Boğulmak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Boğulmak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Temmuz 2017 Çarşamba

Boğulmak da bir işe yarar

Bilmem ki o dönemlerde de takip edenleriniz oldu mu? Bir zamanlar kitaplar hakkında karalamayı severdim. Ancak, bir noktada, bu bana 'kendimin kenarından geçmek' gibi gelmeye başladı. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Başkalarını anlatırken detaylaşıyorsunuz. Oradan size uzanan bir derinlik yoksa (yani o bir açıdan da siz değilseniz veya ondaki birşey sizde de yoksa veya onla meşgul olmaktan canınız huzur bulmuyorsa) böyle oluyor. Gösterdikçe görünmüyorsunuz. Yazdıkça (tam tersi olması gerekirken) uzaklaşıyorsunuz.

Detay olmaya diyecek birşeyim yok. Zaten aslolacak kadar kıymetli bulmuyorum kendimi. Mutlaka kendimden başka birşeyle (bir cümlenin virgülü olarak bile olsa) bir anlam bulmam lazım. Arızîye başka türlü huzur yoktur. Ama 'herşeyin detayı olmak' da o kadar silik bir his ki. Herşey hakkında konuşmuş bir hiçbirşey. Öyle ya! Her anlama gelebilen aslında hiçbir anlama gelmez.

Yüzeye yayılmış. Yayıldıkça sığlaşmış. Derinliği kaybolmuş. Çoğalırken azalmak bu. Mantık bile, bir noktadan sonra, insanı tevhide iman etmeye zorluyor. (Bu cümlemde hata var. Mantık insanı her zaman tevhide imana zorlar. Ancak insan her zaman farketmez.) Birşeye dair olmayacaksak herşeye dair olmaya başlıyoruz. Herşeye dair olmaksa hiçbirşeye dair olmaya çok yakın. Nasıl? Belki şöyle: Ayna, yansıtabildiği kadar değil, gösterebildiği kadar aynadır. Çünkü, 'yansısın' diye değil, 'görülsün' diye gösterir.

Aynanın potansiyel olarak 'herşeyi yansıtabilir' oluşu 'aynalığı' için gereklidir. Ancak onu pratikte faydalı kılan 'yansıttığı şeyi göstermesi'dir. Bu netlik gösterilecek şey sayısı arttıkça azalır. Bir ayna düşünün ki: Boyu bir karıştan hallice. Ancak bütün İstanbul'u kuşatacak bir yükseklikten, sözgelimi bir balondan, aşağı tutuluyor. O hâlâ bir ayna mıdır?

Potansiyel olarak: Evet. Pratikte ise: Hayır. O artık bir ayna değildir. Neden değildir? Çünkü görevini yapabilmesi için birşeyleri göstermesi gerekir. O kesrette ise hiçbirşey net görünmez. Bu demektir ki: Ayna ne kadar çok şeyi göstermeye çalışırsa o kadar aslî fonksiyonundan kaybeder. Potansiyelinden değil ama işleyişinden. Mahiyetinden değil amma ifasından. Sınırlı olanın 'daha çok şeye dair' oluşu, aynı zamanda, 'daha az şeye dair' oluşudur. Zaten 'sınır' dediğimizde kastettiğimiz şey de 'geçildiğinde kuralların değiştiği' yerdir. Çokluğunda zehir olan o kadar çok şey vardır ki azlığı şifadır.

Allah sonsuzdur. Çünkü Allah için isim, sıfat ve şuunatının iktizalarının/tecellilerinin kural değişikliğine uğradığı bir sınır yoktur. Ayna muhabbeti sıktı sizi. Daha somut birşey arayalım. Sahip olmaya gelelim. Sahip olunanların sayısını arttırmak, onlara sahip olma derecenizi arttırır mı, azaltır mı? Cevabı ararken Kungfu Panda'da Usta Oogway'in dediği hakikatli söze atıf yapalım: "Ne kadar çoğuna sahip olursan o kadar azı senin olur!" Sahip olduklarımızın sayısının artması onlardaki tasarrufumuzu azaltır.

Nice multimilyarderler vardır ki sahip olduklarının birçoğunu görmemişlerdir. Nice zenginler vardır sahip olduklarının bazılarını hiç bilmemişlerdir. Nice gayrimenkul kralları vardır mülklerinden birçoğuna adımlarını atmamışlardır. Sınırlı olanda 'kuşatmanın artımını' ifade eden her eylem, aslında o şeylere karşı duyulan 'birebir ilginin azalmasını' ifade eder. Bin güzele birden âşık olan Mecnun hiçbirinin vuslatına eremeyerek cezasını bulur.

Leyla-Mecnun bahsinin açıldığı iyi oldu. Çünkü Leyla'dan Mevla'ya gidiş sürecinde geçirilen o müthiş cinnet (kesretin cinneti) bana ayrıca kıymetli geliyor. Ona da dokunalım. Hikayeyi bilenler hatırlayacaklar: Mecnun birara aşkından öyle bir hale gelir ki, çölde karşılaştığı hayvanların dahi gözlerini, "Belki Leyla'yı görmüştürler!" diyerek öpmeye başlar. Bu bir cinnettir. Cinnetle aşkın yaklaştığı hal, aynı zamanda, Leyla'dan Mevla'ya geçişi de yakınlaştırır.

Sevileceklerin sayısı arttıkça insan ilgilenebilme sınırına yaklaşır. Bir kalp çok defa sevse de kaç defa atar? Sevmekte sınır yoksa da sevende sınır vardır. Sınırına yaklaşan aczine yaklaşır. Ayna, içine sığdıramayacağı kadar şeyi, aşktan bir cüretle kuşatmaya çalıştıkça yansıtmaktan kör olur. Göstermek istedikçe gizler. 'Yansıtmanın' her zaman 'göstermekle' aynı anlama gelmediğini farkeder. Bu boğulma ona suyun derinliğini ve boyunun kısalığını öğretir. Ve insan bir Leyla ile başladığı yolda, çoğalan Leyla'ların eziyetinden kurtulmak için, bir Mevla'ya sarılır. Çünü o 'bütün çoklukların kudret elinde dürüldüğü bir'dir.

Boğulmak da bir işe yarar. Sanıyorum bu türden tüm boğulmaların böyle bir öğreticiliği var. İnsan duvarlarına çarptıkça ayılıyor. Su boyunu aştıkça uyanıyor. Dışındaki nesnelerin duvarı değil çarptığı. En çok içindeki duvarlara çarpıyor. Sınırlarının duvarına çarpıyor. Kendini bilmenin aslı 'ne kadar olduğunu' bilmektir. Sınırlarını tanımayan tuttuğu alanı bilmediğinden ne olduğunu da bilmez. Sınırlarımız olduğunu farkettiğimizde 'kul' diyebileceğimiz bir mütevazı alana sahip oluruz. Sınırını farketmeyen ise 'ben' dediği ve giderek büyüdüğünü sandığı bir vehme sahip olur. "Hülâsa: Ene, haddizatında bir hava, bir buhar gibi iken, verilen ehemmiyete göre mâyi haline gelir. Sonra ülfetle kalınlaşır. Sonra gaflet ve isyan ile öyle kalınlaşır ki, sahibini yutar."

Bunu bile bir derece hayra yorarız. Sonra bu yoğunluğun şiddetinden çökmeler başlar. Tıpkı bir Süper Nova gibi taşıyamayacağımız bir 'ben' yoğunluğu bizi içimize çökertir. Dert sahibi oluruz. Dert insanı nasıl olgunlaştırır? Dert insanı içinden ötesine yollar aratmakla ve açmakla olgunlaştırır. Omuzlarının gücüne güvenmeyen başka bir omuz arar. Ellerinin hamaratlığına güvenmeyen başka ellerden yardım ister.

Kabındaki suyla alemi sarayım diye uğraşırken en sonunda incelmekten kendini delersin. (İnşaallah) Kendinden ötesine çökersin. Böylece kısa bir yol bulursun. Yardım istemek kendini delmektir. Dua etmek bu deliği genişletmektir. Arkadaşım, sen, daha çok şeye sahip olmakla varlık arıyordun. Sınırlarını öğrenmen için bu 'had konulmamış kuvveler' gerekliydi. Zira kafesin tellerine çarpmak/tanışmak için göğü arzulamalıydın. İçindeki sınırsızlıklar aslındaki sınırları tanımanı sağladı. Had konulmayan yerlerinde haddini bildin. Canın acıya acıya bildin. Sarsıla sarsıla bildin. Artık bu yükü terket. Mahvoluyorsun.

5 Temmuz 2017 Çarşamba

Kuyusuz da Yusuf bulunmaz ki!

"Gençliğimde en yüksek bir intibah şahikasına çıktığımı sanıyordum. Şimdi anlıyorum ki, o intibah, intibah değilmiş. Ancak, uykunun en derin kuyusunda bulunmaktan ibaret imiş." Mesnevî-i Nuriye'den.

Ben bu kadar değilim. Daha fazlası var. Semada yanar söner bir göktaşı değilim. İnanıyorum. Eylediğimden ibaret olamam. Korkuyorum. Yüzeyim beni bunaltıyor. Seziyorum. İçimde benden de güzel bir insan var. Kalemimle onu çıkarmaya çalışıyorum. Yazarken en çok yapmak istediğim bu. Sanıyorum her yazar az-çok bunu deniyor. Öyküler kurgulayanın da, denemeler karalayanın da, şiirler yazanın da arzusu yaşadığı gerçekten öte ikinci bir gerçeklik âlemine kavuşmak. Bulduğundan kaçıp umduğuna uzanmak. 'Daha çok' varolmak değil belki. Ama 'daha farklı' varolmak. Yazmak bize 'daha farklı varolabileceğimizi' söylüyor. Yaşanılandan başka ihtimaller de var. Yalnızca bu değilsin. İçinde çok âdemler gizlenmiş bir âdemsin. Kalemi batırdıkça birisinden ses geliyor.

Düştüğün boşluklar, üzerine üzerine gelen duvarlar, alnına anne eli gibi dokunan soğuk ter, nedensiz gözyaşların, içine sığamadığın odalar ve şu geçmeyen hüznün şahidin olsun. Hayatın hayaline yetişemiyor. Sen bu fiiler içinde sıkışmak için yaratılmadın. Yüzeydeki kardeşlerin hiçbirisi Yusuf yüzlü değil. Gözün onlarla doymuyor. Taşlar bir türlü yerine oturmuyor. Yolculuklar bitiyor fakat yol bitmiş gibi gelmiyor. Bu işte bir tuhaflık var! Uykuların kaçıyor. Ne güzel. Canın sıkılıyor. Ne iyi. Cebrail de o Nebî-yi Muhterem'e okumasını öğretmeden canını kolları arasına alıp sıkmıştı. Sıkı can iyidir. Tez okur. Sıkı can iyidir. Çok arar. O kardeşleri ardında bırakarak kuyuya koşuyorsun. Beyaz kağıda sığındığın her anın arkaplanında bu var.

Yusuuuf! Yusuuuf! Yusuuuf! Ne kadar derine düştü şu Yusuf? Sesleniyorsun. Ağzından ses çıkmıyor. Civardan ses gelmiyor. Sessizliğin sızısından başka ses yok. Hem kuyunun ağzını da körletmişler. Ne yapılacak? Kalemle kazmaya başlıyorsun. İşte biraz açıldı. Kulak sığar ancak. Yusufî ilhamlar kulağına değmeye başlıyor. Oh! Evet, çok şükür, hâlâ yaşıyor. Demek Yusuf ölmemiş. Çok şükür. Demek hâlâ biraz Yusuf'um. Çok şükür. Mutlu oluyorsun.

Fakat hayat kuyuyu beklediğin gibi bekler mi seni? Tekrar yüzeye çıkıyorsun. Ne için? Işık görmek için. Nefes almak için. Karnını doyurmak için. Kaleme mürekkep gerek. Onu almak için. Kolları dinlendirmek gerek. Onu başarmak için. Bahaneler üretiyorsun. Yusuf'un kardeşleri bahaneler üretiyor.

Neden Leyla'dan vazgeçtiğini Mecnun yanlarına da anlatabilmen lazım. Bahaneler bu işe yarar. Yüzeye tekrar çıktığında, Yusuf değil, kardeşleri seninle konuşmaya başlıyor. O kadar çok kardeşi var ki Yusuf'un. Bu kesret adama kulağını unutturur. Kazmaktan kolay yaşamak. Dalmaktan kolay süzülmek. Bir gün; çadırdaki sıcak yemek, rahat döşek, güzel sohbet, seni kuyudaki sesleri duymaz hale getirecek. Bir kulakta iki ses olmuyor. Bir kalbe iki aşk sığmadığı gibi. Biliyorsun, ama Yusuf da sende, kardeşleri de...

Yazarak direniyorsun. Oruç tutarak direniyorsun. Namaz kılarak direniyorsun. Bütün bu dirençler kuyuyu unutmamak için. Kuyu varsa umut var. Kardeşleri Yusuf'u kuyuya attılar. Kardeşler kim? Yusuf kim? Kuyu kim? Yakup kim? Atan sensin, atılan sensin, düşülen sensin, özleyen sensin. Her kıssa içindeki kıssa sensin. Bir yanın kuyunun içinde. Diğerleri kuyunun dışında. Her ayet üzerinden konuşulan sensin. Kulağın sığacak kadar yer aç onlarda.

Yakub'un ağlıyor. O farkında. O diğerleri gibi değil. Vicdanın sızlıyor. Nefsin kuyu üstündeki yalancı. Yırtılmamış gömleğe sürecek kan arıyor. Fıtratın diyor ki: "Bir ses var kulağımızda eksik." Yusuuuf, Yusuuuf, sesin var unutmaya başladığımız. Yüzün var güzelliği silinen. Ayağını bastığın taşlar soğumaya başladı. Senin de bizden bir parça olduğunu unutmadan nasıl yaşayacağız?

Yusuuuf! Yusuuf! Yakub seni özlüyor. Biz de seni özlüyoruz. Fakat secde etmemiş ne çok kardeşin var. Yüzleri gözlerimizi dolduruyor. Uykuları uyanıklığımızı alıyor. Tabire yer kalmıyor Yusuf. Secdemizi unutuyoruz. Tabir edilmeyince rüyalar hakikat sanılıyor. Korkuyoruz yüzeydeki bu kalabalıktan. Kesretten korkuyoruz. Vallahi, böyle giderse, kuyuyu da unutacağız. Kalem kalacak fakat kazmayı bırakacağız. Kuyusuz da Yusuf bulunmaz ki. Peki biz Yusuf'u çıkarmazsak kim çıkarır bizi kuyularımızdan?

3 Temmuz 2017 Pazartesi

Bu gürültüyü biz istedik

Korkmayalım. Üzerimize üzerimize gidelim. Yaralarımızı deşelim. Tekrar be tekrar duvarlarımıza çarpalım. Kanatalım. Rahatlayalım. Aynı cansıkıcı cümleleri yazalım. Mutsuz da olalım. Fakat kendimize numara yapmayalım. En çok buradan kaybediyoruz. İnsan bir kere kendisine numara yapmaya başladı mı arkasını toplamak zor oluyor. Çünkü yalanın en zor farkedileni o. Neden böyle? 'Olmak istediğin şeyi' veya 'olman istenen şeyi' olduğun şey gibi görüyorsun. Arzuladığın hakikatinmiş gibi dile geliyor. Ne acı bir gönül aldatmacası. Arzuyla hakikat aynı giysiye büründü mü ikisini ayırmak zordur. Adım adım kendinle aran açılır ama sen bunu bilmezsin. Hakikatinden başka birşey olursun.

Geri de dönemezsin. Dönecek zaman kalmaz çünkü. Hem senin ayaklarında yolu tekrar alacak güç kalmaz. Ağır ağır olursun. Sızısı da yavaş yavaş birikir. Turist Ömer'in dediği gibi: "Vicdan azabı gibi peşimdesin." Küçük bir cansıkıntısı hayatının fon müziğidir. Her an hafiften çınlar ama gürlemek için boşluklarını arar. Yalnızlığını kollar. Bozuk bir musluktan ağlayan damlaların sesi gibi. Gece olup tüm sesler kesildiğinde onun gökgürültüsü işitilir.

Duymamak için iltifatlarla meşgul olursun. Daha çok gürültü istersin daha çok. Daha çok yetmeyince de daha daha çok. Kibir buradan doğar. Kibir aslının çağrısını duymamak için meşgul olmak istediğin gürültüdür. Muhtaçsın bu gürültüye. Arzularsın bu gürültüyü. 'Mış gibi' yaptığında gelen iltifatlarla. Arttığını görürsün. Daha çok 'mış gibi' yaparsın. Ne de olsa harekettir.

Hareket de bir sarhoşluktur. Dikkati azaltır. Gürültü de bir sağırlaşmadır. Seslerdeki mesajı şiddetiyle yokeder. İnsanlar sever de belki bu 'mış gibi' halini. Daha da kötüleştirir bu durumu. Boğulursun. En kötüsü: Arzuladığın şey içinde boğulursun. İnsan boğulmayı kendisi arzuladı mı onu kurtarmak güçleşir. İntiharından haberi olmayanı kurtarmak daha zor değil midir?

Kendi içindeki tekinsizlik insanı dışındaki şahitleri arttırmaya zorlar. Kişi içine doğru düşüyorsa dışına daha fazla tutunur. Eğer yalancı olmadığınıza kendiniz inanmıyorsanız daha çok şahit istersiniz doğruluğunuzu savunacak. Güzelliğinize inancınız zayıfsa daha sık güzel bulunmak iyi gelir. Bir de şu açıdan düşün: Tesettür güzelin özgüvenidir. Örtmekle değişmeyecek olana güveniştir o. Mürşidimin "Cesaretin menbaı imandır!" derken dayandığı hakikat de belki budur.

Eğer yeterince inansaydın cesaretle de savunurdun. Hatta onu savunmak 'savunmak' gibi de gelmezdi. Savunmadan savunurdun. Doğal birşey olurdu. 'Olması gereken şey' olurdu. Tıpkı dünyanın yuvarlak olduğunu söylemek gibi olurdu. Tıpkı yerçekiminin varlığını konuşmak gibi. Aksini söylemenin imkansızlığı, senin bu imkansızlığa duyduğun inanç, inandığını ifade ederken doğallığa dönüşürdü. İspatta abartıya kaçmazdın. Fellik fellik delil aramazdın. Sözü çoğaltmazdın. Doğallıktan gelen bir cesaret bulurdun. Saçların öyle güzeldi ki mesela açmanı gerektirmezdi. Her vakit ispatı gerekmezdi.

Yazmaya yeni başladığın zamanlarda 'yazabildiğini' duymaya çok ihtiyacın vardı. O yüzden aradın başkalarının ilgisini bu kadar. Bu kadar çok göze 'görsün' diye bakman içindeki zayıflıktandı. Zaman geçti. Zamanla geçti. Zayıflıklar (en azından bir konuda) azaldı. Önemsememek karizmatiktir. Aldırmazlık içinde bir kuvvet var. Aldırmazlık içinde aylak olmadığını gösterir. Aldırmamaya başladıysan denizin karar buluyor demektir. Bunu şimdi hissediyorsun.

Deniz karar buluyor. Ancak bu sefer de kendini motive etmekte zorlanıyorsun. Önceden iltifatların ardında saklı olan menfaatin bir motivasyon aracıydı. Gürültüyü arttırmakla mutlu oluyordun. Nihayetinde bir varlık artımıydı. Elinde değildi ama umuttu. Onlardan vazgeçmeyi bir derece öğrendin. Kafan duvarlara çarpa çarpa öğrendin. İsteye isteye ama verilmeye verilmeye öğrendin. Sevmeye de başladın. Fakat şimdi seni kim heyecanlı kılacak?

Arzu ettiğimizin hakikat olmadığını kabullenmemizin bedeli arzularımızın elimizden alınması. Nefis umduğu menfaatin gelmeyeceği yere motive olamıyor. Bu bizi durgunlaştırıyor. Tutuşumuz zayıflıyor. Tutunuşumuz azalıyor. Hayatın boşlukları daha görülür oluyor. Hareket ederken bu kadar görmezdik. Hızla hareket eden süratinden gelen bir yükselişle boşlukları aşabilir. Şimdi yavaşladık. Ayaklarımızın altında daha çok risk var.

Hayatımızı adadığımız dünyevî şeyler o kadar önemsiz gelmeye başladı ki bu sefer de yüzeyde yeterince kalamamaktan korkuyoruz. Arkadaşım, bu sözüme hakver, şu boğulma korkusu baştan gitmiyor. Sadece deniz değişiyor. Leyla'nın gözlerinden kaçıp Mevla'ya sığınıyorsun. O da bir deniz ki sonsuz. Ona dalıyorsun. Boğulmaya korktuğumuz denizlerden kaçmak için boğulmayı seveceğimiz denizler arıyoruz. Kalmayı katlanılır kılacak nedir? Yüzeyde kalmayı nasıl başaracağız? Bunun da cevabını bulacağız elbet. Kalmaya değer birşeyler ortaya çıkacak. Eğer severek kalamazsak inadına kalacağız. İnad da en az menfaat kadar bizi hayata bağlayacak. Bir yolunu bulacağız.

27 Mayıs 2017 Cumartesi

Kendilik kuyularından kaçış

"Hiçbirşey düşünmemek için saatlerce kitap okuyordum." Emile Ajar, Kral Salomon'un Bunalımı'ndan.

Bütün bu yazmak-okumak çabalarının bir kaçıştan ibaret olduğunu düşünüyorum bazen. İçimizdeki karanlık yerden, kendi kendimize kaldığımızda yaşadığımız o boşluktan, batma hissinden, çeşitli meşguliyetlerle kaçıyoruz. Bu bir 'yüzeyde kalma' çabası. Kendilik kuyularından kaçış. Hareketin sarhoşluğu. Tıpkı boğulan veya düşen birisinin çevresindeki nesnelere tutunarak kendisini yukarıya çekmeye çalışması gibi. Sığlığımız bize kurtulduğumuzu düşündürüyor. Yüzeyde kaldığımızı...

Herşey düşüyor. Herşey düştüğünü hissediyor. Herşey, eğer kendi kendisine kalırsa, bu düşüşe gözlerini kapatamayacağını görüyor.

Bu yüzden devam ediyor şu çılgınca hareket. Bu yüzden galaksiler, yıldızlar ve gezegenler sürekli dönüyor. Bir girdaba kapılmış gibiyiz. Sistemler düşerken yıldızlara, yıldızlar düşerken gezegenlere, gezegenler düşerken uydularına tutunmaya çalışıyor. Bir çekim kanunu değil bu. Bu bir tutuş kanunu. Tutunmak böyle olur. Tutunduğunu çekersin. Herşey kendisinden küçükleri beraberinde sürüklüyor. Bu yüzden, eğer mevcutta böyle şeyler yoksa, yüzeyde kalmasını sağlayacak kavgalar kurguluyor, 'mış' gibi yapıyor.

8. Söz'de kuyuya düşen talihsiz kardeş gibi. Bahtı hakkında kendisini kandırıyor. Düşüşü hakkında kendisini kandırıyor. Kuyu hakkında kendisini kandırıyor. Futbolu konuşuyor. Politikayı tartışıyor. Komşunun arabasını parkediş şeklini eleştiriyor. Boşanan ünlülerin dedikodusunu ediyor. Ulaşabildiği her sığlığa muhtaç. Aklını geveze etmeli. Gevezelik aklın uyuşturucusudur. Bunlarla meşgul olması lazım. Yüzeyde kalması lazım. Kuyunun dibinde ağzını açmış bekleyen bir ejderha var. Üstünde aslan var. Onları görmemesi lazım. Oyalanması lazım. Unutması lazım. Öyle sanıyor.

Bu boğulma fobisi insanda fıtrîdir. Hepimizde vardır. Varoluşumuzla birlikte gelmiştir. Bizler, "Hayy ve Kayyum Neden Kardeştir?" yazı serisinde dikkat çekmeye çalıştığım gibi, varlığımızın ism-i Kayyum ile sıkı ilişkisinin, an'dan an'a sürekli varedilmesi gerektiğinin (şuurlu veya şuursuz) farkında/hissinde olan bireyler olarak, kendi arızîliklerimizden kaçmaya muhtacız. Nefis arızî olduğunu düşünürek 'lezzetlerin acılaşmasından' kaçınamaz. Arızîlik bütün kısavadeli düşleri öldürür. Nefsin canı kısa düşünmektedir. Lezzeti orada arar.

Faniliğin sancısından dolayı intihara meyleden şey de nefistir. Devamı gelmeyen lezzet hakikatte 'lezzet' değildir çünkü. Tanıştırıldığınız yeni bir yoksunluktur. Her yeni aşk yeni bir ayrılıktır. Nefis 'geçicilik'le barışamadığında sahibini ya gaflet yahut da elem içinde bırakır.

Neden telaşlıyız? Neden heyecanlanıyoruz? Neden korkuyoruz? Neden hüzünlüyüz? Neden karamsarız? Hepsinin yaratılmış olmamızla bir ilgisi var. Bunlar yaratılmışlığımızın psikolojik delilleri. İpten köprüler üzerinde zorlukla yürüyen insanlar gibi, bir yerden elimizi çektiğimizde, bizi güvende tutacak diğer bir parçadan tutunmaya koşarız. An'dan an'a sıçrarız. Arası korkudur. Konağı endişedir. Durakları sıkıntılıdır. Süreç garantisizliğinden dolayı karamsarlık kokar ve hüzünlüdür. Gelecek korkusunu atomlarına kadar parçalasanız bu an'dan an'a sıçrayışların endişesine dönüşür.

Şimdi varız, fakat sonra da varolacak mıyız? Bugün varız, fakat yarın da olacak mıyız? İsm-i Kayyum ile olan bu ilişkimiz bizi varolmak konusunda sürekli endişeli kılıyor. Mürşidimin 'acz ve fakr' öğretisiyle insanlığa tekrar hatırlatmaya çalıştığı açlık bu. Ayna ışığını korumak için güneşe muhtaç. Hakikatimiz böyle. Sorunla yüzleşmeden tedavi başlamaz. İsm-i Kayyum bize bu güçsüzlüğü Allah'a olan muhtaçlığımızın şuurunda olalım diye yaşatıyor. Kayyumiyete maruz kalmak Rahmaniyeti aramak/anlamak için. Ayna parıltı için güneşin rızasını kollaması gerektiğini anlasın. Ancak biz meselenin o tarafına doğru gitmeyi tercih etmediğimizden yüzeyde birşeylere tutunmaya devam ediyoruz. Yüzeyin de bizimle birlikte battığını görmezden gelmeye çalışarak.

Sığlaşma, gaflet, körlük, vurdumduymazlık, ahmaklık veya her ne derseniz deyin, bütün bu hamlıklar insanın yüzeye âşık yaşamasının sonucudur. 6. Söz'deki ifadesiyle, 'fırtınalı dünya yüzü'ne âşık yaşayanlar, dalgalar içindeki değişime tutunarak hayatta kalmaya çalışırlar. Fakat fırtına sadece yüzeydedir. Batmaya cesaret ettiğin anda suyun altında fırtına kalmadığını görürsün. Derinlerin yüzeyde yaşanan kavgalardan haberi yoktur.

Komşunun arabasını parkediş şekli melekleri endişelendirmez. İnsan kendi içinde batmaya cesaret edebildiği ölçüde dışarının fırtınalarından korunmuş olur. İçinde birşeyleri değiştirmek için değil sadece. İçindeki âlemin yüzeyin fırtınalarıyla aslında o kadar da ilgili olmadığını görebilmek için.

"Hakikî hakaik-i eşya esmâ-i İlâhiyedir..." derken belki mürşidimin dikkatleri çektiği de budur. Eşyanın hakikatine indiğinde fırtınanın aslında ötende yaşanan birşey olduğunu görürsün. İncinmekten daha az korkarsın. Cesaretin artar. Fakat bunun için yüzeyle arana biraz mesafe koyman lazım. Yüzey, onunla meşgul oldukça, seni kendi üstüne itiyor. Seni kendine maruz bırakıyor. Eskitiyor. Sığlaştırıyor. Hamlaştırıyor. Bugünleştiriyor. Sıkıyor da sıkıyor.

Bir nehri, onun üzerindeki hiçbir nesneye tutunmadan izlediğinde, gözlerin nehirle beraber gitmez. Manzara hep önünde kalır. Fakat bu kadarcık olsun tutunduğunda, birşeye takıldığında, onunla akar gider bakışın ve belki bu gidişten acı da çeker. Yüzeyle ilgilenmek o ilgi boyunca sarfedilen her çabayı kendisiyle beraber eskitir. Gidici kılar. Fırtınaya maruz bırakır. Canını yakar. Dünyanın canımızı daha az yakmasını istiyorsak bizi yüzeyine itmesine izin vermemeliyiz. Çok az insanın ilgi gösterdiği sessiz derinliklerle barışmalıyız. Önce kendi içimizdeki derinlikle. Sonra kainatın esma derinliğiyle. Bir kere insek göreceğiz. Orada bu fırtınalar yok. İşte, Ramazan orucu, yaşattığı şu dinginlik içinde kulağımıza aynı şarkıyı söylemiyor mu?

9 Kasım 2016 Çarşamba

Niyetin kaçmaktır

Geveze birisine kendisi gevezeymiş gibi gelmez. Öyle gelmediği için gevezedir zaten. (Aynı tesbiti bencillik için de yapabilirim.) Birşeyin sıfatımız haline gelmesi bizim ona olan farkındalığımızın azalmasıyla doğru orantılı gibi geliyor. Bu meselede biraz şöyle düşünüyorum: Bizi birşeyin içinde boğulmaktan alıkoyan şey ona karşı duyduğumuz farkındalıktır. Ve bu farkındalıktan gelen korkusudur. Bu farkındalık iki şekilde olabilir. 1) Halihazırda boğuluyor olduğumuza dair farkındalık. 2) O şeyin boğucu olduğuna dair evvelden edinilmiş bir farkındalık. Bu iki farkındalığın diri tutulduğu bir halet-i ruhiyede adına korku çekilen şey garkedici olamaz. Çünkü garkolmak bir 'içinde olunan şeyin farkına varamama' veya 'eylediğinin farkına varamama' meselesidir.

Şimdi, burada 'garkolmayı' ve 'boğmayı' kendimce bir ayrımla kullanmayı denedim. Boğmayı 'bütünüyle içinde olmaktan rahatsızlık duyulan' garkolmayı ise 'bütünüyle içinde olmaktan rahatsızlık duyulmayan' şey/şeyler için kullandım. Fakat bunu bütün yazı boyunca başaramayacağım belli. Şu örnekte hemen etimolojik keyfiniz kaçacak mesela: İnsan, havanın içinde garkolur, ama boğulmaz. Suyun içinde garkolur ve de boğulur. Demek insanı boğan şey salt bir garkolma hali değildir. 'Farkına varacağı birşeyde' garkolmuş olmasıdır. İnsan suya garkolduğunda suyun farkına varır. Ancak havaya garkolduğu çoğu zamanda havanın farkında değildir.

"Aklına bile gelmez..." demiyorum elbette. Ancak kabul edersiniz: İnsan havanın içinde suyun içinde olduğundan daha rahattır. Oraya göre yaratılmış olmasından gelen "Zaten olması gereken bu!" rahatlığı vardır üzerinde. Karada gezen birisine 'birşeyin içinde garkolduğunu' hatırlatmanız onun için anlık/değersiz bir farkındalıktan fazla birşey ifade etmez. (Zaten birkaç saniye sonra unutur.) Ancak sudaki bir insanın, hele bütün vücudu suda garkolmuş bir insanın, bu farkındalığını unutması zordur. O adam suda bulunduğu her an içinde olduğunun farkında olur. Çünkü su onun 'zaten olması gereken'i değildir. Suda yaşamak üzere yaratılmış değildir. Tersi örneklemeyi balıklar üzerinden de yapabiliriz. Şaire "O mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler..." dedirten sırra dokunuyoruz bu noktada. Balığa suyun farkındalığını unutturan 'olması gerekenin o olması' halet-i ruhiyesi değil midir?

İsterseniz bu noktada fıtrî kelimesini kullanmaya başlayalım. Bizim için fıtrî olan bir açıdan ona karşı farkındalığımızın az olduğu şeydir. "Her fıtrî olan böyledir!" dememekle birlikte yaratılışımıza uygun olanın bu uygunluğun alameti olan bir rahatlıkla dünyamıza geldiği muhakkaktır. Bir insanın yaratılışında 'yazma yeteneğini/aşkının' olması başka birisinin boğulduğu beyaz kağıtta rahatlıkla hareket edebilmesini sağlar. Yaratılışımızda bulunan meziyetler, o meziyetlerle ilgili işler yaptıkça hissettiğimiz huzur ve o meziyetlerin dışında şeylerle meşgul oldukça hissettiğimiz boğulma hissiyle bize kendilerini tanıtırlar. Çok konuşmayı sevmeyen birisine 'konuşmak' merkezli bir iş yaptırdığınızı düşünün. Veya ciddiyetten hoşlanan birisine komedyenlik yaptırdığınızı... Her iki misalde de bu insanların hissedeceği şey sıkıntıdır. Sıkıntı da bir tür boğulmadır. Demek ki, etrafınızı, içinde garkolmak doğanıza uygun olmayan birşey sarmaya başladı. Ve fıtratınız 'rahatsız farkındalığıyla' size sesleniyor: "Çıkar beni buradan!"

Farkındalık zamanı uzatır. Sevmediği bir işte çalışan veya sevmediği ortamlarda bulunan insanların dakikaları sayması biraz bundandır. Etrafınızdakilerin sizin için hava değil su olduğunu farketmeniz ve bu farkındalığın hiç geçmemesi zamanın sizin için açılmasını sağlar. Neden? Zaman şuura farkındalığından ulaşır. Zaman anlara, anlar ise şuurlu farkındalıklara bölünmüştür. Rahatsızlandıkça geçen her anın farkına varırsınız. Oysa sevdiğiniz işte veya ortamlarda şöyle cümleler kurduğunuz çok olur: "Zaman nasıl geçti anlamadım!" Evet, çünkü garkolduğunuz şey sizi boğmuyordu. Boğmadığı için daha az farkına vardınız. Ve zaman kısaldı.

Şimdi, burada bir nefes alalım, yine makas değiştireceğiz. Sagopa'nın "Kendim İçin..." şarkısında geçen bir cümle var. Diyor ki: "Olması gereken şeylerin adını 'iyilik yapmak' koymuşlar." Bence bu cümlenin dikkatimizi çektiği şey önemlidir. İyiliğin 'olması gereken şey' olarak yapılmasıyla 'iyilik yapmak' için yapılması sahibi için farklı tahliller gerektiren bir durumdur. Markar Esayan İyi Şeyler kitabında bu konuya dair şöyle der: "İyiliği canı istemeli insanın." Yine mürşidimin de alıntıladığı tasavvufî bir metinde Nakşibendiliğin yolu şöyle çizilmiştir: "Der tarik-i Nakşibendî lâzım âmed çâr terk. Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk."

Dünyayı, ukbayı, benlik davasını terkeden müridin terketmesi gereken dördüncü şey nedir? Zaten terkettikleridir. Peki, bu ne demektir? Bize bu terkin terki şöyle anlatılır: "Yani dünya, ukba ve benliği terkeden birisi, ben bunları terkettim diyerek böbürlenip kendinin üstün bir mevki ve makamda olduğunu tevehhüm dahi etmemelidir." Ben bu 'terk-i terk'i tarif ederken, Sagopa'nın ve Markar Esayan'ın söylediklerini aklımda tutarak, kendimce şöyle diyorum:

Terk-i terk, ardında bırakmanın 'iyilik yapmak' değil 'olması gereken şey' olduğunu düşünmektir. Terketmekle gelinen yerin kişide sıfat haline gelmesidir. İnsan terkettiklerini unuttuğunda aslında terketmeyi 'fıtrî ahval' haline getirmiş olur. Çünkü öteki türlü terkettiklerini hatırlamak da bir çeşit övünme ve sahiplenmedir. "Ben senin için neler ardımda bıraktım be!" diye başlayan bir ifade, bir mü'minin değil, rakı sofrasındaki berduşun sözüdür. Terk-i terk makamına gelen 'zaten olması gerektiğini' düşündüğü olmamışına bakar. Tıpkı Sahib-i Miraç aleyhissalatuvesselamın vefat zamanında dediği gibi: "Ya Rab, seni hakkıyla bilemedik!"

Mürşidim, Mesnevî-i Nuriye'sinde diyor ki: "İ'lem eyyühe'l-aziz! Hayrat ve hasenâtın hayatı niyet iledir. Fesadı da ucub, riyâ ve gösteriş iledir. Ve fıtrî olarak vicdanda şuur ile bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyet ile inkıtâ bulur. Nasıl ki amellerin hayatı niyet iledir. Onun gibi, niyet bir cihetle fıtrî ahvalin ölümüdür. Meselâ, tevâzua niyet onu ifsad eder; tekebbüre niyet onu izâle eder; feraha niyet onu uçurur; gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hâkezâ, kıyas et."

İşte ben bu ifadeleri de yukarıda belirttiğim şeyler ekseninde tefekkür ediyorum. Amellere hayat veren niyetin fıtrî ahvali öldürmesini biraz böyle anlıyorum. Becerebilirsem arzedeceğim: Niyet bir farkındalıktır. Kendine yaptığın bir hatırlatmadır. Tevazu 'olması gereken şey' iken onu kendine hatırlatıyor olman garkolduğunun aksi olduğunu gösterir. (Yoksa ayrıca hissetmeye mecbur olmazdın.) Tekebbüre niyet etmeye mecbur olman aslında garkolduğunun tevazu olduğunu anlatır. Feraha niyet etmen aslında bulunduğun yerin sıkıntı olduğunu gösterir. Gam ve kedere niyet etmen aslında çektiğinin o olmadığını hatırlatır. Birşeye niyet dışarısından edilir. Niyet ettiğin iradenle garkolmayı seçtiğindir. İçinden çıkmaya çalıştığın ise aslında boğulduğundur. Fakat ileri gitme. Sen de ben gibisin. Mecbursun fıtrî olana kadar, yani fıtratın alışana/kuşanana kadar, terk-i terk edene kadar, hoş ahvale iradenle dalmaya. "Benim kalbim temiz!" diyenlere de bir taş vur burada. Şuursuz niyet, niyetsiz irade, iradesiz amel, amelsiz ahval olmaz. Niyetin kaçmaktır. Her niyet edişinde, niyetten önceki halinden, niyetten sonraki haline kaçıyorsun.

27 Ekim 2014 Pazartesi

Parçalarda boğulmak 5: Risale-i Nur'dan başka kitap okunmamalı mı?

Geçtiğimiz günlerde, Umberto Eco'nun, bir üniversitede yaptığı sunum ve ardından bu sunum üzerine yapılan tartışmalardan oluşan Yorum ve Aşırı Yorum (Can Yayınları) kitabını okudum. Hayatta tesadüf diye birşey yok. Bu kitabı okumamın 'parçalarda boğulmak' üzerine çokça kafa yorduğum bir döneme denk gelmesi tesadüfle açıklanamaz. Zira Eco da kitapta 'aşırı yorum' ismini verdiği kavram çerçevesinde metinlerdeki parçaların, metnin bütünlüğünün hilafına olarak yorumlanmasını eleştiriyordu. Yani bir okurun, okuduğu bir metni nereye kadar yorumlamaya hakkı vardı? Koşabileceği alan neydi ve nereye geldiğinde durmalıydı? Buna bir cevap arıyordu Umberto Eco sunumu boyunca.

Ona göre, 'metni kullanmak' ve 'metni yorumlamak' isimlerini verdiği iki yolda yorumcuyu, kullanıcıdan ayıran şey; yaptığı yorumun metnin bütününe aykırı olmamasıydı: "Bulunan şey, metnin metinsel tutarlılığına ve bunun ardındaki özgün bir anlam sistemine bağlı olarak söylediği şey midir, yoksa alıcıların kendi beklenti sistemlerine bağlı olarak buldukları şey midir?" Bu soruya verilecek cevap, aynı zamanda kullanıcı ile yorumcu arasındaki nüansı da verecekti bizlere. Demek ki; bütüne bakmak, parçada yapılmaya çalışılan şeyin sağlığını sınamak açısından kıymetliydi. Kitapta buna dair pekçok örnek bulunmakla birlikte, benim pek beğendiğim bir kısmı buraya alıntılamak isterim:

"İpuçlarına gereğinden çok önem verme, çoğunlukla çok belirgin öğeleri önemli olarak değerlendirme eğiliminden kaynaklanır; oysa, bu ipuçlarının belirgin olması gerçeği, bize onların çok daha iktisadi olarak açıklanabileceğini göstermelidir. Yanlış öğeyi konuyla ilgili görme konusunda bilimsel tümevarım kuramcılarının verdiği bir örnek şudur: Bir doktor, siroz rahatsızlığı olan hastalarının hepsinin düzenli olarak viski-soda, konyak-soda ya da cin-soda içtiğini fark eder ve bundan sodanın siroza yol açtığı sonucuna varırsa, yanılmış olur. Yanılmış olur, çünkü üç durumda da ortak bir başka öğenin, alkolün var olduğunu fark etmemiştir; yanılgısının ikinci bir nedeni de, yalnızca soda içen, hiç alkollü içki kullanmayan ve siroz rahatsızlığı olmayan bütün hastalarının durumlarını göz ardı etmiş olmasıdır. Bu örnek gülünç görünüyor, çünkü doktor başka yollardan açıklanabilecek birşey üzerinde durup, asıl merak etmesi gereken konu üzerinde durmuyor; bunu yapmasının nedeni ise, belirgin olan sodanın varlığını fark etmenin, alkolün varlığını fark etmekten daha kolay olmasıdır."

İşte! Arananın, bulunanı nasıl etkilediğini anlatan harika bir örnek. Hem de parça yanıltıcılığını güzel izah ediyor. Eco'nun bu örnekle dikkatimizi çektiği şeyse şu: Parçadan çıkardığınız hükmün doğruluğunu, ancak onu bütünde sınayarak anlayabilirsiniz. Hakikat, bütünün yalnızca bir köşesinde doğru olan değildir, her zaman ve her yerde doğru olandır. Genele en yakın olan doğruya 'hakikat' deriz biz. Bediüzzaman'ın 'hakikat mesleği' diyerek altını çizdiği şey de buna tekabül eder. Bireysel (veya zümresel) keşiflerden, kerametlerden, zevklerden öte; herkesin, her zaman istifade edebileceği şekilde sunulan marifet bilgisidir hakikat bilgisi. Mümkün olduğunca umumun görebileceği şekilde söylemektir burada hüner, sözü. Doktorumuz yanıldı. Çünkü içilen bir karışımken onu yalnızca soda görme kolaycılığına düşmekle parçada boğuldu. Nazarını biraz daha yukarıya kaldırsa, önce içileni karışım olarak görse, 'Daha neler varmış?' diye baksa, hatasını teşhis edebilirdi.

Aslında bu sınama metodunu Bediüzzaman da kullanıyor. Geçmiş yazılarda birkaç örneğini verdim. Burada bir tanesini daha vereyim. Peygamber Efendimizin (a.s.m.) çok eşliliği meselesinde eşlerinin çokluğunu 'art niyetli' okumalarına tâbi tutanlara veya kalbine şüphe gelenlere neyi delil olarak gösteriyor Bediüzzaman? Yine Efendimizin (a.s.m.) gençliğini. Hayatının bütününü. Nasıl mı? Alıntılayalım:

"Yüzbin defa hâşâ ve kellâ! O dâmen-i muallâya şöyle pest şübehâtın eli yetişmez. Evet, onbeş yaşından kırk yaşına kadar, hararet-i gariziyenin galeyanı hengâmında ve hevesât-ı nefsaniyenin iltihabı zamanında, dost ve düşmanın ittifakıyla kemâl-i iffet ve tamam-ı ismetle Haticetü'l-Kübrâ (r.a.) gibi ihtiyarca birtek kadınla iktifa ve kanaat eden bir zâtın, kırktan sonra, yani hararet-i gariziye tevakkufu hengâmında ve hevesât-ı nefsâniyenin sükûneti zamanında kesret-i izdivaç ve tezevvücâtı, bizzarure ve bilbedâhe, nefsanî olmadığını ve başka ehemmiyetli hikmetlere müstenit olduğunu, zerre kadar insafı olana ispat eder bir hüccettir."

Bize burada gösterilen ne? Efendimizin hayatının tamamı. Neden gösteriliyor? Çünkü bu şüpheyi kalbinde duyanlar ve bu noktadan çirkin söylemler geliştirenler, parçada boğuluyoruz. Ahlaka dair geliştirdiğimiz (veya şeytanlarımızın geliştirdiği) bu çirkin argümanlar, Efendimizin (a.s.m.) yalnız ahir ömrüne dair. Halbuki onda (haşa) böyle bir ahlak bulunsaydı, sadece bu bölümüne (özellikle de bu bölümüne) tesir etmezdi. Hatta aksine, gençlikte şehvet daha kuvvetli olduğundan, o ahlakın kem izleri daha çok gençlikte görünmek lazımdı. Eğer gençlikte görünmüyor da (ki görünmemiş) ihtiyarlıkta evlilikleri artıyorsa, demektir ki bu; bu evlilikler şehveti tatmin için değildir. Başka hikmetleri vardır. Burada Bediüzzaman Hazretlerinin yaptığı da aslında parçada boğulmaktan kurtarmak bizi. Efendimizin hayatının tamamını aynı nazarla seyrettirerek parçadan çıkardığımız şeytanî argümanların sınamasını yapmak ve onları cerh etmek. Çok da başarılı bir yöntem bence.

Bu sağlamayı seviyorum. Daraldığım pekçok meselede sırat-ı müstakimi bulmama yardımcı oluyor.

Mesela bu yöntemle Risalelerde bir bölüme daha bakalım. Üzerinde en çok tartışma olan metinlerden: "Risale-i Nur talebelerinin hasları olan sahip ve vârisleri ve haslarının hasları olan erkân ve esasları olan kardeşlerime bugünlerde vuku bulan bir hadise münasebetiyle beyan ediyorum ki, Risaletü'n-Nur hakaik-i İslamiyeye dair ihtiyaçlara kâfi geliyor, başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor. Kat'î ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkiki yapmanın en kısa ve en kolay yolu Risaletü'n-Nur'dadır. Evet, onbeş sene yerine onbeş haftada Risaletü'n-Nur o yolu kestirir, iman-ı hakikîye isal eder..." gibi kısımlarda, 'başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor'un bağlamından ve kayıtlarından koparılarak "Başka kitap okumaya gerek yok, Risaleler yeter!" diye Nur talebelerine dayatılır hale gelmesi, bazılarının başka eser okuyanlara 'yolundan sapmış' muamelesi yapması veya küçümsemesi nedendir?

Bunun sebebi yine bütüne bakmama bence. Bediüzzaman'ın kendi eserlerinde andığı, bazı yerlerde havale ettiği, onlarca kitaba bakmadan, yalnızca bu metnin üzerinden bir hüküm üretme, parçada boğulma. Belki de sırf bu yüzden Risale-i Nur'a kaynakça hizmeti vermiş, Bediüzzaman'ı yetiştirmiş eserlerin çok azını bugün biliyoruz ve çok azını da okumuşluğumuz var. Yukarıda alıntıladığım mektubun hangi hadise üzerine, hangi çerçevede yazıldığını anlamadan, ondan çıkarılan hüküm bütüne uyumu açısından sınanmadan bir yere varabilmemiz çok güç. Nazarımızı kaldırıp bütün külliyata o gözle bir baksak; Bediüzzaman kaç kitap okumuş, kaç kitaptan alıntı yapmış, kaç kitaba değinmiş, kaç kitaptan ismen bahsediyor, kaçına havale ediyor; bunları araştırsak... O zaman sodanın bir günahı olmadığını anlayacağız. Günah, bize parçadan çıkardığı hükmü dayatan doktorlarda. Bizim de günahımız, bütün elimizin altındayken, onunla parçayı sınamamakta.

23 Ekim 2014 Perşembe

Ateistler nasıl argüman üretir?

'Parça' ve 'bütün' üzerine konuşmaya bir süre daha devam edelim istiyorum. Bunu istememin sebebi, serinin başından beri dikkat çekmeye çalıştığım gibi, 'hakikat' denilen o karşıkonulmaz ve tadına doyulmaz şeyin parçalardan ziyade bütüne yakın olması.

Evet. Kanaatimce: Muhakemat'taki "Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz'îdir" ifadesinin verdiği derslerden birincisi 'varlıkta hayrın asıl olduğu'ysa, ikincisi de bu 'aslın küllîde görünmeye daha yatkın olduğu'dur. Farklı bir şekilde söylersek: Tebeî olan şer cüz'î'de görünmeye daha yatkındır. Yani cüz'î insanı yanıltmaya daha yatkındır. Fakat resmin bütünü bu yanılgı ihtimalini azaltır. Parçanın mutlaklaştırılması/genelleştirilmesi bu noktadan bakınca tehlikeli ilüzyonlara/aldanışlara sebebiyet verebilir.

Hakikat, bir renge garkolmak değil, bütün renkleri kuşatmaktır. Veya hepsine yukarıdan bakmaktır. Veya hepsinden hissedar olmaktır. Denge de zaten, parça üzerinde değil, bütünün kuşatıcılığıyla ve merkezini tesbit edebilmekle yakalanabilir. (Denge konulu fizik derslerini hatırlayalım liseden.) Risale-i Nur'da muvazene, muvazene-i şeriat, Kur'an'ın muvazenesi gibi ifadeleri arattığınızda ortaya çıkacak metinleri bu pencereden okumanızı da isterim. Çok ilginç şeyler söyleyecektir size.

Bu yazıyı okurken Ehl-i Sünnet mabeyninde 'imam' unvanını almaya layık görülmüş kişilerin 'daha kuşatıcı' kişiler olduğunu anımsamanızı isterim. Örneğin: Tüm mezhep imamları aynı zamanda çok sağlam bir hafızaya, bu hafızayla birlikte çok sayıda hadis ezberine ve pekçok İslamî ilimde yetkinliğe sahip kişilerdir. Salt bu ezber gücü dahi aynı mesele hakkında söylenmiş neredeyse tüm hükümleri kafalarında tutabilmelerine ve onun kuşatıcılığıyla, ifrat ve tefrite kapılmadan, dengeli/bütüncül içtihadda bulunabilmelerine imkan sağlamıştır. Allah hepsinden razı olsun. Zaten o bütüncül insanların gidişiyle âlemde 'mutlak müçtehid' de kalmamıştır.

Hatta, bunun bir adım ötesinde, belki aynı hadiseyi iki veya daha çok raviden dinlemekle onların perspektif zenginliklerine de sahip oldukları söylenebilir. Nihayetinde demek istediğim: 'İçtihadın sağlamlığı' ile de 'kuşatıcılık' arasında bir bağ var. Ümmetin kabulünü bir sağlamlık emaresi sayarsak (ki saymalıyız, ama anlık değil, zamana yayılmış olarak) bugün en çok müntesibi olan imamlar, aynı zamanda, hakikati en iyi kuşatan imamlardır. Hakikati kuşatamadığını düşündüğü bâtıl ekolleri ise, ümmet, zaman içinde bünyesinden atmıştır. Mutezilenin Abbasi desteğine, Cebriyenin Emeviye himayesine rağmen ümmet içinde beklediği rağbeti bulamaması bu türdendir. Bütüne uygun düşmeyenler, anlık parlamalar yaşatıp göz alsalar da, süreç içinde bütün tarafından dışlanır.

Peki bu denge nereden geliyor? Bu soruya cevap arayalım şimdi. Evvelemirde şunu biliyoruz: Bütünün bilgisi 'parçanın mutlaklaştırılmasına' engel olur. Yani ona bir sınır koyar ve gerçeğin tamamıymış gibi davranmamaya zorlar. Bu noktada hemen Münazarat'ta geçen bir soruyu ve mürşidimin ona verdiği cevabı da hatırlayalım:

"Sual: Yahudi ve Nasara ile muhabbetten Kur'ân'da nehiy vardır. 'Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin.' (Mâide Sûresi, 51) Bununla beraber nasıl dost olunuz dersiniz?

Cevap: Evvelâ: Delil kat'iyyü'l-metîn olduğu gibi, kat'iyyü'd-delâlet olmak gerektir. Halbuki tevil ve ihtimalin mecâli vardır. Zira, nehy-i Kur'ânî âmm değildir, mutlaktır. Mutlak ise, takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine olsa, me'haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan aynaları hasebiyledir.
Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san'atı içindir. Öyleyse herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san'atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san'atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!

Saniyen: Zaman-ı Saadette bir inkılâb-ı azîm-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhânı nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için, gayr-ı müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin, şimdi âlemdeki bir inkılâb-ı acîb-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhânı zapt ve bütün ukulü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan âsâyişi muhafazadır. İşte bu dostluk, kat'iyen nehy-i Kur'ânîde dahil değildir."

Görüldüğü gibi, Bediüzzaman, Kur'an'ın bir ayetinden (ve yine o ayete yönelmiş parçalı bir bakıştan) neşet eden bir soruyu, muhataplarını 'bütüne bakmaya davet ederek' cevaplamaktadır. Burada mürşidimin bütünlüğe üç seviyede baktırdığını düşünüyorum ben:

1) Dinin tamamına baktırarak gayrimüslim insanları sevmeye müsaade eden parçalarına dikkatimizi çeker: "Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!" 2) İnsanın bütünlüğüne bakmamızı ister ve küfrün onda bir parça olduğuna ve belki sirayet etmediği yerler de olabileceğine işaret eder: "Öyleyse herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san'atları kâfir olmak lâzım gelmez." 3) Zamanın bütünlüğüne dikkatimizi çeker ve ondaki değişimin 'dostluk' algımızda yaptığı oynamaya bakmamızı salık verir:

"Lâkin, şimdi âlemdeki bir inkılâb-ı acîb-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhânı zapt ve bütün ukulü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan âsâyişi muhafazadır."

Bir nefes alıp şöyle bir parantez daha açalım: Parçanın mutlaklaştırılması aynı zamanda bir tuzak olarak da kullanılabilir. İnternetteki ateist paylaşımlarda göz gezdirirken farkettiğim birşey var: Kur'an, din veya Allah üzerine yapılan itirazların tamamı aslında birer parçada boğulma. Dinin bütünlüğünden habersiz bireylerin, bir ayeti mutlaklaştırarak Kur'an'ın veya şeriatın tamamını ondan ibaret gösterme çabası yapılanlar. Mesela: Tevbe sûresinin 5. ayetini, yani, "Haram aylar geçince müşrikleri bulduğunuz yerde öldürünüz, yakalayıp hapsediniz, bütün muhtemel geçitleri tutup onları gözetleyiniz. Eğer tevbe eder de namaz kılar ve zekât verirlerse onları salıveriniz..." manasını "İşte İslam böyle emrettiği için bugün IŞİD var. Ve onlar tuttuklarının kafasını kesiyorlar!" şeklinde anlayıp oradan vurmaya çalışıyorlar.

Halbuki biz açıkça biliyoruz: Aynı İslam'ın, gayrimüslim hukukunu da tanımlayan, yani onların varlığını tanıyan bir içeriği olduğu için egemen olduğu topraklarda başka din mensupları da huzurla yaşayabilmişler. Yani İslam tarihi, gayrimüslimlerin katli tarihi değil, aksine farklı din mensuplarının beraber yaşayabilme tarihi. Sair dinlerin mensuplarına bunun imkanını öğretmenin tarihi. Aleyhissalatuvesselamın döneminden tutun ta Osmanlı'ya kadar her karede bu barışın izleri var.

Siz bu bütünlüğü görmeden tek ayetle bütünü açıklamaya çalışırsanız, işte bu, 'parçanın mutlaklaştırılması' tehlikesini ortaya çıkarıyor. Bugün IŞİD, bünyesindeki insanları etkilemek için bunu yaptığı gibi, din karşıtı olanlar da İslam'ı etkisizleştirmek için aynısını yapıyorlar. Âdeta düşman ikizler gibi hareket ediyorlar. Bediüzzaman'ın ahirzamanda Kur'an'ın ve sünnetin bütünlüğüne, muvazenesine, dengesine bu denli çok vurgu yapması, tüm yaşananlar eşliğinde, bugün bize daha bir anlamlı görünmüyor mu? Ezcümle: "Onlara, 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye sorsan, mutlaka 'Allah' derler." Mesele zaten o bütünlükte bakabilmelerinde. Parçalarda boğulmamalarında. Biz buna karşı savaşıyoruz.

19 Ekim 2014 Pazar

Parçalarda boğulmak 2

"Kâfir olanlara gelince: 'Allah böyle misal vermekle ne murat eder?' derler." Bakara sûresi,  26. ayetten.

Bir önceki yazıdan devamla konuşalım. Böylesi daha kolay. Yolun taşlarını tekrar döşemek zorunda kalmıyorum böylelikle. Kendimi ve sizi meseleyi yarım bilir kabul edip, öyle devam ediyorum. Parçalarda boğulmakla ne kastettiğimi bir önceki yazımda bir nebze anlatmıştım. Şimdi, bu yazıda, onun tehlikeli bir yönünü daha anlatmaya çalışacağım. Bu sefer konumuz 'uzmanlaşmanın körleştirmesi' değil, 'parçanın özelliklerinin genelleştirilerek bütünün ondan ibaret görülmesi' üzerine olacak. Buna kısmen bir önceki yazının sonunda değindim. Yalnız dikkat çekmek gibi birşey oldu o. Hem şer/hayır ekseninde değinmemiştim. Eksik kaldı. Bugün şer ve hayır ekseninde 'parçalarda boğulmayı' tekrar konuşalım. Hareket noktamız Muhakemat'taki şu cümle olacak: "Ukul-ü selime yanında muhakkaktır ki: Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz'îdir." Peki, bu cümle parçalarda boğulmakla ilgili bize ne söylüyor?

Öncelikle; parçanın ve bütünün birbirinin bütün özelliklerine kefil ve sahip olmadıklarını gösteriyor. Yani bütün, parçaların birleşiminden fazlası olduğu gibi tamamen zıttı birşey de olabilir. Mesela küçük küçük (kimine göre) şerler bir araya geldiğinde, parçaların tamamı (kimilerine) şer gibi görünüyor olsa da, bütünün ortaya çıkardığı hakikat hayır olabilir. Bediüzzaman, Muhakemat'ta altını çizdiği bu hakikati, yıllar sonra telif ettiği diğer eserlerde daha da detaylandırıyor. Mesela şeytanın hilkatinin ve imtihanın hikmetinin anlatıldığı yerlerde, şerri yaratmanın şer olmadığını izah ettiği yerlerde. Hilkatteki hayrın bütün neticelere baktığını, şer algısının ise neticelerden yalnız birisine saplanıp kalma ve diğerlerine karşı körleşmeyle olduğunu ortaya koyuyor. Mesela ateş, beşere çok faydalar sağlıyor. Fakat birisinin suistimaliyle veya dalgınlığıyla bir yeri yansa, bu, ateşi külliyen şer yapmaz. Bilakis, onun kesbi/kazanması/istimali nedeniyle ona şer görünür, hakikatte ise ateşin hilkati hayırdır.

Bediüzzaman'ın 'parçada boğulmak' noktasında dikkatimizi çektiği ikinci şey ise; parçanın bütünün tamamını temsil etmediği. Ancak bu seferkinde tamamen zıttı olmasına gerek yok. Aksine, bütünün her yerine homojen veya heterojen şekilde yayılmış olarak bulunabilir bu hasiyet. Fakat yine de tamamının bundan ibaret olduğu söylenemez. Mesela yine "Hayat bir cidaldir" diyenlere itiraz ettiği yerde Bediüzzaman cidalin/mücadelenin hiç olmadığını söylemiyor kainatta. Ki varlığa baktığımızda bir mücadeleye de şahit oluyoruz. Birileri veya birşeyler birbirine karşı baskın gelmek için bir kavga veriyorlar. Bunu inkâr edemeyiz. Ancak şunun altının çizilmesi gerektiğini gösteriyor bize Bediüzzaman Hazretleri: Hayat, mücadeleden ibaret değildir.

"Nübüvvetin hayat-ı içtimâiyedeki düsturî neticelerinden ve şems ve kamerden tut tâ nebâtât hayvanâtın imdadına ve hayvanât insanın imdadına, hattâ zerrât-ı taâmiye hüceyrât-ı bedenin imdadına ve muâvenetine koşturulan düstur-u teâvün, kanun-u kerem, nâmus-u ikram nerede; felsefenin hayat-ı içtimâiyedeki düsturlarından ve yalnız bir kısım zâlim ve canavar insanların ve vahşî hayvanların fıtratlarını sû-i istimâllerinden neşet eden düstur-u cidâl nerede? Evet, düstur-u cidâli o kadar esaslı ve küllî kabul etmişler ki, 'Hayat bir cidâldir' diye, eblehâne hükmetmişler."

Gördüğünüz gibi, cidalin varlığı değil, 'yalnız bir kısım'ın tasarrufundan bütüne dair yapılan "Hayat cidaldir" çıkarımı hatalı Bediüzzaman'a göre. Ki bu Kur'an ekseninde de böyledir. Allah varlığı hayır üzerine yaratmıştır. Hayır ise yardımlaşma, kerem, ikram üzerinedir. Ve hayır her zaman galiptir. Eğer şerrin galip olduğu bir âlemde yaşasaydık, mutlaka bir noktada hiçliğe yuvarlanmıştık.

Bu noktada hemen kurgusal alana bir eleştiri yapmak istiyorum. Kurgusal alandan kastım: Edebiyat, sinema, tiyatro, televizyon vs. (Bir yönüyle bilim de bu alana dahil. Sınırlılığıyla.) Firavun'un sihirbazları gibi ipi yılan gösterebildiğimiz o alan. Kurgusal alan, kendinin de gerçek olduğu iddiasıyla bizim dünyamızda, epey de kendisine nazar ettiğimiz, ikinci bir gerçeklik algısı oluşturuyor. Daha doğrusu: varlık algısı. Örneğin; kahramanın başına ne geleceği kaderin değil, senaristin ve yönetmenin ellerinde olan bir sinema yapıtında ortaya konan hayat, bu hayatı 'hayatın tek yansıma biçimi' olarak gören insanlarda şiddetli bir algı bozulmasına neden oluyor bence.

Nasıl? Mesela peşpeşe on tane Emrah filmi izleyen bir insan hayatın kahredilesi, isyan edilesi ve yakıp yıkılası bir acılar yumağı olduğunu düşünebiliyor. Peşpeşe on tane Sır Kapısı, Kalp Gözü, Sırlar Dünyası benzeri program izleyende de oluyor buna benzer bir kırılma. Sıradışı dokunuşlar bekliyor hayattan hep. Yine peşpeşe on tane aşk filmi izleyenin (hadi bunlar Bollywood yapımları da olsun) evliliğe bakışı muhtemelen epey bir standart üzerine çıkmış oluyor. Olmayacak, olsa bile çok zor farkedilecek tesadüfler, sürprizler, seçimler ve onların eşliğinde gerçekleşen bir aşk/evlilik. Bunun günlük hayatta bir insanın karşısına çıkma olasılığı nedir? Çok zayıf olduğunu içimizde bir yerde hepimiz biliyoruz. Fakat bu kurgusal alan, yani bulaşık beşer elinin oynattığı ilizyon, hepimizin varlığın geneli adına yaptığımız çıkarımları etkiliyor. Hassaten anahaber bültenlerinin ve hatta belgesellerin. Eşyayı Allah Resulünün duasında olduğu gibi 'olduğu gibi göstermeye' değil, 'rating aldığı şekilde göstermeye' çalışan medya, cüzi olanı, külli olana galip getirebiliyor. Zaten vurgu da bu değil midir? Vurgu, azı çoğa galip getirme sanatıdır. Cerbeze de en çok bununla yapılır.

İman, bir kalbe girip çalışabilmek için doğru bir varlık algısı ister. En azından varlık algınızla oynamaya açık olmanızı. Kur'an sûreleri içinde defalarca bizi varlığa tekrar bakmaya, tekrar tekrar bakmaya davet eder. "Üstlerindeki göğe bakmazlar mı?" gibi pekçok soru ayetinin ardında zımmi bir emir vardır: "Hadi, baksana!" Ama sadece NASA'dan gelen bilgilerin oynanmış kurgusuyla değil, kendi kafanla ve gözlerinle de bak. Bugünlerde göğe bakmak yerine, gökbilim ile ilgili belgesellere bakmayı tercih ettiğimiz ortada. Kendi yeğenimden biliyorum. Çıkıp dünyayı keşfetmek yerine, dünyayı bilgisayarından seyretmeyi seviyor. Neden yeğenim? Ben de şimdilerde biraz öyleyim aslında.

Bediüzzaman'ın siyaseti terk etmek arkasından 'gazete okumayı bırakmasını' özellikle zikretmesi, daha sonra radyo ile dünya savaşını dinlemekten cemaatle namazı terkedenleri eleştirmesi, biraz da bu kurgulanmış varlık algısına yaptığı bir eleştiri bence. Bilgiyi yöneten, bilgiyi ondan alan herkesin varlık algısını da yönetebiliyor. Vurgularla, cerbezelerle, deccalî bir perspektiften cenneti cehennem, cehennemi cennet göstermekle şerri hayra galip kılıp üzerine imanın bina edileceği varlık algısını raydan çıkarıyor.

Haşir Risalesi'ne geleyim. Orada Bediüzzaman'ın 'hakikatler' bahsinde üzerine imanı bina ettiği kanunlar, eğer siz varlığı öyle algılamıyorsanız, size nasıl tesir edebilir? Bu yüzden Bediüzzaman öncesinde doğru varlık algısını içeren hikayeler anlatıyor bize. Varlık algımızı hikayelerle düzelttikten sonra üzerine hakikatleri bina ediyor. Hem bu noktada bir parantez daha açayım: Kur'an neden bize Tevrat'ı veya İncil'i okumamızı veya başka kitaplara bakmamızı değil de varlığa bakmamızı öğütlüyor? Varlık daha bozulmamış, beşer eli karışmamış/kurgulanmamış, olduğundan olabilir mi? Ondan çıkarılacak yorumlar daha dengeli olduğundan?

Milan Kundera'nın Jacques ve Efendisi oyununda geçen bir diyalog vardır, çok severim. Jacques, Efendisine der: "(...) bana yol göstermenizi istiyorum. Buyrun!" Efendi cevap verir: "Buyuracağım buyurmasına da ilerisi ne taraf?" Jacques'ün cevabı manidardır: "Ben size bir sır vereyim en iyisi, hem de büyük bir sır. Kadim zamanlardan kalma en büyük numarası insan evladının. Neresi biliyor musunuz ilerisi, nereye dönersen, işte orası ilerisi."

İşte modern zamanların dinî tartışmaları içinde de birazcık bu var. Mesela diyelim, dindarlıkla mesafeli birisi, hadi biraz daha ilerisi, inançsız birisi; sizinle din konusunda tartışmaya başladığında hemen 'tesettür' gibi, 'çok eşlilik' gibi, 'kader' gibi bahisleri açıyor. Oradaki kendi varlık algısıyla sizi mat etmeye gayret ediyor. Bir nevi parçada boğmaya çalışıyor sizi. Kendince sorunlu bulduğu parçada. Kendi ilerisinde. Halbuki Bediüzzaman'ın hem Kader Risalesi'nin başında, hem Mirac bahsinde altını çizdiği birşeydir: İman, sonrakiler önce konuşularak veyahut parça bütünün tamamının yerine geçerek konuşulacak birşey değildir. Parçalarda boğmak, şeytanın da küfrü kalbimize yerleştirmeye çalışırken kullandığı bir silah.

16 Ekim 2014 Perşembe

Parçalarda boğulmak (1): Kon-Tiki'nin 'gör' dediği

"Birşeyin hüsün ve cemali, o şeyin mecmuunda görünür. Cüzlere ayrıldığı vakit, mecmuunda görünen hüsün ve cemal, parçalarda görünmez." İşaratü'l-İ'caz'dan.

Bu konuya dair daha evvel de birşeyler karaladığımı hayal meyal hatırlıyorum ama tekrar yazmakta zarar yok. Hatta çoğu zaman tekrar yazmak, yeniden bakmak, geliştirmek ve/veya düzeltmek anlamına geliyor. Aynılık, eşyanın değil, insanın problemi. Yoksa Heraklitos'un dediği gibi: "Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz." Farklılık detayda ve detaylar arasındaki ilgiyi farkedişte kendini gösteriyor. Tefekkürse detay avcılığı.

Çoğu zaman yazarken aklıma geliyor yeni şeyler. Demek, yazmak da bir dua, tıpkı düşünmek gibi. Aynanı parlatıp bekliyorsun güneş yansısın diye. Elinden gelen yalnız bu: Müsait olmak. Ve 'yazı ile tefekkür' de tıpkı 'üstlerindeki göğe bakmak' gibi. "Bir saat tefekkür bir sene (nafile) ibadetten hayırlıdır" diyor Aleyhissalatuvesselam. Kendi adımak konuşayım: Hakikate dair bir saat düşünebildiğim, kafa/kalp yorduğum, birşeyler ürettiğim zaman ancak yazdığım zaman. Başka vakitler aklımı o kadar uzun bir süre aynı şey üzerinde tutamıyorum.

'Tefekkür detay avcılığı' dedim, fakat tam o da değil. Düşünmek daha çok 'daha önce görülmemiş olanı görmek' şeklinde resmediliyor bizde. Bu kişisel anlamda 'daha önce görmediğimi göreyim' niyetiyle olabildiği gibi, daha yüksek seviyede, 'benden önceki insanların daha önce görmedikleri şeyi ilk ben göreyim' şeklinde de olabilir. Birincisi öğrenme. İkincisi keşfetme.

Birincisinde kendi yolculuğundur üzerinde bilmekle yol aldığın. İkincisinde insanlık yolculuğudur üzerini adımladığın. Fakat bu 'bilmek' hevesi, 'düşünmek' ameliyesi bizi detaylara müptela kılıyor. Parçalara, sonra daha küçük parçalara, sonra en küçük parçalara müptela oluyoruz. Boğulmak gibi. Bitimsiz bir yolculuk.

Detay demek kesret demek. Artması demek eşyanın. Yani görülenin, işitilenin, hissedilenin, düşünülenin. Modern bilimin şöyle bir dayatması var: Bütünün anlamına dair keşifler bitmiş gibi davranıyor. O yüzden modern zamanlar detaylara sürüklüyor aklımızı. Detay, detay, daha çok detay! Daha çok branş, daha çok alt dal, daha küçük satırlar. Sonunda öyle bir bilmek seviyesine erişiyoruz ki birimizin bildiğini başkası bilmiyor. Bütüne ve anlamına karşı yabancılaşıyoruz. Detaylarda boğuluyoruz. Çünkü detaylar bizi 'bilme' noktasında sınıflara ayırmış oluyor. Tıpkı Cahiliye kavmiyetçiliği gibi bir branşlaşmamız var.

Thor Heyerdahl, 1947'de, beş arkadaşıyla birlikte Kon-Tiki ismini verdiği salla Pasifik'i aşışını anlattıktan sonra kitabının son kısmında şöyle bir modern bilim eleştirisi yapıyor:

"Uzmanlara saygı duymayı, ama onların yeterlilikleri konusunda uyanık olmayı küçük yaşta öğrenmiştim. Bir insan bir alanda kendisini ne kadar geliştirirse başka alanlarda o kadar bilgisiz demekti. Günümüzde bilim öylesine uzmanlaşmış durumda ki, araştırmacıların konularında derinleşmelerinin bedeli genelde alanın bütününü göremez duruma gelmeleriyle ödeniyor. Bu nedenle uzmanların akılalmaz bilgisizlikler göstermeleri, ortak kuramlar arasında büyük boşluklar oluşması, ama hiç kimsenin onların uzmanlıklarını sorgulayamaması gibi bir durum çıkıyor ortaya. Onların derinlerden çıkardıkları küçük ayrıntılar olmasaydı hiçkimse, yüzeyde rahatça oturup parçaları biraraya getirerek tarih öncesi zamanda Pasifik okyanusu üzerinde yolculuk yapıldığını kanıtlayamazdı."

Parçaların fatihi onlardı. Fakat bütünü ancak Heyerdahl görebildi. Eleştirisinin devamında şunun altını çiziyor Heyerdahl: Bilimadamları, bilimi masalarında yapıyorlar, sahanın bütünlüğü içinde sınamaya çalışmıyorlar. Bütün sahadadır. Bütünlük ise sahada görünür.

Kendisi de zaten 101 gün süren yolculuğunu bir türlü bilim camiasında kabul görmeyen tezini isbatlamak için yapıyor. Polenezya adalarında yaşayan insanların Peru'dan göçtükleri tezi. Onun gösterdiği etimolojik/arkeolojik bütün delilleri elinin tersiyle iten bilimadamları hep şunu söylüyorlar:

"O zamanlar gemi yoktu. Sadece sallar vardı. Sallarla Pasifik Okyanusu aşılamaz." Bunu dogmatik bulan Thor Heyerdahl, büyük riskler aldığı bir maceraya girişiyor ve başarısıyla bilim dünyasını sarsıyor. Kitabının son kısmında dediği gibi: "Bilim dogmalara savaş açarak ortaya çıktı. Ama şimdi kendi dogmalarını üretiyor. Buna karşı da mücadele verilmeli." Herman Hesse'nin Siddhartha'da sandalcıya söylettiği gibi: "O kadar aramışsın ki bulmaya vaktin olmamış." Aramak bulmanın duasıdır. Lakin vermek yine Allahın iradesinde. "Her arayan bulamaz amma, bulanlar ancak arayanlardır" demiyor mu İbn-i Arabî (k.s.)? Demek aramak da bulmayı mecbur kılmıyor.

Parçalarda boğulmak diyorum ben buna. Mucizat-ı Kur'aniye'nin sonunda Bediüzzaman'ın verdiği 'gavvas/dalgıç ve hazine' örneği de bir parçada boğulma ihtarı içeriyor aslında, Mevlana'nın (k.s.) verdiği 'fil ve karanlıkta el yordamıyla onu tarif edenler' misali de. Ki o örneğin ardından Bediüzzaman çok korkutucu bir uyarı da yapıyor:

"İşte, hem şu sırdandır ki, bâtın-ı umûra gidip, Sünnet-i Seniyyeye ittibâ etmeyerek, meşhudâtına itimad ederek yarı yoldan dönen ve bir cemaatin riyâsetine geçip bir fırka teşkil eden fırâk-ı dâllenin bütün imamları hakâikın tenâsübünü, muvâzenesini muhâfaza edemediğindendir ki, böyle, bid'aya, dalâlete düşüp, bir cemaat-i beşeriyeyi yanlış yola sevk etmişler."

Yani ne eline gelen zümrüdü hazinenin ta kendisi sanman doğru, ne de filin eline gelen yerini filin tamamı sanman. Uzmanlaşmak böyle tehlikeli bir körlük de içerebiliyor. Heyerdahl'ın dediği gibi: "Günümüzde bilim öylesine uzmanlaşmış durumda ki, araştırmacıların konularında derinleşmelerinin bedeli genelde alanın bütününü göremez duruma gelmeleriyle ödeniyor." Heyerdahl bu yolculuğu başardı. Çünkü bütünü sınamaya cesareti vardı. Diğerleri olamaz diyorlardı çünkü masalarından kafaları hiç kaldırmamıştılar.

Parçada boğulmak aslında Bediüzzaman'ın sadece gavvas ve hazine örneğinde değil, çok yerde bizi uyardığı birşey. Mesela Mesnevi'de, şurada diyor ki: "(...) Madem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem'a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında gök, yıldızlarıyla beraber içine girip gark oluyor. Hardal gibi küçük kuvve-i hafızanda, senin sahife-i a'mâlin ekseri ve sahaif-i ömrün ağlebi içine girdiği gibi, çok cüz'î küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder."

Ve yine Muhakemat'ta dikkatimizi çekiyor ki:

"Kim birşeyde çok tevaggul etse, galiben başkasında gabîleşmesine sebebiyet verir. Bu sırra binaendir ki, maddiyatta tevaggul eden, mâneviyatta gabileşir ve sathî olur. Bu noktaya nazaran, maddiyatta mahareti olanın mâneviyatta hükmü hüccet olmasına sebep olmadığı gibi, çok defa sözü dahi şâyân-ı istimâ değildir. Evet, bir hasta, tıbbı hendeseye kıyas ederek, tabibe bedelen mühendise müracaat edip gösterdiği ilâcı istimal ederse, akrabasına tâziye vermeye dâvet ve kendisi için kabristan-ı fenanın hastahanesine nakl-i mekân etmek için bir raporu istemek demektir."

'Bir lokma, bir kelime' veya bir branş; 'birşeyde çok tevaggul etme' veya uzmanlaşma; ifadeler değişiyor ama aslında söylenen şey aynı sanki: "Bütün, parçaların toplamından fazlasıdır." Belki biraz da bu nedenle Nemrud'un ölmek ve diriltmek bahsinde parçada boğulduğunu gören Hz. İbrahim (a.s.) onu yaşamın bütününe doğru çekiyor: "Allah güneşi doğudan getirmektedir. Haydi sen de onu batıdan getir!" Güneş doğmadan ölmek/diriltmek mümkün olabilir mi? Bu sorgulama üzerine Nemrud'un halet-i ruhiyesini şöyle tarif ediyor Kur'an: "Şaşırdı kaldı!" Çünkü bütüne baktırılmayı beklemiyordu. Hz. İbrahim'i güya detaylardaki cerbezesinde boğacaktı. Ama İbrahim (a.s.) yüzü bütüne dönüktü. Hazer etti, dikkatle bastı. Bir lokma, bir dane içine çekilerek boğulmadı. Buradan nicedir anlamaya çalıştığım bir metne daha kapı buldum. Alıntılayayım:

"Nefsî tefekkürde tafsilâtlı, âfâkî tefekkürde ise icmâlî yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptığın takdirde, kesret fikrini dağıtır. Evham ise havalandırır, enâniyetin kalınlaşır. Gafletin kuvvet bulur, tabiata kalb eder. İşte dalâlete isâl eden kesret yolu budur."

Bu bahiste âfâkî tefekkür, ötende olana dair, eşyaya dair tefekkürse eğer; o vakit icmalî yapmaktan kasıt, bütüncül bakışı kaybetmeden yoluna devam etmek olabilir. Tefekkürde derinleşmemek değil, o yanlış anlamadır, derinleşsen de yüzünü bütünden ayırmamadır. İcmal bir yönüyle bütün demektir çünkü. Bütünün tamamını kuşatandır özet. Nefsî tefekkürde tafsilat ise, ben bunu biyolojimizi/kimyamızı düşünmek değil, ruh ve kalp haritamızı temaşa etmek olarak görüyorum, zaten sen âlemin misal-i musağğarı, yani bir özeti olduğun için, 'o özet sana bütünü unutturmayacaktır, tafsilatlı gidebilirsin' dersi gibi geliyor bana.

Bu da yazının sonuna aldığım bir not olsun. "Niye bu meseleyi kurcalıyorsun?" derseniz, cevabım şu: Âfâki tefekkürü 'derine inmemek' gibi düşünürsek, o vakit Zerre Risalesi gibi eserleri nereye koyarız? Veya mesela: "Bediüzzaman eşya tefekküründe derine inmemiştir" diyebilir miyiz? Bana bu tarz kolaydan sonuca gitmeler yanlış geliyor.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...