Rüya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Rüya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Ekim 2017 Çarşamba

Kâbus da bir nimettir

Wind River/Kardaki İzler filminde, çocuğunu yıllar önce kaybetmiş bir babayı canlandıran Jeremy Renner, kendisi gibi çocuğunu yitiren bir arkadaşının "Sen bu acıyla başetmeyi nasıl başardın?" sorusuna şu manada cevap verir: "Acının aynı zamanda onu hatırlamanın bir parçası olduğunu kabullendim. Canım acımasa o güzel anları da hatırlamayacaktım. Bu daha kötü olurdu."

İki ay kadar önce karaladığım "Kaderle barışmanın bir yolu var mı?" yazısında 'mutsuzluk' ile 'hayalgücü' arasında bir ilgi kurmuştum. Ve demiştim ki: "İçimizde bir Deccal var. Sahte cennetleri ve cehennemleri olan bir Deccal. Onun ahirzamanda başardığını/başaracağını içimizde başarıyor. Bizim sahte cennetimiz de bu: Hayalimizde büyüyen şu yaşan(a)mamış alternatif hayatlarımız! Kaçırdığımız fırsatlarımız! Iskalanmış cennet kapılarımız. Bize baktığı farkedilmemiş huri gözleri. Uygun anı saçlarından yakalasaydık gerçekleşecek mucizeler. Daha neler neler... Fakat tuzak bu. Kurgusu yanıltıcı. Çünkü tek gözlü. Çünkü adaletsiz. İhtimallerin en iyileri seçilerek oluşturuldu. Kötülerine hiç bakılmadı. Bu alternatif hayatlar adeta tenzih edildi."

Yazının devamında ise, bir tedavi/teselli yöntemi olarak, Nietzsche Ağladığında'da gördüğüm şu şeyi önermiştim: "Kurgularken ihtimallerin, en iyilerini değil sadece, kötülerini de seçin. Onlarla da alternatif gelecekler düşleyin. Pesimist felsefenin dokunduğu dane-i hakikat bu sanırım. Hayalin ilüzyonuna karşı bir uyanışlı bir tutum. Nasıl? Anlamak için yine 'kavuşamadığımız kişi' örneğinden gidelim.

Ya bu kişiyle vuslata erdiğinizde hayat daha kötüye gitseydi? Ya aslında ayrı dünyaların insanı olduğunuzu anlasaydınız? Ya şimdikinden bin beter mutsuz olsaydınız? Bunlar da ihtimal. Hem de ötekiler kadar sahiciler. Hatta ötekiler kötülüğün gidebileceği nokta hakkında bir kayıda sahip değilken, çünkü hayaldirler, gerçek bu konuda bir sınıra da sahiptir. Yaşadığımız şey yaşadığımızdan daha kötü olamaz. Ama hayalî seçimlerimiz kötülükte daha derinlere ulaşabilir. Seçilmeyen şıkkın kötü yanlarını hatıra getirin bu şekilde. Bu kötü gelecek düşüncesi, sizi, hayalinizin azabından bir derece kurtaracaktır."

Şimdi ise, bütün bu sözlerime ilave olarak, Allah'ın zaten bize böyle şeyler yaşattığı tecrübesine erdim. Yani: Cenab-ı Hak zaten bize zaman zaman şu tarz tedaviler veya teselliler uyguluyor. Nasıl? Hangi yolla? el-Cevap: Kâbuslarla.

Evet, hiç şaşırmayın, sahiden böyle düşünüyorum. Sahiden kâbusların bir öğreticiliği olduğuna inanıyorum. Ve hatta cüretle soruyorum: Onların da insana 'olabilecek kötü şeyleri' hatırlatır bir yanı yok mudur? Geçenlerde yaşadığım birşey vesilesiyle böyle bir neticeye vardım. Peki ne idi bu tecrübe?

Anlatayım: O gece, şükürsüzlüğün dibine vurmuş bir halette ve de gaflette, hayatımın monotonluğuna söyleniyordum. Felekten gizli gizli şikayet ediyordum. Şekvalarımın kaynağı neydi? Biraz şuydu: Yeni hiçbirşey yoktu. Hiçbirşey şu an olduğundan daha iyiye gidecek gibi görünmüyordu. Olaylar ve nesneler sıradandı, sıkmaktaydı, sıkılmaktaydım. Tam bir gaflet baskınıydı. Ruhum aynılığın avuçları arasında daraldıkça daralıyordu. Dünyayı ayaklarının bastığı yer kadar sanıyordu. Vesaire, vesaire, vesaire... Anladınız işte.

O gece bir kâbus gördüm. Detaylarını anlatmayacağım. Mesleği açısından gayet başarılı bir kâbustu. Uykumda ağlatacak kadar şiddetli birşey. Öyle diyeyim. Ötesini siz hesap edin. Gözlerimden yaş akmıştı. Hemen şükrettim. Elimi pır pır atan yüreğimin üzerine koyup can u gönülden 'Elhamdülillah' dedim. Sabahında ise düşündüm: Gece ne idim? Gündüz ne oldum? Bu sevinçle uyanış, yani 'Çok şükür öyle değil de böyle dünya!' hali, bu nasıl başıma geldi?

Kâbusların hikmetine dair zannım ve fikrim de tam bu noktada oluştu: Sanıyorum istenmeyen misafirlerimizin de böyle bir amacı var. Bize bugünün yaşanabilecekler içinde en kötüsü olmadığını gösteriyorlar.

Yani daha kötümüze bakarak halihazıra etmemiz gereken şükrü unuttuğumuzda, bir kâbusun eşiğinden ihtimal hesaplarına bak(tırıl)arak, hafifçe tokat yiyoruz. Şefkatli bir tokat bu. Elimizden almıyor. Sabahında şükrettiriyor. Ancak aynı zamanda hissettiriyor: Bugünde şükredilecek çok şey var.

Herkesin başına gelir mi bilmem. Tezkereden sonra uzunca bir süre yeniden askere alındığımı gördüm rüyalarımda. Sabahında bazen güler ve bazen de sinirlenirdim. Gülerdim. Çünkü derdin geçip gitmiş olması neşe verirdi. Mürşidimin de dediği gibi: Zeval-i elem anımsamayla tazelenen bir lezzetti.

Zevalini hatırlatıkça elemden bir lezzet alıyordum. Arkamda bırakmış olmanın mutluluğu her tahatturda tazeleniyordu. Ancak kızıyordum da bazen onlara. Çünkü askerlik psikolojisini büsbütün arkamda bırakmama engel oluyorlardı. İnsan yaşaması sıkıntı veren ihtimalleri/hatıraları arkasında bırakmayı, sık hatırlamamayı, unutmayı sever. Bunu tasasız sevincin kaynağı sanır. Hiç yaşanmamış gibi olduğunda ruh da çizik görmemiş olur.

Fakat bizim bu ruh çiziklerine de ihtiyacımız var. Yara hafızadır. Çizik yazıdır. Tecrübe yaşamın dipnotudur. Hiç yara görmemiş tenin dikeni tanımasını veya batınca sabretmesini sağlayamayız. Ancak daha evvel aldığı kesiklerle barışmış bir beden küçük çizikleri görmezden gelebilir.

İşte tam da bu yüzden diyorum ki: Kendimizi tenzih değil kendimizden tevbe etmeliyiz. Hatalarımızı unutmayı değil tekrar yapmamayı seçmeliyiz. Sürçmenin insanı dengeleyen bir yanı da var. Yanıldığını hiç hatırlamayan bir insanın tekrar yanılma ihtimali geçmiş yanılgılarını hatırlayanlardan daha fazladır. Arkada bırakmak da 'unutmak' ile değil 'tevbe' ile sağlıklıdır.

"Kusur insanın imzasıdır." Parçasıdır. Kendisidir. Varlığının bir yanıdır. Fıtratıdır. "Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı" (Müslim, Tevbe, 9) ve “Bütün âdemoğulları günahkârdır, günahkârların en hayırlıları ise tövbe edenlerdir” (İbn Mâce, Zühd, 30) hadisleri bize böyle hakikati de fısıldar.

Tevbe eden arkasında bıraktığı şeyin de bir parçası olduğunu kabul eder. Onun varlığını inkâr etmez. Kendisinin 'o şekil de varolabildiğini' görmezden gelmez. Kendisine karşı bir temkin kazanır. Ancak kendisini tenzih edenlerde bu yoktur. Onlar, kusursuzluk iddiasıyla öyle sarhoşturlar ki, vazgeçince yaraların dahi birer nimete dönüştüğünü anlamazlar. Arkada bıraktıları aslında arkada bırakamadıklarıdır. İnsanın düştüğünü hatırlamadığı çukur tekrar önüne çıkar. Yediğinde canını nasıl yaktığını hatırlamıyorsan aynı zakkumu yine ısırırsın.

Kâbuslarımızdan aldığım derse de bu. Hakîm-i Rahîm hayatımızdaki hiçbir şeyi hikmetsiz varetmiyor. Nasıl güzel rüyalarla bize bir ümit bahşediyor, şükrettiyor, kötü rüyalarla da bir 'daha kötü' gösteriyor, öğretiyor, şükrettiyor. Ümit gibi buna da ihtiyacımız var. Zira, dediğim gibi, daha selametli ve sabırlı bir hayat için, daha iyileri hayal ettiğimiz kadar, daha kötüleri de hatırda tutmaya muhtacız. Dengemiz bu ikisiyle birlikte oluyor. İnsan tevbesiyle tamama eriyor.

8 Temmuz 2017 Cumartesi

Gördüğün rüya kimin?

Arrival'ın akıllarda kalan sahnelerinden birisiydi. İzleyenler anımsayacaktır. Fizikçi Ian Donnelly (Jeremy Renner) filmin bir yerinde dilbilimci Dr. Louise Banks'e (Amy Adams) şöyle soruyordu: "Onların dilinde de rüya görüyor musun?" Bu sorunun bana ilginç gelen yanı (yahut da bende çağrışımlar uyandıran yanı demeliyim) okuduklarımın rüyalarıma etkisiyle ilişkiliydi. Örneğin: Üslûbunu çok beğendiğim bir kitabın rüyamdaki karakterlerin diyaloglarına tesiri oluyordu. Bunu sık sık yaşıyordum.

Karakterlerim kitaptaki yazış tarzıyla konuşmaya başlıyorlardı. Yahut da ben olayları izlerken kendime yaşananları o üslûpla anlatıyordum. Kendim gibi değil de okuduğum kitaplardaki gibi... Uyanınca güldüğüm bu tip hâdiselere bakışım şu cümleden sonra bir nebze değişti. Peşine düşülesi bir derinlik kazandı. Rüyalar bu açıdan da bir laboratuvar olabilir miydi?

Mürşidimin kendisinden daha meşhur bir sözü var. Kimin söylediğini bilmeyenler bile (hatta Bediüzzaman'ı sevmeyenler bile) yeri geldiğinde alıntılıyorlar. O cümle de şudur: "Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır." Fakat bu cümlenin ona nazaran az bilinen bir başka versiyonu daha vardır Risale-i Nur külliyatında. O da şöyledir: "Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen güzel rüya görür. Güzel rüya gören hayatından lezzet alır."

"İnsanlığın sürümü nasıl yükselir?" yazımda da aynı maralı avlamaya çalışmıştım. Bu yazıda başka bir şekilde yaklaşmaya çalışacağım. (Yazar bu şekilde o yazının da okunmasını istirham eder.) Şahit olduğumuz düşünme biçimleriyle kurduğumuz hayaller arasında büyük bir ilgi var. Türkçeden başka dil bilmeyen bir insanın yabancı bir dilde rüya görmesi mümkün değildir. Hiç ezan duymamış bir insan rüyalarında ezanı duyamaz. (İlla ki bu ona Allah'ın bir fazlı olarak ikram edilsin.) Ancak 'edinilmiş bilgiler' ve 'öğrenilmiş bakış açıları' üzerinden yeni dünyalara uzanabiliyoruz. Uzandığımız dünya her ne kadar bir yönüyle 'yeni' de olsa aslında bizim kendimize özgü 'eski'lerimizden besleniyor. Herkesin dayandığı eskiye göre yenisi değişiyor. Kendi eskisi yine kendisinin sayılabilecek yenisi için bir sıçrama tahtası işlevi görüyor.

Bu açıdan Bediüzzaman'ın, 20. Söz'de, 'peygamber mucizeleri' ile 'modern teknoloji' arasında kurduğu ilgi hiç de yersiz değil. Hakikat ile hayalin ilişkisini hatırlatıcı bir mahiyeti var. Öyle ya! Bütün bu gelişmeler nihayetinde keşşaflarının gördüğü bir rüyanın ürünüydü. O keşiflere ulaşanlar malumatları olan şeyler üzerinden hayallerini geliştirdiler. Yeni tasavvurlara kaynak olabilecek bir 'olabilecekler' algısından faydalandılar. 'Olamaz' diyenlerden onları ayıran buydu. Onların olabilecekler çıtası farklı bir yükseklikte konumlanıyordu. "Vahiy, bu yönüyle, olabilecekler dediğimiz şeyin çıtasını beşerin yeni şeyler hayal edebileceği kadar yukarıya kaldırmıştır!" diyebiliriz. Ancak bu konuyu ismini andığım yazıya havale ederek daha ileri gitmeyeceğim.

Rüyaların laboratuvar oluşuna geri dönelim. Biz, hayatımıza yeni dahil olmuş sevinçlerin, vehimlerin, korkuların veya arzuların 'ben'deki tesirinin sandığımızdan fazla olduğunu nasıl anlarız? En çok rüyalarımızdan. Öyle değil mi? Eğer, gördüğümüz birisini sandığımızdan daha fazla önemsediysek, o kişi rüyalarımızda da bize görünmeye başlar. Yaşadığımız bir olay bizi tahmin ettiğimizden daha fazla etkilediyse rüyalarımızda da bu etkinin izleri görülür.

Bu açıdan bakıldığında, rüyalar, düşünce aynaları veya turnusollarıdır. Bizim bile farkında olmadığımız veya baskıladığımız veya yanlış okuduğumuz o karmaşık dünyanın asıl renginden (veya asıl rengin sandığımızdan farklı olabileceğinden) rüyalarımız bizi haberdar eder. Bu da, elhamdülillah, uykunun bahşettiği bir uyanıklıktır. "İnsanlar uykudadır. Ölünce uyanırlar!" hakikatinin 'uykunun da bir nevi ölüm olması' hasebiyle görünen bir ucudur. Allahu'l-A'lem.

Peki düşüncelerimizin rengini ne belirler? Ben bu noktada itikadın asıl belirleyici olduğunu düşünüyorum. 'Neye, ne kadar ve nasıl inanacağız' bilgisi 'nasıl düşüneceğiniz' bilgisinin de mimarıdır. Düşünce ancak onun açtığı yolda ilerler. Ali Şeriatî'nin İslam Bilim'de dikkatleri çektiği gibi, tevhide iman eden bir mü'min, varlıkta yaşanan hiçbir hâdiseyi birbirinden koparamaz. Adacıklara dönüştüremez. Hepsinin aynı Usta'nın (c.c.) kudret elinden çıktığına iman etmesiyle itikadının onu yönlendirdiği bakış açısı 'uyum'dur. Aradığı budur. O kainatta çelişki, çatışkı değil uyum arar. Ve uyuma dönük tefekkürler üretir. Kadere iman da aslında bu uyumun en büyük resmini ifade eder onun için.

Tekrar çizmek lazım altını: Tevhid kadersiz olmaz. Kader tevhide imanın zamanüstü boyutudur. Anları tevhid ile yaratan Hak Teala'nın zamanüstü şekilde bütün anların da yaratıcısı olduğunu görmek kadere inanmayı kaçınılmaz kılar. Yoksa, hâşâ, Allah kendi yarattığı zamanla sınırlandırılmış olur. Mahlukatından birisini aşamıyor olur. Kendi yarattığı sonraların öncesine hapsedilmiş olur. Ressam tabloyla sınırlandırılmış olur. Sen şu aptallığın zirvesine bak! Sınırlı olan nasıl ilah olabilir? Sonsuz kudret sahibi nasıl sınırlı olabilir? Ressam tablosuna nasıl sığar veya sıkışabilir? Allah böyle diyen şaşkınları ıslah etsin.

Tablonun bütününden çıkacak uyum ancak parçalarının tamamının yaratıştan önce bilinmesiyle mümkündür. Çünkü bu tablonun parçaları, birbirinden bağımsız varlıklar değil, öncelerin sonralarıdır. Hepsi girildiğinde ancak kapıyı açacak şifre gibidir. Tablodaki her bir detayın büyük tablonun içinde bir anlamı vardır. Eğer bir ressam tablosunun nereye varacağını bilmeden çizmeye başlarsa bundan uyum ve anlam çıkmaz.

Arrival'da dil ile zaman arasında kurulan bağı tekrar hatırlayalım. Cümle kurmak sırayla kelime seçmek değildir. Cümle kurmak, önceden bilinen ve hedeflenen bir anlama yönelik olarak, kelimeleri düzenle kullanmaktır. Bütünü 'ulaşılması gereken' olarak zihinde evvelen bulunmazsa parçaları anlamlı bir şekilde biraraya gelmez. Herbirisi dilbilimci olan, ancak birbirlerinden habersiz, beş kişinin kendilerine göre seçecekleri kelimeleri biraraya toplasanız, kelimelerin tek tek seçiminde gösterilen bütün meslekî inceliğe rağmen, ondan anlamlı bir cümle çıkaramazsınız. (Aynı dilde olmaları bile zor bir ihtimaldir.) Çünkü o beş kişi ulaşılması gereken bir bütünden haberdar değildir.

Dolayısıyla; şunun itikattan düşünceye, düşünceden rüyaya, rüyadan lezzete bakan yönü kendiliğinden ortaya çıkıyor. Lezzet ancak görülenle görülmek istenenin uyumundan ortaya çıkar. Bir insan ancak pasta yemekten umduğu lezzeti alacaksa pasta yemekten lezzet alır. Görünüşü tamamıyla aynı, ancak tadı berbat bir pastayı 'pasta' diye önüme koysanız, ben umduğum ile bulduğum arasındaki uyumsuzluktan dolayı pasta yemiş olmam. Veyahut da şöyle söyleyeyim: Ben'liğim lezzet açısından onun pasta olduğunu inkâr eder. Ben'den başlayıp ben'e uzanan döngü tamamlanmamıştır çünkü.

Burada, zannımca, 'görülmek istenen' imana tekabül ediyor. İman ettiğiniz zaman 'varlığı nasıl görmek istediğinizi' de seçmiş oluyorsunuz. Bu seçimden sonra düşünce biçiminiz ve ona bağlı olarak rüyalarınız da değişiyor. Hayalleriniz inandıklarınızdan bir şekil alıyor. Onlardan yaratılan hakikat de renk değiştiriyor. Azlar çoğalıyor. Çoklar azalıyor. Umulanlar farklılaşıyor. Rüyalarınızın renginde bir gelecek görüyorsunuz. Allah'ı "Ben kulumun zannı üzereyim!" buyurduğu gibi buluyorsunuz.

Aleyhissalatuvesselamın, mü'min olduktan sonra az yemeye başlayan birisinin bahsi sadedinde söylediği "Kafir yedi mideyle, mü'min bir mideyle yer!" hakikati buradan da bize gözkırpıyor. Eskiden varoluşu 'elinden geldiğince sahip olmak' sanırdınız. Şimdi 'elinden geldiğince asıl sahibine bırakmak' olarak tanımlıyorsunuz. Amaç değişti. Rüya değişti. Daha çok tüketmek hayal edilmez oldu. Yedi mide bire düştü. Çünkü varlık tanımınız değişti.

Hep verdiğim bir örnektir. Burada da vereyim: Otobüs gibi bir toplu taşıma aracını takvayı önemseyen bir müslüman icat etseydi ne gibi farklılıklar olurdu? Bence bugünkü gibi kadınların ve erkeklerin (İslam kültürüyle yetiştikleri için) rahatsız oldukları karmaşa yerine mahremiyetin de korunduğu bir tasarım o teknolojiye eşlik ederdi. Yine şakayla verdiğim bir örnek olarak zikredeyim:

Postal tarzı giymesi ve çıkarması müşkül bir ayakkabı türünü günde beşvakit abdest alması ve namaz kılması gereken bir mü'min (hem de evlere ve ibadet yerlerine ayakkabıyla girmeyen bir mü'min) icat eder miydi? Atom bombası gibi suçlu-suçsuz ayırmadan binlerce kişiyi katleden bir silahı 'bir masumun ölümünü insanlığın ölümü' olarak gören bir müslüman yapar mıydı? Bana yapmazdı gibi geliyor. Çünkü o böyle bir rüya görmezdi. Onun dünyasında böyle bir hayal 'görülmesi meşru bir hayal' değildi. 'Teknolojiyi alalım ama ahlakını almayalım!' teorisinin ne ölçüde başarılı olabileceği buradan da okuyorsunuz. Teknoloji ancak onun rüyasını siz gördüğünüz zaman size zarar vermez oluyor. Öteki türlü her zaman bir risk var. Başkalarının gerçekleşmiş rüyaları sizin düşünce biçiminizi kötü şekilde etkileyebilir.

Bu yazı tam bir aşure oldu. Bir sorgulamayla toparlamaya çalışalım: Rüyalarımızı kimin dilinde görüyoruz? Kimin dilinde gördüğümüz rüyalar hayatımıza giriyor? Bu rüyalar bizim içimizde konuştuğumuz asıl dille ne kadar uyumlu? Her dilin, düşünce sistemini beraber getirdiği bir düzlemde, eylem-söylem tutarsızlığı dediğimiz şeyin bir 'dil karmaşası' olduğu söylenemez mi?

İçimizde bir kavga var. Medeniyetin kaşıdığı arzular ve İslam'ın öğütlediği ahlak rüyalarımız için kavga ediyor. Nefsin doğruları ile vicdanın doğruları çatışıyor. Diller karışıyor. Başkalarının rüyalarını yaşıyoruz. Yusuf kuyudan da zindandan da çıkar. Çünkü o güzel rüyalarını kimseye satmadı. Sen gökdelenlerin tepesindeyken bile kuyularından çıkamazsın. Çünkü kuyu üzerine görülmüş rüyalar satın aldın. Umduğun değişmeden bulduğun değişmeyecek.

5 Temmuz 2017 Çarşamba

Kuyusuz da Yusuf bulunmaz ki!

"Gençliğimde en yüksek bir intibah şahikasına çıktığımı sanıyordum. Şimdi anlıyorum ki, o intibah, intibah değilmiş. Ancak, uykunun en derin kuyusunda bulunmaktan ibaret imiş." Mesnevî-i Nuriye'den.

Ben bu kadar değilim. Daha fazlası var. Semada yanar söner bir göktaşı değilim. İnanıyorum. Eylediğimden ibaret olamam. Korkuyorum. Yüzeyim beni bunaltıyor. Seziyorum. İçimde benden de güzel bir insan var. Kalemimle onu çıkarmaya çalışıyorum. Yazarken en çok yapmak istediğim bu. Sanıyorum her yazar az-çok bunu deniyor. Öyküler kurgulayanın da, denemeler karalayanın da, şiirler yazanın da arzusu yaşadığı gerçekten öte ikinci bir gerçeklik âlemine kavuşmak. Bulduğundan kaçıp umduğuna uzanmak. 'Daha çok' varolmak değil belki. Ama 'daha farklı' varolmak. Yazmak bize 'daha farklı varolabileceğimizi' söylüyor. Yaşanılandan başka ihtimaller de var. Yalnızca bu değilsin. İçinde çok âdemler gizlenmiş bir âdemsin. Kalemi batırdıkça birisinden ses geliyor.

Düştüğün boşluklar, üzerine üzerine gelen duvarlar, alnına anne eli gibi dokunan soğuk ter, nedensiz gözyaşların, içine sığamadığın odalar ve şu geçmeyen hüznün şahidin olsun. Hayatın hayaline yetişemiyor. Sen bu fiiler içinde sıkışmak için yaratılmadın. Yüzeydeki kardeşlerin hiçbirisi Yusuf yüzlü değil. Gözün onlarla doymuyor. Taşlar bir türlü yerine oturmuyor. Yolculuklar bitiyor fakat yol bitmiş gibi gelmiyor. Bu işte bir tuhaflık var! Uykuların kaçıyor. Ne güzel. Canın sıkılıyor. Ne iyi. Cebrail de o Nebî-yi Muhterem'e okumasını öğretmeden canını kolları arasına alıp sıkmıştı. Sıkı can iyidir. Tez okur. Sıkı can iyidir. Çok arar. O kardeşleri ardında bırakarak kuyuya koşuyorsun. Beyaz kağıda sığındığın her anın arkaplanında bu var.

Yusuuuf! Yusuuuf! Yusuuuf! Ne kadar derine düştü şu Yusuf? Sesleniyorsun. Ağzından ses çıkmıyor. Civardan ses gelmiyor. Sessizliğin sızısından başka ses yok. Hem kuyunun ağzını da körletmişler. Ne yapılacak? Kalemle kazmaya başlıyorsun. İşte biraz açıldı. Kulak sığar ancak. Yusufî ilhamlar kulağına değmeye başlıyor. Oh! Evet, çok şükür, hâlâ yaşıyor. Demek Yusuf ölmemiş. Çok şükür. Demek hâlâ biraz Yusuf'um. Çok şükür. Mutlu oluyorsun.

Fakat hayat kuyuyu beklediğin gibi bekler mi seni? Tekrar yüzeye çıkıyorsun. Ne için? Işık görmek için. Nefes almak için. Karnını doyurmak için. Kaleme mürekkep gerek. Onu almak için. Kolları dinlendirmek gerek. Onu başarmak için. Bahaneler üretiyorsun. Yusuf'un kardeşleri bahaneler üretiyor.

Neden Leyla'dan vazgeçtiğini Mecnun yanlarına da anlatabilmen lazım. Bahaneler bu işe yarar. Yüzeye tekrar çıktığında, Yusuf değil, kardeşleri seninle konuşmaya başlıyor. O kadar çok kardeşi var ki Yusuf'un. Bu kesret adama kulağını unutturur. Kazmaktan kolay yaşamak. Dalmaktan kolay süzülmek. Bir gün; çadırdaki sıcak yemek, rahat döşek, güzel sohbet, seni kuyudaki sesleri duymaz hale getirecek. Bir kulakta iki ses olmuyor. Bir kalbe iki aşk sığmadığı gibi. Biliyorsun, ama Yusuf da sende, kardeşleri de...

Yazarak direniyorsun. Oruç tutarak direniyorsun. Namaz kılarak direniyorsun. Bütün bu dirençler kuyuyu unutmamak için. Kuyu varsa umut var. Kardeşleri Yusuf'u kuyuya attılar. Kardeşler kim? Yusuf kim? Kuyu kim? Yakup kim? Atan sensin, atılan sensin, düşülen sensin, özleyen sensin. Her kıssa içindeki kıssa sensin. Bir yanın kuyunun içinde. Diğerleri kuyunun dışında. Her ayet üzerinden konuşulan sensin. Kulağın sığacak kadar yer aç onlarda.

Yakub'un ağlıyor. O farkında. O diğerleri gibi değil. Vicdanın sızlıyor. Nefsin kuyu üstündeki yalancı. Yırtılmamış gömleğe sürecek kan arıyor. Fıtratın diyor ki: "Bir ses var kulağımızda eksik." Yusuuuf, Yusuuuf, sesin var unutmaya başladığımız. Yüzün var güzelliği silinen. Ayağını bastığın taşlar soğumaya başladı. Senin de bizden bir parça olduğunu unutmadan nasıl yaşayacağız?

Yusuuuf! Yusuuf! Yakub seni özlüyor. Biz de seni özlüyoruz. Fakat secde etmemiş ne çok kardeşin var. Yüzleri gözlerimizi dolduruyor. Uykuları uyanıklığımızı alıyor. Tabire yer kalmıyor Yusuf. Secdemizi unutuyoruz. Tabir edilmeyince rüyalar hakikat sanılıyor. Korkuyoruz yüzeydeki bu kalabalıktan. Kesretten korkuyoruz. Vallahi, böyle giderse, kuyuyu da unutacağız. Kalem kalacak fakat kazmayı bırakacağız. Kuyusuz da Yusuf bulunmaz ki. Peki biz Yusuf'u çıkarmazsak kim çıkarır bizi kuyularımızdan?

24 Haziran 2017 Cumartesi

Kastettikleri mehdi değil sensin!

Hollywood filmlerinde şuna çok rastlarız: Direnişleri dinsel metinler, kehanetler veya efsaneler ateşler. Yüzüklerin Efendisi serisinde de vardı. Diğer birçoklarında da var. Halkın umudu dirilmek için kadim bir delili/geleneği arar. (Psiko-sosyolojik bir gerçektir bu. İsterseniz buna 'fıtrat' da diyebilirsiniz.) Kendi içinden bir şahidi. Daha önce inandığı birşeyi. Bir 'mümkünlük'ü. Bir 'olabilirlik'i. Bir hayali... Ve senin yeniden aşıladığın umut onunla bir yerlerde tevafuk ederse, diyelim efsanede geçen birşey senin elinden zuhur ederse, o umudu alev alev bir yangına dönüştürür. Halk inanır. Halk umutlanır. Halk ayaklanır. Artık direnişin zamanı gelmiştir. Su çatlağını yeniden bulmuştur.

Siyer-i Nebî'yi okuyanlar da Asr-ı Saadet'e böyle birçok hidayet öyküsü olduğunu bilirler. En meşhurlarından birisi Selman-ı Fârisî'ninkidir (r.a.). Onu İran'dan Medine'ye getiren peşine düştüğü bir düştür. Öncekilerin haberleri, yani Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın pişdarları, onun gelişine insanlığı hazırlamışlardır. Geleceğine dair, alametlerini de vererek, dikkat çağrılarında bulunmuşlardır. Ve o dönemde, birçok insan, daha önce işittiği haberlerin tasdikini/delilini Efendimiz aleyhissalatuvesselamda gördüğü için İslam'a girer.

Modern zaman âdetlerinden 'mehdinin inkârı' beni şu tarafıyla ayrıca düşündürüyor: Bu inkârla öldürülmek istenen ne? Sadece bir kavram mı? Yoksa o kavram etrafında büyüyen umut mu? Meselenin hadis ilmiyle ilgili kısmını epeyce tartıştık. Vardığımız kanaat şu oldu: Bu işi tartışmaya açamayız. Eğer senetleri bu kadar kuvvetli ve rivayetlerinin sayısı tevatür derecesinde bir meseleyi inkâr edersek, bundan sonraki adımımızın "Dünya aslında tepsi şeklindedir!" olmayacağını kimse garanti edemez. Çünkü nihayetinde bilgi denilen şey illa ki birilerinden ulaşıyor. Yani bir nakille ulaşıyor.

Her bilgi, eğer keşşafı bizzat kendin değilsen, nakildir. Yani nakil yoluyla sana gelmiştir. (Hiç gitmediğim ABD'nin varlığını bana nakledilen bilgiler öyle iddia ettiği için öyle biliyorum.) Dünyanın yuvarlaklığını parmağında döndürdüğü veya bizzat dışarıdan izlediği için bilen mi var? Bu konuda hepimiz 'aksi iddia edilemez bir şekilde öyle söylendiği için' böyle olduğuna inanıyoruz. Gelen veriler öyle dediği için 'böyledir' diyoruz. Hadis ilminin yüzyıllarca sınanmış/denetlenmiş kıstaslarıyla bize gelen, hem de çoklukla ve tekrarla gelen, bir haberi reddetmekle dünyanın yuvarlaklığını reddetmek arasında ne fark var? Benim nazarımda hiçbir fark yoktur. Hatta, hadis ilmine NASA'nın verilerinden daha çok güvenirim, açık söyleyeyim. Çünkü hadisler Kur'an'da sadakatleri ve doğrulukları övülen bir nesilden kaynayıp gelir.

O halde bu meselenin hadis-i şeriflere bakan yönüyle maksadı açık: Dinin altını dinamitlemek bu. İslam'da bilgi naklinin en kuvvetli/güvenilir şekliyle aktarılmış bir meseleyi (ki malumunuz Kur'an'ın da nakli tevatürledir) 'inkâr edilir' kıldıktan sonra dinin gerikalanını üfleyerek devirmek pekâlâ mümkün olur. Bu tıpkı şuna benzer: Hakkındaki karşıkonulmaz bilimsel veri yığınına rağmen "Dünya tepsi şeklindedir!" dedirtmeyi başardığınız insana "Ay da gökte uçan bir peynir tekeri!" dedirtmek kolaydır. (O kadar çok peyniri kim istemez?)

O kıvama geldikten sonra, dünyanın değil, güneşin döndüğüne bile inanır insan. Mesele, mürşidimin tabiriyle, 'enenin gaga ve pençesiyle akılları havaya kaldırmak'tır. Akıl, bir kere o 'akılalmaz inkâr özgüvenine' kavuşup ayaklarını hakikatten kesmeyegörsün, onu 'dalâlet derelerine atıp dağıtmak' kolay olur.

Bu birinci tarafı. İkinci tarafı ise bana daha enteresan geliyor. O da şudur: Naklî bilginin kuvve-i hayaliyeyi açan/geliştiren/sürümünü yükselten bir yanı da vardır. Buna dair daha önce de yazdım. Tekrarı da güzeldir. Bediüzzaman'ın 20. Söz'de 'peygamber mucizeleri' ve 'teknolojik buluşlar' arasında kurduğu ilgi bize bunu söyler: İnsanlığa teknolojinin düşünü görmeyi mucizeler öğretmiştir. Yani onların beşerin hatırına düşürdüğü 'mümkünlükler' sayesinde beşer böyle şeylerin 'olabilirliğiyle' tanışmıştır. Olabilirlikle tanışmak ise o şeyin hayaliyle tanışmaktır. Hayal, 'dimağdaki meratip' bahsinden de biliyoruz ki, düşünmenin veya inanmanın başlangıcıdır: "Dimağda meratib var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir."

Meseleyi bir örnekle açmaya çalışalım: Uçmanın hayalini bize kurduran nedir? Kuşlar öyle değil mi? Veya daha genel anlamda: Uçabilenler. Peki, uçabilen hiçbir canlı olmasaydı, o zaman durumumuz ne olurdu? O zaman bize uçmanın hayalini kim kurdururdu? Ben tahmin ediyorum ki, eğer kuşlar olmasa, insanlığın uçma yolculuğu başlamadan biterdi. Çünkü böyle birşeyin 'olabilirliğini' bilmezdi. Neden? Bence şundan: Varlığından (-ebilmek) haberdar olmadığımızın vukuundan (-ebilir) da haberdar olamayız.

İşte peygamber mucizeleri insanlık için böyledir. Onlar, tabir-i caizse, bizim aklımıza düşürülmüş karpuz kabuklarıdır. 20. Söz'de, Bediüzzaman, mucizeler sayesinde insanlığın böyle şeylerin imkanıyla nasıl tanıştığını ve bu imkanın nasıl bir hayal olarak 'dest-i teşvik' hükmüne geçtiğini şöyle izah eder:

"İşte, enbiyaların mânevî kemâlâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu'cizatlarından bahis dahi, onların nazirelerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki, mânevî kemâlât gibi, maddî kemâlâtı ve harikaları dahi, en evvel mu'cize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte, Hazret-i Nuh'un (aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan sefine ve Hazret-i Yusuf'un (aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan saati, en evvel beşere hediye eden, dest-i mu'cizedir. Bu hakikate lâtif bir işarettir ki, san'atkârların ekseri, herbir san'atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh'u (aleyhisselâm), saatçiler Hazret-i Yusuf'u (aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris'i (aleyhisselâm)..."

Süt Gibi Beyaz Kan Gibi Kırmızı'da, Alessandro D'Avenia, Leo karakterinin dilinden bizlere der ki: "Kağıtlar dolusu hayallerden kurtuluyorum. Hepsini kül ediyorum. Hepsini beyaz dumana dönüştürüyorum. İşte yanıt burada! Hayalleri küle dönüştürmek. Düşmanı kesin olarak yerle bir etmenin sırrı hayallerini yakmaktan geçiyor. Böyle olunca ayağa bir daha kalkma ve yeniden başlama gücünü bulamazlar kendilerinde. Şehirler ve başkalarının hayatları hakkında, başkalarının özgürlük ve sevda dolu öyküleri hakkında güzel hayaller kuramasınlar. Artık hiçbirşey hayal etmesinler. İnsanlara hayal kurma izni vermezsen onları köle edersin..." Bence; günümüzde mehdinin inkârının, önce oryantalistler, sonra da onların sömürü toplumundaki öğrencileri modernistler eliyle dillendirilmesinde böyle bir maksat da var. Bir hayali öldürmek istiyorlar.

Canına kastettikleri şey bu: Umudumuz. O umuda yaslanan direnişimiz. Çünkü biliyorlar: Bize vahiyle ve sünnetle gelen bilgi bizim mutlaka düşümüze düşer. Biz o düşümüze düşenin peşini bırakmayız. Ondan ümit kesmeyiz. O içimizde bir umut yangınına ve duaya dönüşür. Dualar gayreti ateşler. Gayret ise bir direnç yaratır ve sonuç aldırır. Ben de en nihayet bu kanaate vardım: Onlar aslında sömürü düzenlerinin devamını tehdit eden hayallerimizi yakmak istiyorlar. Tıpkı hilafeti kaldırarak ittihadın ümidini söndürdükleri gibi.

Bunun da üzerinde tekrardan yükseleceği kavramı öldürmeye çalışıyorlar. Hâlâ yangın istidadı taşıyan son kıvılcımı söndürme çabası bu. Çünkü nakille gelen haberler olmazsa onlarla ilgili kavramlar da olmaz. Kavramlar olmazsa ondan ateş alan hayalimiz de olmaz. Hayalimiz olmazsa umudumuz da olmaz. Umudumuz olmazsa gayretimiz de olmaz. Gayretimiz olmazsa direnişimiz de olmaz. Bence mehdinin inkârı üzerine sarfedilen şu gayretlerin arkasında 'modernizmin karşıkonulmazlığına inanan' küresel güçlerin ve onların çanak yalayıcılarının da payı var. O hayal varoldukça direniş de varolur çünkü. Ve direnenleri gönül huzuruyla köleleştiremezsiniz. Yusuf rüya gördükten sonra zindanda dahi hürdür. Gün gelir hakettiği yere geçer. Mısır'a aziz olur.

22 Haziran 2017 Perşembe

Oblivion'dan içimizdeki boşluklara: Ağır hafiflikler...

Bir zamanlar "Her insan kalbinde bir karadelikle yaratılmıştır!" demiştim. Bir yazımın başlığıydı bu. Hiç geçmeyen boşluk hissimizin kaynağına işaret ediyordu. "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur!" ayetini anlamaya çalışıyordu. Ve diyordu ki: "Sonsuzun doğurduğu boşluk ancak sonsuzla dolar." Bugün, ona devamla, 'boşluk' ve 'hafiflik' arasındaki farkı konuşmak istiyorum. Soruyla başlayalım: Biz 'boşluk' ile 'hafifliği' birbirinden nasıl ayırıyoruz? Yani ikisi de yoklukla ilişkili olan bu kavramların tanımlarındaki ayrım ne? Kalbimizdeki karşılıklarını farklı kılan ne? Bencileyin bu soruya şöyle cevap buldum diyebilirim: Hafiflik 'yokluğundan memnun kalınana' karşı duyulan bir histir. Boşluk 'yokluğunda eksik kalınana' karşı duyulur.

Evet, cevabımın arkasındayım, çünkü böyle hissediyorum. Her yokluk yükümü hafifleştirmediği gibi, her hafiflik de boşluğumu arttırmıyor. Hayatımda öyle şeyler var ki, onlar eksilse, bir daha tamam olmam ben. Yokluklarından kaynaklanan bir yük çekerim. Hafiflemem. Lakin öyle de "Hayatımdan çıksın!" istediğim şeyler var ki, onların yokluğu da bir boşluk hissettirmez bana, hakikaten hafiflik olur. Genel olarak şöyle söylenebilir belki: Gereksizin yokluğu hafifliktir. Gereklinin yokluğu boşluktur. Bu 'yokluğu boşluk doğuranlar' ve 'yokluğu hafiflik olanlar' bahsi beni ister istemez mürşidimin 3. Söz'üne götürüyor.

"O iki asker, o muarrif adamın sözünü dinledikten sonra, şu bahtiyar nefer sağa gider. Bir batman ağırlığı omuzuna ve beline yükler. Fakat kalbi ve ruhu, binler batman minnetlerden ve korkulardan kurtulur. Öteki bedbaht nefer ise askerliği bırakır, nizama tâbi olmak istemez, sola gider. Cismi bir batman ağırlıktan kurtulur; fakat kalbi binler batman minnetler altında ve ruhu hadsiz korkular altında ezilir. Hem herkese dilenci, hem herşeyden, her hadiseden titrer bir surette gider. Ta mahall-i maksuda yetişir; orada âsi ve kaçak cezasını görür."

Ah, ama acele ettim, hikayemizin başını alıntılamadım. Onu da dinleyelim: "Bir vakit iki asker uzak bir şehre gitmek için emir alıyorlar. Beraber giderler. Ta yol ikileşir. Bir adam orada bulunur. Onlara der: Şu sağdaki yol, hiç zararı olmamakla beraber, onda giden yolculardan ondan dokuzu büyük kâr ve rahat görür. Soldaki yol ise, menfaati olmamakla beraber, on yolcusundan dokuzu zarar görür. Hem ikisi kısa ve uzunlukta birdirler. Yalnız bir fark var ki, intizamsız, hükûmetsiz olan sol yolun yolcusu çantasız, silâhsız gider. Zahirî bir hiffet, yalancı bir rahatlık görür. İntizam-ı askerî altındaki sağ yolun yolcusu ise, mugaddî hülâsalardan dolu dört okkalık bir çanta ve her adüvvü alt ve mağlûp edecek iki kıyyelik bir mükemmel mîrî silâhı taşımaya mecburdur."

Sağa gideni, ağırlığına rağmen, silahı taşımaya iten neydi? Sola gideni, yoldaki rahatlığa rağmen, mutsuz kılan ne oldu? İşte bu temsilin detayları içinde 'hafiflik' ve 'boşluk' arasındaki nüans bize gülümsüyor. Ve belki bir kafa karışıklığının da adresi belli oluyor. Biz insanlar 'hafiflik' ve 'boşluk' ayrımında şaşırıyoruz. Boşluğunu hissedeceğimiz şeylerin her zaman hafifliğinin olmadığını unutuyoruz. Hatta boşluk hissini besleyen her yokluğun hafiflikten birşeyler götürdüğünü, omuzlarımızdaki yükü arttırdığını, işimizi zorlaştırdığını kaçırıyoruz.

Bediüzzaman'ın bu temsili ibadetler sadedinde vermesi boşuna değil. İbadetler bize her eylemin yük olmadığını öğretir. Rahmet olan zahmetler de vardır. Mesela farzlar yokluklarından hafiflik değil boşluk doğan şeylerdir. Allah'ı ve ona karşı sorumluluklarını öteleyen insanın boşluğu öyle bir noktaya varır ki sonunda kendisini yutar. Bu katlanılmaz çekilişten kurtulmanın yolunu karadeliğe karşı duyarsızlaşmayla aşmaya çalışır. Kuyuya düşerken duvarlardaki nakışlarla meşgul olur. Ki bunu da 3. Söz'ün ilk cümlesi bize söylüyor: "İbadet ne büyük bir ticaret ve saadet, fısk ve sefahet ne büyük bir hasâret ve helâket olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle..."

Fısk ve sefahet arkadaşlığı biraz da fıskın ortaya çıkardığı 'ağır hafifliklerin' farkındalığından başka yüklerle kurtulma çabası değil midir? Allah'ı hayatımızdan çıkardığımızda öyle bir boşlukla karşılaşırız ki, buna dayanabilmenin tek yolu, her an uyuşmaktır. İlla alkol ve uyuşturucu da kullanmak gerekmez bunun için. Hareketin de bir sarhoşluğu vardır. Modern insan dikkat dağıtıcılarla öyle sarınmıştır ki, bu toprak altındaki kafa, ellerinden toprağı alınıncaya kadar gözünü güneşe açmaz. (Toprağın alınmasının üzerine toprağın atıldığı ana denk gelişi ne ilginç bir ironidir.) Boşluğu hissetmez. Çünkü boşlukla yüzleşmez. Boşluğu oluşturan hafifliklerle elde ettiği 'zahirî hıffet'i modern medeniyetin yapmasını önerdiği meşguliyetlerle doldurur. Oruç tutmaz. Ama sürekli rejime başlar/bozar. Namaz kılmaz. Fakat yogası vardır. Camide vaaz dinlemez. Lakin sinemada başka kürsülerin sessiz müstemisi olur. Yaşadığı 'hafiflik' değil 'boşluk'tur çünkü. Ve bu boşluk dolmadığı her anda azap verir.

Bu meselenin birinci yanıydı. İkinci yanını ise şu soru başlatıyor: İnsanda bu boşluk hissi neden var? Neden, hatta en mutlu olduğumuz anlarda bile, yakamızdan düşmüyor? Neden en başarılı zamanlarımızda bile 'doğru şeyi yapıp yapmadığımızı' sorguluyoruz? Ben bunun bir yanının insanın cennetten dünyaya yolculuğu ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Biz insanlar Formula pistinden köy yoluna inmiş Ferrari gibiyiz. Ferrari yola bir şekilde devam ediyor. Fakat hareketlerinde bir tuhaflık var. Altına taş çarpıyor. Engebeleri aşmakta zorlanıyor.

Kendisini yolla uyumsuz hissediyor. Bu uyumsuzluğu bazen kendi 'işe yaramazlığına' yoruyor. Boşluk hissini en çok buradan yaşıyoruz. Aczimiz ve fakrımız dünyaya indiğimiz günden beri ensemizde iki nasihatçi. Arabamızın altına her taş değişinde "Neden böyle oluyor?" diye soruyoruz. Hayallerimizde yüz kilometreye birkaç saniyede çıkmak var. Fakat bu şartlarda mümkün değil. Hayalimiz cenneti unutamamış yanımızdır. Korku. Endişe. Bu uyumsuzluk imtihanın başladığını haber verdi bize. Yaşadığımız yerle hatırladığımız yer arasında bir uyumsuzluk.

Oblivion filminde dünyayı sömürmeye gelmiş o devasa uzaygemisinin beyinlerini yıkamak istediği insanlara sorduğu soru neydi? (Ki filmin içinde bu soruyu hep Victoria [Andrea Riseborough] cevapladı.) "Uyumlu bir ekip misiniz?" Uzaygemisi endoktrine edeceği insanlarda bunu aradı. Ve diyebiliriz ki: İnsanlığı kurtaran da Victoria'nın bu soruya bir yalanla karşılık vermesiydi. Hayır, onlar aslında uyumlu bir ekip değillerdi, çünkü Jack Harper (Tom Cruise) ona değil Julia'ya (Olga Kurylenko) âşıktı. Rüyalarında onu görüyordu. Bu gerçek hayatla rüyaları arasında bir uyumsuzluk yaratıyordu. Bu uyumsuzluk bir sorgulamayı ve arayışı tetikledi. Bu sorgulama ve arayış sayesinde de insanlık kurtuldu.

Doğru yerde olmadığımız düşüncesi bizi arayışa iten ana sebeptir. Eğer durduğumuz yerle tastamam uyumlu olsak, hiçbir rahatsızlık yaşamasak, o zaman arayışa da girmeyiz. Şeytan bizim beynimizi rahatlıkla yıkar. Bizi bize düşman eder. Oblivion'da Jack hakikaten Victoria'ya âşık olsaydı duracaktı. Huzur duyacaktı. Hayatı ve rüyaları hakkında sorular sormayacaktı. Kendimize dönelim: İnsan da dünyada tastamam mutlu olsaydı cenneti aramayacaktı. Cenab-ı Hakkın bizi, aslımızı, atamızı önce cennetle tanıştırıp sonra dünyaya göndermesi büyük bir lütuf. Tanıştırıldığımız yoksunluklar sayesinde varolmakta kararsızlaştık. Bunlar bizi imtihan edilir kıldı. Eğer şu uyumsuzluktan doğan mübarek boşluk hissi olmasaydı hiç Allah'ı arar mıydık?

10 Ocak 2014 Cuma

Çok kimlikli olmanın kökenleri 4: Şebperestlik

Sen de onlara: Eğer sahiden doğru söylüyorsanız delilinizi getirin." (Bakara sûresi, 111. ayetten)

İlk kez 28. Mektup’ta görmüştüm o ifadeyi. Bediüzzaman, ‘rüya’ ile ilgili bir bahse girizgâh yaparken onu alıntılamıştı: “Ne şebem ne şebperestem men. Ğulami şemsem, ez şemsi mi gûyem haber...” Manası şöyle veriliyordu aynı sayfanın altında: “Ben ne geceyim, ne de geceye kulluk ederim. Ben bir hakikat güneşinin hâdimiyim ki, size ondan haber getiriyorum.” İfade Farsçaydı ve İmam-ı Rabbani’ye (k.s.) aitti. Yani nakşibendiliğin ve tasavvuf mesleğinin güneşi, ekser ulemanın kanaatine göre ‘ikinci bin yılın müceddidi’ olan birisine.

Günlerce düşündüm ben bunu; “Geceye tapmakla rüyanın ne alakası var?” diye. Sonra bir gün, bir sözlükte şebperest kelimesinin tasavvuf içre bir anlamına rastgeldim. Şöyle deniyordu: “f. Geceye, rüyaya ve uykuya fazla kıymet veren...” O zaman anladım ki, ‘şebperest’ mecazi ve eleştirel bir ifadedir. İmam-ı Rabbani gibi hakikat mesleğindeki zatlar, rüyaya düşkün ehl-i zevk ve keşf erbabına bu ifade ile bir eleştiri getirmektedir. Bediüzzaman da yine bu yüzden, rüyaya düşkün gördüğü bir talebesine, ihtarından evvel bunu alıntılamıştır. Ve devamında demiştir:

“(...) kardeşim, seninle mahz-ı hakikat dersini müzakereye alışmışız. Hayalâtlara karşı kapısı açık olan rüyaları tahkikî bir surette mevzubahis etmek, tahkik mesleğine tam uygun gelmediğinden, o cüz’î hadise-i nevmiye münasebetiyle, mevtin küçük bir kardeşi olan nevme ait ilmî ve düsturî olarak altı nükte-i hakikati, âyât-ı Kur’âniyenin işaret ettiği vecihte beyan edeceğiz.” Hem yine devamında demiştir: “Kur’ân ile tefe’üle ve rüyaya itimada ehl-i hakikat taraftar değiller.”

Sonrasında okuduğum metinlerde de bu ifadeler aklımda oldu. Gördüm ki, ehl-i hakikat, hangi dalda ihtisas sahibi olursa olsun, o meslek erbabını rüyasını sınamak noktasında uyarmış. “Aman!” demiş. “Dikkat!” demiş. Nasıl bir sınamak bu? Rüyayı Kur’an ve sünnet ölçüleriyle sınamak. Mesela fakihler demişler ki: “Rüya, fıkhın delillerinden değildir.” Örneğin; bir adam, rüyasında “Sen bundan sonra namaz kılma. Senden namazı kaldırdık!” diye birşey işitse, o rüya ile amel etmesi caiz değildir. (Gavs-ı Âzam Hazreti Abdülkadir’in böyle bir menkıbesi bulunur.) Çünkü Kur’an ve sünnetin açık emirleri ve hükümleri vardır. Bu noktada rüya ile fıkıh şekillendirilemez. Ancak Kur’an ve sünnete muhalif olmayan manalarda (rüya-yı sadıka nevinden olduğuna kesin kanaat getirilirse ve tabiri de ehline yaptırılırsa) güzel bir zan olarak ümit edilebilir. Yoksa rüyalardan yeni hükümler çıkarılamaz. Eskileri onunla kaldırılamaz. Hele üzerinde Kur’an, sünnet, icma ve kıyas ölçüleri işletilmeden “Ben rüyamda böyle gördüm. Bana böyle emredildi. Ben böyle yapacağım!” denilemez.

Diyenler olmamış mı? Olmuş. Fakat onlar da hakikat mesleği erbabınca hep sigaya çekilmişler. Mesela İbn-i Arabî (k.s.) ki, büyük bir velidir; eserlerinde yakazaten kendisine bildirilen hadisleri naklettiğinden, ulema, onun eserleri okunurken dikkatli olunmasını söylemişlerdir. “Hususi, yakazaten kendisine söylenmiş şeyler olabilir. Fakat onlardan ümmete emir çıkarılamaz ve o has sözler genel hükümler için ölçü olamaz!” demişlerdir. Nihayetinde bir müfessir olan zaman göstermiştir ki, onun mesleği, kendisine ve Sadreddin-i Konevi gibi şahıslara hastır. Kendisi hâdi olsa da her meselede ve her zaman mehdi olamayacaktır. Çünkü keşfini, hakikate nazaran daha fazla önemsemiştir. Ümmetin geneline hitap edense hakikat mesleğidir. Belki de bu yüzden İmam-ı Rabbani (k.s.) der:

"Hakaik-i imaniyeden bir meselenin inkişafını, binler ezvak ve mevâcid ve kerâmâta tercih ederim." Hem der: "Bütün tariklerin nokta-i müntehâsı, hakaik-i imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır." Hem yine der: "Velâyet üç kısımdır. Biri velâyet-i suğrâ ki, meşhur velâyettir; biri velâyet-i vustâ, biri velâyet-i kübrâdır. Velâyet-i kübrâ ise, verâset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikate yol açmaktır." Hem yine der: "Tarik-i Nakşîde iki kanatla sülûk edilir. Yani, hakaik-i imaniyeye sağlam bir surette itikad etmek ve ferâiz-i diniyeyi imtisal etmekle olur. Bu iki cenahta kusur varsa, o yolda gidilmez." Yani feraizden taviz verenler, itikadında sapma olanlar ne nakşi mesleğinde ne de hakikat mesleğinde söz sahibi değildirler. İsterlerse havada uçsunlar, ister suda yürüsünler.

Rüya konusunda, Bediüzzaman, sadık rüyaların hakikatini kabul edip onlara dair çok şeyler anlatsa da, külliyatın genelinden anlarsınız ki; rüyaların fazla medar-ı bahs olmasını sevmemektedir. Hatta yıllar önce gördüğü Ağrı dağının parçalanması tasviri ile meşhur rüyasını anlatırken bile orada kendisine “İ’caz-ı Kur’an’ı beyan et!” diyen kişinin ismini vermez. Mühim birisinin âmirane söylediğini zikredip geçer. Nur talebelerinin o şahsın kim olduğuna dair çok teorileri vardır. Ancak bence Bediüzzaman’ın o ismi vermeyişi yine hikmetli ve sırlıdır. Belki de o isim üzerinden kendisine fazilet atfedilmesine ve rüya üzerinden zatına inkıyad edilmesine sebebiyet vermemek içindir. (Lemaat’taki Meclis-i Nuranî bahsinde de yine meclisteki kişilerin kimler olduğunu yâd etmez.) Dedim ya, o bir hakikat güneşi hâdimidir. Hakikatin, hayalattan fazilet almaya ihtiyacı yoktur. Bu yüzden de lahikalar boyunca kendisine yazan talebelerinin bu tarz nakillerine iltifatı zayıftır. Bazı olur, tek satırla, “Tabiri çıkmış” deyip keser.

Yine manevî keşfiyatını dahi mizana vurduğunu görürsünüz Bediüzzaman’ın. Mesela; “Eski Said, bir hiss-i kablelvuku ile iki acip hadiseyi hissetmiş, fakat rüya-yı sadıka gibi tabire muhtaç imiş…” dediği yerde kendi keşfini yorumlamakta yaptığı hatayla yüzleşir. Rahattır her zaman. “Bediüzzaman’ı büyük yapan nedir?” diye bana sorulduğunda vereceğim cevap da hazırdır: “O, kendisinde gördüğü hatalarla yüzleşecek kadar, hayatını ikiye bölüp mazisini mizana vuracak kadar merttir.” Yaptığı hataların arkasını yüz tevil ile toparlamaya çalışmaz. Talebelerini buna çalıştırmaz. Yanlışa yanlış der ve yoluna devam eder. Yine lahikalarda, ebced hesaplarında yaptığı düzeltmeleri kayıt altına aldırmakla bu rahatlığını ortaya koyar.

Şimdi bir kenarda İmam-ı Rabbani gibi, Bediüzzaman gibi hakikat güneşi hâdimleri vardır; diğer yanda rüyacılar. Onları nasıl tanırsınız biliyor musunuz? Fıkıhtan, Kur’an’dan, sünnetten saptıkları her anda, tevbe etmek yerine, yeni bir rüya ortaya çıkarmalarıyla. Şapkadan tavşan çıkarır gibi rüya çıkarırlar onlar. Mesela dersiniz: “Yahu bu Türkçe olimpiyatları ne Kur’an’ın emri, ne sünnette var? Hem asabiyet kokuyor. Neden bu kadar kaynak, insan, zaman buna ayrılıyor? Bu nasıl Kur’an hizmeti? Hem kızlı-erkekli gençlerin gelip şarkı söylediği bu şey, nasıl bir din gayreti?” Daha soru ağzınızdan çıkmadan bir rüya uçup gelir mektuplarla: “Allah Resulü Türkçe olimpiyatlarına gelmiş!” Şap diye ağzınıza rüya tokatını yapıştırırlar. Daha ne fıkhı hatırlarlar, ne sünneti. “Hakikat mesleğinde rüyalara o kadar itimat edilmez” de diyemezsiniz, fıkıhta rüyaların delil sayılmadığını da.

Daha da fenası; ehl-i iman arasında beddualaşmak gibi elim bir hadiseyi masaya yatırırsınız. “Bu yanlış birşeydi. Tamam, bir hatadır oldu. Savunulmasın. Özür dilensin!” Aman, aman! Nasıl böyle birşey söylersiniz? Bu ihtarı yapan bir kardeşime, yine camiadan olan kardeşinin dediği gibi: “O beddua, Allah Resulü’nün rüyada emretmesiyle yapılmıştır. Onun emri olduktan sonra, daha nasıl sorgulanır?”

"Ulan ne iş? Din yeniden rüyalarla mı vahyolunuyor!" diye bağırasınız gelir, ama merhametiniz el vermez. Karşınızdaki bir şebperesttir çünkü. Şebpereste hakikat dersi vermek, deveye hendek atlatmaktan zordur.

Camiadaki (veya Hizmet Hareketindeki) kardeşler arasında bu rüya meselesi enteresan bir revaçtadır. “O rüyasında şunu görmüş. Bu rüyasında falancadan emir almış. Zaten büyüğümüz her gece rüyasında onunla beraber. Falanca abiye rüyasında söylemişler. Yeşil kubbeden geliyor tüm haberler…” böyle garip ve korkutucu bir tarık-ı hayalat (hatta mezheb-i hayalat), kendi fıkhını rüyalar üzerinden ufaktan ufaktan kurgulayarak, gelmeye başlamıştır. Türbana füruat dese de güzel anlaşılır, Mavi Marmara’ya tüm ümmeti küstürmek pahasına çirkin baksa da, mümin bir topluluğa beddua sallasa da...

Doğru ya, haberler rüyalardadır. Strateji gündüzleri değil, geceleri fakslanmaktadır. Daha fazlasına ne gerek vardır? Ve şalter kapatılır. Daha da acibi: Ortaokul çağındaki öğrenciler sınavlara çalışmak için abilerin rahle-i tedrisine ilk diz çöktükleri günden itibaren bu rüya tedrisine de başlarlar. Önce abilerin gördüğü rüyalardan bir girizgâh yapılır. Sonra genç sık sık; “Rüyanda filanı gördün mü? Falanı gördün mü?” sorularına muhatap kılınır... Bu tamamen bir zemin çalışmasıdır aslında. Böyle bir zeminde yetişen çocuk, Kur’an’a, sünnete, fıkha, icmaya, kıyasa bakacağına; abisinin, ablasının rüyalarına bakmaya başlar.

Böylece istedikleri evrilmeyi yaşatabilirler onlara. İstedikleri yeni kimliğe sokabilirler. O çocuk, madem dinî emirleri vahiyden değil, rüyadan çıkaracaktır; her türlü kandırılır. Her pozisyona sokulur. Her kimliğe saptırılır. Bir ‘çok kimliklilik’ eğitimi de buradan verilir böylece. Esneme eğitimi, kıvırma eğitimi, emredildiği anda yer ve yörünge değiştirme eğitimi; rüyaya göre şekillenme eğitimi. Fıkıhla, vahiyle, sünnetle sınanmama, hem sınamama eğitimi. Halbuki yine 28. Mektup’ta İmam-ı Rabbanî (k.s.) ne demektedir: “Evliyaya tuzak olan hayaller, ilahî bahçelerin ay yüzlü güzellerinin akisleridir...” Yani bazen tuzak, ay yüzlü güzellerin yüzünde gülümser. Bazen de şeytan sağdan gelir. Kıyamet kopana kadar bu imtihan bitmez. Güneşi seçen yolundan şaşmaz, geceye tapan önünü görmez. Bu, böyledir.



Bitirirken bir not: Daha Bediüzzaman’ın sağlığında, Nur talebeleri mabeynindeki ilk fikir ayrılığı diyebileceğimiz, Hüsrev abinin Latin alfabesi ile Risale basımına karşı verdiği tepkinin de yine bir rüyadan kaynaklanması, rüya meselesindeki endişemize not olarak eklenmeye değer birşeydir.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...