17 Kasım 2025 Pazartesi

Bediüzzaman 2082'ye karşı neden uyarıyor?

"Ve herkesin çocuklarını kendine alıp karâbet ve milliyeti izale eden..." 
Şualar'dan.

Ahirzamanda kimsenin çocuğu sadece kendisinin olamıyor. Ya okul ya arkadaş ya internet yahut da çevre... Bir şekilde ortaklığa oturuyor. Parçasını koparıyor. Yeğenlerimden birisi beş yaşında. Bu sene anaokuluna başladı. Geçenlerde odama gelip bana şöyle söyledi: "Ben Atatürk'ü seviyorum!" Tabii, bir nurcu için, yaşaması zor bir tecrübe bu. Çünkü böyle tecrübeleri yaşarken bir taraftan da Türkiye'nin müslümanların elinden kayışını izler gibi oluyorsunuz. Milli eğitim zaten dindarlar için her zaman netameli bir mesele oldu. Devlet, mecburî tuttuğu tedrisin eliyle, Osmanlı sosyolojisini 'Laik Türkiye sosyolojisine' çevirmeye çalıştı. (Ulus-devlet sistemlerinin tamamı eğitimi hem yaygınlaştırıp hem mecburileştirerek toplumlarına ideolojik şekiller vermeye çalıştılar.) Büyük ölçüde başarılı olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bugün bile milli eğitim sistemimiz 'CHP seçmeni yetiştirmek üzere' çalışır. 

Allah'ın hidayet lütfettikleri dışında, hususi ana-baba gayretiyle muhafaza edilenleri ayrı tutuyorum, hepsi kemalizmi içselleştirmiş bir şekilde büyür çocukların. Sınıflarında asılı Mustafa Kemal fotoğrafının kendilerini izlediğine inanırlar. Onun gibi olmak isterler. Mustafa Kemal onları, başta hilafet olmak üzere, nelerden nelerden kurtarmıştır. Sonra gözü açılan nasibliler hikâyenin aslına vâkıf olurlar.

Kabul edelim. Osmanlı bakiyesini yedik şimdiye kadar. Ceddimizden kalan maneviyata, o maneviyata bağlı alışkanlıklara, reflekslere, düşünme şekillerine, amel etme şekillerine, öfkeye, hınça, hürmete dayanarak ayakta kaldık. Ama her nesilde dökülenlerin sayısı arttı. Cumhuriyet kurulurken dindarlığın oranıyla bugünkü oran elbette bir değil. Şerif Mardin'in Türkiye'de Toplum ve Siyaset'te yaptığı şu okuma gayet isabetlidir:

"Atatürk'ün 'hürriyet'in Batı anlamındaki şeklini memlekette kökleştirmek için başvurduğu çare, Batı'nın 'ferdi gaye bilen' hukuk normlarının Türkiye'de yerleşmesini mümkün kılacak olan değişikliği meydana getirmek olmuştur. Birçok kimselerin göremediği bir noktayı Atatürk sezmişti: 'Hürriyetin' hakiki manasında yerleşmesi için halkçı bir politika takip etmek yeterli değildi. Hangi politika olursa olsun insan hak ve hürriyetlerine hürmeti temin için muayyen kurallara uymak zorundadır. Bu da ancak memlekette bu ana kuralların işler durumda bulunduğu belirli bir hukuk nizamını yerleştirmek suretiyle olacaktır. Zamanla, Batı hukuk sisteminin yerleştirilmesi neticesinde, Batı hukuk normları içinde düşünmeye alışan, başka türlü düşünemeyen bir nesil ortaya çıkacaktır. Bu neslin benimsediği normlar da hürriyet mefhumunun Batılı bir çerçeve ile çerçevelenmesini mümkün kılacaktı. Bu bakımdan Atatürk'ün Batı hukuki sistemlerini memleketimizde yerleştirme çabası çoğu zaman üzerinde durulmayan derin bir mana taşımaktadır. Zaman zannedersem Atatürk'ün bu düşüncelerini doğruladı."

Ne acı ki, hakkında büyük umutlara sahip olduğumuz AK Parti hükümeti de, bir ölçüde kemalizme limanına yanaştı. Teknesini bağladı. 10 Kasım ve devamında yaşananlar, bizzat Diyanet'in de dahil olduğu olaylar silsilesi, 'muhafazakâr siyasiyyûnun silah bırakması' gibi birşey oldu. Zaten ben eskiden beri Erdoğan'ı 'seçilmiş kişi' gibi görenleri uyarırdım: Bediüzzaman Hazretleri bize "Delil ve akıbete bakınız!" diyor. Lord Acton'a atfedilen "Güç bozar, mutlak güç mutlaka bozar!" cümlesini hatırlayalım. 'Siyasi mehdi, manevi vazifeli, cehcah vs...' Bunlar gaybî meselelerdir. Zâhirle amel etmek daha güvenlidir. Baştan Erdoğan'a bu şekilde bağlanırsak sonra sorgulayamayız. Yeniasya'nın Demirel'le düştüğü durumlara düşeriz.

Bununla birlikte, hamiyetini de reddetmeyelim, gayet gayretli adamdır. Dindarlara da, maşaallah, epeyce faydası dokunmuştur. Tamam. Bu kıvamda bakarak kalalım. Yahut da kalarak bakalım. O mesleğinden ayrılmadıkça biz de illa yanındayız. Ama o mesleğinden ayrılırsa biz de yanından ayrılabiliriz. Bu kapıyı açık tutalım. Yine mürşidimin Divan-ı Harb-i Örfî'de dediği gibi: "Ben talebeyim. Onun için herşeyi mizan-ı şeriatla muvazene ediyorum. Ben milliyetimizi yalnız İslâmiyet biliyorum. Onun için herşeyi de İslâmiyet nokta-i nazarından muhakeme ediyorum." Derdimiz yalnız dinimizdir. Ona faydası olan, oldukça, canımız-ciğerimizdir. Zararı dokunan, dokundukça, hasmımızdır-ötekimizdir. "Düşmanın düşmanı düşman kaldıkça dosttur. Nasıl ki düşmanın dostu dost kaldıkça düşmandır." Düşmanımın düşmanı 'düşmanlığı bıraktığı zaman' ne derece dostum kalabilir ki?

Son bir ilavem var: Yaşadıklarımız üzerinden Kastamonu Lahikası'ndaki bir istihracı da bir nebze anladığımı belirtmeliyim. Evet. Evvelden meraklanırdım: "Bediüzzaman Hazretleri 'Ümmetimden bir taife Allah'ın emri gelinceye kadar hak üzere galip olacaktır!' hadisinden hareketle diyor: '(...) şedde sayılır—fıkrası dahi, makam-ı cifrîsi 1506 edip, bu tarihe kadar zahir ve aşikârâne, belki galibane, sonra tâ 'kırk iki (42)'ye kadar gizli ve mağlûbiyet içinde vazife-i tenviriyesine devam edeceğine remze yakın ima eder.' Yani, hristiyan takvimine göre, 2082 yılına kadar, bir tür 'zahir, aşikârâne, galibane dönemi' yaşayacağız. Sonra 2117'ye kadar da 'gizli, mağlubiyet içinde' nurlandırma vazifemizi sürdüreceğiz. Bizim bu 'tekrar mağlubiyetimiz' nasıl olacak?"

Şimdi, Allahu a'lem, nasıl olacağını bir parça kavrıyorum. İşte, Osmanlı sosyolojisinin, daha doğrusu İslam devleti sosyolojisinin, belki 'şeriat üzere yaşayan sosyolojinin' denmeli, bakiyesiyle bir yalancı bahar dönemi yaşayıp geçirmekteyiz. Belki 'koltukları' sol/kemalist kesimin elinden almaktayız. Ancak onların 'adam yetiştirme sistemine' dokunamamaktayız. Bu da belli ki, sahada 'günübirlik zafer' kazandırırken, geleceğe 'mağlubiyet yazmaya' doğru gitmekte. Çünkü nesiller gün gün değişmekte. 'Biz' sırf bedenen varolmakta. Manevi soyumuzsa aslından kesilmekte. 

Gerçi bu 'manevi ebterlik' belli ki 'maddi ebterlik' sonucuna da götürecek bizi. Doğurganlık oranımızın düşüşü buna işaret ediyor. Devlet dahi tüm uzuvlarıyla 'tehlike çanlarının çaldığını' kabul ediyor. Fakat kökten bir harekete girişemiyor. Sinir uçları uyuşturulmuş. Yanıyor, ancak yine de, bütün bu şahitliklere rağmen, temelden bir meydan okuyuş gerçekleşmiyor. Düğüm çözen dokunuşlar yapılamıyor. Âkillerimizin elinden sanki 'yalnız günü kurtaracak adımlar' gelebiliyor. Ötesi onları da ilgilendirmiyor. Yahut da dünyevîleşme adına çok da uğraşmak istemiyorlar. Ne diyelim? Hüda ahirimizi hayreylesin. Evvelimizi-akıbetimizi sırat-ı müstakimden ayırmasın. Neslimizi imandan mahrum bırakmasın. Âmin. Âmin.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bediüzzaman 2082'ye karşı neden uyarıyor?

"Ve herkesin çocuklarını kendine alıp karâbet ve milliyeti izale eden..."  Şualar'dan. Ahirzamanda kimsenin çocuğu sadece kend...