruz. Sebebi bence yine ritimle ilgili bir mesele. Biz onların frekansına ayarlı değiliz. Çocukluğumuzdan bugüne maruz kaldığımız şeyler o kadar Kur'an'dan uzaktı ki. Onlara o kadar mükerrer muhatap olduk ki. Tekrar fabrika ayarlarımıza dönmek için bize epeyce dikkatli mesai gerek. Benzer birşeyi Risale-i Nur okuyanlar da yaşıyorlar. İlk başladıklarında çok değişik bir üslûp görüyorlar. Çok geçişken. Sadece Arapça-Farsça kelimelerin çokluğundan değil. Cümleleri de uzun. Konu edindiği şeyleri birinden diğerine hızlı geçişlerle anlatıyor. Sebat olan mehrini verirseniz güzeller duvaklarını elbette açıyorlar. Ama bunsuz bir muvaffakiyet dileyenlerin sonuca ulaşması kolay değil. Çünkü yaptığınız şey sadece bir kitabı okumak değil. İçinizdeki ritmi değiştirmek. Peki bu ritmi değiştirdiğinizde ne olacak?

Risale-i Nur'un ritmine alıştığınızda İslamî metinlerin ritimlerini yakalamak da kolaylaşıyor. Dilleri aşina geliyor. Yüzleri tanıdıklaşıyor. Dahası da var: Kur'an'la muhatabiyetinizde de seviye arttırdığınızı hissediyorsunuz. Onun mucize başkalığı uzağınıza düşmüyor artık. İdmanlısınız. Çalıştınız. Aşinası olanların dillerini takip ettiniz. Bu tedris sizi yetiştirdi. Merdivene çıkardı. Yeni ritmi yakaladığınız için hakikate dahil olabilirsiniz. Bütün bu süreç yaşanmadan mı istiyorsunuz herşeyi? O zaman gözlerinizi kapatıp da hızla çevrilen iplere dahil olmaya çalışın bakalım. Ne kadar başarabiliyorsunuz? Çocukken bizde başaran yoktu. O halde çocukluk etmemek lazım. Herşeyin hemen ve de emeksiz olmasını isteyen ancak çocuklardır.

5 Mart 2021 Cuma

Ateistler yazarlıktan anlar mı?

"İşte, hiç görünmeyen—ve halen görünmüyor—o ağaca dair, biri çıksa, bir perde üstünde onun herbir âzâsına mukabil birer resim çekse, birer hudut çizse, daldan meyveye, meyveden yaprağa, bir tenasüple bir suret tersim etse ve birbirinden nihayetsiz uzak mebde' ve müntehâsının ortasında uzuvlarının aynı şekil ve suretini gösterecek muvafık tersimatla doldursa, elbette şüphe kalmaz ki, o ressam o gaybî ağacı gayb-âşinâ nazarıyla görür, ihata eder, sonra tasvir eder." 13. Söz'den.

On kişiye bir kitap yazdırdığımızı düşünelim. Türünü de söylemeyelim. Yok. Hadi. O kadar da gaddar olmayalım. Diyelim ki: Bize bir roman yazın. Ama birbirinize bakmak yok ha. Ortak bir konu bulmaya çalışmak yok. Gidişat üzerine anlaşmak yok. Hiç yok. Bu da mı fazla gaddarlık oldu? Peki. Alt türünü de açıklayalım: Yazacakları eser bir polisiye roman olacak. Daha fazlasını vermeyelim. Gerisini tesadüflere bırakalım. Ve bu on kişi başlasın. Herbiri kitaptan bir bölüm yazsın. Birbirilerinin yazdıklarını hiç okumasın. Sonra tamamlandıklarında onları birleştirelim. Bakalım. Acaba bütünlüklü/uyumlu bir eser bulabilecek miyiz?

Birazcık editörlük/yazarlık tecrübem olduğu için rahatlıkla söyleyebilirim ki: İrtibatsız on kişinin yazdığı bölümler birleştirildiğinde ortaya bir 'eser' değil bir 'facia' çıkacak. Çünkü aralarında hiçbir uyum olmayacak. Birisi Ayşe'nin katilini ararken diğeri Nuri'nin hırsızını bulmaya çalışacak. Herbiri kendi tahayyülerine göre bir kurguya girişecekler. Elbette ortak kararların yoksunluğundan dolayı da ayaklarını aynı yorgana göre uzatamayacaklar.

Bu anlaşmazlığı işveren olarak biz giderebilirdik. Yazılacakların tüm detaylarını onlara söyleyebilirdik. O zaman daha çok noktada buluşmaları mümkün olurdu. Ama yine de sıkıntılar bitmezdi. Çünkü detaylar kadar üslûp da önemli. Bu kalemlerin acaba üslûbu bir mi? Eğer değilse, ki genelde değildir, o zaman kulaklarına fısıldanan kurguyla da bir ittihada gelemezlerdi. Yazdıkları eserin akışında yine birçok kusurları olurdu. Tastamam buluşmazdı. Tastamam buluşmanın sağlanması için ya yazar bir olmalıydı yahut da... Başka ihtimal yok ki.

 Evet, başka ihtimal yok, aynı yazar tarafından telif edilmeyen eserlerin kusurlardan arınması mümkün değil. Devam kitapları başka müellifler tarafından yazılmış serileri düşünüyorum mesela. Yok. Olmuyor. Aynı tadı alamıyorsunuz. Birşeyler tutmuyor. Üstelik devam kitabının yazarı taklid etmeye de çalışıyor. Kendisi olarak kalmaya çabalamıyor. Yani iradesini başkası gibi olmaya sarfediyor. Yine istediğini/arzuladığını alamıyor. Bu yüzden devam kitapları genelde tutmuyor. Hatta bazen aynı yazarın devam kitabı bile tutmuyor. Çünkü yazarı da yaşarken değişiyor. Dili değişiyor. Üslûbu değişiyor. Duyguları değişiyor. Bazen bizzat kendisi de ilk başarısının gölgesinde kalıyor bu yüzden. Değişimin etkisinden zamanın içindeki hiçbir varlık kurtulamaz. Zaman zaten 'aynı kalmama'nın anabaşlığıdır.

Misalimize geri dönelim. Diyelim ki: Bu yazarların sayısı on değil yüz olsun. Yok. Yüz de değil. Yüzbin olsun. Ve bu defa onlara birer bölüm yazmalarını değil birer harf koymalarını söyleyelim. Yani onların seçtikleri harfleri derledikten sonra bizim bir kitabımız olacak. Yüzbin harften oluşan bir roman. Romanı da söylemeyelim. Sadece kitap diyelim. Sadece yazacaklarını bilsinler. Ama ne yazacaklarını bilmesinler. Birbirleriyle irtibatsız olsunlar. Üstelik bir de bu insanların aynı dili konuşmadıklarını varsayalım. Yüzbin kişinin herbiri başka bir dilde konuşuyor. Başka ülkelerin vatandaşları. Daha da ileri gidelim: Bu yüzbin kişinin hiçbirisi aynı zamanda yaşıyor olmasın. Yüzyıllar içine bu tecrübeyi dağıtalım. Bin yıl evvelki insanın cümlesini bin yıl sonrakiler tamamlıyor olsun. Sizce eserimiz ne kadar başarılı olur?

Hiç mi? Zor mu? İmkansız mı? Cık, cık, cık. Arkadaşlar, bunlar en azından insan, akılları-şuurları var. İlimleri-iradeleri var. Kudretleri-yetenekleri var. Böyle şeyleri varken işin arkasını toparlayamazlar mı? Yine 'Cııık!' mı? Yok mu? Olmaz mı? 'Iıı ıhh!" mı? Peki. Tamam. Ben de size hakveriyorum. Hakikaten de bir kitap yazabilmek için çok uyumlu bir birlikteliğin varolması lazım. Bunu aşabilmenin en uygun yolu yazarın 'tek' olması. Yazar tek olursa yazdıklarını tevhid etmesi kolaylaşır. Bir konuda, bir üslûpta, bir dilde tutar. Başı-sonu kavuşturur. "Ama heyetle de yazılan kitaplar var!" mı dediniz? Öyle eserleri ben de gördüm. Ancak onları da toparlayan 'üst yazar' mutlaka bulunuyor. Yani önüne gelen metni içerikte tevhidi sağlamak için o denetliyor, düzenliyor, işliyor, farklılıkların yaralarını sarmaya çalışıyor. Buna rağmen böylesi dosyalar yayınevleri için korkulu rüyadır. Başarısı azdır.

İşte, arkadaşım, ateistler öyle insanlar ki: Daha konu insan gibi akıllı-şuurlu bir varlıkken veya kitap gibi sınırlı-kontrollü bir alanken başarılamayan birşeyi kainat kitabının işleyişi için mümkün görüyorlar. On kişiyle muvaffak olunamayan bir bütünlüğü sayısı nihayetsizliğe varan varlıklar için 'olabilir' sanrılıyorlar. Üstelik burada eylemcilerin ittifak ettikleri bir fiil türü var: Yazmak. Dolayısıyla kapsam sınırlı. Hata riski daha az. Fakat onların  vücud vehmettikleri ihtimalde bu da mümkün değil. Çünkü herbir varlık tesadüfün elinde oyuncak. Hem kendisi hem eylemleri. Hepsi bir gelişigüzellik içinde. Gelişigüzellikten nasıl kitap çıkabilir? Kağıt, mürekkep ve kalem bin yıl bekleseler tesadüfle kitap olurlar mı?

Lakin, arkadaşım, gerileyip kitabın tamamına baktığımızda hiçbir kusura da rastlamıyoruz. Karıştırdıkça en karışık nakışların bile binbir hikmetle yapıldığını derkediyoruz. Uyum. Uyum. Uyum. Kainat kitabı telif süreci hakkında size yalnız birşey söylüyor: Beni yazan 'tek' olmalı. Yaratıcım 'tek' olmalı. Gözeticim 'tek' olmalı. Bilenim 'tek' olmalı. Seçenim 'tek' olmalı. Böyle bir dağınıklık başka şekilde toplanmaz. Bu düzen başka şekilde açıklanamaz. 

Gerçi Kehf sûresinin 1. ayetinde 'kitap'tan kastedilen Kur'an'dır. Mürşidim de 13. Söz'de onu Kur'an olarak tefsir etmiştir. Ancak onunla kainat arasındaki ilişkiye yaptığı atıflarla bana şunu da düşündürmüştür: Cenab-ı Hakkın yazdığı hiçbir kitapta uyumsuzluk yok. Tutarsızlık yok. Karışıklık yok. Tutarsızlık kesretin delilidir. Uyum tevhidin delilidir. Yazan bir olmadığı zaman bütün kitaplar karışır. Bütün kitapları bir tutarsızlık karıştırır. İşte bu hakikat mezkûr ayette (gayet kısa bir mealiyle) şu şekilde ders verilir: "Hamd bütünüyle o Allah'a aittir ki kuluna kitabı indirmiş ve onda hiçbir tutarsızlığa yer vermemiştir." 

Yani: Kitapsa tutarsız olmayacak. Tutarsızlık varsa kitap değildir. Eğer tutarsızlık yoksa fail de bir olacak. Çünkü failleri arttırmak fiilerde karışıklığa neden olur. Tutarsızlık doğurur. Fiillerin faili birse hamd da ona aittir. Öyle ya: Başkalarına neden iltifat edilsin? Başkaları neden övünç sahibi olsun? Onlar yapmamışlardır ki. Nasıl hırsızlık ederler? Övgüyü-şükrü fiili yapanın alması gerekmez mi? Gerekir. Bu açıdan 'La ilahe illallah'ın gereği 'Elhamdülillah'dır arkadaşım. 'Elhamdülillah'ın gereği de 'La ilahe illallah'tır. Ondan başka yaratan olmadığına göre övgüden dilim kesilmez. Ondan başkasına övgüden dilim kesilemediğine göre O birdir. Ayetin 'Elhamdülillah' ile başlayıp 'kitap'la sona ermesi bu dersi de içerir. Allahu'l-a'lem.

Aleyhissalatuvesselama inen Furkan'ın içinde hiçbir çelişki bulunmadığı gibi insanlığın içine indiği kainat kitabında da hiçbir çelişki yok. Üstelik biz de kainat kitabının içine inmiş başka başka kitaplarız. O kadar nüsha yazılmışız. Yahu bizde de çelişki yok. Yani ki insanlıktan bu kadar nüsha yazılmış. Hepsi ne kadar güzel yazılmış. Maşaallah. Kâfirin küfrü kendine. Allah'ın sanatına değil ki. Allah'ın sanatı kâfirin üzerinde bile parıl parıl parıldıyor. Yalnız kâfir kendisi farkedemiyor. Şuna da ayrıca dikkatini çekerim arkadaşım: Bu âlem öyle bir kitap ki elmanın noktasını âlemin cümlesi tamamlıyor. Sivrisineğin gözü güneşle birlikte çalışıyor. Pirenin midesi güneş sistemine muhtaç. Bediüzzaman bunları hep anlatıyor. Kainat bunları hep anlatıyor. Kur'an bunları hep anlatıyor. Hakkıyla kulak veremeyenler biziz. Çünkü bizler matbaa makinesinin başında hergün yeni bir şiir yazmasını bekleyenleriz. Makine şiir yazamıyor. Çünkü şiir, kalıpçıların değil, her an içinde yeni bir dünya yaratılanların işidir.

2 Aralık 2017 Cumartesi

Boşluklara ihtiyacın var

"Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir." (Haşir sûresi 19)

Bunu da itiraf etmek gerek: Kalem bir kürek. Beyaz sayfa bir filika. Yazı bir kaçış süreci. Her zaman olmasa da bazen. Gemi kurtarılamayacak gibi durduğunda filikalara atlıyoruz. Kafamızın içinden kurtarılıyoruz. İçimizdeki basınçtan bir miktarı, tıpkı tencerenin düdüğünden fışkıran buhar gibi, dışımıza akıtılıyor. Say ki yaz sıcaklarındayız, tansiyonumuz yükselmiş, biraz kan alınıyor.

Rahatlıyoruz. Kimseye birşey ihsan ettiğimiz yok. Kimseyi aklımıza getirdiğimiz yok. Bize ihsan ediliyor. Bize ihsan edilenden başkasına da pay veriliyor. Haberimiz yok. Tohumunun sevincini canlılarla paylaşan ağaçlar gibiyiz. Meyvenin tadını düşündüğümüz yok. Fakat bize de bir teşekkür ediliyor.

Evet. Öyledir. Yazmam kaçışımdır benim. Çünkü bazı bazı şu dünyada Titanik'in son anlarında gibiyim. Gemiye yakın durdukça onunla birlikte batma ihtimalim artar gibi gelir. Kalemimle batacak olanlardan uzaklaşmaya çalışırım. Batıp gidenleri sevmem. Beni korkuturlar. Beni de beraberlerinde götürmesinler diye. Kaçarım. Kendimden uzaklaşırım. Dalgalı denizlerden uzaklaşırım. Kaçarım. Evet. Kaçarım. Yazmak bunu da sağlar. İnsan yazarak kendinden uzaklaşır. Hatta bizzat kendisini yazarken dahi kendisinden kaçmaktadır. Yüzdeyüz kendisi değildir çünkü yazdığı.

Yazarken kendimiz de ötekimizdir. Olmasını istediğimizdir. Hakkında konuştuğumuz herşey bir açıdan geride kalmıştır. Onlara bakabilmek için bile çoktan olmuş olmaları gerekir. İnsan şimdiye bakamaz. Olmak geçmiştir. Yıldızlara bakarken ne kadar geçmişi görüyorsam kendimi tartarken de o kadar geçmişi görüyorum. Ahmed'e dair söylediğim herşey geçmişteki Ahmed'lere ait. Çünkü onun hakkında konuşurken bile bu çorbaya yeni malzemeler katıyorum. Tadı değişiyor. Tadı değişecek. Ben dilime değen son kaşığı anlatacağım.

İnsan iyi yanlarıyla meşgul olup kötülüklerini örter. Dualarıyla meşgul olup bugününü örter. Umuduyla meşgul olup kederini örter. Hayaliyle meşgul olup gerçeğini örter. Yoksa hayata tutunmak zorlaşır. Kimse kendisini kötü bilerek kendisine sarılamaz. Kendine katlanmak için de bir örtü gerekir. Bu açıdan hayat bizler için hep bir kaçış ve sığınıştır. Kötülük ne kadar yakınımıza düşerse o kadar uzun süre onunla yaşarız ve ondan kaçarız. Bizzat bizim üzerimize düşerse hep onunla yaşarız ve hep ondan kaçarız. İnsan kendi içinin koşucusudur.

Halbuki insan fıtraten kötülüğü tanır. Çirkinliği, ondan kurtulamasa da, bilir. Mülkü de olsa uzun uzadıya kemliğe katlanamaz. Dosyası bir daha açılmayacak şekilde meşrulaştıramaz. Sürekli örtünebileceği birşeyler arar. İntikam bile hatalarımızı hatırlamamak için bir örtüdür.

Ben de başaramam bunu. Allah'ın Settar ismine sığınırım. Şiddet-i zuhurumdan kaçarım. Rabb-i Rahimim, lütfeder, beni de bana karşı örter. Beni benim pişmanlığımdan saklar. 'Kişi ile kalbi arasına girer.' Benimle benim arama rahmetini koyar. Şükürler olsun. Yazarım. Şükürler olsun. Unuturum. Şükürler olsun. Tevbe ederim. Şükürler olsun. Hayal kurarım. Şükürler olsun. Yeniden başlarım. Şükürler olsun. Hepsi için, geceyi gündüzle, gündüzü de geceyle örten Rabbime teşekkür etmeliyim. Çünkü ancak 'birbirine karışmayan denizleri sayesinde' ve 'varlığa koyduğu eşikler gölgesinde' yeniden başlarım.

İşte böyle arkadaşım. Settar ism-i şerifinin de yazarlıkla bir ilgisi var. Nasıl? Belki biraz şöyle: Her beyaz sayfa birşeylerin üstüne serilmiş olur. Birşeyleri örter. Birşeyleri yeniden başlatır. Birşeylere eşiklik yapar. Birşeylerin birbirine karışmasına mani olur. Neden açtık beyaz sayfayı? Çünkü ondan önceki sayfalar dolmuş gibiydi. Daha birşeyler yazılmaz gibiydi. Hem yazmak denense de okunmaz gibiydi. Böyle böyle sıkıntılar yüzünden kaçtık o eskilerden.

O sayfayı kapattık. O sayfayı kapatabilmek için yenisini açtık. Eşik aradık. Önceden kaçmamız sonra sayesinde oldu. Zaman bize bu şekilde de büyük bir rahmet oldu. Şimdi yazacaklarımızın daha okunaklı olacağına inanıyoruz. Belki biraz da 'daha iyi.' Bunu başarabilmek için yazıyoruz. Bunu başarabilmek için yaşıyoruz. Bunu başarabilmek için her sabah yeniden uyanıyoruz.

İnsanın da bir kitap olduğu en çok âleminde açılıp kapanan sayfalardan anlarız. Ayraç varsa kitap da vardır. Eşik varsa geçiş de vardır. Dünyanın sayfaları da gecesinden gündüzüne açılıyor. Evren de koca bir kitap belki. Onun da bir sayfa çevirişi var. Bir bitişi var. Seninkine ölüm onunkine kıyamet diyorlar.

Kendimde yeni bir sayfa açmak için yazıyorum. Çünkü eski sayfalarıma katlanamıyorum. Nefes almalıyım. Yeniden dirilmek üzere yaratıldığım arada bir bu ihtiyacın tekerrür etmesinden belli. Dirilmek hakikati bende nüksediyor.

Tevbe de tam bunun için değil midir? İnsan yaşamı içinde öyle telaşlara düşer ki gelecekte defterini okunmaz hale getirir. İşte, arkadaşım, yeni bir sayfaya ihtiyaç duyuran sancı! Bir kere değil her kere yaşarız. Ölüm ve haşir bu pişmanlıklar ve tekrar denemeler sayesinde anlara kadar iner. Tevbe ettiğimiz zaman bir kötü öldürmeye niyet ederiz ve iyi olarak dirilmesini dileriz. Sigarayı bıraktığında bile insan, kendisinde, memnun olmadığı birşeylerin ölüp olacağı şeylerin dirildiğini farkeder. Bize ahirette tekrar dirilmeyi vadeden Rabbimiz sanki her günümüze bununla ilgili bir uyarı levhası asmıştır. Öyle tecrübeler yaşarız ki bazen, ertesi günü, yeni bir hayata başlamışız gibi gelir.

Defterde daha sayfa var. Ne zaman biteceği belli değil ama şimdilik sayfa var. Öyle görünüyor. O halde yazarın umutsuz olmaması lazım. Yeni sayfalar açarak ferahlaması lazım. Kendinden kaçacak yolları arttırması lazım. Ne kadar çok öykü yazarsak o kadar iyi. Bunlardan birisi bize 'yazar' dedirtirse yeter. Bir kere de olsa kendi semamıza ihlasla dokunmamız lazım. Bu yüzden yazarın kalemiyle üstündeki toprağı kazıp içindeki iyiliğe ulaşması şart. Beyaz sayfalar varsa umut da var. Yoksa umut da yok. Sayfanı mutlaka yenile. Yazar olmak için yazmak yetmez sadece. Yazdıklarının okunabileceği boşluklara da ihtiyacın var.

24 Kasım 2017 Cuma

İnsan kendi içinin koşucusudur

Yazmanın da bir yorgunluğu var. Evet. Var. Ne de olsa hepsinin ardında bir umut saklıdır. Umut da insanı yorar. Kelimeler yorar insanı. Gerçekleşmeyen dualar yorar. Beğenilmeyen cümleler yorar. Yârin kulağına varmayacak şiirler yorar. Okunmamak yorar. Demek ki yorgunluğun (en azından ruhî yorgunluğun) kaynağı eylemlerimiz değil. Sonuçsuzluk. Bir tür vuslatsızlık. Hedefine varamayan şeyler yoruluyor demek ki. Vardıktan sonra yollar yormuyor. Yürümek, varılacaksa eğer, yormuyor.

Varmamışım ki yorulmuşum. Yazmaktan yorulursan okumaya düşersin. Tıpkı konuşmaktan yorulunca yazmaya düştüğün gibi. Peki okumaktan yorulunca? İşte o zaman insan kendi içine düşüyor. Kendi içine düşmek korkutucu.

Çünkü dibini bilemezsin. Bu kuyunun kaç katı var belli değil. İnsan çukuruna doğru bir sonsuzluktur. Hiç tanımadığın yüzlerle karşılaşabilirsin. Unuttum sandığın anıların kapağı açılabilir. Arkanda bıraktığın (veya bıraktığını sandığın) şeylerle tekrar karşılaşabilirsin. Cevaplanmamış sorular olabilir. Geçiştirilmiş şüpheler olabilir. Sandıktan öcüler çıkabilir. Ve en nihayet: Önüne bakacak mecalin kalmaz.

Nasıl? Geçmişi yorar insanı. İnsanı en önce kendisi yorar. Çünkü dikkati de içinin koşucusudur. Bu yüzden dışımızda birşeylerle meşgul oluyoruz sürekli. Dışımıza tutunmaya çalışıyoruz. Gelecek de dışımızdır. Mazimiz içimizdir. İnsan öyle tuhaf birşeydir. Kendi kendine kalmaya korkuludur. Sığınsın diye belki. Geldiği yere yüzünü dönsün diye. Yalnızlık, eğer o yalnızlıktan sığınacak bir umudunuz yoksa, korkutucudur.

Yalnızlık, eğer o yalnızlığı giderecek bir amacınız yoksa da, korkutucudur. Neden? Çünkü amaç da aslında bizi içimizden kurtaran bir dışarısıdır. Şununla yüzleşelim çabuk: Biz, bizzat bize kaldığımızda, yokluğuz. Yok oluyoruz. Bunun farkındayız. Ahmed'in amacı kendisi olduğunda bir hiçtir. Çünkü Ahmed bir aralıktır. Ölüme borçlu olarak varolmuştur. Borcunu ödemeye koşmaktadır. Böyle kalırsa hakikaten varolmuş sayılamaz. Sonuna koşmayı varolmak sanmaktadır. İnsan borçlu kalmayı sevmez. İnsan kendisini sever. Ama kendisi kadar kalmak için değil. Kendisinden daha aşkın birşeyin parçası olmak için. Boşuna ölmemek için. Bu parça bütünlük tasladığında başına geleceklerin farkındadır. Eksilmeye başladığını hissetmektedir.

Parçası parçalanmaktadır. Parçayı parçalayan manasını 'kelime' sanmasıdır. Ancak manası harftir. Birşeylerin kendisi değildir. Birşeylere dairdir. Dair olanın bahtı parçalanmaktır. Böyle olduğunda kendinden ötelere birçok yollar açılmaktadır. Zaten matematik de bize böyle söyler. Bir noktadan sonsuz tane doğru geçebilir. Ama bunun için nokta noktadan ibaret olmamalı. Yüzü dışarıya dönük olmalı. Kendini bir uzayın parçası bilmeli. Bilmeli ki uzayın varlığı ona katılsın. Parçası olarak bütüne sahip olsun. İçinden sonsuz doğru geçsin. 'e-bilmek'ler onu zenginleştirsin. Zaten hayal de budur.

Hayal de budur. İman da budur. Hakikat de budur. İnsanı zengin kılan en nihayet kendinden ibaret kalmamasıdır. Bir hayat boyunca buna çabalar zaten. Çabalamasa da ister istemez bütünlere dahil olur. Bazıları para biriktirerek yapar bunu. Bazıları hayran biriktirerek. Bazıları selfie selfie birikmeye çalışır. İşte karalayanlar da cümleleriyle birikmeye çalışıyor. Yalnız şu var: Neyi biriktirirsek o olacağız.

Evet. Kesinlikle böyle. Neyi biriktirirsek o olacağız. Ardımızdan biz değil biriktirdiklerimiz anılacak. Kaşıktan değil kaşığın doldurduğu tabaktan bahsedilecek. O zaman daha net göreceğiz. Ne olursak olalım. Parça kalacağız. Kaşık kalacağız. Futbol dünyasının acı kaybı diye anlatılacağız mesela. Veya siyaset dünyasının. Veya pop müziğin. Veya... Veya... Ama kimse bizzat bizi anmayacak. Çünkü bizzat yokuz. Bizzat diye birşey yok. Birşeylere dair olmak için varolmuşuz. O halde bu neden Allah olmasın?

15 Temmuz 2017 Cumartesi

Tevbe kendinin editörlüğüdür

"Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü nefs, Rabbimin merhameti olmadıkça, kötülüğü emreder. Doğrusu, Rabbim bağışlayandır, merhamet edendir." (Yusuf sûresi 53)

Bıktıracak kadar sık yazdığımın farkındayım. Fakat yapacak birşey yok. Yazmayı 'işe yaramak'la bu kadar arkadaş kılınca yazamamayı da 'boşluk'la bağlamaya başladım. Her tanımlama mana-i muhalifini de tanımlamış oluyor. Birşeyi tarif ettiğinizde iki şeyi birden tarif ediyorsunuz. Onu ve zıttını. O oysa zıttı da budur. O oysa zıttı kesinlikle o değildir. Ne olmayacağı bellidir. Böylesi tanımlamaların esir alıcı bir yanı da var. İnsan adımlarının bastığı yeri ve gittiği yönü netleştirmeye çalışırken basmadığı yeri ve gitmediği yönü de netleştirmiş olur. Eğer kaza eseri basmaması gereken bir yere ve gitmemesi gereken bir yöne adım atarsa, buna gafil kalamaz, vicdanıyla boğuşmaya başlar.

Vicdan insana kendi çelişkileriyle boğuşması için verilmiştir. (Ne kutlu bir boğuşmadır o!) Ömür kitabının imtihan matbaasından güzel çıkması için içimize konulmuş bir musahhih veya editördür. Siz yola çıkmadan önce onun kulaklarına doğruyu fısıldarsınız. (Belki daha da önce Allah zaten onun sinesine doğruları yazmıştır.) O da daha sonra kulağınıza doğrularınızı fısıldar. Prensip sahibi olmak dediğimiz şey de zaten insanın kendisiyle çelişkiye düşmemesidir.

Bu nedenle tariflerimizin her türlüsü önemlidir. Önemsiz lafzımız da, anımız da, tavrımız da yoktur. Hayat parçalara ayrılmayacak kadar girift bir sözlüktür. Kelimelerinin kuyrukları birbirine bağlıdır. Anlamlandırırken düştüğünüz her hata başka birçok sözcükte karşınıza çıkar. (Süte 'zehir' dedikten sonra 'sütlü muhallebiye' şifalı diyemezsiniz mesela.) Sözgelimi: Yağmuru Allah'ın yarattığı birşey olarak görmediniz. Bir kendi başınalık olarak anlamlandırdınız. Bu, içtiğiniz suyun da Allah'ın ikramı olmadığına götürür sizi, hemen olmasa da birazdan. Veya tam tersi: İçtiğiniz suyu 'Bismillah' diyerek mi içtiniz? O halde yağmuru Allah'a vermekte zorlanmazsınız. Onlar birbirinin akrabasıdır. Birisini anlamlandırdığınızda mutlaka diğerlerine de ulaşacaktır.

Bu yüzden, İslam'ın, hayatın her anını 'Besmele' ile bizden istemesinde şaşılacak birşey yok. O bizden kelimelerde hata yapmamamızı istiyor. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan rivayet edilen, neredeyse hayatın her anını kuşatan, dua külliyatında da bu sır var. Her neyi yapsan edilecek bir duası var. Başlarken de, bitirirken de, içindeyken de... Bütün bunlar yürüdüğümüz yolda doğru şıkları seçmemiz için. Sünnet-i Seniyye bu yüzden hayatın her anını kuşatıyor ve karışıyor. Belli ki en küçük kelimelere verdiğimiz anlamlar bile arkamızda kalmayacak. Her yeni kelimede önceki anlamlara yaslanacağız. Tıpkı matematik probleminin çözümünde olduğu gibi. Başlarda yapılacak bir kayma işlemin sonuna doğru büyük sapmalara neden olabilir.

Jules Verne'nün Ne Altı Var Ne Üstü romanını hatırlayalım. Dünyanın eksenini değiştirmek isteyen bir grup girişimcinin başarısızlığa uğramasının sebebi neydi? Eksik sıfırlar! Evet, dünyayı sarsacak büyük bir girişim ve ona yapılan yatırım, sadece birkaç rakamın yanlış yazılmasıyla sekteye uğramıştı.

İşte, hayat da biraz böyle, bir yerinde ilmek kaçtı mı o kazak artık giyilmiyor. O desen tamam olmuyor. Geri dönüp toparlamanız lazım. Tevbe de zaten tam bu noktada büyük bir önem kazanıyor. Kelimelerin yanlış anlamların yüklerinden kurtulması, o yanlış anlamların başka kelimelere sirayet etmemesi, üzerine 'hatalıdır' kaşesini basmakla mümkün. Tevbede biz biraz da bunu yapıyoruz. Tevbeyi tenzihten ayıran da budur. Tevbe eden hatalı olduğunu unutmaz. Önceki kelimeyi sonraki kelimeye referans kılmaz. Aralarını ayırır. Kendini tenzih edense, aksine, hatalı olduğunu kabul etmez. Velev ki o hatayı bir daha işlemeyecek olsun. Yine de bu ondan istenen değildir. İnsandan istenen hatalarını unutması değildir. İnsan hatalı bir varlık olduğunu hatırlamalıdır.

Ben, kendi adıma, adam olmamda (eğer olmayı başarabilmişsem tabii) tevbelerimin büyük payı olduğunu düşünüyorum. Çünkü tevbe ettiğim her amelim bir çizik olarak geçmişimde duruyor. Onları unutmuyorum. Onlar da kendilerini bana unutturmuyor. Çünkü onları inkar etmiyorum. Yoklarmış gibi davranmıyorum. Bu beni kendime karşı tekinsiz ve temkinli kılıyor. Adam olmak biraz da bu değil mi? Adam olmak her yaptığının/yapacağının doğru olmadığını kabul etmekle başlar. Bu eylemlerin arasında şıklar oluşturur. Edebinle şıklardan birisini seçersin. Kendisine karşı temkinli olmayanın edepli olacağına inanmam ben. Aleyhissalatuvesselama "Hayâ imandandır!" dediren sırrı kollarım.

İnsan utanıyorsa kendisine karşı temkinlidir demektir. Görünmesinin her şeklinin doğru olmadığını düşünüyor demektir. Bu ihtiyat sayesinde insaflı seçimler yapmaya başlar. "Nasıl görünürsem doğru olur?" Bu soru sözlüğü düzeltir. En azından düzeltmeye dönük bir çabadır.

Şunu demek istiyorum: Tevbe bize utanma yetisini kazanmayı da öğretiyor. Tevbesi olmayanın utanması yoktur. Utanması olmayanın de tevbesi yoktur. Daha evvel düştüğünüz çukurları hatırlamazsanız ayaklarınızı temkinli atmazsınız. "Çukura düşüyorsun!" denildiğinde de buna inanmazsınız. Önce evvelce çukura düştüğünüzü/düşebilirliğinizi kabul etmemiz lazım. Irvin Yalom, Bugünü Yaşama Arzusu'nda şöyle diyor: "Tedavi, suçlamanın bitip, sorumluluğun kabul edildiği yerde başlar." Demek: Tedavi tevbede başlıyor. Kendini tenzih etmede şifa yok. Ki onun tezahürü de edepsiz bir suçlamadır.

Kur'an'da Hz. Musa (a.s.) ve Hz. Yunus (a.s.) gibi daha nice nebilerin Cenab-ı Hakka karşı "Ben nefsime zulmettim!" türünden ifadeler kullanmalarını da buradan anla. Cenab-ı Hak o kemal sahipleri üzerinden sana birşey öğretiyor. İyileşmek istiyorsan kusurlarını üzerine alacaksın. Çünkü onlar sözlüğünün güvenliğini sağlıyor. Hem mürşidin bu sadedde demiyor mu:

"İnsan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzat yalnız zâtını sever; başka herşeyi nefsine feda eder. Mâbuda lâyık bir tarzda nefsini metheder; mâbuda lâyık bir tenzihle nefsini meâyipten tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez. Nefsine perestiş eder tarzında, şiddetle müdafaa eder. (...) Kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir. İşte, şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathiri, onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir."

5 Temmuz 2017 Çarşamba

Kuyusuz da Yusuf bulunmaz ki!

"Gençliğimde en yüksek bir intibah şahikasına çıktığımı sanıyordum. Şimdi anlıyorum ki, o intibah, intibah değilmiş. Ancak, uykunun en derin kuyusunda bulunmaktan ibaret imiş." Mesnevî-i Nuriye'den.

Ben bu kadar değilim. Daha fazlası var. Semada yanar söner bir göktaşı değilim. İnanıyorum. Eylediğimden ibaret olamam. Korkuyorum. Yüzeyim beni bunaltıyor. Seziyorum. İçimde benden de güzel bir insan var. Kalemimle onu çıkarmaya çalışıyorum. Yazarken en çok yapmak istediğim bu. Sanıyorum her yazar az-çok bunu deniyor. Öyküler kurgulayanın da, denemeler karalayanın da, şiirler yazanın da arzusu yaşadığı gerçekten öte ikinci bir gerçeklik âlemine kavuşmak. Bulduğundan kaçıp umduğuna uzanmak. 'Daha çok' varolmak değil belki. Ama 'daha farklı' varolmak. Yazmak bize 'daha farklı varolabileceğimizi' söylüyor. Yaşanılandan başka ihtimaller de var. Yalnızca bu değilsin. İçinde çok âdemler gizlenmiş bir âdemsin. Kalemi batırdıkça birisinden ses geliyor.

Düştüğün boşluklar, üzerine üzerine gelen duvarlar, alnına anne eli gibi dokunan soğuk ter, nedensiz gözyaşların, içine sığamadığın odalar ve şu geçmeyen hüznün şahidin olsun. Hayatın hayaline yetişemiyor. Sen bu fiiler içinde sıkışmak için yaratılmadın. Yüzeydeki kardeşlerin hiçbirisi Yusuf yüzlü değil. Gözün onlarla doymuyor. Taşlar bir türlü yerine oturmuyor. Yolculuklar bitiyor fakat yol bitmiş gibi gelmiyor. Bu işte bir tuhaflık var! Uykuların kaçıyor. Ne güzel. Canın sıkılıyor. Ne iyi. Cebrail de o Nebî-yi Muhterem'e okumasını öğretmeden canını kolları arasına alıp sıkmıştı. Sıkı can iyidir. Tez okur. Sıkı can iyidir. Çok arar. O kardeşleri ardında bırakarak kuyuya koşuyorsun. Beyaz kağıda sığındığın her anın arkaplanında bu var.

Yusuuuf! Yusuuuf! Yusuuuf! Ne kadar derine düştü şu Yusuf? Sesleniyorsun. Ağzından ses çıkmıyor. Civardan ses gelmiyor. Sessizliğin sızısından başka ses yok. Hem kuyunun ağzını da körletmişler. Ne yapılacak? Kalemle kazmaya başlıyorsun. İşte biraz açıldı. Kulak sığar ancak. Yusufî ilhamlar kulağına değmeye başlıyor. Oh! Evet, çok şükür, hâlâ yaşıyor. Demek Yusuf ölmemiş. Çok şükür. Demek hâlâ biraz Yusuf'um. Çok şükür. Mutlu oluyorsun.

Fakat hayat kuyuyu beklediğin gibi bekler mi seni? Tekrar yüzeye çıkıyorsun. Ne için? Işık görmek için. Nefes almak için. Karnını doyurmak için. Kaleme mürekkep gerek. Onu almak için. Kolları dinlendirmek gerek. Onu başarmak için. Bahaneler üretiyorsun. Yusuf'un kardeşleri bahaneler üretiyor.

Neden Leyla'dan vazgeçtiğini Mecnun yanlarına da anlatabilmen lazım. Bahaneler bu işe yarar. Yüzeye tekrar çıktığında, Yusuf değil, kardeşleri seninle konuşmaya başlıyor. O kadar çok kardeşi var ki Yusuf'un. Bu kesret adama kulağını unutturur. Kazmaktan kolay yaşamak. Dalmaktan kolay süzülmek. Bir gün; çadırdaki sıcak yemek, rahat döşek, güzel sohbet, seni kuyudaki sesleri duymaz hale getirecek. Bir kulakta iki ses olmuyor. Bir kalbe iki aşk sığmadığı gibi. Biliyorsun, ama Yusuf da sende, kardeşleri de...

Yazarak direniyorsun. Oruç tutarak direniyorsun. Namaz kılarak direniyorsun. Bütün bu dirençler kuyuyu unutmamak için. Kuyu varsa umut var. Kardeşleri Yusuf'u kuyuya attılar. Kardeşler kim? Yusuf kim? Kuyu kim? Yakup kim? Atan sensin, atılan sensin, düşülen sensin, özleyen sensin. Her kıssa içindeki kıssa sensin. Bir yanın kuyunun içinde. Diğerleri kuyunun dışında. Her ayet üzerinden konuşulan sensin. Kulağın sığacak kadar yer aç onlarda.

Yakub'un ağlıyor. O farkında. O diğerleri gibi değil. Vicdanın sızlıyor. Nefsin kuyu üstündeki yalancı. Yırtılmamış gömleğe sürecek kan arıyor. Fıtratın diyor ki: "Bir ses var kulağımızda eksik." Yusuuuf, Yusuuuf, sesin var unutmaya başladığımız. Yüzün var güzelliği silinen. Ayağını bastığın taşlar soğumaya başladı. Senin de bizden bir parça olduğunu unutmadan nasıl yaşayacağız?

Yusuuuf! Yusuuf! Yakub seni özlüyor. Biz de seni özlüyoruz. Fakat secde etmemiş ne çok kardeşin var. Yüzleri gözlerimizi dolduruyor. Uykuları uyanıklığımızı alıyor. Tabire yer kalmıyor Yusuf. Secdemizi unutuyoruz. Tabir edilmeyince rüyalar hakikat sanılıyor. Korkuyoruz yüzeydeki bu kalabalıktan. Kesretten korkuyoruz. Vallahi, böyle giderse, kuyuyu da unutacağız. Kalem kalacak fakat kazmayı bırakacağız. Kuyusuz da Yusuf bulunmaz ki. Peki biz Yusuf'u çıkarmazsak kim çıkarır bizi kuyularımızdan?

4 Temmuz 2017 Salı

Allah nasıl sevilmez?

Allah'ı seviyorum. Varlığından memnunum. Olmasından razıyım. Daha açık nasıl ifade edilebilir? Sevmek, en önce, varlığından mutlu olmak değil midir? İşte ben de Allahın varlığından öyle mutluyum. Öyle razıyım. Öyle memnunum. Hem zaten bir insan Allah'ı nasıl sevmez? (Yokluğuna inanmak da varlığından memnun olmamak değil midir?) Hiç anlamam bunu. Hep daha fazlasını isteyen insan, iş varlığın sonsuzlaşmasına geldiğinde, nasıl daha azına razı olur? Neden bu kuvvetli ihtimale gönül vermez? Öyle ya! Eğer varlığından haberdar etmeseydi bizi hep kendimizi konuşacaktık. Hep kendimizle takılacaktık. Hep kendimize kalacaktık. Hep kendimizde sıkışacaktık. Korkutucu birşey değil mi şu? Benim sadece benden ibaret olmam. Senin sadece sana dair olman. 'Ötekisizlik' değil bakınız. 'Ötesizlik' korkunç birşey değil mi? Yaşanan herşey yaşandığı andan ibaret kalır o zaman. Bu feci değil mi?

Salt bir nehrin yüzeyindeki süprüntülerle meşgul olan birisi gibi hissediyorum onu konuşmazken kendimi. Bunlar akıp gidecek. Bunlar yokolacak. Bunlar unutulacak. Benim sözüm hiçbirşeyi değiştirmeyecek. Aşkımın güzele faydası yok. Çünkü faniliğini iyileştirmez. Aşkımın bana da faydası yok. Çünkü; hissetiğim en iyi şeyler bile, bu nehrin akıp gidenleri üzerine söylendiğinden, eskiyecek. Onlarla meşgul oldukça ben de bir parça akıp gideceğim. Ardımda bıraktıklarımı eskimiş bulacağım. Çoğusundan pişman olacağım. Bazısından tiksineceğim. Zaten yanlış yerlerde oyalandığımı en çok buradan anlıyorum: Akıp gidenler canımı yakıyor. Nehrin süprüntüleriyle meşgul olmasaydım bu çizikler ellerimde kanamazdı.

Allah öyle mi ama! Değil. Allah hakkında konuşulanlar eskimiyor. Allah hakkında yazılanlar eskimiyor. Allah için yapılanlar yokolmuyor. Bunu daha bu dünyadayken görüyorum. Nasıl? Yazılarımdan anlıyorum mesela. Gündelik olaylar üzerine yazdığım o kadar çok şey var ki. Hepsi eskimiş. Hepsi yitmiş. Anlamını yitirmiş. Değersizleşmiş. Ben de değişmişim. Onları bayağı buluyorum artık. Zaten birçoğunu da zaman yanlışlamış. Tahminlerim tutmamış. Hayallerim olmamış. Hakikat tasavvurlarımdan uzağa düşmüş.

Görüyorum bunu. Ayaklarım geleceğe yürürken en çok kendi cesetlerime çarpıyor. Bu yaşayagiden doğru en çok kendi geçmişini yanlışlıyor. Sonsuzluk yoksa insanın en derin yarası kendisidir. En büyük yokluğu varlığıdır. Çünkü tüm yoksunluklarının anasıdır. Nasıl? Yitirmeyi varolmakla öğrenmiştir. Ardımda bıraktıklarım beyhudeleşiyor o zaman. Geleceğe taşınamadıkları belli. Kalmamışlar. Akıp gitmişler. Gündeme dair yazdıklarım gündemle beraber ölmüş. Gün dönerken onları da öldürmüş. Ancak Allah'a dair yazdıklarım öyle mi?

Sonsuzluk Sahibi hakkında yazdığımı, yahut da hakkında yazdığımın Sonsuzluk Sahibi olduğunu, onun hakkında yazdıklarımın eskimemesinden tanıyorum. Ona dair olanlar onun tecellisinden hisse alıyorlar. İşte Allah'ın sonsuzluğunun bencileyin bir delili: Ancak hakkında yazdıkların eskimemişler sonsuzdur. Eğer birşey hakkında yazdıkların, daha o yazıya noktayı koyar koymaz geçmişte kalıyorsa, fani olduklarından emin olabilirsin. Nehrin üzerindeki süprüntülerle meşgul olduğun çok belli. Akıp gitmişler. Ellerini çizmişler. Onların yazıldığı ortam gitmiş. O cümleleri doğru kılan şartlar kaçmış. Sen bile beğenmiyorsun onları. O halde neden kendini bunlarla öldüresin? Zaten ölüyorsun. Neden normalden daha fazla ölesin?

Allah insanı ölümlü yaratmıştır. Doğru. Hayat ölüme borçlanarak başlar. Doğru. Hayat yavaş yavaş ölmektir. Doğru. Fakat bu ölümü 'anların ölümü' kılmak veya kılmamak insanın elindedir. Bir kere ölmek mecburî. Ondan kaçamayız. (Fani olduğumuza mutlaka 'bizzat yaşarak' şahit olacağız.) O da lazım. Ama her an yeniden ölmek zorunda değiliz. Elimizden çıkanların ölümünü görmek zorunda değiliz. Bunu kendi başımıza kendimiz getiriyoruz.

Süprüntülere sevdalanmasak bu kadar ayrılık başımıza gelmeyecek. Yüzeyle o kadar meşgulüz ki dibindeki okyanusu kaçırıyoruz. Suyun hiç değişmeyen hakikatini kaçırıyoruz. Çağıltının zamanüstü sesini... Gaybı kaçırıyoruz. Akmazların bölgesini kaçırıyoruz. Bizi akmazların varlığından haberdar edense, işte, vahyin ve sünnetin kendisidir. Allah'ın, kulunu kendisinden haberdar etmesi, nehrin karşısında her gün bin Leyla kaybetmekten mahzun Mecnun'lara ne büyük tesellidir! Ya Bâkî! Sen bizi kendinden haberdar etmesen biz sonsuzu nereden bilirdik? Ona dair nasıl konuşurduk? Onun hakkında nasıl yazardık? Ona dair nasıl ümitlenirdik? Arkadaşım, böyle Mevla sevilmez mi, ki bin Leyla'nın azabından kurtarmıştır.

31 Mayıs 2017 Çarşamba

Atmadığını görebilmek

"Ben bir başkasıdır."
Arthur Rimbaud


Bu sıralar beni kendisiyle meşgul eden şeylerden birisi de şu: Sanki nerede bir güzel var ona bir ayna da yaratılıyor. Hem o kendisini seyretsin hem ayna onu seyretsin. İkisi de var. İkisi de yaşanıyor. Kilitsiz anahtar veya anahtarsız kilit olmuyor. Kalp bile kendine mukabil bir kalp arıyor. Güzel ile aynası birbirine bağlı. Tıpkı mürşidimin sivrisineğin gözüyle güneşi birbirine bağlaması gibi. Öyle ya! Göz olmasa ışığın ne kıymeti kalırdı? Âşık Veysel'in kendi kalbinden okuduğu: Güzelliğin ederi neydi aşk olmasaydı? Masivasının varlığı Allah'ın marifet aynası olduğu gibi, o büyük aynanın parçaları da birbirlerinin aynası, bir şekilde o kanunun birer parçası. Birbirleriyle yaşadıkları tecrübeden 'daha üst bir aynalığın' varlığını hissediyorlar. Eğer aynalar koridorunda boğulmazlarsa...

Şu an yaptığım yazma işi bile bir tür yansıtma aslında. Yahut da durup aynamda yansıtılanı seyretme. Seyre zaman ayırma. Yazarak kendimi seyrediyorum veya seyretmeye çalışıyorum. Tekrar tekrar düşünerek aynama uzanıyorum. Ona yoğunlaşıyorum. Görüyorum. Bu göz yüksek konsantrasyon istiyor. Kendilik nehrimde 'an' avlıyorum. Arkamda bıraktığım Ahmed'lerin izini takip ediyorum. Kendime, kendiliğime, mana-i harfîliğime, arızî varlığıma dokunuyorum. Beyaz kağıdın da bir yansıtıcılığı var. Ötesini görmek için baktığın herşeyin bir yansıtıcılığı var. Kalemimle üzerimi kazıyıp ortaya çıkarıyorum.

Bu yazıyı kaleme alıncaya kadar bir dizi şey yaşadım. Bir dizi metin okudum. Bir dizi tecrübe yaşatıldı bana. Bir dizi fikir ihsan edildi. Birçok şeye dikkatim çekildi. Birçok detay, ben farkında olmadan, bana dokunup gittiler. Sabah sokakta gördüğüm kediler. Ağladığına şahit olduğum kadın. Otobüsteki asık yüzler. Martıyla karganın kavgası. Gökyüzü, gökyüzü, gökyüzü... Bütün bunlar bir yere yansıdı. Ben de onların birazını okudum. Vahyin, Cebrail aleyhisselam ile Efendimiz aleyhissalatuvesselam iletilmesi gibi, biz de kalp aynamız üzerinden okuduk bazı şeyleri. Berzahı oydu. İçimde hem yansıtan hem yansıyanı izleyebilen bir göz vardı. Şuur insanın kendisini de izleyebildiği bir göz gibiydi. Yüzlerce fotoğraf çektim kendi içimde. Yazmak bundan başka ne ki?

Şimdi, eğer mecalin varsa, kulluk diye üzerimizde vazife olan herşeye bu pencereden bakmaya çalış. Belki de her eylediğimiz bir aynalıktan ibaret. Sadece bu aynalıkların derinlik farkı var. Göstermek bir aynalık olduğu gibi, gösterdiğini bilmek ve bildiğini göstermek de bir aynalık. Namaz kılıyoruz, duruyor ve durgunlaşıyoruz, aynamızı daha net görebilmek ve gösterebilmek için. Oruç tutuyoruz, duruyor ve durgunlaşıyoruz, aynamızı daha net görebilmek ve gösterebilmek için. Tefekkür ediyoruz, duruyor ve durgunlaşıyoruz, aynamızı daha net görebilmek ve aynalığımızı gösterebilmek için. İbadetlerin çoğunda varolan bu hayatın akışından kopup bambaşka bir hale bürünme, en azından deneme bunu, durgunlaşma/berraklaşma, belki de aynanın kendi aynalığının farkına varması için gereken birşey. Çünkü insan da nihayetinde kendisinin ötekisidir. Kendim'izin iman etmesi için ben'i görmeyi ihtiyacı var. Ayet-i kerimenin işaret ettiği şekliyle ifade edersek: 'Attığın zaman' atanın 'sen' olmadığı görünce ancak 'sen'in imanı tamam olur.

27 Mayıs 2017 Cumartesi

Kendilik kuyularından kaçış

"Hiçbirşey düşünmemek için saatlerce kitap okuyordum." Emile Ajar, Kral Salomon'un Bunalımı'ndan.

Bütün bu yazmak-okumak çabalarının bir kaçıştan ibaret olduğunu düşünüyorum bazen. İçimizdeki karanlık yerden, kendi kendimize kaldığımızda yaşadığımız o boşluktan, batma hissinden, çeşitli meşguliyetlerle kaçıyoruz. Bu bir 'yüzeyde kalma' çabası. Kendilik kuyularından kaçış. Hareketin sarhoşluğu. Tıpkı boğulan veya düşen birisinin çevresindeki nesnelere tutunarak kendisini yukarıya çekmeye çalışması gibi. Sığlığımız bize kurtulduğumuzu düşündürüyor. Yüzeyde kaldığımızı...

Herşey düşüyor. Herşey düştüğünü hissediyor. Herşey, eğer kendi kendisine kalırsa, bu düşüşe gözlerini kapatamayacağını görüyor.

Bu yüzden devam ediyor şu çılgınca hareket. Bu yüzden galaksiler, yıldızlar ve gezegenler sürekli dönüyor. Bir girdaba kapılmış gibiyiz. Sistemler düşerken yıldızlara, yıldızlar düşerken gezegenlere, gezegenler düşerken uydularına tutunmaya çalışıyor. Bir çekim kanunu değil bu. Bu bir tutuş kanunu. Tutunmak böyle olur. Tutunduğunu çekersin. Herşey kendisinden küçükleri beraberinde sürüklüyor. Bu yüzden, eğer mevcutta böyle şeyler yoksa, yüzeyde kalmasını sağlayacak kavgalar kurguluyor, 'mış' gibi yapıyor.

8. Söz'de kuyuya düşen talihsiz kardeş gibi. Bahtı hakkında kendisini kandırıyor. Düşüşü hakkında kendisini kandırıyor. Kuyu hakkında kendisini kandırıyor. Futbolu konuşuyor. Politikayı tartışıyor. Komşunun arabasını parkediş şeklini eleştiriyor. Boşanan ünlülerin dedikodusunu ediyor. Ulaşabildiği her sığlığa muhtaç. Aklını geveze etmeli. Gevezelik aklın uyuşturucusudur. Bunlarla meşgul olması lazım. Yüzeyde kalması lazım. Kuyunun dibinde ağzını açmış bekleyen bir ejderha var. Üstünde aslan var. Onları görmemesi lazım. Oyalanması lazım. Unutması lazım. Öyle sanıyor.

Bu boğulma fobisi insanda fıtrîdir. Hepimizde vardır. Varoluşumuzla birlikte gelmiştir. Bizler, "Hayy ve Kayyum Neden Kardeştir?" yazı serisinde dikkat çekmeye çalıştığım gibi, varlığımızın ism-i Kayyum ile sıkı ilişkisinin, an'dan an'a sürekli varedilmesi gerektiğinin (şuurlu veya şuursuz) farkında/hissinde olan bireyler olarak, kendi arızîliklerimizden kaçmaya muhtacız. Nefis arızî olduğunu düşünürek 'lezzetlerin acılaşmasından' kaçınamaz. Arızîlik bütün kısavadeli düşleri öldürür. Nefsin canı kısa düşünmektedir. Lezzeti orada arar.

Faniliğin sancısından dolayı intihara meyleden şey de nefistir. Devamı gelmeyen lezzet hakikatte 'lezzet' değildir çünkü. Tanıştırıldığınız yeni bir yoksunluktur. Her yeni aşk yeni bir ayrılıktır. Nefis 'geçicilik'le barışamadığında sahibini ya gaflet yahut da elem içinde bırakır.

Neden telaşlıyız? Neden heyecanlanıyoruz? Neden korkuyoruz? Neden hüzünlüyüz? Neden karamsarız? Hepsinin yaratılmış olmamızla bir ilgisi var. Bunlar yaratılmışlığımızın psikolojik delilleri. İpten köprüler üzerinde zorlukla yürüyen insanlar gibi, bir yerden elimizi çektiğimizde, bizi güvende tutacak diğer bir parçadan tutunmaya koşarız. An'dan an'a sıçrarız. Arası korkudur. Konağı endişedir. Durakları sıkıntılıdır. Süreç garantisizliğinden dolayı karamsarlık kokar ve hüzünlüdür. Gelecek korkusunu atomlarına kadar parçalasanız bu an'dan an'a sıçrayışların endişesine dönüşür.

Şimdi varız, fakat sonra da varolacak mıyız? Bugün varız, fakat yarın da olacak mıyız? İsm-i Kayyum ile olan bu ilişkimiz bizi varolmak konusunda sürekli endişeli kılıyor. Mürşidimin 'acz ve fakr' öğretisiyle insanlığa tekrar hatırlatmaya çalıştığı açlık bu. Ayna ışığını korumak için güneşe muhtaç. Hakikatimiz böyle. Sorunla yüzleşmeden tedavi başlamaz. İsm-i Kayyum bize bu güçsüzlüğü Allah'a olan muhtaçlığımızın şuurunda olalım diye yaşatıyor. Kayyumiyete maruz kalmak Rahmaniyeti aramak/anlamak için. Ayna parıltı için güneşin rızasını kollaması gerektiğini anlasın. Ancak biz meselenin o tarafına doğru gitmeyi tercih etmediğimizden yüzeyde birşeylere tutunmaya devam ediyoruz. Yüzeyin de bizimle birlikte battığını görmezden gelmeye çalışarak.

Sığlaşma, gaflet, körlük, vurdumduymazlık, ahmaklık veya her ne derseniz deyin, bütün bu hamlıklar insanın yüzeye âşık yaşamasının sonucudur. 6. Söz'deki ifadesiyle, 'fırtınalı dünya yüzü'ne âşık yaşayanlar, dalgalar içindeki değişime tutunarak hayatta kalmaya çalışırlar. Fakat fırtına sadece yüzeydedir. Batmaya cesaret ettiğin anda suyun altında fırtına kalmadığını görürsün. Derinlerin yüzeyde yaşanan kavgalardan haberi yoktur.

Komşunun arabasını parkediş şekli melekleri endişelendirmez. İnsan kendi içinde batmaya cesaret edebildiği ölçüde dışarının fırtınalarından korunmuş olur. İçinde birşeyleri değiştirmek için değil sadece. İçindeki âlemin yüzeyin fırtınalarıyla aslında o kadar da ilgili olmadığını görebilmek için.

"Hakikî hakaik-i eşya esmâ-i İlâhiyedir..." derken belki mürşidimin dikkatleri çektiği de budur. Eşyanın hakikatine indiğinde fırtınanın aslında ötende yaşanan birşey olduğunu görürsün. İncinmekten daha az korkarsın. Cesaretin artar. Fakat bunun için yüzeyle arana biraz mesafe koyman lazım. Yüzey, onunla meşgul oldukça, seni kendi üstüne itiyor. Seni kendine maruz bırakıyor. Eskitiyor. Sığlaştırıyor. Hamlaştırıyor. Bugünleştiriyor. Sıkıyor da sıkıyor.

Bir nehri, onun üzerindeki hiçbir nesneye tutunmadan izlediğinde, gözlerin nehirle beraber gitmez. Manzara hep önünde kalır. Fakat bu kadarcık olsun tutunduğunda, birşeye takıldığında, onunla akar gider bakışın ve belki bu gidişten acı da çeker. Yüzeyle ilgilenmek o ilgi boyunca sarfedilen her çabayı kendisiyle beraber eskitir. Gidici kılar. Fırtınaya maruz bırakır. Canını yakar. Dünyanın canımızı daha az yakmasını istiyorsak bizi yüzeyine itmesine izin vermemeliyiz. Çok az insanın ilgi gösterdiği sessiz derinliklerle barışmalıyız. Önce kendi içimizdeki derinlikle. Sonra kainatın esma derinliğiyle. Bir kere insek göreceğiz. Orada bu fırtınalar yok. İşte, Ramazan orucu, yaşattığı şu dinginlik içinde kulağımıza aynı şarkıyı söylemiyor mu?

11 Mayıs 2017 Perşembe

Gecelerden korkmadan yürü!

Rahmetli babamdan miras kalan şöyle bir huyum var: Sinirlendiğim zaman ne diyeceğimi şaşırıyorum. Dilim sürçmeye başlıyor. Cümleler beynimde o kadar hızlanıyor ki, dilim, akışı yönetmekte zorlanıyor. Bu nedenle, öfkelendiğim zamanlarda bulunduğum mekanı terketmeyi, kendimle kalabilmeyi, kaçmayı seviyorum. Kimileri vardır, öfkelerini böyle değil de, sürekli bir söylenmeyle tüketirler. Öfkelendikleri insanları zehirleyerek tüketirler. Ben böyle olmak istemiyorum. Kendimi ve kimseyi zehirlemek arzu etmiyorum. Öfkelendiğimde beni öyle yıpratıyor ki, en faydalı şey, onu hemen ardımda bırakmak gibi geliyor. "Kalbimdeki izleri de hemen silinir..." demeyeceğim. Çünkü küsme huyum var. Ancak küsmekle ilgili şöyle birşeyi de keşfettim kendimde: Aynı davranışla canımı tekrar be tekrar yakanlara karşı küsüyorum ben. İlk seferde, tek kerede, bir kusurla küsücülerden değilim. Elhamdülillah.

Bir de yürümek... Küçükken, gündüz olsun-akşam olsun, çok sinirlendiğim zamanlarda kapıyı vurup çıkardım evden. (Babam bunu kapıyı vurmadan yapardı.) Normalde dışarı çıkmaya korkacağım saatler, ki küçük ilçelerin İstanbul gibi aydınlatmaları da yoktur, o öfkeyle dolaşabildiğim zamanlara dönüşürdü. Kimi zaman, maruz kaldığım düşünceler eşliğinde o kadar dalgınlaşırdım ki, ilçenin çıkışına yaklaştığımı farketmezdim. Bu, öfkem geçinceye, ruhum dinginleşinceye kadar sürerdi. Öfkem geçmeye başlayınca bu sefer korkular hücum ederdi. Başıboş köpeklerin sesleri daha çok dikkatimi çekerdi. Karanlıktaki şekiller vehmimle büyürdü. En nihayet kuzu kuzu eve dönerdim. Bazen evdekiler yokluğumun uzunluğundan dolayı endişelenip aramaya çıkarlardı. Bir keresinde de babamın beni bulduğunu hatırlıyorum.

Yürümenin tedavi ediciliğini ilk o zaman farkettim. Bugün de üzerimdeki etkileri çok değişmiş değil. Eskisi kadar öfkeye kapılmıyorum. Ona bile yoruldum. Fakat daraldığım zamanlarda kendimi sokağa atarım. Düz ve kesintisiz yolları tercih ederim. En az bir saat yürümem gerekir kafamdaki dumanın dağılması için. Yürüdükçe iyileşirim. Taşlar yerine oturur. Şifa bulurum.

Bazen de, öfkesiz-daralmasız, kafamdaki konuları/cümleleri düzenlemek için yürümeyi tercih ederim. Nasıl olduğunu bilemem, ama yürürken, hem yeni yazı konuları keşfederim, hem de hakkında yazmak istediğim herhangi bir konu hakkında takip edeceğim yol belirginleşir. Dışımda aldığım mesafe içimde de alınır. Böyle zamanlarda, takdir edeceğiniz üzere, arkadaşla yürümeyi sevmem. Yolda bir arkadaşıma rastlasam huzursuz olurum. Eğer o beni farketmemişse görmezden gelirim. Arkadaş huzurumu böler. Mümkünse kendimi bile unutmam gerekirken yanımda ilgilenilecek başka detaylar taşıyamam. Bu iş böyle yürür.

İsra ve Miraç mucizelerinin yaşanmasının evvelinde Efendimiz aleyhissalatuvesselamın birçok sıkıntı yaşadığı malumdur. Ambargo yılları, hüzün senesi, Taif'te taşlanması... Canımız ona kurban olsun. Böylesi bir dizi gönül kırıklığının ardından gelir İsra ve Miraç. Miracı hepimiz biliyoruz zaten. Peki 'İsra' nedir? İsra, ismini bir sûreye de veren, 'gece yürüyüşü'dür. Miracın öncesinde yaşanan Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın Mescid-i Aksa'ya yürütülmesidir. Ebubekir Sifil Hoca'nın konuyla ilgili yazılarında okuduklarım hatırımda doğru kaldıysa: Miracın inkârı bid'a'dır. İsra'nın inkârı ise küfürdür. Çünkü İsra hakkında Kur'an'da açık ayet yeralmaktadır: "Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir."

'Kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye...' Ayet-i kerimedeki bu ifade, yürümekle aramdaki hukuku düşününce, yüreğimi bir başka ısıtıyor. Nasıl ki, Aleyhissalatuvesselamın Mirac-ı Ekber'i, bize, "Namaz mü'minin miracıdır!" hadisinin de haber verdiği gibi, küçüğünün küçüğü sûretlerde lütfediliyor; galiba İsra'sı da böyle lütfediliyor. Yürüdüğümüz zamanlarda biz de içimizdeki/dışımızdaki bazı ayetleri müşahade ediyoruz. Daha zengin farkındalıklara ulaşıyoruz. Resmin bütünü daha bir kendini gösteriyor. Görünenin artması insanı parçalarda boğulmaktan kurtarır. Cenneti fikre çağırmak ölümlerden sadır olan acılarımızı azaltır. Mükafatlarını düşünmek musibetlerden gelen elemi izale eder. Zübeyir Tercan abinin o güzel örneğinde olduğu gibi: Ameliyathane yazısını okuyan içeride kesilene üzülmez. Çünkü resmin bütünü ona söyler ki: Bu kesim 'öldürmek' için değil 'yaşatmak' içindir.

Hem yürümek bizi daralmalarımızdan da kurtarıyor. Tebdil-i mekanda varolan ferahlığı hızlı bir şekilde yaşamış oluyoruz. Her adımda değişen mekanlar. Her mekanda yeni bir ben. Bu değişimler içinde dargınlığımızı bize hatırlatan veya bir anlamda o daralmanın bizimle beraber şahidi olan 'şey'ler de gerimizde kalıyor. Hatırlatıcılar azalırsa hatırlananlar da azalır. Hisler ayakta kalabilmek için sürekli bir tahrike muhtaçtırlar. Yoksa sönerler. Hem de çabuk sönerler. Yürümek de içimizdeki kem hislerin ölmesini sağlıyor. Çünkü uzaklaşıyoruz. O gerilimi yaşadığımız mekandan uzaklaşıyoruz. O nefretin doğduğu şartlardan uzaklaşıyoruz. Ayaklarımızın nasihatiyle ruhumuz da böyle hissediyor. Arkada bıraktığımız hissi kem duygularımızın diriliğini öldürüyor.

Paul Auster Kış Günlüğü'nde diyor ki: "Senin yaptığın işi yapmak için yürümek şarttır. Sözcükleri aklına getiren, kafanda yazarken sözcüklerin ritmini işitmene yardımcı olan şey, yürüyüştür. Bir ayak ileriyle, sonra öbür ayak ileriye, kalbin çifte vuruşu. İki göz, iki kulak, iki kol, iki bacak, iki ayak. Bu, sonra şu. Şu, sonra bu. Yazmak gövdede başlar, gövdenin müziğidir..." Mustafa Ulusoy da Aynalar Koridorunda Aşk'ta Kierkegaard'ın bir mektubunda şöyle yazdığını aktarıyordu: "Herşey bir yana, yürüme arzusunu kaybetme; ben her gün sağlığıma yürüyor ve her türlü hastalıktan yürüyerek uzaklaşıyorum; kendimi en iyi düşüncelerime yürüyerek götürdüm ve şimdi insanın yürüyerek kurtulamayacağı hiçbir cansıkıcı düşünce bilmiyorum." Başka bir mektubunda ise şöyle diyordu Kierkegaard: "Hayat bir yoldur. O yüzden yürüyüşe çıkıyorum. Yürüyüşe çıkabildiğim sürece, hiçbir şeyden korkmuyorum, ölümden bile. Çünkü yürüyebildiğim sürece, herşeyden yürüyerek uzaklaşabiliyorum." Nietzsche Ağladığında'da ise Irvin D. Yalom Nietzsche'nin dilinden şunları aktarır: "Yazı yazarım, düşünürüm ve arasıra, gözlerim izin verirse, azıcık kitap okurum. Kendimi iyi hissedersem bazen saatlerce yürürüm. Yürürken birşeyler karalarım. En iyi düşüncelerim, en verimli çalışmalarım, bu yürüyüşlerde ortaya çıkar."

Hangi düşünürün hayatına bakılsa 'yürümek'le ilgili bir özel hukuku göze çarpar. Bediüzzaman'ın hatıralarına aşina olan bizler için de onun yürüyüşleri meşhurdur. Tepelere tırmanışı, kırlara çıkışı, yürümekte zorlandığı yaşlarda bile bu âdetini başka şekillerde sürdürmeye devam edişi... Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman'da, daha küçük bir çocukken, abisiyle kavga ettikten sonra, gündüzleri dahi korkuyla yürünen bir yeri gece geçtiği anlatılır. Rusya'daki esaretinden kurtulup İstanbul'a dönüşü de çok uzun bir yürüyüşle olmuştur.

Sanıyorum, hiçbirimiz, Aleyhissalatuvesselamdan miras kalan bu 'İsra'dan kaçamıyoruz. Hepimizin hayatında onun kudsî yolculuğunun izdüşümleri var. Hem bu izdüşümleri irademizle aramalıyız belki de. Ayet-i kerime Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın zımmında bizimle de konuşuyor. Dikkat kulağıyla dinleyince sanki diyor: Kendi 'hüzün yılları'ndan, ambargolarından, taşlanmalarından şifa bulmak istiyorsan, yürü. Allah'ın ayetlerinin daha fazlasını görmek ve daha büyük bir resme bakarak rahatlamak istiyorsan, yürü. Yürü ki, içinde de bir yerlere varasın, sen de kendi yaralarından şifa bulasın. İsra'sı olmayanın Mirac'ı da olmaz. Yürü. Gecelerden korkmadan yürü.

6 Mayıs 2017 Cumartesi

Tevbe nasıl iyileştirir? (2)

Patti Smith M Treni'nde diyor ki: "Hiçbirşey hakkında yazmak o kadar da kolay değildir." Katılıyorum bu söylediğine. 'Öylesine' yazmak bir hedefe dönük olarak yazmaktan daha zor. Bir hedefin olduğunda yolu birliyorsun. Nereden gideceğini veya varacağını az-çok biliyorsun. Hedefin olmadığında yollar da çoğalıyor. Hangisinden gideceğini şaşırıyorsun. Daha kötüsü: Hangisinden vazgeçeceğini şaşırıyorsun. İrade etmek demek ihtimallerden vazgeçmek demek. Yine Smith'in söylediği gibi: "Bir sevgiliniz olmadığında herkes potansiyel sevgilinizdir." Birşey hayalken herşey olabilir. Ama birşey gerçek olduğunda olduğu şeyden başkası olamaz. Biraz da bu nedenle hayalleri gerçekleştirmeye korkuyor insan. Gerçek olduğunda hayal edilen olamayacak çünkü. Hayalin kayıtsızlıkla sahip olduğu birçok muhteşemliği kaybedecek. Gerçeğin sınırları içinde sınırlanacak. Eskimeye, arkada bırakılmaya ve sıradanlaşmaya başlayacak.

Hayal her an yenilenen bir vücuttur. Bir hayale sahip olduğunuzda yaşadığınız her ana uyumlu bir vücudu taşırsınız tasavvurunuzda. Hayal ettiğiniz şeyin sûreti, sizin değişken değer yargılarınıza göre öyle hızlı değişir ki, bazen hayal ettiğiniz değişir de, siz o hayali sabit sanırsınız. Bazen de gelişir. Yeni detaylar eklenir. Beğenmeyenler çıkarılır. Bu çıkarmalar iradeyle olduğu gibi iradesiz de gerçekleşir. En nihayet: Hayal varolmamaktan güç alan bir hayrete sahiptir. Bir kere varolduktan sonra 'arzu edilen' değil 'okunan' olmaya başlar. Okunanın muhteşemliği kendisi kadardır. Oysa arzu edilenin muhteşemliği gitmek istediğiniz yere kadar...

Hakikati ararken de bu tuzağa düşmekten korkmak lazım. İnsan birşeyi 'okuyorsa' onda 'hakikati arıyor' demektir. Hakikat 'arzu edilen' olmaya başladığında 'okunmayan ama dayatılan' bir hale de gelir. Nefis bu nedenle emmardır. Yani despottur. Çünkü nesneyle 'arayış' düzeyinde değil 'arzu' düzeyinde muhatap olur. İdeolojilerin hakikat anlayışı da böyledir. Onlar arzuladıkları şeye erişmek için hayallerini toplumlara dayatırlar. Fakat dinler hakikati arzulamak yerine okurlar. Anlattıkları hakikat fıtrat/kainat okumalarına dayandığı için sahaya bir dayatmaları yoktur. Sahayı 'arzuladıkları'ndan 'aslına' çağırmaları vardır. Aradığın hakikatse nesne okuyacaklarının öznesidir. Aradığın arzuladığınsa özne anlayacaklarının nesnesidir. Mürşidim bir yerde bu sadedde der: "Acaba fikir dediğiniz şey—el'iyazü billâh—arzu olmasın? Bazan zâlimâne intikam-ı şahsî, arzuya fikir sûretini giydirir. Yahu, pis bir çamura düşmüşsünüz, misk ü anber diye yüzünüze gözünüze bulaştırmaya ne mânâ var?"

Biraz daha açmaya çalışalım: Eğer arzuladığını arıyorsan okuyacakların ancak sana duymak istediklerini söyler veya ancak bunu söylediği kadar duyulur. Ama hakikati arıyorsan nesne sana okuyabileceğin herşeyi söyler ve söylediği herşey duyulur. Canını yakan sözleri dahi işitmeye başlarsın. Seni rencide eden serzenişlerini bile işitirsin. Ben, tam da bu noktada, İslam'ın itiraf, istiğfar ve tevbeye verdiği önemi kıymetli buluyorum. Tevbeye açık olan itirafa ve istiğfara da açıktır. Dolayısıyla canını yakabilecek sözlere de açıktır. Biz istiğfar ve tevbe şuurunu kazandığımızda, yani bunun her gün bir ödev gibi yapılması gereken birşey olduğuna inandığımızda, canımızı yakacak sözlerin varlığının hak olduğuna da iman ederiz. Arzunun tahrifi ilk bıçak yarasını buradan alır. Kandırılmak ve kanmak zorlaşır.
  
Bu satırlara katlanan, iyi dinle, 'arayış' ve 'arzu' arasındaki bir nüansa da vardık belki şimdi. Hadi onu kuşatmaya çalışarak bitirelim söyleyeceklerimizi: 'Arayış' nesnede okuduğundur. 'Arzu' nesneye dayattığındır. 'Arayış' nesnede aradığındır. 'Arzu' kendinde aradığındır. 'Arayış' tatmin edici cevap aramaktır. 'Arzu' cevap verici bir tatmin aramaktır. Daha da çoğaltabiliriz bu çerçevenin sınırlarını. Ancak en nihayet yine oraya varacağız: Âlim misin, yoksa talebe misin? Rab mısın, yoksa kul musun? Asıl mısın, yoksa arızî misin? Ayna mısın, yoksa güneş misin? Kendini ne olarak tarif ettiğin dünyayı nasıl bildiğinle çok ilgili arkadaşım. Doğru tanımlara emanet ol. Âmin.

25 Nisan 2017 Salı

Kapıyı açık bırakmak da sünnettir

Buna dair daha evvel de karalamalarım olmuştu: Ben, bir mürşidin 'malumatıyla' değil 'yaşanmışlığıyla' mürşid olduğunu düşünüyorum. Bilgili olmakla bilgelik arasındaki fark da bu. (Gözlüklü Şirin'i Şirin Baba'dan ayıran şey.) Bilgenin hayatı okuyuşu tecrübesi üzerindendir. Tüm duyularının katılımıyla elde ettiği bir deneyimi sizinle paylaşır. Kendisinin de içinde piştiği bir ateşten size haber verir. Bilim adamı böyle yapmaz. Bilim adamı duyduğu, okuduğu, incelediği veya deneylediği şeyleri paylaşır. Deneylemek ile deneyim arasında da, bencileyin, bir ayrım yapacağım şimdi: Deney, ötenizde, sizin duygusal bir etkilenişle dahil olmadığınız bir düzlemde gerçekleşen tecrübedir. Ötekinin tecrübesidir. Deneyim ise sizin de dahil olduğunuz bir süreçte yaşanır. Bir misalle daha açık hale getirmeye çalışırsak: Suyun yüz derecede kaynadığını bir düzenek üzerinden tecrübe etmek deneydir. Kaynar suya elinizi değdirdiğinizde kendi üzerinizden yaşadığınız acı bir deneyimdir.

Miracın irşad açısından bize verdiği derslerden birisi de budur. Kanaatimce; miraç, Mürşid-i Ekmel aleyhissalatuvesselamın irşad zirvesidir. Daha doğrusu: Mürşidliğin zirvesidir. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, miraç yolculuğu içinde, insanlara ders verdiği hakikatleri bizzat deneyimlemiş, ayet-i kerimenin ifadesiyle; "Rabbinin ayetlerinin en büyüklerini görmüştü." Sonra da bizzat deneyimlediği o hakikatleri bizlere ders vermek üzere geri dönmüştü.

Bu noktada 'velayetin' ve 'risaletin' bir nüansına da dikkat çekmek istiyorum. Veli, kurbiyet sırrıyla gider, ama deneyimlediği şeyi geri dönüp istikametle anlatabilmesi garanti değildir. Nebevî irşad, yani geri dönüp istikametle anlatmak, bir akrebiyettir. Onların gölgelerine girdikçe kazanılır. Nitekim bu türden 'hadi olup muhdi olmayan' veliler çoklukla mevcuttur. Keşfe dair tahkikler de bize bunu söyler. Gördüğü hakikat olsa da bunu ifade ederken hata yapabilir veli. Ancak bir peygamber, deneyimlediği şeyde, yine ilgili ayetin verdiği haberle, şaşmaz ve şaşırtmaz. Onlar yaşadıklarını istikametle anlatma hususiyetine sahiptirler. Nitekim mürşidim bu sadedde diyor ki:

"İşte, şecere-i kâinat, şecere-i tûbâ gibi, gövdesi ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için, aşağıdaki meyve makamından, tâ çekirdek-i aslî makamına kadar nuranî bir hayt-ı münasebet var. İşte, Mirac, o hayt-ı münasebetin gılâfı ve suretidir ki, zât-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm o yolu açmış, velâyetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-yı ümmeti, ruh ve kalble, o cadde-i nuranîde, Mirac-ı Nebevînin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidatlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar."

'Velayetle gitmek' ve 'risaletle dönmek' bize bu noktada önemli bir dersi veriyor gibi. Fakat burada yine bir sıçrama yapalım. Bediüzzaman o cümleyi şu ifadeyle tamamlıyor: 've kapıyı da açık bırakmış.' Ben, kapının açık kalmasını, velayetle gidenin risaletle dönmesiyle çok ilgili görüyorum. Gittiği yolun kapısını açık bırakabilen, ancak o tecrübî bilgiyi istikametle aktarabilendir. Yukarıyla ilişkilendirirsek: Bir insanın 'bilge' veya 'mürşid' olması, ancak gittiği yolun başkaları için de açık kalmasını sağlamakla mümkün olur. Yaşadıkları üzerinden bir hidayet caddesi ortaya koyamayanın mürşidliğinden bahsedilemez.

Mürşidim aynı ifadeyi bir başka yerde şöyle kullanıyor: "Hem onun terbiyesi ve irşadı ve nur-u şeriatiyle kemal bulan bütün evliya ve asfiyanın sultanı ve üstadıdır. Öyle ise, onların sırr-ı kerametlerini ve icmâkârâne tasdiklerini ve tahkiklerinin kuvvetini câmidir. Çünkü onlar üstadlarının açtığı ve kapıyı açık bıraktığı yolda gitmişler, hakikati bulmuşlar. Öyle ise, onların bütün kerametleri ve tahkikatları ve icmâları, o mukaddes üstadlarının sıdk ve hakkaniyeti için bir nokta-i istinad temin eder." Demek açık bıraktığınız yoldan gelenlerin selameti, kerameti veya hakikati sizin de deliliniz haline gelebiliyor. Fakat bir yer daha var ki, orada Bediüzzaman, mezkûr ifadeyi çok değişik bir makamda kullanıyor:

"Fakat ilim itibarıyla insanlara dahi bir menfaat dokundurmak için şer'an hizmete mükellef olduğumdan, hizmet etmek isterim. Lâkin o hizmet, ya hayat-ı içtimaiye ve dünyeviyeye ait olacak. O ise elimden gelmez. Hem fırtınalı bir zamanda sağlam hizmet edilmez. Onun için, o ciheti bırakıp, en mühim, en lüzumlu, en selâmetli olan, imana hizmet cihetini tercih ettim. Kendi nefsime kazandığım hakaik-i imaniyeyi ve nefsimde tecrübe ettiğim mânevî ilâçları, sair insanların eline geçmek için, o kapıyı açık bırakıyorum. Belki Cenâb-ı Hak bu hizmeti kabul eder ve eski günahıma kefaret yapar."

Demek: 'Nefiste tecrübe etmek' de bir küçük miraçtır. Yazmak da 'kapıyı açık bırakmak'tır. Belki, hadis-i şerifte bize haber verilen, 'hakiki âlimleri peygamberlerin varisleri kılan sır' da budur. Yani; bu ümmetin istikametli âlimleri de, tıpkı Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın onlara ders verdiği gibi, gittikleri marifet yolunun kapısını, kendi zamanlarında veya sonralarında, arkalarından gelecek insanlara açık bırakabilirler ve bırakmışlardır. Hatta şöyle söyleyelim: Gittiğimiz güzel yolların kapısını açık bırakmak da sünnettir. Âlimlerimizi, ümmetin fitneye düştüğü her vakitte, hakikat-i İslamiyeyi ders verir eserler yazmaya şevklendiren sır da budur. Ve bizim gibi; onların ayak izlerine yüz sürerek, eteklerinden düşen kırıntıları toplayarak, kervanlarının ardından yalınayak koşarak kalem oynatanları yazmaya iten de budur. Kapıyı açık bırakmanın sünnet olduğunu hissetmemizdir. Elhamdülillah.

14 Nisan 2017 Cuma

Yazmak yaşamaktan boğulanlar için nefes almaktır

"Stavrogin, inanırsa inandığına inanmaz, inanmazsa da inanmadığına inanmaz..." Dostoyevski, Ecinniler'den.

Yazılacak ne çok şey var. Kaşıkla denizi bitirmeye çalışıyoruz. Bazen yazacakların bitmeyişinden gelen ümitsizlik bizzat yazışımın düşmanı oluyor. Bazen de heyecanı... "Acaba bir dahaki bölümde neler olacak?" diye tatlı bir bekleyişe girmek gibi.

İnsan Allah'ın kendisine lütfedeceklerini beklemek üzere yaratılmıştır. Açlıklarımızın özü budur. Beklemek şuurdur. Beklemek bilmektir. Beklemek farkındalıktır. Beklemek, geçmişi bilmek ve geleceğin farkında olmaktır. Bu beklenti hayatın ta kendisidir. Beklediklerin arttıkça yaşam lezzetlenir. Beklediğin şeyler varsa yaşadığını hissedersin. "Duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var?" buyuran ayet-i kerime bir açıdan da bizi 'beklentisizlik' çukurundan çıkmaya çağırıyor. Öyle ya, duan yoksa beklentin de yoktur, beklentin yoksa umudun da yoktur, umudun yoksa emeğin de yoktur. Umudun olmayışı yürüyen bir cesede çevirir insanı. O halde dua etmekten vazgeçmeyelim. Çünkü hakikaten 'daha vazgeçmediğimizi' gösterir.

Ertesi gün uyanmak için bir nedene sahip olmalıyız gece gözlerimizi kapadığımızda. Yarının bugünden farklı olacağına dair umudumuz olmalı. Yarın bizim için Alice'in harikalar diyarı olmalı. "İki günü eşit olan zarardadır!" buyuran Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, belki sadece hakikatte böyle olduğu için değil, iki günü birbirine eşit olan da tam bu şekilde hissettiği için böyle söylüyor. Onun 'kendisine zarar verici' psikolojisinden haber veriyor.

Ben de böyle hissederim. Yarın yeni bir yazı yazmayacaksam ve kendimce yeni şeyler söylemeyeceksem dünyaya, dünyaya uyanmak güçleşir. Yazmak benim için hayata tutunma şeklidir. Bana bağışlanmış kulptur. Boşuna yaşamadığımı hissettirir. Hayata birşeyler katabilmenin başarabildiğim tek yolunu onunla bulmuş gibiyim. Büsbütün yararsız olmaktan onunla kurtuluyor gibiyim.

'Geceyi bir dinlenme vakti' ve 'uykuyu bir istirahat' olarak tayin eden ve Kur'an'ında bunu bize haber veren Allah, nasıl rüya ile de bizi/hayalimizi yaşamın tekdüzeliğinden kurtarıyor, bir harikalar âlemi bağışlıyor hayatlarımıza, aynen öyle de, yazmakla da yine bize bir harikalar diyarı bağışlıyor gibidir. Yazanlar bu diyarı bilirler.

"İkincisi, hususî rububiyetidir ve has iltifat ve imdad-ı Rahmânîsidir ki, umumî kanunların tazyikatı altında tahammül edemeyen fertlerin imdadına, Rahmânü'r-Rahîm isimleri imdada yetişirler, hususî bir surette muavenet ederler, o tazyikattan kurtarırlar. Onun için, her zîhayat, hususan insan, her anda Ondan istimdat eder ve medet alabilir. İşte bu hususî rububiyetindeki ihsânâtı, ehl-i gaflete karşı da tesadüf altına gizlenmez ve tabiata havale edilmez."

Hepimizin hayatında tutunmamız için bırakılmış bize özel kulplar, yani 'has iltifatlar' ve 'imdad-ı Rahmanî'ler var. Bizi 'umumi kanunların tazyikatı'ndan kurtarıyor onlar. İşte yazmak da yaşamaktan boğulanlar için nefes almaktır. Duvarların içinden geçemediğimizde satırların içinden geçeriz. Kilitli kapıları açamadığımızda cümlelerin kilitleri açılır. Kendilik zindanından çıkmanın yoludur yazmak. Senden başka bir sen olmaktır.

İçinde senden daha iyi bir insan, söylediklerinden daha güzel cümleler veya yaşadığından daha tatlı bir öykü vardır ve sen kaleminle kendini kazıyarak ona ulaşmaya çalışırsın. Ulaşamasan da iyi hissedersin. Çünkü emeğin vardır. Çünkü ümidin vardır. Çünkü beklentin vardır. Çünkü o günkü duanı etmişsindir. Dua ettiğinden ötürü de kendini ehemmiyetli hissedersin. Öyle deme. Önce senin ihtiyacın var kendini önemli bulmaya. Yoksa boşuboşunalığın boşluğuna düşersin. 'Eşitliğin zararı' bundan başka nedir ki?

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...