ekşi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ekşi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Kasım 2016 Çarşamba

Niyetin kaçmaktır

Geveze birisine kendisi gevezeymiş gibi gelmez. Öyle gelmediği için gevezedir zaten. (Aynı tesbiti bencillik için de yapabilirim.) Birşeyin sıfatımız haline gelmesi bizim ona olan farkındalığımızın azalmasıyla doğru orantılı gibi geliyor. Bu meselede biraz şöyle düşünüyorum: Bizi birşeyin içinde boğulmaktan alıkoyan şey ona karşı duyduğumuz farkındalıktır. Ve bu farkındalıktan gelen korkusudur. Bu farkındalık iki şekilde olabilir. 1) Halihazırda boğuluyor olduğumuza dair farkındalık. 2) O şeyin boğucu olduğuna dair evvelden edinilmiş bir farkındalık. Bu iki farkındalığın diri tutulduğu bir halet-i ruhiyede adına korku çekilen şey garkedici olamaz. Çünkü garkolmak bir 'içinde olunan şeyin farkına varamama' veya 'eylediğinin farkına varamama' meselesidir.

Şimdi, burada 'garkolmayı' ve 'boğmayı' kendimce bir ayrımla kullanmayı denedim. Boğmayı 'bütünüyle içinde olmaktan rahatsızlık duyulan' garkolmayı ise 'bütünüyle içinde olmaktan rahatsızlık duyulmayan' şey/şeyler için kullandım. Fakat bunu bütün yazı boyunca başaramayacağım belli. Şu örnekte hemen etimolojik keyfiniz kaçacak mesela: İnsan, havanın içinde garkolur, ama boğulmaz. Suyun içinde garkolur ve de boğulur. Demek insanı boğan şey salt bir garkolma hali değildir. 'Farkına varacağı birşeyde' garkolmuş olmasıdır. İnsan suya garkolduğunda suyun farkına varır. Ancak havaya garkolduğu çoğu zamanda havanın farkında değildir.

"Aklına bile gelmez..." demiyorum elbette. Ancak kabul edersiniz: İnsan havanın içinde suyun içinde olduğundan daha rahattır. Oraya göre yaratılmış olmasından gelen "Zaten olması gereken bu!" rahatlığı vardır üzerinde. Karada gezen birisine 'birşeyin içinde garkolduğunu' hatırlatmanız onun için anlık/değersiz bir farkındalıktan fazla birşey ifade etmez. (Zaten birkaç saniye sonra unutur.) Ancak sudaki bir insanın, hele bütün vücudu suda garkolmuş bir insanın, bu farkındalığını unutması zordur. O adam suda bulunduğu her an içinde olduğunun farkında olur. Çünkü su onun 'zaten olması gereken'i değildir. Suda yaşamak üzere yaratılmış değildir. Tersi örneklemeyi balıklar üzerinden de yapabiliriz. Şaire "O mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler..." dedirten sırra dokunuyoruz bu noktada. Balığa suyun farkındalığını unutturan 'olması gerekenin o olması' halet-i ruhiyesi değil midir?

İsterseniz bu noktada fıtrî kelimesini kullanmaya başlayalım. Bizim için fıtrî olan bir açıdan ona karşı farkındalığımızın az olduğu şeydir. "Her fıtrî olan böyledir!" dememekle birlikte yaratılışımıza uygun olanın bu uygunluğun alameti olan bir rahatlıkla dünyamıza geldiği muhakkaktır. Bir insanın yaratılışında 'yazma yeteneğini/aşkının' olması başka birisinin boğulduğu beyaz kağıtta rahatlıkla hareket edebilmesini sağlar. Yaratılışımızda bulunan meziyetler, o meziyetlerle ilgili işler yaptıkça hissettiğimiz huzur ve o meziyetlerin dışında şeylerle meşgul oldukça hissettiğimiz boğulma hissiyle bize kendilerini tanıtırlar. Çok konuşmayı sevmeyen birisine 'konuşmak' merkezli bir iş yaptırdığınızı düşünün. Veya ciddiyetten hoşlanan birisine komedyenlik yaptırdığınızı... Her iki misalde de bu insanların hissedeceği şey sıkıntıdır. Sıkıntı da bir tür boğulmadır. Demek ki, etrafınızı, içinde garkolmak doğanıza uygun olmayan birşey sarmaya başladı. Ve fıtratınız 'rahatsız farkındalığıyla' size sesleniyor: "Çıkar beni buradan!"

Farkındalık zamanı uzatır. Sevmediği bir işte çalışan veya sevmediği ortamlarda bulunan insanların dakikaları sayması biraz bundandır. Etrafınızdakilerin sizin için hava değil su olduğunu farketmeniz ve bu farkındalığın hiç geçmemesi zamanın sizin için açılmasını sağlar. Neden? Zaman şuura farkındalığından ulaşır. Zaman anlara, anlar ise şuurlu farkındalıklara bölünmüştür. Rahatsızlandıkça geçen her anın farkına varırsınız. Oysa sevdiğiniz işte veya ortamlarda şöyle cümleler kurduğunuz çok olur: "Zaman nasıl geçti anlamadım!" Evet, çünkü garkolduğunuz şey sizi boğmuyordu. Boğmadığı için daha az farkına vardınız. Ve zaman kısaldı.

Şimdi, burada bir nefes alalım, yine makas değiştireceğiz. Sagopa'nın "Kendim İçin..." şarkısında geçen bir cümle var. Diyor ki: "Olması gereken şeylerin adını 'iyilik yapmak' koymuşlar." Bence bu cümlenin dikkatimizi çektiği şey önemlidir. İyiliğin 'olması gereken şey' olarak yapılmasıyla 'iyilik yapmak' için yapılması sahibi için farklı tahliller gerektiren bir durumdur. Markar Esayan İyi Şeyler kitabında bu konuya dair şöyle der: "İyiliği canı istemeli insanın." Yine mürşidimin de alıntıladığı tasavvufî bir metinde Nakşibendiliğin yolu şöyle çizilmiştir: "Der tarik-i Nakşibendî lâzım âmed çâr terk. Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk."

Dünyayı, ukbayı, benlik davasını terkeden müridin terketmesi gereken dördüncü şey nedir? Zaten terkettikleridir. Peki, bu ne demektir? Bize bu terkin terki şöyle anlatılır: "Yani dünya, ukba ve benliği terkeden birisi, ben bunları terkettim diyerek böbürlenip kendinin üstün bir mevki ve makamda olduğunu tevehhüm dahi etmemelidir." Ben bu 'terk-i terk'i tarif ederken, Sagopa'nın ve Markar Esayan'ın söylediklerini aklımda tutarak, kendimce şöyle diyorum:

Terk-i terk, ardında bırakmanın 'iyilik yapmak' değil 'olması gereken şey' olduğunu düşünmektir. Terketmekle gelinen yerin kişide sıfat haline gelmesidir. İnsan terkettiklerini unuttuğunda aslında terketmeyi 'fıtrî ahval' haline getirmiş olur. Çünkü öteki türlü terkettiklerini hatırlamak da bir çeşit övünme ve sahiplenmedir. "Ben senin için neler ardımda bıraktım be!" diye başlayan bir ifade, bir mü'minin değil, rakı sofrasındaki berduşun sözüdür. Terk-i terk makamına gelen 'zaten olması gerektiğini' düşündüğü olmamışına bakar. Tıpkı Sahib-i Miraç aleyhissalatuvesselamın vefat zamanında dediği gibi: "Ya Rab, seni hakkıyla bilemedik!"

Mürşidim, Mesnevî-i Nuriye'sinde diyor ki: "İ'lem eyyühe'l-aziz! Hayrat ve hasenâtın hayatı niyet iledir. Fesadı da ucub, riyâ ve gösteriş iledir. Ve fıtrî olarak vicdanda şuur ile bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyet ile inkıtâ bulur. Nasıl ki amellerin hayatı niyet iledir. Onun gibi, niyet bir cihetle fıtrî ahvalin ölümüdür. Meselâ, tevâzua niyet onu ifsad eder; tekebbüre niyet onu izâle eder; feraha niyet onu uçurur; gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hâkezâ, kıyas et."

İşte ben bu ifadeleri de yukarıda belirttiğim şeyler ekseninde tefekkür ediyorum. Amellere hayat veren niyetin fıtrî ahvali öldürmesini biraz böyle anlıyorum. Becerebilirsem arzedeceğim: Niyet bir farkındalıktır. Kendine yaptığın bir hatırlatmadır. Tevazu 'olması gereken şey' iken onu kendine hatırlatıyor olman garkolduğunun aksi olduğunu gösterir. (Yoksa ayrıca hissetmeye mecbur olmazdın.) Tekebbüre niyet etmeye mecbur olman aslında garkolduğunun tevazu olduğunu anlatır. Feraha niyet etmen aslında bulunduğun yerin sıkıntı olduğunu gösterir. Gam ve kedere niyet etmen aslında çektiğinin o olmadığını hatırlatır. Birşeye niyet dışarısından edilir. Niyet ettiğin iradenle garkolmayı seçtiğindir. İçinden çıkmaya çalıştığın ise aslında boğulduğundur. Fakat ileri gitme. Sen de ben gibisin. Mecbursun fıtrî olana kadar, yani fıtratın alışana/kuşanana kadar, terk-i terk edene kadar, hoş ahvale iradenle dalmaya. "Benim kalbim temiz!" diyenlere de bir taş vur burada. Şuursuz niyet, niyetsiz irade, iradesiz amel, amelsiz ahval olmaz. Niyetin kaçmaktır. Her niyet edişinde, niyetten önceki halinden, niyetten sonraki haline kaçıyorsun.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...