30 Haziran 2015 Salı

Hayatı 'siyasetten' okumak

Son dönemlerde kavmimin politize olma düzeyi, Türkleri epey aştı. Gidin Diyarbakır'a, Hakkari'ye, Şırnak'a; Kürtler artık Türklerden daha yoğun bir şekilde siyaset konuşuyor. Üstelik bu siyasi bilinç öyle kahve köşesi sohbeti gibi de değil. Sosyalist, kapitalist, liberal birçok okuma yapmış insanların (kendileri okumamışsa bile okuma yapanlara uzun süre kulak verdiği belirgin) 'bilen analizleri' bunlar. Doğru/yanlış kendilerince bir fikriyat inşasında bulunmuşlar ve arkaplanını destekleyecek bir sürü argüman biriktirmişler. Nurculuk hassasiyetiyle, yanında siyaset konuştuğumuzda yüzünü eşkiten bir arkadaşım uzun yıllar sonra memleketine gittiğinde karşılaştığı tabloyu bana şöyle anlatmıştı: "Ya herkes siyaset konuşuyor. İstanbul'dan bin beter." Bunu daha sonra bölgede barış süreci temalı röportajlar yapan bir gazeteci arkadaştan da duymuştum. O da, bölgeye giderken bu düzeyde politize olmuş insanlarla karşılaşmayı beklemediğini söylemişti.

Bu iyi mi, kötü mü? Bir açıdan iyi, bir açıdan kötü. İyi olan yanı, insanların yaşadıkları dünya hakkında daha çok fikir ve malumat sahibi olmaları. (Bunu iyi birşey olarak görüyorsanız.) Kötü yanı, bu bilginin alabildiğine seküler ve siyasi olması. Daha evvel de yazdım bu konu hakkında: Hayatı siyaset üzerinden okumak insanı agresifleştirir. Çünkü siyaset karanlık bir dünyaya bakar. Güç savaşlarının olduğu, acıların insanın vicdanını iğdiş ettiği ve nefretini körüklediği bir alandır siyaset. Siyaset penceresinden bakınca esmaü'l-hüsna'yı, hadi esma'yı da geçtim hüsna'yı/güzel olanı göremezsiniz. Siyasetten uzun süre dünya tefekkürü yapan bir adamın iki seçeneği olduğuna inanıyorum: Ya vicdanını söküp atacak ve olaylara (menfaati eksenli) bir seyirci nazarıyla bakacak. Yahut da o okumanın verdiği yeis ve öfkeyle ifratkâr bir yola sapacak. Aslında Türkiye'de İslamcılığın, milliyetçiliğin, solculuğun yollarının bu denli öfkeyle ve kavgayla kesişmesi biraz da hayatı siyaset üzerinden okumayı tercih etmelerindendir. Nitekim Bediüzzaman da siyasi meseleler hakkında yazdığı Yeni Said dönemi metinlerinde şu cümleyi sıklıkla kullanır: "Dünyaya bakmak beni incitiyor."

Siyasetten dünyaya bakarsanız Allah'ı, rahmetini, hikmetini görmek zordur. Beşerin bulaşık elinin çok karıştığı bir sarhoşluk alanıdır siyaset. Elmayı ağaçtan bilen adamın siyasetten Allah'ı bulması ve Onunla teselli olması mümkün değildir. Yine Bediüzzaman'ın tabiriyle 'eşyanın hakikatinin esma-i ilahiye' olduğu bir dünyada, esma ile problemli bir ilişki, aynı zamanda eşyanın hakikatiyle de problemli bir ilişkidir. Böylesi bir tefekkürle hakikate ulaşmak zorlaşır. Muvazeneler bozulur. Dünyaya siyaset penceresinden bakan ulema-i İslam'ın ifrat/tefrit yorumlarla şeriatın muvazenesine zarar verdiği de hepinizin malumudur. Kimisi masum ölümlerine de neden olabilecek intihar saldırılarına 'caizdir' fetvası verir. Kimisi de yabancı memleketlerde yaşayan müslümanları (hatta Gülen gibileri daru'l-İslam'da yaşanları bile) tesettürden âzâd eder. Birisi gayret-i diniye ile yapar, diğeri gayret-i dünyeviye ile. Bu noktada hem selefi, hem modernist İslam okumalarının dünyaya siyaset penceresinden bakan müslümanların kapıldıkları okumalar olduğunu söyleyebiliriz.

Bunları hatırlayınca, hem Kur'an ve sünnetteki, hem de onlardan ders almış Risale-i Nur müellifinin metinlerindeki esma tedrisi daha bir başka görünüyor gözüme. Hayat siyasetten ve siyasette yaşanan acılardan, savaşlardan, kavgalardan ibaret değil. Fakat siyaset, hayata 'güzel görme' ve dolayısıyla 'güzel düşünme' yeteneklerimizi körelterek bakmamıza sebep oluyor. Bugün Filistin'deki, Suriye'deki, Doğu Türkistan'daki, Mısır'daki olaylara bakıp, değil kalbindeki imanın selametine, aklına mukayyet olması zor bir müslümanın. Müslüman adlarının sıkça terörle birlikte anılmasında veya müslüman hamiyetinin şiddete (çeşitli örgütler eliyle) saptırılmasında bu okumanın payı yok mudur? Bugün Kürtler ve Türkler arasındaki gerginliğin bile gözlerin sürekli siyaset üzerinde olmasıyla bir ilgisi var. Çünkü hem Kürt, hem Türk tarafı analizini yaparken anahaber bültenlerine ve verilerine bakıyor. Komşusu, akrabası, iş arkadaşı olan Kürdün/Türkün kendisiyle yaşadığı ilişkiye bakmıyor. Tıpkı kırtasiyede çalıştığım günlerde yanımda Kürtler hakkında kem kelamlar eden ülkücü bir arkadaşa: "Ben de Kürdüm!" dediğimde verdiği cevapta olduğu gibi:

"Ya sen onlar gibi Kürt müsün?"
"Onlar nasıl Kürt?"
"Haberlerdeki gibi işte..."

Bugün bu soruyu yalnızca Türklerin değil Kürtlerin de yanıtlaması gerekiyor. Siyaset üzerinden veya Suriye'de kurulacak bir Kürt devletine Türkiye'nin müsaade edip etmemesi üzerinden bir kardeşlik analizi, Kur'an'ın istediği kardeşlik analizi mi? Kardeşlik sadece bir devlet meselesi mi? Yok mu içimizde İmam Ali (r.a.) gibi civanmert ki; savaşta karşı tarafta kalan müslüman için bile 'Onların şehitleri de cennetlik...' diyebilsin. Sözün özü: Ne Türkler ne de Kürtler haberlerdeki gibi değil. Oradan okursanız göremezsiniz. Onları birebir insan ilişkilerinde okumayı tercih edin. Ve bununla amel edin. Siyaset üzerinden okumalar hepimizi kandırıyor. Bediüzzaman, İçtihad Risalesi'nde bu zamanın içtihadını tehlikeye sokan öğelerden birisinin 'nazarların siyasette ve dolayısıyla arzî olması' olduğunu belirtiyor. Peki, bizler, nazarları sürekli siyasette olanların yorumlarına neden bu kadar güveniyoruz?

29 Haziran 2015 Pazartesi

Ne olacak bu HDP'ye oy vermemiş Kürtlerin hali?

Seçim sonuçları bazılarımızı sarstı. Bazılarımızı daha iyi sarstı. 'İyi sarstı!' denilebilecek gruptayım sanırım. 12 yılın yorgunluğuyla bir oy kaybı bekliyordum. Ama bu oranda bir kayıp, hele hele Türkiye'nin koalisyona muhtaç olacağı bir kayıp, beklemiyordum. Bir de öyle bir kem tablo var ki karşımızda, bir 'tekrar seçim' olmadan düğümün çözülmesi mümkün görünmüyor. Fakat bundan da ötede, beni asıl üzen/yeise düşüren, Kürt seçmenin AK Parti'den vazgeçiyor oluşuydu. İşaretlerini görüyordum. "Sandığa gidince iş böyle olmaz!" diyordum. Ferasetin galip geleceğini umuyordum. Ama olmadı. Olmuşla ölmüşe çare yok. Şimdi, önümüzdeki tabloyu konuşmak gerek.

Bu tablonun en ağır darbesini milliyetçilik bağlamında tüm Türkiye'ye vurduğu kanaatindeyim. Seçimden evvel de twitter'da ve facebook'ta beni takip edenlere anlatmaya çalıştım: Bu ülkede barışın teminatı HDP, MHP ve CHP çizgisi değildir. Bu ülkede barışın teminatı DP'den AK Parti'ye uzanan çizgide Kürtlerin ve Türklerin birleşmiş, beraber yaşamaya niyet etmiş iradeleridir. Şimdiye kadar böyleydi, bundan sonra da böyle olacak inşaallah. Fakat şu son seçim DP'den AK Parti'ye kadar uzanan bu 'buluşturucu' çizginin büyüsünü büyük oranda bozdu. Yüzler asıldı. Telafisi mümkün mü? Elbette. Önümüzdeki seçimde Kürt seçmenin oyu tekrar AK Parti'ye dönerse mümkün. Fakat ya dönmezse?

Dönmezse, kimse kusuruma bakmasın ama, ben karamsarım. Ülkenin gerilimli ortamında, bu kadar ağır bir milliyetçi dile sahip siyasetinde, eğer bu dil ve gerilim bir nebze yumuşuyorsa bunun sebebi hem Kürt hem de Türk oylarını alan partiler sayesindedir. Ve bu oyların en yüksek oranda buluştuğu parti ise AK Parti'dir. Hadi, parti ismi konuşmayalım, bu çizgidir. Eğer bu çizgide buluşan Kürt ve Türk oyları bir daha biraraya gelmezse; sadece Türklerin veya sadece Kürtlerin oylarını almış partilerin birbirilerine karşı daha saldırgan, daha agresif bir dil kullanmalarını ne engelleyebilir? Hatta bu dilin daha sık bir şekilde etnisiteye vurgu yapması kaçınılmaz olur. Siyasiler kendilerini tutmaya çalışsalar da, bu partilerin seçmenlerinin birbirlerine karşı ırkçılık yapmalarını ne durdurabilir?

Şener Aktürk Hoca'nın Türkiye'nin Kimlikleri kitabında yaptığı çok güzel bir analiz var. AK Parti'nin Kürt haklarına karşı duyarlılığını ve barış sürecinin Milli Görüş çizgisinin Kürt vatandaşlardan aldığı destekle ilgisini analiz ediyor orada. Diyor ki mesela: Bu çizgiden gelen partiler Batı ve Orta Anadolu'da kalesi olduğu düşünülen yerlerde bile düşük oy aldıklarında Doğu'da yüksek oy aldılar. Bu da ister istemez onları Kürtlerin sorunlarına daha duyarlı yaptı. Nitekim merhum Erbakan'ın Kürtlerin varlığı ve haklarıyla ilgili ilk açıkça kelam eden siyasilerden olduğu malumdur. Elbette bu çizgiden yetişen isimlerin ağırlıkla yeraldığı AK Parti'de de Kürt haklarına karşı bir duyarlılık miras kalmıştır.

Fakat bugün, bu seçim sonuçlarıyla bu duyarlılığın altına bir dinamit koymuş olduk. Tabii ki, AK Parti içindeki ehl-i basiret, ehl-i kemal insanlar bu duyarlılığın bir seçim sonucuyla sarsılmaması ve korunması gerektiğini söylüyorlar. Ancak Türkiye gibi Türk milliyetçiliğinin yerleştiği bir ülkede, Kürt oyları onlardan uzaklaşıyor olduğu halde, daha ne kadar dayanabilirler? Çatlak sesleri ne kadar bastırabilirler? Daha da acısı, eğer iki halkın oylarının buluştuğu parti büyüsü bozulursa, AK Parti içindeki Türk seçmenin Kürtlere karşı hissettiği duyarlılık (ki her şekilde CHP ve MHP seçmenine fark atar bu konuda) ne zamana kadar korunabilir? Bence bu noktada Kürtler olarak takkemizi önümüze koyup tekrar düşünmeliyiz. Milliyetçiliğe prim vererek neyi bombalıyoruz, gerçekten farkında mıyız?

Tabii genç Kürtler yahut tuzukuru Kürtler bu sözlerimle alay ederler. Belki beni ezik de bulurlar. Fakat bugün en fazla Kürdün yaşadığı İstanbul gibi bir şehirde ayakta durmaya, hayatta kalmaya çalışan bir Kürdün, Türklerle yaşayacağı gerilim kaçının umurundadır? (Kaçı bu gerilimin farkındadır?) Benim umurumda. Böyle birçok arkadaşımdan üzüntü dolu, keder dolu mesajlar alıyorum. Bulundukları her ortamda Kürtler hakkında kem sözler işittiklerini ve çok üzüldüklerini/yıprandıklarını anlatıyorlar. Yanlış anlaşılmasın, oylarını HDP'ye vermiş de değiller. Fakat bu eleştiriler HDP'li/HDP'siz ayırmıyor ki. Kürtler diye başlıyor, Kürtler diye gidiyor maalesef.

Kandil'de yaşayanın bunu anlaması mümkün değil. Yaptığı açıklamalar anlamadığını ve hatta umursamadığını da gösteriyor zaten. Ama Selahaddin Demirtaş'ın veya HDP'lilerin biraz daha duyarlı olması lazımdı. Ne yazık ki, Demirtaş'ın bizi getirip sapladığı nokta da CHP veya MHP'den çok farklı olmadı. Erdoğan düşmanlığı en çok tutan argümanı. AK Parti neredeyse, onlar karşısında. Bu demektir ki; Selahaddin Demirtaş da metropollerde Türklerle birlikte hayatta kalmaya çalışan Kürdü umursamıyor. MHP'yle bile sıcak baktığı koalisyona (ki alabildiği tek şey hakarettir) AK Parti'yle sıcak bakmaması bunun bir delili. Peki, ben soruyorum şimdi: Ne olacak HDP'ye oy vermeyen Kürtlerin hali? Hadi vermiş olsun, ne olacak bu insanların siyasetten çözüm beklentisi? Ortalığı gerdikçe germek, Erdoğan'a/AK Parti'ye veya Türkiye'ye eline geçen her fırsatta atar yapmak, Türkiye'de yaşamaya azmetmiş Kürtlere "Ya benimsin ya toprağın!" demek mi? Kürt siyasetinin yarını düşündüğünü görebilecek miyiz?

Buradan AK Parti'li kardeşlerime de şöyle seslenmek istiyorum: İçinizdeki MHP'linin uyanmasına fırsat vermeyin. İnşaallah bu seçim sonuçları değişir. Hem değişmese bile yine de bu iradeden vazgeçmemiş benim gibi pekçok Kürt var. Onların hatırına içinizde asabiyet-i cahiliye uyandırmaya çalışanlara fırsat vermeyin. Uzun vadede elbette haklı olan kazanacak. Sizi MHP'ye giden oylardan ziyade HDP'ye giden Kürt oylarının üzdüğünü biliyorum. İnkisar-ı hayale uğradığınızı hissediyorum. Anlamlandıramadığınızı, hakları konusunda verdiğiniz desteğe rağmen neden HDP'yi seçtiklerini çözemediğinizi idrak ediyorum. Fakat kardeşliğin bir yanı sabırdır. Hangi aile vardır ki, kardeşler hiç anlaşmazlık yaşamamış olsunlar. Elbet bu kara bulutlar da dağılacak. İmanımız bize 'birbirimiz hakkında da' iyimser olmayı emrediyor.

Nonoşlar normalleşirken

Tarihi yalnızca siyaset üzerinden okumak hatalıdır. Eğer tarihi siyaset üzerinden okursanız, toprak kayıplarına itikadî kaymalardan daha fazla ehemmiyet verirsiniz. Ve Viyana kuşatmasının başarısızlığına, 'tekke ve zaviyelerin kapanması'ndan daha fazla ağlarsınız. Galibiyet Allah'ın elindedir; bir gün size verir, bir gün de sizi sınamak için kafirlere. İtikadî anlamda imtihan ve galibiyet, kafirin dünyevî başarısından bağımsız olarak şu sorunun cevabına bakar:

"Kaybettiğin gün de, Allah'a, galip getirdiği gün olduğu kadar inanıyor musun?" Onun emirlerine/nehiylerine, Allah Resulünün sünnet-i seniyyesine, selef-i salihinin uygulamalarına, mezhep imamlarına ve ictihadlarına... Bunlara hâlâ Mekke'yi fethettiğin günün sıcaklığında ve selabetinde inanıyor musun? Katıksız ve körkütük doğru olduklarını düşünüyor musun? Hakikatin yine senin elinde ve kalbinde kalan olduğuna emin misin? Eğer emin değilsen, işte o zaman mağlubiyetin hakikattir. Ve gerilemen kaçınılmaz. Nitekim karasal gerilemelerin sürekliliği, aslında itikadî gerilemenin kalplerde yaşanmasının bir sonucudur.

Bugün de aynı sorularla karşı karşıyayız. Modernizm, maddî galibiyetten gelen havasıyla aramızda dolaşırken; aç kalmaktan, ölümden çok İslam'ın "Doğru budur!" dediklerini doğru bulmakta zorlanmaktayız. Çünkü bize göre itikadî anlamda doğru olanın dünyada da bir getirisi/başarısı olmalı. Allah bunu garanti etmediği ve 'günleri çevirdiği' hakikatini bize Kur'an'da hatırlattığı halde, bizim dinden beklentimiz; bizi de en az Avrupalılar kadar zevk u sefa içinde yaşatması. Yaşatamıyorsa, o dinde hatalar var veya şimdiye kadar yanlış anlaşıldı.

Bütün ehl-i bid'a fırkalarına bakın hepsinin sapkınlıklarının arkasında bu beklentinin yıkılmışlığı/hırsı var. Dünyayı istiyordu. Allah vermedi. O zaman bu Allah'ın şimdiye kadar emrettiklerine bir bakmak gerek. Belki de yanlış şeyler emrediyordu? Bunu tabii böyle açıkça söyleyemiyor. Dediği daha çok şu: "Belki de şimdiye kadar bize yanlış anlattılar?" Ve bu yolda Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın bizzat sözleri ve uygulamaları bulunan hususlarda bile, (hatta nass-ı Kur'an'da bile) "O zamanlar öyleymiş!" deme cüretinde bulunabiliyor bu heva köleleri. Peki sahabiler, diğer âlimler, mezhepler? Mezhepler zaten ilk kafasına taş vurdukları Habil. İster selefî, ister modernist; hepsinin okun yaydan çıkması gibi öfkeyle ve rahatlıkla teşebbüs ettikleri şey, bugünün başarısızlığı üzerinden üretilmiş bir "Yanlış yapmış olmalıyız!" argümanına yaslanıyor.

LGBT'nin Onur Yürüşü adını verdiği, fakat kalbinde zerre miktar imanı olan herkesin açık yüreklilikle dile getireceği şekilde 'onursuzluğun dibi' olan eylemi twitter'da büyük tartışmalara neden olurken; dindar gençlerin dahi dilinde aynı tereddüdü görebiliyorsunuz. "Saygı duymak lazım!" diyorlar. Belki "Devir hoşgörü devri..." diyen de var. "Onları da Allah yaratmış!" kabilinden daha bir aj/cıtasyonlu savunmalar geliştirenlere de rastlanıyor. Fakat hepsinin özünde gördüğüm: Bu gençler artık şeriatın onlara durmaları gerektiğini söylediği yerden emin değiller. Bırakın hadis-i nebevide söylendiği gibi elle veya dille bir yanlışa müdahale etmeyi, kalplerindeki buğzu bile diri tutamıyorlar. "Saygı duyuyoruz!" söylemi içerisinde muhatap oldukları fiil meşrulaşıyor. Kalpteki imanın en son delili olan 'buğz' dahi yüreği terk ediyor. "Önemli olan insan olmak!" cümlesi, Asr-ı Saadet'te vahyin gördüğü hürmete bedel bir hürmet görerek dolaşıyor dillerinde.

Fakat Allah, 'önemli olan insan olmak' diye buyursaydı; neden ahlakımızın en derununa kadar tesir eden, hayatımızın her anına dahlolan bir şeriat emretsindi? Kur'an'da altıbin küsûr ayet indireceğine, "Adam olun!" cümlesini mübarek nebinin dilinden iletse yetmez miydi? Ne gereği vardı; komşu hakkına, ana-baba hukukuna, cinsel hayata, alışverişe, hatta sokakta nasıl davranmak gerektiğine kadar teferruatlı bir din göndersindi bize? Öyle ya, madem insan olmak yetiyordu, Ebu Talib iman etmese de olurdu, neden üzüldü Allah Resulü onun dilinden kelime-i tevhidi duymadığı için? Ve Hz. Lut aleyhisselam, sapkın kavmiyle neden mücadele etti onca yıl? Saygıyla yaşayıp gitselerdi ya beraber!

Bakınız, küçük gibi görünebilir, ama hiç küçük değil. Biz müslümanlar bu tereddütler içinde şunları ima ettiğimizin farkında değiliz: 1) Kur'an sadece o zamanki insanlara indi. 2) Allah Resulü sadece kendi dönemindeki insanlar için konuştu. 3) Allah, bütün zamanları kuşatacak bir şeriat gönderemezdi. 4) Bizden öncekiler bu dini bozdular. 5) Allah Resulü ve arkadaşları, bu dinin özünü anlayamayacak kadar zevakette ve ferasette bizden geridelerdi. 6) Allah (haşa), insanlara zalim davranıyor... Daha say say bitmez. Zaten bütün normalleştirmelerin özünde yatan şey şu: Dinin de seküler ilimler gibi zamanla gelişiyor olduğu düşüncesi. Halbuki din zaten zirvesine vurdu ve Hz. Resulullah döneminde rıza-i ilahîye uygun yaşamanın en üst seviyesine çıkıldı. Bundan sonra biz geriliyoruz. Yapabileceğimiz en iyi şey, onların bize bıraktığı mirasa elimizden geldiğince sahip çıkmak. Üstüne çıkmamız diye birşey sözkonusu değil.

"Recep'le Şaban'ın aşkına Ramazam engel olamaz!" sloganıyla pankart açıp dinimizi alaya almalarını bir kenara bırakıyorum; o sapkınların, o çirkin fiileri üzerinden bir müminden talep edecekleri hiçbir saygı olamaz. Mümin harama saygı duyan değil, karşı durandır. Şartlar el veriyorsa eliyle, şartlar el vermiyorsa diliyle durdurmaya çalışacak; şartlar daha da müsaadesizse en azından kalbiyle buğzedecek olandır. Suyuna gidecek veya hoşgörecek insan değildir. Bu noktada onu sınırlayacak olan da liberal ahlak ve hümanist düşünce değil; şeriatın sınırlarıdır. Yani haram işleyene uygulanacak yaptırımlar şeriat dairesinde nass-ı Kur'an, sünnet-i nebeviye, kıyas ve icma yoluyla zaten belirlenmiştir. Fıkıhta hepsi açıktır. Bir müslümana düşen, "Ya bu zamanda olmaz öyle şeyler..." demek değil, Allah Resulünden kendisine temiz eller üzerinden taşınmış bu mirastan razı olmaktır. Şeriatın çerçevesinde, ifrat ve tefrite düşmeden, hal çaresine bakmaktır.

Laik bir devlette yaşıyoruz. Bu belki işin ancak bir devlet otoritesince sağlanabilecek kısmına dahil olamayışımızı açıklayıcı bir hale getirebiliyor. Fakat haramı hoşgörecek, 'bu zamanın ilcaatı' nevinden kılıf bulacak da değiliz. Ona da buğzederiz. Gücümüz yetiyorsa dilimizle, gücümüz yetiyorsa elimizle; yine hukuk-u şeriat içinde kalarak tepkimizi gösteririz, göstermeliyiz. Her günahın normalleşmesi, onu hoşgörmekle başlıyor. Hoşgörmek meşrulaştırmanın ilk adımıdır. "Ya onlar da öyle yaratılmış" deyip, sanki hiçbirimiz günah işlemeye müsait yaratılmamışız gibi imtihanın amacını unutmak yanlış.

Zaten imtihan 'günah işlemeye müsait yaratılmışların buna karşı koyması' üzerine dönüyor. Sen hırsızlık yapabilirdin, yapmıyorsun; ben içki içebilirdim, içmiyorum. O da kendi içindeki çirkin temayülata 'dur' demek zorunda. Hepimiz birşeylere 'dur' diyoruz. İmtihan bu. Kardeşlerim, son cümlelerim: Allah'ın dininden razı olun. Allah'ın emir ve yasaklarından razı olsun. Çünkü Allah, ancak dininden razı olanlardan razı olur.

26 Haziran 2015 Cuma

İstiklal marşı sorgulanmaz mı?

"HDP'liler de aynını söylüyor..." diye hakikati terketmem. Bunu yazının hemen başında söylemek zorunda değilim. Hatta yazının hiçbir yerinde bunu söylemeye mecburiyetim yok. Fakat bazı kardeşlerim kendilerini hüsnüzanna değil, suizanna memur bildikleri için, o suizanların yolunu 'Safiye'nin yüzünü açmakla...' hemen kapamak dilerim. Efendim, Kürdüm, fakat HDP'li değilim. (Kürtler bunu söylemeye mecburlarmış gibi hissederler hep, nedense?) O mecraya hiç oy vermedim. Parti olarak savunmadım. Çizgileri de doğru bir çizgi olarak görmedim. Fakat zaman zaman kelamlarının içinde doğru şeyler gördüm, destekledim. Milliyetçiliğe ise, elimden geldiğince, her türüyle düşmanım. Milletimi yalnız İslamiyet biliyorum. Fakat Allah'ın yarattığı her farklılığa da şeriat dairesinde müsaadekârım. Onların da Allah'ın ayetleri olduğunu düşünüyorum. Nitekim Kur'an diyor: "Dillerinizin ve benizlerinizin farklı oluşu da yine onun ayetlerindendir."

Bediüzzaman'dan 'fena ve fani' adamların dillerinden bile 'güzel ve baki' bir söz sâdır olabileceğini ders aldığımdan, kişiden ziyade söze bakarım, baktım. 'Hiç kişiye bakmadım!' demiyorum. Çünkü ne söylendiği kadar, kimin söylediği ve kime söylediği de önemlidir, bilirim. (Onları da sözün değerine değer katan veya değer çalan şeyler olarak görürüm.) Bu minval üzere hak gördüğüm şeyi delillerimle yazmaya çalışırım. Fakat insaf bir noktada spesifik birşey olduğundan dolayı, elbette beni insafsız bulanlar da olacaktır. Nitekim; Kürtçüler tarafından 'Türkler arasında asimile olmakla' ve Türkçüler tarafından 'Kürtçülük yapmakla' yaftalandım. Böylesi gariplikler 'ne mutlu o gariplere' hakikatini bilene zor gelmemeli. Kalabalık ifratta veya tefritteyse, garip kalmak, kalabalığa uymaktan iyidir.

Meclisteki yemin töreninden beri süregiden İstiklal marşı tartışmalarında da, yine bu çizgi üzerine, şeriatın sınırlarında kalmaya dikkat göstererek sarf-ı kelam edeceğim. Üstadım gibi derim: "Kabr-i kalbden hakaik çıplak çıktı; nâmahrem olan kimseler nazar etmesin." Ve yine onun gibi derim: "Ben talebeyim. Onun için herşeyi mizan-ı şeriatla muvazene ediyorum. Ben milliyetimizi, yalnız İslâmiyet biliyorum. Onun için herşeyi de İslâmiyet nokta-i nazarından muhakeme ediyorum." Bu nokta-i nazardan sapan bir cümlenin dilimden sâdır olmamasını Cenab-ı Rabbü'l-Âlemin'den dilerim.

Öncelikle şunu sormak istiyorum: İstiklal marşı nedir? Yani mecliste 12 Mart 1921'de kabulünden, yazılış sürecinden, yazarının hayatından, yüzyıla yakındır onu söylememizden ötede İstiklal marşının mısraları yalnızca nedir? Yalnızca şiirdir. İstiklal marşı diye kutsallaştırdığımız şey, aslında bir şairin yazdığı şiirden ibarettir. Bu noktada mezkûr metnin, bir şiirin uğrayabileceği her türlü eleştiriye uğrayabilmesi gerekir. 13. Söz müellifinin "Şüphesiz bir sana şiir öğretmedik..." ayetinin tefsiri sadedinde söylediği herşey, İstiklal marşı için de geçerlidir:

"Şiirin şe'ni, küçük ve sönük hakikatleri, büyük ve parlak hayallerle süslendirip beğendirmek ister. Halbuki Kur'ân'ın hakikatleri o kadar büyük, âli, parlak ve revnaktardır ki, en büyük ve parlak hayal, o hakikatlere nisbet edilse, gayet küçük ve sönük kalır." Ve yine Mesnevî-i Nuriye'de der ki Bediüzzaman: "İ'lem eyyühe'l-aziz! Âyetlerin bahsettikleri hakikatler, şiirlerin bahsettikleri hayalâttan pek vâsi ve pek yüksektir. Bu itibarla şiirden addedilmemiştir. Hem de, âyetler, sahibinin şuûnat ve ef'âlinden bahseder. Şiir ise, fuzulî olarak gayrdan bahseder. Hem de, filcümle âdi şeylerden bahsi harikulâdedir. Şiirin harikulâdelerden bahsi, alel-ekser âdidir." Ve yine yine başka eserlerinde de Bediüzzaman, 'Kur'an'ın kendisini şiir olmaktan tenzih etmesi' üzerinden şiirin özü üzerine analizler yapar. Bilenler bilir. Muhakemat isimli eserinde de buna dair eleştirileri bulunur.

Dikkatimizi çektiği şudur Bediüzzaman'ın: Beşer kelamının en sanatlılarından olan şiir dahi, Kur'an'la muvazene edilemez. Çünkü insan elinden çıkmış olmanın kusurlarını taşımaya müsaittir ve taşır da. Mübalağa eder, hakikatin muvazenesini bozar, hatta kafiye denk gelsin diye bazen hakikati dahi incitir. Şiir bunu yapar ve yapmaya yapısı yatkındır. Fakat vahiy böyle değildir. Bu yüzden şeriat şiir üzerinden değil, vahiy üzerinden savunulur. Şeriat şiir olarak değil, vahiy olarak inmiştir. Allah Resulü de bir şair olarak gelmemiştir. Şiir dinlemiş, hakikatli olan şiiri sevmiş, ama şiir yazmamıştır.

Bu noktadan hareketle, müellifi kim olursa olsun, şiir metninin hataya müsait bir metin olduğunu takdir edebiliriz. Her ne kadar HDP çizgisinin İstiklal marşına karşı duruşu böylesi nitelikli ve entelektüel bir analize dayanmıyorsa da, bu noktada dayandıkları bir hakikat vardır ve bu hakikat, birazcık özüne indiğinizde, aslında şeriatın da bir hassasiyetine ilişkindir.

Bundan yıllar önce katıldığım bir umumî derste, dersi yapan profesör tam da Mesnevî-i Nuriye'den alıntıladığım ilgili kısmı okurken katılımcılardan birisi şu soruyu sormuştu: "Mehmet Akif'in şiirleri de mi bu gruba dahil?" Belki bu yazıda anılmasından hoşnut olmayacağı için ismini yâd etmediğim o profesör şöyle demişti: "Evet, elbette, Mehmet Akif'in şiirleri de bu hataya müsaittir. Mesela şöyle bir şiiri var: 'Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhi? /Ağzım kurusun... Yok musun ey adl-i İlâhî!' Buradaki 'Yok musun ey adl-i İlâhî!' ifadesi Allah'a karşı edebe uygun düşmez. O yüzden şiire karşı tereddüdümüzü korumamız lazım."

Böyle bir metin analizini Bediüzzaman'ın da Süleyman Çelebi'nin Mevlid-i Şerif'ine yönelik yaptığını görürüz. Elimden gelse, tüm metin eleştirmenlerine 'denge' bulmaları için okutmak istediğim bu metinde şöyle der Bediüzzaman: 
"Demek, Cenâb-ı Hakkın rahmeti gibi, muhabbeti dahi kâinatı ihata etmiş. İşte, o hadsiz mahbuplar içindeki mezkûr beş vechinin herbir vechinde en yüksek makam, Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâma mahsustur ki, 'Habîbullah' lâkabı ona verilmiş. İşte bu en yüksek makam-ı mahbubiyeti, Süleyman Efendi, 'Ben sana âşık olmuşum' tabiriyle beyan etmiştir. Şu tabir bir mirsad-ı tefekkürdür, gayet uzaktan uzağa bu hakikate bir işarettir. Bununla beraber, madem bu tabir şe'n-i rububiyete münasip olmayan mânâyı hayale getiriyor; en iyisi, şu tabir yerine 'Ben senden razı olmuşum' denilmeli."

Görüldüğü gibi burada şeriatın dengesi hatırına Mevlid-i Şerif metni gibi kutsallıkta herhalde İstiklal marşına bir hayli fark atacak ve ümmetin rağbetini görmede yine İstiklal marşından üstün bir metne Bediüzzaman'ın bir 'düzeltme' yapabildiğini görüyoruz. Bu bize şunu söylüyor: Hakkın hatırı şiirin hatırından da âlidir. Hatırasının sahip olduğu hatırdan da âlidir. Şairinin yanımızda sahip olduğu hatırdan da âlidir. Ne hatırasını, ne şairi incitmeden; ölçüyle 'tehlikeler' giderilmelidir.

İstiklal marşına dönüp yüzümüzü çevirdiğimizde de bence sorun bundan daha ötede değil. Kendim, şahsım adına, merhum Mehmet Akif 'i katiyyen ırkçı bulmuyorum. Kendisi ittihad-ı İslam ve ümmetin çileleri adına kalbi çatlayan bir insandır. Mazisi, mısraları ve hatıraları bunun örnekleriyle doludur. Fakat bir insanın hayatının böyle olması, metinlerinde kusur bulunmayacağını göstermez. Nitekim; daha 'ırk' meselesine gelmeden, "Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım..." ifadesinde söyleyen için itikadî bir tehlike yok mudur? Metin içinde geçen 'ebedî'likler saadet-i ebediye ile açıklanabilirken (insan sonradan varolmuş bir varlık olduğu için) Cenab-ı Hakka mahsus olan 'ezel'in insana atfı bir sorun değil midir?

Metin içindeki ırk ifadelerinin de, üzerinden bu denli yoğun bir Türk milliyetçiliği (ve buna mukabil yükselmiş bir Kürt versiyonu) geçmiş bir millette kem çağrışımlar yaptığını kim inkâr edebilir? Haydi, yalnız Selahaddin Demirtaş ve HDP'liler yanlış anlıyor olsun Kürt tarafında; Türk tarafında bu ırk kelimesini 'ümmet' olarak anlayanların sayısı kaçta kaçtır? Ve hakikatte bu kelime ümmet ifadesini ne kadar karşılar?

Merhumun bu kelimeleri ne için seçtiğini bilmiyorum. 'Safiye'yi kafiyeye feda etmek...' kabilinden ahenk için olabilir. Aklına böyle bir tehlike gelmemiş olabilir. Şiirin, zamanın ve hâdisatın heyecanından olabilir. Ümmet davası çizgisinde yaşanmış bir ömür elbette onu temize çıkarır. Fakat hakikat-i şeriatın önünde hangimiz bu kelimelerin hakikatin ta kendisi olduğunu söyleyebiliriz? Bundan ötede; "HDP'lilerin niyeti şudur. İstiklal marşını tenzih edenlerin gerekçesi budur. Her doğru her yerde söylenmez..." Geçiniz efendim geçiniz, ben niyete bakmıyorum. Çünkü "Ben talebeyim. Onun için herşeyi mizan-ı şeriatla muvazene ediyorum. Ben milliyetimizi, yalnız İslâmiyet biliyorum. Onun için herşeyi de İslâmiyet nokta-i nazarından muhakeme ediyorum." HDP'liler de aynını söylüyor diye hakikati terketmem.

Aşk da aslında 'kötü çocuk' değildir

Bana sorsanız, aşkı da aczin tezahür şekillerinden birisi gibi görüyorum. Yani varolabilmek için 'başkasına' muhtaç olduğunu, 'varlığını varlığına borçlu olduğunu' anlamanın yollarından birisidir aşk. (Acze çağrı, bu noktadan bakınca cadde-i kübraya çağrıdır, aşkın ötesine değil.) Fakat öyle ince/manevî bir ipe bağlıdır ki, ism-i Kayyum'dan bakınca görünmesi zordur. İsm-i Vedud gibi bir ikinci dikkat, bir ikinci odaklanma gerektirir. Bazı isimlerin bazı isimlerin altmaddesi olduğuna dair bir tefekkürüm var. Mesela İmam Ali'den (Allah ondan razı olsun) rivayet edilip gelen altı ism-i âzâmı 'Allah' lafza-i celali altında altı anabaşlık gibi düşünürsek; diğer isimlerin de bu isimlerin altında daha alt okuyuşların ifadesi olduğunu zannediyorum. Hatta bunlar içinde Vahidî ve Ehadî okuyuşlar da birbirinden ayrılıyor. (Rahman Vahidî, Rahim Ehadî bir okuyuş mesela.)

Ancak burada altbaşlıklar değişimden bir ismin yalnız bir başlığın altbaşlığı olduğunu düşündüğüm çıkarılmasın. Bence bu örgü daha girift. Birçok perspektif var ve her perspektif sıralamanın düzenini değiştiriyor. Gökyüzündeki yıldızlar gibi. Merkeze aldığınız yıldıza göre yeni bir düzen ile şekilleniyor esma. Celalî ve Cemalî diye ayırabilirsiniz. Vahidî ve Ehadî diye bakabilirsiniz. Daha farklı kategoriler de oluşturabilirsiniz. Mesela az evvel ism-i Kayyum'un altbaşlığı dediğim ism-i Vedud'un diğer isimlere bakan bir yüzü de var. Fakat onu görmek için onun bakışaçısını kuşanmak gerek. Yazımın ana konusu bu olmadığından, uzaklaşmamak adına girmeyeceğim bu mevzuya. Zaten hakkında yazabilmek için benim de daha düşünmem gerek. Yazacak kadar birikmeli birşeyler. Aşka geri dönelim.

Aşk, özünde bir başkasına muhtaç olmak, onun hüsnüne veya hatrına veya hatırasına müştak olmak, bir açıdan insanın kendi dışında başka birşeyi kendi saadetinin devamı için yanıbaşında istemesi, hatta bir adım da ötesi, onun da kendisini varlığı için bir gerek-şart olarak görmesini beklemesi, karşılık istemesi vs... Bütün bu kıvranışlar, yediğimiz ekmek gibi, solduğumuz hava gibi, içtiğimiz su gibi somut bir şekilde görülemese de içimizdeki bir açlığa tekabül ediyor. Allah bizi 'yalnızken mutlu olamama' açlığına/aczine müptela etmiş. Kibrimizin yediği en sağlam yumruk bu. Bediüzzaman'ın ifadesiyle; cennet saadetlerinden bir saadet olan 'kalbine mukabil bir kalbin mevcut bulunması' bizi bir mübadele hakikatiyle yüzleştiriyor. Daha altbaşlıkları var bu işin: İnsan paylaşmaya açtır. İnsan yaslanmaya açtır. İnsan yardım etmeye ve yardım almaya muhtaçtır. Elmanın güneşe olan açlığı, senin başını yaslayacak bir omuz aramandan ileri de, geri de değildir. O onsuz mutlu olamaz, sen bunsuz.

"Evet, insanın en fazla ihtiyacını tatmin eden, kalbine mukabil bir kalbin mevcut bulunmasıdır ki, her iki taraf sevgilerini, aşklarını, şevklerini mübadele etsinler ve lezaizde birbirine ortak, gam ve kederli şeylerde de yekdiğerine muavin ve yardımcı olsunlar."

Hem aşkın bir diğer hoş yanetkisi de size diğer açlıklarınızı daha fazla hissettirmesidir. Eğer gafil değilseniz. Mesela; duygusal bir şarkıya, güzel bir şiire, hüzünlü bir filme, bir aşk öyküsüne âşıkken karşı koyabilme gücünüz, değilken sahip olduğunuzdan daha azdır. Şarkılar bile dokunabilir ve dövebilir sizi pazularınıza bakmadan. Dökülen yapraklar, sallanan ağaçlar bile tesir eder. Daha 'dokunaklı' olursunuz ister istemez.

Dokunulmak duygulanmaktır. Kalbinizin, duygularınızın daha yüksek performansla çalıştığınızı hissedersiniz. Daha iyi olmak, daha iyi şeyler yapmak, bir şekilde içinizdeki neşeyi paylaşmak arzusu sarar sizi. Aslında bunun, uyandığınız açlığın tetikleyiciliği ile bir ilgisi var. Ramazan orucu nasıl ki insana kendi fıtratını, aslında olduğu şeyi, yani fabrika ayarlarını hatırlatır ve der: "Sen aslında busun." Ve (eğer gafil değilse) aslında bu olmaktan gelen bir farkındalıkla insan yumuşar, insanlaşır, asl-ı insana yaklaşır. Bence aşk da bizi bir ölçüde asl-ı insana yaklaştırdığı için tatlı. Fakat yine Bediüzzaman'ın pek nadir kullandığı parantez içi ifadelerden birisinde dediği gibi: "Şehvanî sevmekler bahsimizden hariçtir."

"Vedûd ismine mazhar olan muhakkıkîn-i evliya, 'Bütün kâinatın mayası muhabbettir. Bütün mevcudatın harekât muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizap ve cezbe ve cazibe kanunları muhabbettendir...' demişler..." diyor yine mürşidim. Buket Uzuner'in bir kitabında (Mavi Tuna Kumral Ada olabilir) anne ve çocuk arasındaki bağı bile aşkla (cinsellikten ne kadar ayırabildiği tartışılır) açıkladığını okumuştum bundan yıllar yıllar önce. Aşkı on-onbeş farklı kategoriye ayırıyor ve her ilgiyi/etkileşimi bir çeşit aşk olarak tanımlıyordu. Şefkate bile bir çeşit aşk (ama seküler bir aşk) olarak bakıyordu.

İlerleyelim. Bir adım ötesi, Freud'un maddeden ibaret dünyasına vardığınızda, anne ve bebek arasındaki ilişki dahi bir çeşit şehvettir/cinsellik dürtüsüdür. Ve insan sorunlarının tamamının ucu mutlaka dönüp dolaşıp cinselliğe dayanır. Bebek bile annesinin göğsünü cinsel bir çekimden dolayı emer... Herkes kendi yaşamaçısından bakıyor dünyaya. Herkesin yorumu inandığı dünya kadar. Onun malzemelerinden inşa edilebiliyor. Ben mürşidimin penceresinden bakıyorum. O bana diyor ki: "Evet, acz dahi, aşk gibi, belki daha eslem bir tariktir ki, ubûdiyet tarikiyle mahbubiyete kadar gider." Hep farklılığına çalışıyoruz, belki biraz da benzerliklerine çalışmalıyız. 'Aşk gibi' veya 'mahbubiyete kadar gider.'

24 Haziran 2015 Çarşamba

Ehl-i sünnet, Nurculardan neden çekinir?

Ehl-i sünnet müdafîleri neden bizden çekiniyor? Bediüzzaman'ın da ifadesiyle 'Risale-i Nur medreselerin malıyken' neden ehl-i medrese bizle temas etmekte mütereddit? Fakat hayır, bundan da ötede, bir kısım ehl-i sünnet ulemasının bizi neredeyse modernizme/ehl-i bid'a olmaya yakın, ya zaten kaymış veya kaymaya teşne gördüğünü karşıkonulmaz bir şekilde farkediyoruz. Elbette ehl-i insaf olanlar daha insaflıca yazıyorlar. Fakat kimisi var ki; neredeyse, Nurcuları (Allah korusun) ehl-i sünnetten ayrılmış bir fırka gibi görüyorlar. Canımız onları duydukça yansa da canımızın yanması onların yakmasını engellemiyor. Bu yaşanmaya devam ediyor.

Bu sorunun bizden ve onlardan kaynaklanan iki ayağı olduğunu düşünüyorum. Bize bakan yönü: Bediüzzaman'ın, Lahikalar içinde ehl-i medreseye ve ehl-i sünnet çizgisi âlimlerine dönük tüm sevgi, muhabbet, hürmet ifadelerine ve iletişim kurma çabalarına rağmen; ondan sonra gelenler olarak, bu sıla-i rahimi yeterince sağlayamayışımız. Mademki 'Risale-i Nur medresenin malıdır' diyor Bediüzzaman, o zaman onlarla kurulacak bağ bizim sıla-i rahimimizdir. Onlardan uzakta mutlu olamayız. Fakat bu bağı yeterince gözettiğimiz söylenemez. Bu bizim asabiyetimizin ve kibrimizin kem neticesi.

Meselenin bir kısım ehl-i sünnet ulemasına bakan yönündeyse şu sorun var: Bediüzzaman'ın bütünlüğüne bakmak ve Risale-i Nur'a Nurcuların rağmına bile olsa sahip çıkmak yerine, Nurcuların hatalarıyla Risale-i Nur'dan soğumayı tercih ediyorlar. Bu soğumanın ardından gelen davranış şekli, ehl-i sünnetin dağ gibi ortak yanlarını bir kenara koyup, ayrı düştüğümüz meselelerde birbirimizin yaralarını deşip durmak... Yaptığımız tastamam bu. Onlar, böylesi meselelerde Bediüzzaman'ı anlamaya çalışmak yerine sert muhalefeti tercih ediyorlar. Bu tercihte bizim tarafın üslûbu da etkili. Üzüldüğüm tarafı şu: Bediüzzaman'ın iki-üç cümlesi üzerinde dönüyor bütün tartışmalar. Aşılamayacak şeyler de değil, aşılması istenmeyen şeyler. İnsan istiyor ki: Ehl-i medrese, Nurcular ne ederse etsinler Risalelerden küsmesinler. Hatta biz yanlış anlıyorsak bu metinleri çekip elimizden alsınlar. Onlar bize anlatsınlar. Çünkü onlar Risale-i Nur'un beslendiği kaynaklara da aşinalar.

Rahmetli Badıllı ağabeyin gayretleri haricinde Risale-i Nur'un beslendiği, süt emdiği ehl-i sünnet kaynaklarını çalışan bir Nurcu yayıncı veya Nurcu âlim var mı? Sanmıyorum. Bu meselenin tartışıldığı pekçok yer gördüm, ama Nurcular bu konuda adım atamıyorlar. Bediüzzaman hangi eserlerden alıntı yapmıştır? Hangilerine havale etmiştir? Bu eserleri basacak ve Risale-i Nur'un bostanını bize taşıyacak bir Nurcu gayreti yok piyasada. Bu da bizi 'kullanışlı' hale getiriyor bence.

Murat Türker, Moderne Nasihat kitabında tekrar tekrar vurguluyor: "Bediüzzaman bir ehl-i sünnet âlimidir." Hakikaten tekrar tekrar vurgulanması gereken birşey bu. Bediüzzaman (haşa) bir modernist veya ehl-i bid'a değildir. Bazılarının göstermeye çalıştığı gibi dinde reform taraftarı falan da olmamıştır. Onun tecdidi ehl-i sünnetin çizgisini yeniden ortaya çıkarmak noktasında olmuştur. Fakat bizde tecdid denince "Yeni ne söylemiş?" diye bakıldığından, merhum İbrahim Canan Hoca gibi Bediüzzaman'ı calvinist yapandan tutun ta Mustafa Akyol gibi liberal yapana kadar çeşit çeşit temayül var. Hatta bu sıralar Kur'an müslümanlığına Bediüzzaman'dan delil getirenler bile oluyor. Buradan ben şunu anlıyorum: Nasıl ki, sünnet olmadan Kur'an manevi tahrife müsait bir hale geliyor; ehl-i sünnet çizgisi bilinmeden de Risale-i Nur gibi bir Kur'an tefsiri kimi konularda modernistler tarafından tahrife uğratılabilir bir hale geliyor. Belki Bediüzzaman'ın ehl-i medreseye olan düşkünlüğünde bu öngörünün de payı büyük.

İslamoğlu taifesiyle yaptığım tartışmalar sırasında bana karşı kullanmaya çalıştıkları iki argümanı örnek vereceğim: 1) Bediüzzaman'ın Kur'an'ı tevhid-i kıble etmesi meselesi. Bu zümre diyorlar ki: Bediüzzaman da aslında bizim şu an savunduğumuz şeyi savunuyor. Diyor ki; tevhid-i kıble edeceksin, yalnız Kur'an'ın peşinden gideceksin. Halbuki; Alternatif Bakış'ın bir bölümünde Kenan Demirtaş Hoca'nın da altını güzelce çizdiği gibi Bediüzzaman'ın Kur'an'a bakışı/yönelişi bütün muktesebatıyla (özellikle hadis müktesebatıyla) bir bakıştır. Ve Bediüzzaman Münacaat Risalesi gibi pekçok eserinde özellikle altını çizmiştir: "Resûl-i Ekreminin tâlimiyle ve Kur'ân-ı Hakîmin dersiyle anladım ki..." Ve yine 'üç küllî muarrif' öğretisinde Kur'an'ı, nübüvveti (Allah Resulünü) ve kainatı birbirinden kopmaz bağlarla bize anlatır.

2) Zamanın müfessirliği meselesi. Bediüzzaman'ın zamanı bir müfessir olarak zikretmesi, kimileri tarafından 'zamanın ilcaatı' veya 'konjonktüre göre hüküm' şeklinde anlaşıldığı için, çizgiyi korumaya hassas ehl-i sünnet bize karşı tedirgin oluyor. Halbuki bu ifadeyi kullandığı her yerde aslında Bediüzzaman'ın yaptığı, ümmetin zaman içine yayılmış amel ediş tarzının bize gösterdiği genişlikli okuma. Yani zaman aynasında yansıyan ümmetin uygulama şekli, ümmetin icmaı, bize o konuda bir hüküm çıkarabilme veya sınırlarını görebilme yeteneği veriyor. Ümmetin dalalet üzerine birleşmeyeceği sırrı olan bu ifade, bazıları tarafından kötü niyetle kullanıldığından, ehl-i sünnet müdafîleri de bize karşı müteredditler. Fakat haksızlar. Çünkü Bediüzzaman'ın bütünlüğüne bakmıyorlar.

Daha bunun gibi Gülencilerin yaptığı, İslamoğlucuların yaptığı, liberallerin yaptığı, milliyetçilerin yaptığı, modernistlerin yaptığı birçok saptırmayı, Bediüzzaman'dan sanmak doğru değil. Bu çok kullanılma hali Risale-i Nur'un karizmasından ve toplumsal gücünden kaynaklanıyor. Gücünü kullanmaya çalışıyorlar, çünkü geniş halk kitlelerinde karşılığı var. Eğer sapıyorsak, yanlış yapıyorsak, ehl-i medrese olarak Risale-i Nur'a sahip çıkıp bize istikameti anlatmak yine onlara düşer.

İttihad-ı İslam hayali kuran bizler, bu şekilde nasıl ittihad edeceğiz? Daha kendi bahçemizde biraraya gelemiyoruz, ümmet nasıl birleşecek? Lakin son konu hakkında bir özeleştiri daha yapmak istiyorum Nurcular adına. Biz, Nurcular olarak ehl-i bid'aya karşı yeterince uyanık durumda değiliz. Gerek bize, bizim hoşlandığımız kavramların altına saklanarak gelmelerinden ve gerekse bizim Risale-i Nur haricinde İslam geleneğine yeterince hâkim olamayışımızdan kaynaklanıyor bu durum. Fakat devası, kendisini dev aynasında görmek değil; sıla-i rahim yapmakta, yine yüzümüzü ehl-i medreseye/sünnete dönmekte. Hem de Risale-i Nur metinlerini daha nitelikli/derinlikli okumakta. Tek devamız bu.

23 Haziran 2015 Salı

Ebubekir Sifil Hoca'nın bir itirazı ve 'zamanın müfessirliği' üzerine...

Öncelikle; Allah razı olsun Ebubekir Sifil Hoca'dan ki, zihnime bir soru olarak şüphesini attı ve tefekküre sevketti. Ebubekir Hoca'nın eserlerini okuyanlar veya derslerini izleyenler bilirler ki, ehl-i sünnet çizgisini müdafaaya mesaisini hasretmiştir ve bu haklı mesai sarfında (Allah, gayretini katından büyük ecirlerle mükafatlandırsın) en çok mücadele ettiği şeylerden birisi de 'Kur'an'ın tarihselliği' iddiasıdır.

'Kur'an'ın tarihselliği' iddiası nedir, biraz açarsam, şunu söyleyebilirim: Kur'an ayetlerinin ve hükümlerinin bir kısmının (veya bunların uygulanış şekillerinin bir kısmının) 'dönemsel' olduğu ve bu zamanda artık bunlara modern algılar eşliğinde 'yeniden bakılması' gerektiğini söyleyenlerin iddiasıdır. İddia olarak yazıyoruz, fakat aslında bid'adır bu. Sapmadır. Söyleyenin Allah tasavvuru ve marifeti hakkında korkutucu endişeler doğuran bir bid'a. Bid'aların anası. Çünkü gayrı ne kadar bid'a varsa, bu 'öncekilerin tarihselliği' üzerine bina edilir ve (Allah korusun) hayatımıza katılır.

Ebubekir Sifil Hoca, 'Kur'an'ın tarihselliği' iddiasına karşı ilk direnişi sergileyenin Hz. Ebu Bekir (r.a.) olduğunu ifade ediyor bir yazısında. Onun; "Zekat vermeyiz. Çünkü zekat, Allah Resulü sağ iken yapılacak bir ameldi!" diyenlere karşı Ridde olaylarındaki direnişini, onlara karşı harbedişidini, "Hayır, vallahi sağlığında verdiğiniz gibi şimdi de zekatı vereceksiniz!" tavrıyla gösterdiği duruşu, bu söylem sahiplerine karşı Kur'an'ın ezelî ve ebedî bir kelam oluşundan taviz vermemek olarak yorumluyor. Ki, her hatırlayışta okuduğuma şükrettiğim bir tesbittir bu. Bu derinlikli bakışı bana öğrettiği için de ayrıca minnettar ve duacıyım kendisine...

Hakikaten de Kur'an'ın tarihselliği iddiasının, geçmişten günümüze çeşitli versiyonları ve tezahür şekilleriyle tekrar tekrar pişirilip önümüze konduğunu düşünüyorum. Bidayeti Ridde olayları olsa da bu süreç nihayete ermiş değil. Hele modern zamanlarda, seküler bir hayatın zâhiren 'daha çok kazandıran' göründüğü bir devirde, binlerce Ridde olayının aynı anda/zamanda yaşandığını söylesek herhalde abartmış olmayız. O zamanlar sadece zekata karşı gösterilen bu direniş; bugün kurbana, namaza, tesettüre, oruca, recme, el kesmeye, hatta neredeyse modern algılarla uyuşmayan her Kur'anî emre karşı gösteriliyor. Beyni modern algılarla döşenmiş insanın/müslümanın, Kur'an'ı topyekûn inkar etmekten kaçış yöntemi, onu tarihselleştirme.

Tabii yukarıda söylediğim gibi, bunun o kimsenin Allah tasavvuru ve marifeti ile de yakından bir ilgisi var. O kişi için Allah, 'zamanları aşacak ve her zaman haklı çıkacak bir söz söyleyebilen bir Allah' olamadığı için yaşanıyor aslında sıkıntı. Kur'an ayetlerine bakarken de bakışı, Bediüzzaman'ın ifadesiyle, hodbin. Kendi merkezinde ve doğru bildiği ekseninde baktığı için 'değişmesi gerekenin Kur'an olduğunu' düşünüyor. Baştan çıkmış aynanın, üzerindeki leke için hakikate; "Üstündeki lekeyi sil de gel!" demesi gibi birşey bu. Alîm-i küllî şey olan Hak Teala, sanki modern zamanları ve o modern zamanlarda değişen doğruları(!) görememiş/bilememiş ve mecburen bildiği 7. yüzyıl Arabistan'ı için konuşmuş gibi davranılıyor. En kısa tarafından söyleyelim: Bu Allah tasavvuru, Allah ismi verilmiş, ama Allah olmasına imkan verilmemiş (Allah olmanın hakkı, şanı verilmemiş) sınırlandırılmış bir Allah tasavvurudur. Sadece ismi Allah'tır. Manası, modern zamanların herşeyi insan kadar bilemeyen, suçlamak için ara sıra lazım olan tanrısıdır.

Peki, bütün bu noktalarda Ebubekir Hoca'ya kaçınılmaz bir şekilde katılmamızın ardından, başka bir konuya, Bediüzzaman'a ve onun 'zamanın müfessirliği' yorumuna gelelim. Bir yazısında Ebubekir Hoca, Bediüzzaman'ın, "Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin!" ayetine yaptığı bir yorumda söylediği; "Evvelâ: Delil kat'iyyü'l-metîn olduğu gibi, kat'iyyü'd-delâlet olmak gerektir. Hâlbuki tevil ve ihtimalin mecâli vardır. Zira, nehy-i Kur'ânî âmm değildir, mutlaktır; mutlak ise, takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine olsa, me'haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan âyineleri hasebiyledir..." bahsine bir itiraz (itiraz da denmemeli belki, bir şüpheye dikkat çekiş) olarak şunu soruyordu haklı bir şekilde: Zamanın müfessirliği veya takyidi hangi usül ile oluyor? Ve bu tefsir ve takyidi 'Kur'an'ın tarihselliği' iddiasından nasıl ayıracağız?

Soruları ben bu şekilde anladım ve dibine kadar onlara hak verdim. Bu meselenin Nurcular mabeyninde 'çalışılmış' bir konu olmaktan öte, 'hakkında düşünülmüş' bir konu olduğunu dahi sanmıyorum. Bu nedenle bize düşünmediğimizi düşündürdüğü için Ebubekir Hoca'ya teşekkür ederim. Kitabını okuduğumdan, bu satırlarla karşılaştığımdan beri meseleyi zihnimde müzakere ediyorum. Mürşidimin genel çizgisine baktığımda, elbette onun eteklerine modernizmin ve ehl-i bid'a düşüncesinin çamurlarından iz yakıştırmıyorum. Biz Bediüzzaman'a tavizkâr bir duruş gördüğümüz için değil, dik durduğu için talebeyiz. İçtihad Risalesi müellifinin, Hutuvat-ı Sitte ve Hutbe-i Şamiye sahibinin, Zühre Risalesi yazarının veya annenin mirastaki hakkı, erkek çocuğa iki kız hissesi verilmesi veya tesettür gibi hususlarda asla gerilememiş Bediüzzaman'ın, Kur'an'ı tarihselliğini savunduğunu asla düşünemem, düşünmüyorum ve düşündürmüyor da.

Bu noktada, bir Nur talebesi olarak, onun 'zamanın müfessirliğini' şöyle anladığını veya şunu kastettiğini düşünüyorum: Ümmetin icmaı. Yahut da ümmetin o ayeti/hükmü yaşayış/uygulayış şekli. Burada da zamanın müfessirliği ile vurguladığının ayetin hükmündeki mutlaklığı ümmetin çeşitli takyidler içinde uygulaması, öyle amel etmesi bence. Nasıl ki, gayrimüslimlerle tüm ticarî, sosyal, hukukî bağlarını koparmadan yaşayageldi bu ümmet; yani bu 'Dost edinmeyin!' buyruğunu mutlak değil, 'duruşunu koruma noktasında bahtiyar bir tereddüt' olarak algıladı; Bediüzzaman da bence takyid meselesinde, ayetin emrinin sahadaki uygulanışına nazarlarımızı çeviriyor. Bu bir 'zamanın ilcaatı' bakışı değil, şimdiye kadar ümmet içinde uygulanış tarzına bir vurgu. Burada vahyin hükmüne bir takyid konuluyorsa, bu takyid modernizminden beslenen bir takyid değil. Ümmetin uygulamasından ve bunun zaman içindeki tezahüründen gelen bir takyid. Ki devamında hemen bunun örneklerine de yer veriyor:

"Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san'atı içindir. Öyleyse her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve san'atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san'atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!"

Üzerinde çalışılması gereken ve kanaatimce; ehl-i bid'a'nın, bir truva atı gibi Nurculara ve ehl-i sünnete sokulma aracı olarak da kullandığı bu konuya dikkatlerimizi çektiği için Ebubekir Hocama teşekkür eder; Allah'ın, o ve emsalinin ömürlerini uzun ve bereketli kılmasını dilerim. Ümmetin aydınlığı âlimlerinin ömürleridir. (Bir sonraki yazımda modernistlerin Nurculuğu hangi konularda 'kullanmaya' çalıştığına küçükçe temas etmeye çalışacağım. Bu konuda da birkaç şey birikti kafamda. Dışarı çıkması lazım artık.)

22 Haziran 2015 Pazartesi

Kur'an bizi nasıl tedavi eder?

Hep iddia ederiz, ama hiç sorgulamayız: Kur'an bizi nasıl tedavi eder? Kur'an bizi 'bütüne çağırmakla ve hatırlatmakla' tedavi eder. Çünkü insan, yaratılışı hasebiyle parçada boğulucu, bütünü unutucudur. Muhakemat'ta geçen; "Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz'îdir..." cümlelerinin verdiği dersin izlerini takiben farkettiğimiz, hayrın 'ancak küllî olana bakılmakla görülecek olan asıl' ve şerrin ise 'kuşatamamaktan ve parçada boğulmaktan dolayı görülen tebeî bir ilizyon' olduğu gerçeği; delil olarak sunabileceğimiz yüzlerce ayetle ve hadisle birlikte bunu söyler bize.

"Akıbet takva sahiplerinindir..." veya "Yine Ona döndürüleceksiniz..." hatırlatmalarından tutunuz, daha belki yüzlercesi/binlercesi hep 'hesaba katılmayanı anımsatma' merkezlidir. Kur'an'da geçen cennet/cehennem, haşir, mizan, hesab günü, geçmiş kavimlerin başına gelenler, adalet, gayb hatırlatmalarının tamamı aslında küllî/kapsamlı bakışa bir çağrıdır. Çünkü insan/iman, eğer bir yerde takılmışsa, ayağı sürçmüşse, yaşadığını veya eşyayı şer sanmışsa bu onun cüz'i'de boğulması ve 'takıntısını' bütünün kendisi sanmasıdır. Hatta ebeveyn hukukunu anlatan ayet bile bütünü hatırlatır bizlere: "Biz insana, ana-babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ile sütten kesilmesi, otuz ay sürer." Emrin hikmeti, ancak bütüne bakılabildikçe görülür.

Bu noktada Kur'an'ın en büyük mucizesi/tedavisi, insanın (yine Muhakemat'taki ifadesiyle) hurdebini olan aklıyla göremeyeceği bütünü net bir şekilde görmesidir. Ve insana/hayata dair her sorunsalda bizi 'farkında olmadığımız bütüne' bihakkın çağırabilmesidir. Ki mürşidim de 13. Söz isimli eserinde Kur'an'ın bu ballar balı yanını bir temsille şöyle ifade eder:

"Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyanın en yüksek bir derece-i i'câzına bakmak istersen, şu temsil dürbünüyle bak. Şöyle ki: Gayet yüksek ve garip ve gayetle yayılmış acip bir ağaç farz edelim ki, o ağaç bir perde-i gayb altında, bir tabaka-i mestûriyet içinde saklanmış. Malûmdur ki, bir ağacın, insanın âzâları gibi, onun dalları, meyveleri, yaprakları, çiçekleri gibi bütün uzuvları arasında bir münasebet, bir tenasüp, bir muvazenet lâzımdır. Herbir cüz'ü, o ağacın mahiyetine göre bir şekil alır, bir suret verilir.
İşte, hiç görünmeyen—ve halen görünmüyor—o ağaca dair, biri çıksa, bir perde üstünde onun herbir âzâsına mukabil birer resim çekse, birer hudut çizse, daldan meyveye, meyveden yaprağa, bir tenasüple bir suret tersim etse ve birbirinden nihayetsiz uzak mebde' ve müntehâsının ortasında uzuvlarının aynı şekil ve suretini gösterecek muvafık tersimatla doldursa, elbette şüphe kalmaz ki, o ressam o gaybî ağacı gayb-âşinâ nazarıyla görür, ihata eder, sonra tasvir eder.
Aynen onun gibi, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyanın dahi, hakikat-i mümkinata dair—ki o hakikat, dünyanın iptidasından tut, ta âhiretin en nihayetine kadar uzanmış ve ferşten Arşa ve zerreden şemse kadar yayılmış olan şecere-i hilkatin hakikatine dair—beyanat-ı Furkaniyesi, o kadar tenasübü muhafaza etmiş ve herbir uzva ve meyveye lâyık birer suret vermiştir ki, bütün muhakkikler, nihayet-i tahkikinde, Kur'ân'ın tasvirine 'Maşaallah, bârekâllah' deyip, 'Tılsım-ı kâinatı ve muammâ-yı hilkati keşif ve fetheden yalnız sensin, ey Kur'ân-ı Hakîm!' demişler."

Kainatın tılsımı, derine değil, bütüne bakmakla görülendir. Uyum ve ahenk ancak bütüne bakılınca görülen şeylerdir. Denge bütündedir. Smetri bütündedir. Güzellik bütündedir. Bütüne hâkim olamayanın fikri, kuşatabildiği kadarın vurgusuyla/dengesizliğiyle ifrat ve tefrite düşmekten kurtulamaz. Bence bu bizim de yabancımız bir durum değil. Herhangi bir arkadaşımıza bir taziye, bir teselli veya iyimser bir akıl vermek istesek ne yaparız? Yine bütünü hatırlatmaz mıyız? "Geçecek bunlar, merak etme!" veya "Gün doğmadan neler doğar!" veya "Sabret, bence çok güzel günler göreceksin!" gibi tesellilerimizin ve tedavilerimizin tamamı aslında birer 'bütüne çağrı' değil midir? Hatta psikoloji dediğimiz bilimdalı dahi bence tamamen buna dayanıyor. Tedaviye gelen hastaya, sorununa daha geniş bir perspektiften bakmayı öğretme meselesi bütün tedavinin içeriği... Din de bunu yapıyor.

İşte Kur'an-ı Hakîm bu noktada 'bütüne çağıranların' en hakikatlisidir. Zaten hakikat de ancak bütüne bakınca görünendir. Önceki üç yazımızda olduğu gibi bu yazıda da Ene Risalesi'nin ahirine bir atıf yapalım: Bediüzzaman neden orada Kur'an'ın ayetlerinin cilvelerini 'asansör' olarak tarif eder? İnsanın nazarını daha yukarıya kaldırıp bütünü temaşa etmesi ve dengesini kazanmasını sağladığı için olabilir mi? Zaten hak ve hakikat dediğimiz şeyler de bütünün kabulüne vabeste olan şeylerdir. Yani hakikat bilgisi dediğimiz bilgi, keşf gibi görecesi olmayan, izah ettiğinizde herkesin "Evet, bu böyledir..." dediği bilgidir. Allah'ın bir isminin Hak oluşu da varlığın işaret ettiği hakikatin O oluşundandır. Varlık, Cenab-ı Hakka dairdir. Onun hakkındadır. İşin gerçeği, doğrusu, hakkı, özü... Odur. Ondan gayrısı veya Ona dair olmayan herşey varlığın hakikatinden de sapmıştır. "Hakikî hakaik-i eşya, esmâ-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikin gölgeleridir."

Bu noktada esmaü'l-hüsnaya dair de birşeyler söyleyelim: Bence esma, onlardan bakılınca bütünlük görünen manalardır/pencerelerdir. Rahmet, hikmet, adalet, nizam vs... Bunlar bütün kainatın her köşesinde câri ve izleri okunabilen, bir yönüyle kainatı birbirine bağlamış ve bütününde rengi okunan şeylerdir. Esma tefekkürü ve bilgisi bize bu yönüyle 'bütünlüklü bakış' sağlar. Fakat esmalar arasında geçiş yapabilmek, bir esmadan diğerini görebilmek de bu bütünlüğün bir parçasıdır. Varlığı isimlerin yansımalarından müteşekkil bir bütün, isimleri ise aynı Zat'ın isimleri olmakla bir bütün olarak gördükçe insan; hem fikren, hem ruhen, hem yaşayış olarak rahatlar...

Rahatlar, çünkü uyum bütündedir. Daralmalarımız önce nazar daralmasıdır. Ene Risalesi'nin ahirine dönersek yine: Üç yol içinde ilk ikisinde ilerlemenin 'zorluk' ifade ediyor oluşu yine bunun yansıması değil midir? İnsan, Kur'an'ın ve Kur'an'ın bir nevi özeti olan esmaü'l-hüsnanın bakış açısına sahip olmazsa, hayat ona nasıl da zor gelir! Musibetler, üzerine üzerine yürümekle veya ayağına ayağına dolanmakla ilerlemesini nasıl da engeller! İntiharı isyan gibi düşünüyoruz çoğu zaman, ama bence öyle değil. Hayat sizin için tünelde taşları parçalayarak ilerlemek veya türlü engellerle mücadele edilerek alınan bir zorlu mesafe gibiyse elbette yaşamak çileli gelir. Kur'an asansörü, bizi parçanın sarsıntılarından kurtulmaya ve bütünün tedavi ediciliğine çağırıyor.

20 Haziran 2015 Cumartesi

Bir 'fikir asansörü' olarak Kur'an

"Göreceksin ki, hilkatte cârî olan kavanîn-i amîka-i dakika—ki hurdebîn-i akılla görülmez—hakaik-i şeriat ne derecede mürâat ve muarefet ve münasebette bulunmuşlardır ki, o kavanin-i hilkatin muvazenesini muhafaza etmiştir." Muhakemat'tan.

Bu yazı, bundan evvelki yazılardan medet alan bir yazı olduğu için önce belki o ikisi okunmalı. Okuyanlar anımsayacaklar: Metin Karabaşoğlu abiyle yaptığımız Siyer Okumaları'nda mirac konusunu işlemiş ve ben de son iki yazımda o okumaya dair notlarımı ve tefekkürlerimi sizinle paylaşmıştım. Yazıların ikincisinde miracdaki yükselişi temsilen Metin abinin kullandığı 'manevî asansör' ifadesinden Ene Risalesi'nin ahirine bağlanmış ve bu Risale'nin ahirindeki üç yoldan hareketle 'mirac hâdisesi' ve 'bütünün dengesi' ilgisini konuşmuştuk. Bu yazımda da, mezkûr eserde Bediüzzaman'ın, Kur'an ayetlerinin cilvelerine dair yaptığı 'asansör' benzetmesinin hikmetini anlamaya ve anlatmaya çalışacağım. Bu yazı, birşeylerin kesinlikle öyle olduğu iddiasına sahip bir yazı olmayacak. 'Acaba' dedirtmek amaçlı yazılacak. (En doğrusunu Allah bilir. Ve bu cümlenin 'yazarının içinden' veya 'yazısının içinde' geçmediği her metin bence iddialıdır.) Mesnevî-i Nuriye'de rastladığımdan beri kafamı meşgul eden bir kısımdır şurası:

"Arkadaş! Nefsî tefekkürde tafsilâtlı, âfâkî tefekkürde ise icmâlî yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptığın takdirde, kesret fikrini dağıtır. Evham seni havalandırır, enâniyetin kalınlaşır. Gafletin kuvvet bulur, tabiata kalb eder. İşte dalâlete isâl eden kesret yolu budur."

Belki ilk yorumunu yanlış işittiğimden/anladığımdan ve üstüne pâk bir fikirle tefekkür edemediğimden bu metin, yıllar yılı aydınlatamadığım kara bir nokta gibi kaldı zihnimde. Şöyle sorardım kendi kendime: "Eğer afakî tefekkürü icmalî yapıyor olsaydık hep, bu kadar bilim/fen nasıl ortaya çıkardı? Veya çıkar mıydı? Detaya çok fazla inilmeden yapılacak böyle özet tefekkürlerinin eşyanın inceliklerine dair keşifler yapması nasıl mümkün olurdu? Tefekkür, bilime karşı bir eylem midir?" Öyle ya, bu metnin ilk izahını şöyle işitmiştim: "Dışındaki âlemi tefekkür ederken özet geçeceksin, çok ayrıntıya girmeyeceksin. Ayrıntıya girersen kafan/kalbin karışır."

Yıllar sonra, Zerre Risalesi'ne dair derinlikli okumaların yapıldığı bir mecliste, bu soruyu arkadaşlarıma açtım ve dedim ki: "Eğer Bediüzzaman, 'âfâkî tefekkürde icmalî gitmek' ifadesiyle 'fazla detaya inmemeyi' kastediyorsa, bu Zerre Risalesi de neyin nesidir? Eşyanın en küçük parçasına kadar inmiş bir tefekkür, en derin ve manaya yakın noktasına bu denli tahşidat/vurgu 'özet geçme' ile imtizaç edebilir mi?"

Bu soruyu sordurduğu için şükürler olsun o Allah'a ki, bu ızdırarî; "Bu böyle olamaz!" çıkışı, bir süre sonra Bediüzzaman'ın başka metinlerindeki vurgularını görmemi sağladı. Mesela yine Mesnevî-i Nuriye'de 'icmalî' bahsinde şunları söylüyordu mürşidim:

"Kur'ân bütün zamanları tenvir ve bütün insanları irşad eden bir kitaptır. Bu itibarla, irşadın belâgatı icabınca, ekseriyeti, nazarlarında bedihî olan meselelere karşı mükâbereye, mugalâtaya ika ve icbar etmemek lâzımdır. Ve onlarca mahsus, meşhud, mâruf olan birşeyi lüzumsuz yerde tağyir etmemek lâzımdır. Ve keza, vazife-i asliyece ekseriyete lâzım olmayan şeyin ihmal veya icmâli lâzımdır. Mesele, şemsin zâtından, mâhiyetinden bahsetmek değildir. Ancak, âlemi tenvir etmekle hilkatin nizam merkezi ve âleme mihver olması gibi harika şeyleri ihtiva eden vazifesinden bahsetmekle, Hâlıkın azamet-i kudretini efkâr-ı âmmeye ibraz etmektir."

Aynı meseleyi Sözler isimli eserinde daha geniş izah ederken, sanki kalbimin müşkülünü işitmiş gibi, 'kendime sorduğumu' ifade ettiğim şüpheyi dillendiriyordu:

"Eğer desen: 'Acaba neden Kur'ân-ı Hakîm, felsefenin mevcudattan bahsettiği gibi etmiyor? Bazı mesâili mücmel bırakır; bazısını, nazar-ı umumîyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avâmı tâciz edip yormayacak bir suret-i basitâne-i zahirânede söylüyor.'
Cevaben deriz ki: Felsefe hakikatin yolunu şaşırmış; onun için... Hem geçmiş derslerden ve Sözlerden elbette anlamışsın ki, Kur'ân-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor, tâ Zât ve sıfât ve esmâ-i İlâhiyeyi bildirsin. Yani, bu kitab-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın. Demek, mevcudata kendileri için değil, belki Mûcidleri için bakıyor. Hem umuma hitap ediyor. İlm-i hikmet ise mevcudata mevcudat için bakıyor. Hem hususan ehl-i fenne hitap ediyor. Öyle ise, madem ki Kur'ân-ı Hakîm mevcudatı delil yapıyor, burhan yapıyor; delil zahirî olmak, nazar-ı umuma çabuk anlaşılmak gerektir. Hem madem ki Kur'ân-ı Mürşid bütün tabakat-ı beşere hitap eder. Kesretli tabaka ise tabaka-i avamdır. Elbette, irşad ister ki, lüzumsuz şeyleri ipham ile icmal etsin; ve dakik şeyleri temsil ile takrib etsin; ve muğâlatalara düşürmemek için, zahirî nazarlarında bedihî olan şeyleri lüzumsuz, belki zararlı bir surette tağyir etmemektir."

Ve yine 5. Şua'nın bir köşesinde nazar-ı Nübüvvet'in neye ehemmiyet verdiğini okurlarına şöyle hatırlatıyordu: "Hakaik-i imaniyeye girmeyen cüz'î hâdisât-ı istikbaliye nazar-ı Nübüvvette ehemmiyetsizdir."

Bu kısımları okuyunca 'icmalî yapmak' meselesine daha farklı bakmaya başladım. Bence icmalî yapmak 'detayları özet geçmek' veya 'fazla derine inmemek' değildi. (Belki yalnız meselenin avama da aktarımı için bu böyleydi.) 'Bütünün amacını unutturmamaktı.' Parçalarda Boğulmak yazı serimi ve yine parça-bütün ilişkisine dair yazdıklarımı okuyanlar hatırlayacaklar. Bediüzzaman'ın "Hayır küllî, şer cüzîdir..." dediği yerden beridir ben bütünün hayra/hakikate daha yakın olduğunu düşünüyorum. Hatta 'hakikat' dediğimiz bilginin de, bazılarının sandığı gibi, ancak elitlerimize/üstünlerimize açık bir bilgi değil; umumun görmesine ve anlamasına müsait bir bilgi olduğuna kanaatim var. Bediüzzaman'ın hakikat mesleğine uygun düşmediğinin altını çizdiği kimi hususlara dikkatle nazar edenler görecekler: Bediüzzaman, oralarda üretilen bilginin keşfe veya zanna ait olmasından ötürü 'umuma gösterilemeyişini' gerekçe olarak anıyor. Hatta bazı yerlerde, hakkında yazamadığı şeyler hakkında, "(...) ben görüyorum, fakat herkese ve umuma gösteremiyorum..." gibi ifadeler kullanıyor: "Evet, kardeşim, seninle mahz-ı hakikat dersini müzakereye alışmışız. Hayalâtlara karşı kapısı açık olan rüyaları tahkikî bir surette mevzuubahis etmek, tahkik mesleğine tam uygun gelmediğinden..."

Modern bilimin, Ene Risalesi'nde bahsi geçen birinci ve ikinci yolda olduğu gibi, herşeyin en derinine inmesi; varlığı parçalara, kategorilere, sınıflara, türlere, bilim dallarına, ihtisas alanlarına ayırması ve parçalaması değildi asıl tehlikeli olan; asıl tehlike, bunu yaparken bütünün amacını yitiriyor ve dinleyenlere de unutturuyor oluşuydu. Bir önceki yazımda Alan Watts'tan alıntıladığım metinde olduğu gibi:

"Doğa bilimi incelemeleri başladığı zaman önce ayrıntılı bir biçimde türlerin ayrımı işine girişilmişti. (...) Şöyle bir bakacak olursak aklın yapabildiği şey, olsa olsa dünyayı nesnelere ve olaylara bölmekten başka birşey değil. Bu da nesnelerin birbirinden bağımsız ve bağlantısızlığı ve tıpkı bunun gibi bizim de nesnelerden bağımsızlığımız bağlantısızlığımız üzerine abartılı bir vurgu yapmış oluyor. Aklın bundan sonraki görevi böylece bölünmüş olan şeyler arasındaki bölünüp koparılması olanaksız olan bağlantıları ve ilişkileri yeniden keşfedip sayısız parçalara bölünmüş olan evreni bütünlüğe kavuşturmak olmalıdır."

Bilimin bu körleştirici etkisine Kon-Tiki isimli eserinde Thor Heyerdahl da şöyle dikkat çekiyor:

"Uzmanlara saygı duymayı, ama onların yeterlilikleri konusunda uyanık olmayı küçük yaşta öğrenmiştim. Bir insan bir alanda kendisini ne kadar geliştirirse başka alanlarda o kadar bilgisiz demekti. Günümüzde bilim öylesine uzmanlaşmış durumda ki, araştırmacıların konularında derinleşmelerinin bedeli genelde alanın bütününü göremez duruma gelmeleriyle ödeniyor. Bu nedenle uzmanların akılalmaz bilgisizlikler göstermeleri, ortak kuramlar arasında büyük boşluklar oluşması, ama hiç kimsenin onların uzmanlıklarını sorgulayamaması gibi bir durum çıkıyor ortaya."

Yeniden Ene Risalesi'ne dönelim. Ene Risalesi'nde, 'bir yeraltı yolculuğu' olarak tasvir edilen ve "O zemin tabiattır ve felsefe-i tabiiyedir. Tünel ise, ehl-i felsefenin efkârıyla hakikate yol açmak için açtıkları meslektir..." şeklinde hakikatine işaret edilen yolda, müellif-i muhtereme çıkışı gösteren nedir?

"Gid gide, baktım ki, benim elime iki şey verildi: biri, bir elektrik, o tahtelarz tabiatın zulümatını dağıtır; diğeri bir âlet ile dahi azîm kayalar, dağ-misal taşlar parçalanıp bana yol açılıyor. Kulağıma denildi ki: 'Bu elektrikle o âlet Kur'ân'ın hazinesinden size verilmiştir.'"

Peki, 'yerin üstünden uzun bir mesafeyi katetmek' şeklinde tasvir edilen ve "(...) ikinci yol, esbabperestlerin ve vesaite icad ve tesir verenlerin, meşâiyyun hükeması gibi yalnız akılla, fikirle hakikatü'l-hakaike ve Vâcibü'l-Vücudun marifetine yol açanların mesleğidir..." cümlesiyle hakikatine işaret edilen ikinci yoldan kurtuluşu veren nedir?

"Fakat yine Kur'ân'dan bana verilen bir vasıta-i seyahatimle geçiyordum, galebe çalıyordum. Git gide bakıyordum, her tarafta seyyahların cenazeleri bulunuyor. O seyahati bitirenler, binde ancak birdir."

Peki, 'uçarak/yükselerek mesafeyi katetmek' olarak tasvir edilen ve "(...) üçüncü yol ise, sırat-ı müstakim ehli olan ehl-i Kur'ân'ın cadde-i nuraniyesidir ki, en kısa, en rahat, en selâmet ve herkese açık, semâvî ve Rahmânî ve nuranî bir meslektir..." cümlesiyle hakikatine işaret edilen yolda emanı sağlayan nedir?

"Baktım ki, o asansörler gibi nuranî menziller her tarafta var. Hattâ iki seyahatimde ve zeminin öteki yüzünde onları görmüştüm, anlamamıştım. Şimdi anlıyorum ki, şunlar Kur'ân'-ı Hakîmin âyetlerinin cilveleridir."

Kur'an'ın ilk yoldaki aydınlatıcılığı ve engelleri parçalayıcılığı; ikinci yolda mesafeyi hızlı aldırması, engelleri aştırması; üçüncü yolda ise hiç zahmet çektirmeden (çünkü bizzat ona müracaat ediliyor) yukarıdan anında götürebilmesi; bütün bunlar Kur'an'ın 'bütünden/asıl maksaddan' hiç şaşmamış olmasıyla açıklanamaz mı? Yani insan felsefe-i tabiiyenin veya şirkten kurtulamamış sair fikir ekollerinin eşliğinde bütünün amacını yitirmiş eşya ile boğuşurken; Kur'an'a teması ölçüsünde bu boğuşmadan sıyrılıp 'bütünün temaşasıyla ulaşılan bir berraklıkta' hakikati görüyor sayılamaz mı?

Birinci yolda, yol gösteren aydınlatıcı elektrik; ikinci yolda yolu aştıran/hızlı aldıran vasıta; üçüncü yolda 'Zaten bütün bunlar şunu anlaman için...' diyerek sana eşyaya bakış öğreten asansör, yani yukarıdan bakış, yani bütüne bakış; bu aynı zamanda hakikat-i mirac olamaz mı? Ve hakikat-i mirac, bize, bütüncül bakmayı öğütlüyor da olamaz mı? Âfâkî tefekkürde icmalî gitmek ise, işte, parçalarla girişilen bu akıl yürütmelerde, bütünün manasının hep aklın bir yanında kalması olamaz mı? Yani asıl kastedilen; 'inceliklerine girmemek' değil, 'inceliklerini düşünürken bütünü akıldan çıkarmamak' olamaz mı? Sorularım çok, ama başta söyledim, bu yazı bir 'acaba dedirtme' yazısıdır. (Bu üç yolun hayatımıza bakan yönlerini de inşaallah bir dahaki yazımda inceleyeceğim.)

17 Haziran 2015 Çarşamba

Akıl tek başına yeterince akıllı değildir

Metin Karabaşoğlu abiyle Siyer Okumaları'na dair notlarımı konuşmaya devam edelim. Metin abi, mirac okumalarımızda 'manevî asansör' ifadesini sık kullandı. Tabii bu kullanım ister istemez hatırıma Ene Risalesi'nin ahirini getirdi. Okuyanlar hatırlarlar, Ene Risalesi üç yol (Fatiha'nın ahirindeki üç yol: mağdub, dallin ve sırat-ı müstakim ehilleri.) analiziyle biter.

Bu yollardan birisi yeraltından gider ki, müellif-i muhteremin ifadesiyle; "O zemin tabiattır ve felsefe-i tabiiyedir. Tünel ise, ehl-i felsefenin efkârıyla hakikate yol açmak için açtıkları meslektir." Diğeri, yeryüzünü kateder. O da "(...) esbabperestlerin ve vesaite icad ve tesir verenlerin, meşâiyyun hükeması gibi yalnız akılla, fikirle hakikatü'l-hakaike ve Vâcibü'l-Vücudun marifetine yol açanların mesleğidir." Üçüncüsü Bediüzzaman'ın da 'asansör' ifadesiyle zikrettiği havadan bir yolculuktur. "Baktım ki, o asansörler gibi nuranî menziller her tarafta var. Hattâ iki seyahatimde ve zeminin öteki yüzünde onları görmüştüm, anlamamıştım. Şimdi anlıyorum ki, şunlar Kur'ân'-ı Hakîmin âyetlerinin cilveleridir." Mürşidim bu yolun da aslını şöyle tarif eder: "(...) üçüncü yol ise, sırat-ı müstakim ehli olan ehl-i Kur'ân'ın cadde-i nuraniyesidir ki, en kısa, en rahat, en selâmet ve herkese açık, semâvî ve Rahmânî ve nuranî bir meslektir."

Üç yolda da kendisine emn u eman sağlayan Kur'an'dan ikram edilmiş aletler ve vasıtalardır. Bediüzzaman'ın bir Eş'arî olduğu hatırlanırsa, üç yolun üçünde de vahye yüzünün dönük olması ve vahiysiz o yolların hiçbirinde kurtuluş görmemesi daha derin anlaşılır. Fakat ben bugün o konuya dair konuşmayacağım. Asansör meselesine geri döneceğim.

Ders sırasında twitter paylaşımları yaparken 'manevî asansör' ifadesinin Ene Risalesi'nin ahirini hatırlattığını da yazmıştım bir dinleyici notu olarak. Bir sonraki hafta Metin abi, o not hakkında ağzımdaki şekeri bala çeviren birşey söyledi: "Ben de öyle düşünüyorum. Dikkatini çekti mi bilmem, zaten Mirac Risalesi de 31. Söz'dür. Yani Ene Risalesi'ni de içeren 30. Söz'den hemen sonra..." Ahmet'in kafasında nasıl flaşlar patladı bilemezsiniz. Gerçi Metin abinin Risale metinlerindeki sıralamaların nazm-ı maani eksenli bir nizamının olduğunu daha önce de anlattığı hatırlıyordum. Fakat bu sefer ki, aklı kapı açıp ihtiyarı elden almayan cinsten birşey değildi benim için. Aklıma da kapı açtı, ihtiyarımı da elimden aldı. 30. Söz'ün asansörünün 31. Söz'ün miracıyla bir ilgisi olduğuna artık yakînim var. (Bu arada Metin abinin inşaallah Risale metinlerinin sıralamasındaki mezkûr nazm-ı maaniye dikkat çeken bir makalesini de okuruz. Bu 'farkındalıklar' küçük paylaşımlar olarak hafızalarda kalmamalı yalnız.)

Benim 'Parçalarda boğulmak..." başlıklı yazı serimi okuyanlar bilirler. "Hayır küllî, şer cüzidir..." ifadesinden itibaren mürşidimden mülhem iddiam şudur ki: Biz, şer dediğimiz herşeyde aslında parçada boğuluyoruz. Bütüne çıkamıyoruz. Bütüne çıkıldıkça ancak varlığın hayır ciheti görünüyor. Parçada kalındıkça nazar körleşiyor.

"Andolsun ki onlara, 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye sorsan, mutlaka 'Allah' derler..." buyuran Lokman sûresi de aslında buna dikkatimizi çeker. Kafir, nazarı 'yerlere ve göklere' kadar çıktığında Allah'ın varlığını ve kudretini kabul etmekten kaçamaz. Fakat kendince küçük gördüğü muamelatta ve fiillerde (mesela yine Kur'an'ın ifadesiyle 'çürümüş kemikleri kimin dirilteceği' hususunda) Allah'a ortaklar/yardımcılar veya imkansızlıklar şart koşabilir. Şirk zaten budur. Allah'ı inkar değildir. Allah'ın herşeyi idare ettiğinin inkarıdır.

İçinden şer ve dalalet çıkan bu nazar boğulması aslında 'parçada boğulmaktır' ve eşyada görünen teavün/yardımlaşma, tesanüd/dayanışma, teanuk/konuşma, tecavüp/cevaplaşma gibi fiilerin hakikati de ancak küllî bir bakışla keşfedilir. Tevhidin en büyük delili de işte bu tarz 'etkileşimden haber veren' fiillerdir. Fakat modern aklın parçalayıcılığı, herşeyi varlık adacıklarına ayırarak böylesi fiilerin okunmasına engel olur. Yine yüzümüzü Ene Risalesi'ne dönelim: "Evet, nasıl mîrî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarını birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir. Öyle de, 'Kendime mâlikim!' diyen adam, 'Herşey kendine mâliktir!' demeye ve itikad etmeye mecburdur." Selahaddin Yusuf, Sirenleri Taşa Tutun'un hemen başlarında yeralan bir yazısında Alan Watts'tan şöyle bir alıntı yapar:

"Doğa bilimi incelemeleri başladığı zaman önce ayrıntılı bir biçimde türlerin ayrımı işine girişilmişti. Ekolojinin inceleme alanına alınması ancak son zamanlarda oldu. Son zamanlardadır ki, türlerin arasındaki ilişkilerin incelenmesine başlanıldı. Şöyle bir bakacak olursak aklın yapabildiği şey, olsa olsa dünyayı nesnelere ve olaylara bölmekten başka birşey değil. Bu da nesnelerin birbirinden bağımsız ve bağlantısızlığı ve tıpkı bunun gibi bizim de nesnelerden bağımsızlığımız bağlantısızlığımız üzerine abartılı bir vurgu yapmış oluyor. Aklın bundan sonraki görevi böylece bölünmüş olan şeyler arasındaki bölünüp koparılması olanaksız olan bağlantıları ve ilişkileri yeniden keşfedip sayısız parçalara bölünmüş olan evreni bütünlüğe kavuşturmak olmalıdır. Bunu yaparken akıl kendi sınırlarını görüp anlayacaktır. Anlayacaktır ki, akıl bunun için yeterli değildir. Akıl tek başına yeteri kadar akıllı olamaz. Nasıl suyu içtiğiniz zaman soğuk olduğunu anlıyorsanız, bunun gibi içgüdülerden gelen bir duyarlılıkta dünyaya yaklaşılmadıkça bu bağlantıları, bu ilişkileri bilmek olanağı olamaz..."

Aklın tek başına yeterince akıllı olmaması bize yukarıdaki üç yolda Bediüzzaman'ın Kur'an'dan gelen alet ve vesaitlere verdiği önemi hatırlatıyor. Ve de Eş'arîliğin hakikati arayışta vahye biçtiği 'olmazsa olmaz' konumu. 'İçgüdülerden gelen bir duyarlılık' ifadesi de bizdeki fıtratı çağrıştırıyor. Üzerine yaratılmış olduğumuz doğruları yani. Özümüzde olanı. Fakat ben yazımda bu konulara da girmeyeceğim.

Bu parça ve bütün meselesi; parçada kalışın insanda her an bir hüzne/şekvaya neden oluşu ve hakikatin keşfinin ise bütüne bakmakla mümkün olabilmesi meselesinin miracla şöyle de bir ilgisi var bence: Bir insan düşünün ki; parçalarda boğulabilmek tehlikesi adına en çetin sınavları tatmış ve vermiş. Kendi kavminden, kabilesinden, hatta öz amcasından düşmanlık görmüş. Boykotu yaşamış, baskıyı yaşamış, eşi Hz. Hatice annemizi kaybetmiş, ardından amcası Ebu Talib vefat etmiş, ardından Taif'e gitmiş ve orada taşlanmış... Parçada boğulup boğulmamaksa eğer bu dünyadaki sınav, en çetinlerini vermiş Allah Resulü aleyhissalatuvesselam. Ve hepsini aşmış. Taif'te üzeri kan içinde ettiği o meşhur münacaatta vurguladığı gibi; eğer Onun rızası varsa bütün bunların önemli olmadığını söyleyebilmiş. Yüzü bu denli bütüne dönük. Bütünün sahibine dönük. Her hayrın onun elinde olduğunun farkında.

İşte yüzü böylesine bütüne dönük olanı, bütünden dönmez olanı, Allah'ın, miraca çıkarıp, bir manevî asansörle bütünün bütün parçalarını göstermesi neden garip olsun? Allah parçalarla imtihan ettiği kulunu, onlarda boğulmaz görünce, iman ettiği bütünü görmek şerefine erdirmiş olamaz mı? Ki o zaten görmüş gibi iman ediyordu.

Bütünü görmek beşer için ferahlatıcıdır. Ki parçalarda boğulanların merhemi de her zaman bütündür. Allah Resulünün vefatı hengamesinde acısından dolayı çevresine sert sözler söyleyen Hz. Ömer'i vahyin bütünlüğü ile tedavi eden de Hz. Ebu Bekir efendim değil miydi? Zaten vahiy bizi bütünlüğü hatırlatarak tedavi eder. Allan Watts'ın ideal akılda hayal ettiği şeyi vahiy yapar aslında. Şimdi, istersen yüzünü tekrar Ene Risalesi'nin ahirine çevir. Orada da parçalarda boğulmamayı başarmış bir kula, Allah, asansörünü lütfetmiyor mu? Yerin altıdan veya üzerinden geçmeyi başaran; bu çetin yolculuklarda Kur'an'ın verdiği vesait ve araçları elinden bırakmayan/yola yenilmeyen bir kula asansör lütfetmek... Belki de hakikat-i mirac böyle birşeydir: Yola yenilmeyenin yoldan kurtarılması. (Asansör olarak Kur'an'ı ise bir sonraki yazıda konuşalım, inşaallah.)

12 Haziran 2015 Cuma

Lucy'nin miracına inanır, Hz. Muhammed'in (a.s.m.) miracına inanmaz

Geçenlerde Metin Karabaşoğlu abiyle Siyer Okumaları'nda miracı işledik. Aslında birkaç haftadır miracı konuşuyoruz. Fakat son iki haftada artık tastamam miracın içindeyiz diyebilirim. Çok güzel açılımlar (bu tabirin de sık kullanılmaktan iptal-i hisse sebep olduğunu düşünüyorum ya, yerine başka birşey bulamadım) oldu. Hiç hakkında düşünmediğim şeyler hakkında düşündüm. Metin abi, tabir-i caizse, benim açımdan tarihsel bir olaydan ibaret olan miracı, hayatımın içinde 'yaşayan bir mirac' olarak yeniden gösterdi. Bunu hissettim. Buna teşekkür ettim. Allah'a şükrettim.

Fakat siz Ahmet kardeşinizi bilirsiniz. Yeni birşey duyduğu zaman, o yeni şey, küpteki altın gibi öylece durmaz. Hareket eder. Tatlı bir rahatsızlık verir. Suya atılmış taş gibi dalgalar oluşturmaya devam eder. Doğrusunun da bu olduğunu düşünür. Kanaatince; bu bilgi almak değil, bakışaçısı almaktır. Öğrenilen her yeni şeyde, daha önce kuşanılmamış bir bakışaçısının eksikliği de vardır. Vardır ki, daha önce görülmemiştir. Bilgisi aynen saklanır (o bir güzellik), amma bakışaçısı göze ve kafaya kuşanılmış halde işlemeye devam eder (bu nazarımda daha bir güzellik). "Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır..." ayetinin böyle bir dersi olduğunu da hissediyorum ben: Hüner biriktirmekte değil çoğaltmakta.

Mesela, geçtiğimiz hafta Sidretü'l-Münteha'ya dair konuştuk. Sidretü'l-Münteha nedir? Sidretü'l-Münteha bir makam. Miracta, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın çıktığı en yüce mertebe. Düz bir karşılık olarak sidre 'kiraz ağacı' anlamına geliyor. Münteha ise, son. Böyle bakınca 'son sedir' yahut da 'son kiraz ağacı' gibi bir karşılığı var. (Bazıları da 'tenhadaki sedir' anlamına gelebileceğini söylüyorlar. Arapçam yok. Nakilciyim.) Metin abi, Siyer Okumaları'nda bu makamın tarifine dair bilgiler naklederek, meseleyi esmaü'l-hüsna ekseninde ele aldı. Ve ilgili makamın Allah'ın esmasının tüm renkleri ve çeşitliliğiyle temaşa edildiği bir makam olduğunu düşündüğünü söyledi. Bu tarif bence de pek güzel. Fakat dediğim gibi: Duyduğum şey zihnimin denizine atılmış bir taştır. Ve Metin abinin attığı taşın dalgası da, ta gidip, Bediüzzaman'ın külliyat içinde sıkça kullandığı bir ifadeye kadar dayandı: Şecere-i hilkat. Yani 'yaratılış ağacı.' Fakat bu konuya dönmeden önce size 2014 yapımı Lucy filminden bahsetmek istiyorum:

Bir Luc Besson işçiliği olan Lucy, her ne kadar Luc Besson'a yakışmayacak kadar basit bir yapım olsa da, ilginç bir konu etrafında şekilleniyordu. Lucy (Scarlett Johansson) isminde bir kadının, sentetik bir uyuşturucunun kuryeliğine karışarak yaşadığı bilim-kurgu öykü, "Bir insan, beynini tam kapasitede kullanırsa neler olabilir?" sorusuna hayalperest bir cevap arıyordu. Batı'nın Yunan mitolojisinden beri teolojik arkaplanını oluşturan (ve 'tanrının oğlu İsa' anlayışıyla bir derece Hristiyanlığa da taşınmış bulunan) insan-tanrı motifi, bu sefer de farklı bir yoldan, sentetik bir uyuşturucunun beyinde yaptığı yan etkiler vasıtasıyla 'olabilir' gösterilmeye çalışılıyordu. Her neyse... Filmin bu kısmı hiçbir işinize yaramayacak. Ben asıl size, finale yakın bir kısımda, Lucy'nin beynini kullanma kapasitesi %100'e ulaşırken kainatı görüş şeklini tarif etmek istiyorum. Lucy, giderek evrenin dışına doğru uçuyordu. Sadece mekansal olarak değil, zamansal olarak da. En başına gidiyordu varoluşun. Sözde big bang'e değil sadece. Ondan da öncesine... Herşeyin varoluşunu güya aklının gözleriyle takip etti, bize de izletti. Bedeni de değişim geçirerek bu yolculuğa eşlik etti. Ve en sonunda şu cümleyi patlattı kulaklarımıza: "Birşey sonsuz hıza ulaştığında hem her yerdedir hem hiçbir yerdedir."

Şimdi tabii insan, hayalgücüyle neredeyse seküler bir miracı Lucy'in gözlerinden bize izleten Batı'nın, hakikat-i miracı neden kabul etmediğini anlayamıyor. Sadece onların problemi değil bu üstelik. Müslüman modernistler/ehl-i bid'a da akıllarının kıstaslarını Batı'dan borç aldıkları için nüzûl-u İsa (a.s.) gibi, mirac gibi hadiselere onlar gibi yaklaşıyorlar. Mümkün mertebe 'olabilir' bir seviyeye indirgemeye çalışıyorlar. "Rüyada olmuştur. Kalben olmuştur. Ruhen olmuştur. Hatta olmamıştır, sonradan uydurulmuştur..." vs. Hepsini duyuyoruz artık kelime-i şahadet getiren müminlerden. Fakat temeldeki sorun açık: Onların inandığı Allah, aslında o kadar da 'ekber' bir Allah değil. Batı'nın seküler aklının uygun gördüğü bazı sınırları var. Öyle her istediğini yapamaz. Fiziğin, kimyanın veya biyolojinin kabul edilmiş kayıtlarına uymak zorunda. Haşimoğulları'nın güzelliği aleyhissalatuvesselamı bir gece alıp önce Kudüs'e, sonra kendi katına çıkaramaz. Üstelik nice olay sonra geri döndüğünde yatağını 'daha soğumamış' olarak bulduramaz. Halbuki yine Siyer Okumaları'nda Metin abinin dikkatimizi çektiği gibi, Bediüzzaman, miraca inanmada çekilen sorunların itikatla ilişkisini tam isabet bir şekilde şöyle tesbit ediyor:

"Mirac meselesi, erkân-ı imaniyenin usulünden sonra terettüp eden bir neticedir. Ve erkân-ı imaniyenin nurlarından medet alan bir nurdur. Erkân-ı imaniyeyi kabul etmeyen dinsiz mülhidlere karşı, elbette bizzat ispat edilmez. Çünkü, Allah'ı bilmeyen, Peygamberi tanımayan ve melâikeyi kabul etmeyen veya semâvâtın vücudunu inkâr eden adamlara Miracdan bahsedilmez; evvelâ o erkânı ispat etmek lâzım geliyor."

Demek ki, bir iman etmek var, bir de miraca iman edecek kadar iman etmek var. Yani bir 'Allah' demek var, bir de 'Allahu ekber' diyecek kadar güçlü bir ciğere ve geniş bir imana sahip olmak var. Lafz-ı Allah yolumuzun başlangıcını, kelam-ı 'Allahu ekber' ise yolumuzun nihayetini ifade ediyor. Ve şunu sorduruyor her aşamada bize: Senin inandığın ilahın iradesinin ve kudretinin 'aşamayacağı' sınırları olduğunu düşünüyor musun? Eğer böyle düşünüyorsan, senin inandığın Allah 'ekber' değildir. Git, imanını Hz. Ebu Bekir (Allah ondan razı olsun) gibi yap. Ki o, Ebu Cehil ona heyecan içinde koşup "Senin dostun böyle böyle diyor..." dediğinde inanmak için yalnız şunu sormuştu: "Bunu o mu söylüyor?" Onun söylediğinden emin olunca kafasında engel kalmamıştı. Çünkü zaten Allah'a ekber olarak iman ediyordu. Allah dilerse yapardı.

Bu noktada Ebu Cehil'in mirac sonrası tavırları; heyecan içinde, mal bulmuş mağribli gibi herkese Allah Resulünün ifade ettiği bu hakikati 'inanılmaz bir yalan' gibi yaymaya çalışması çok tanıdık. Bu seküler akılı tanıyoruz. Bugün de twitter'da veya face'te dindarlarımızın dilinden sadır olan 'onlara göre' inanılmaz/kabul edilmez şeyleri aynı insanlar tt listelerine kadar çıkarmıyorlar mı? Nümayişle ve alaycı bir neşeyle yaymıyorlar mı? Çünkü onlar için bunlar inanılmaz ve kabul edilemez şeyler.

Marmara Depremi veya bir başka musibet, manevî sebeplere bağlanamaz mesela. Olamaz! Hemen dava açılır. Gerekirse bunu söyleyenler, açıkça ifade edenler 'düşünce özgürlüğü kapsamında sayılmayarak' hapse atılır. Eğer hapse atacak güçleri yoksa, mutlaka twitter'da falan linç edilir. Fakat bir müminin dünyasında bu telaşın hiçbir anlamı yoktur. Onun için önemli olan böyle bir hakikatin dinî bir delilinin olup olmamasıdır. Mesela senedi sağlam/sahih bir hadis, bir ayet veya bir icma. Allah'ın ekber olduğuna inandıktan sonra gerisi kolaydır. Sen en telaşlı olarak içimizdeki ehl-i bid'ayı görürsün bu noktada. Biraz Ebu Cehil kokusu üstlerine sindiğinden belki. Çoğu zaman ehl-i küfürden de önce onlar saldırırlar sana. Neden? Çünkü Lucy isterse bütün varlığı görür, ama Allah (haşa) bunu bir Kureyşliye yaptıramaz.

Hakkında yazmak istediğim asıl konudan uzaklaştım. Ben şimdi tasavvur ediyorum ki; Sidretü'l-Münteha, 'bütün varlığın bir ağaç gibi göründüğü' bir makamın, bir yüce manzaranın ifadesi olmasın sakın? Öyle bir yer düşünün, oradan eşyanın görünüşü bir şeceredir/ağaçtır. Bakışı öyle bütüncül bir bakıştır. Namı şecere-i hilkattir. Nasıl ki; bir yaprağın içindeki damarların görünüşü, bir ırmağın başladığı yerden bittiği yere kadar (ancak yukarıdan bakılınca) seçilen görünüşü, Hz. Âdem'den bugüne insanlığın soyağacının zamana yayılmış görünüşü, bir ağacın dallarının göğe doğru ve köklerinin arza doğru yayılışının görünüşü birbirine benziyor; belki aynen öyle de varın, yokluğun içinde yayılışı da bir sidreye benziyor. Ki müntehadan bakınca belki ona 'sidre' denmiş. Onun göründüğü o yüceliğe de Sidretü'l-Münteha denmiş. Ben, Bediüzzaman'ın kullandığı 'şecere-i hilkat' benzetmesinin böyle bir mirac memesinden süt emdiğini düşünüyorum. Ama yalnızca tasavvur ediyorum. En doğrusu yalnız Allah bilir.

11 Haziran 2015 Perşembe

Belki de sorun kendimizi yeterince neşter altına itmemekte

Yazılarımda kalemimi önce kendime/hayatıma batırmayı severim. Bu, hem bildiğim bir yerden yola başlamamı sağlar ve yazmamı kolaylaştırır; hem de ilk bıçağı kendime çaldığım için, ilerde muhatabıma da ucu battığında; "Sen kendine bak!" deme şansı kalmaz. Çünkü bilir: Ben önce kendimi yerin dibine batırdım. Kendimden razı değilim. Bu haltları ben de yedim. Benim de kendilerinden Allah'a sığındığım kuytu köşlerim, kusurlarım var. "Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez!" cümlesini biraz da böyle anlarım. Ateşe senden bir adım daha yakın olan kişinin seni de ateşe koşturmasına kızmazsın. Ağır bir işte senden daha çok çalışan kişinin, seni ağır bir işe sevketmesinden gocunmazsın. Yükün fazlasının onda olduğunu bildiğin adama öfkelenmek hatırına gelmez. Sitemlerimiz hep 'ötekinin' bizden çok kendini kayırdığı, canına canımızdan daha iyi baktığı durumlara yöneliktir. Kayırmadığından emin olursak sitem de kalmaz.

Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın meşhur yemini olan "Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki..." beni, biraz da bu manayı hissettiğim için, çok etkiler. (Nasıl?) Muhatabına ne diyecekse, ne hakkında nasihat edecek veya uyaracaksa; onun ilk adımını/tebliğini mübarek zatına doğru atmıştır Allah Resulü. "Benim nefsim de Onun kudret elinde. Şimdi seninkinin de Onda olduğunu hissettirecek şeyler söyleyeceğim. Ağırına gitmesin. Burada nasihat veren benim amma, ben de kemal-i teslimiyetle senin tâbi olmanı beklediğim şeye tâbi oluyorum. Seni davet ettiğim şeye önce ben tâbiyim." Böyle şeyler hissederim o yeminde. Muhatabından önce kendine bir dönüş. Muhatabından önce kendine bir dokunuş. Muhatabından önce kendine bir hatırlatma. Bir keresinde Siyer Okumaları'nda Metin Karabaşoğlu abi de birisinden naklen (Asım Köksal merhum olabilir diyeceğim, ama emin değilim) şöyle demişti nazil olan ilk ayetler için: "Allah Resulü, önce kendi nefsine peygamber oldu. İlk ayetler, önce onu bir mübarek okumaya davet etti/emretti. Sonrakiler, halkı da çağırmasını söyledi."

Mürşidim de, Şualar'da, nebilerin dilinden şöyle demez mi: "Madem bizimle görüşmek ve dersimizi dinlemek istersin. Bil ki, başta Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ve Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan olarak bütün peygamberlere vasıtamızla gelen mesâil-i imaniyeye en evvel biz iman etmişiz."

Bediüzzaman, 19. Söz'ün hemen başında şöyle söylüyor: "Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var: Birisi şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini on üç Lem'a ile Arabî Nur Risalesinden On Üçüncü Dersten işittik. Birisi şu kitab-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü'l-Enbiyâ aleyhissalâtü vesselâmdır. Birisi de Kur'ân-ı Azîmüşşandır."

Ben bunu biraz da şöyle anlıyorum: Cenab-ı Hakkın üç şekilde bilinmesi lazım. 1) Kainat üzerinden bilinmesi/okunması lazım. 2) Nübüvvet, yani 'içimizden/insandan elçiler' üzerinden okunması lazım. 3) Bizzat kendi kelamından okunması/bilinmesi lazım. Bu üç bilme yöntemi birbirinden kopuk olarak ele alınmamalı. Yani buradaki üç küllî muarrif söylemi bence "Öyle de bilsen olur, şöyle de bilsen olur, böyle de bilsen olur..." şeklinde değil. Üçünü beraber götürmelisin. Eğer bunlardan birisini eksik/yarım bırakırsan marifetinin dengesi de bozulmaya başlıyor. Bunun en açık örneği, nübüvvet hakikatini (ve özellikle onun hayatımızın içinde yaşamaya devam eden ruhu/yankısı olan sünnet-i seniyyeyi) kısmen veya tamamen terkeden 'Kur'an müslümanları'nda görünüyor.

Sünnete ve onun kelamî yanını ifade eden hadislere, vehmettikleri şüphelerle sırtını döndükçe bu akılsızlar, giderek vayhin mesajından da uzaklaşıyorlar. Zâhiren vahye hasr-ı nazar etmekle birlikte giderek 'bilmede' dengesizleşiyorlar. Kainatı ve Kur'an'ı ne kadar tefekkür ederlerse etsinler, tatmin etmek istedikleri şey akılları ve hevaları olduğu için oluyor bu. Vahyin bir parçası olan Allah Resulünü denklemden çıkarmaya çalışıyorlar. Yine deistler dediğimiz güruh da, Kur'an ve sünnetten bağımsız bir kainat marifeti peşinde koştukları için, buldukları hakikî marifetin yanında zerre bile olamıyor. Ne kalpte bir heyecan yaratıyor ne de fikirde büyük bir inbisat. Halbuki Allah sadece akılla bilinebilecek birşey değildir. Allah aynı zamanda hissedilecek de birşeydir. İnsanî olan her yan ve yön bir bilme şeklidir Allah'a dönük. İbn-i Arabî'nin (k.s.) kalbin köşkünden, aklın sultanı Fahreddin-i Razi'ye (k.s.) dediği gibi: "Allah'ı bilmek varlığını bilmenin gayrıdır."

Başa dönersem: Bediüzzaman'ın tefsir metodunda hatıralarına sıkça yer vermesinin manidar olduğunu düşünüyorum. Bence Bediüzzaman, nübüvvet-kainat-Kur'an düzleminde dengeli bir marifetin yine sünnete, kainata ve Kur'an'a; enfüsî tefekkür de dediğimiz, insan üzerinden uğramakla mümkün olabileceğini gösteriyor onlarla. İnsan hakikatinin sırça sarayını Allah Resulü aleyhissalatuvesselam ifade ederken, Kur'an'ın ifadesiyle onun 'içimizden birisi' olması da her insana dokunan yerini temsil ediyor.

Nübüvveti ve velayeti... Ondan bize gelişiyle bir elçi insan, bizden ona gidişiyle bir veli insan. Yani biz kendi hatıralarımız/tecrübelerimiz eşliğinde, Kur'an'ın, kainatın ve sünnetin mesajının izdüşümlerini okumuş oluyoruz. Tefekkürümüz de kalbimize dokunuyor böylece. Kendi kavrayış sebeplerimizi de buluyoruz. "Ha, demek burada aslında şu denilmek istenmiş!" diyoruz. Burada insanın, hem (nebiler de insan oldukları için) nübüvvete ve hem (kainata dahil olduğu için) kainata bakan bir tarafı var. Belki kainat, Kur'an ve sünnet okumalarımız arasında geçişken bir bölge, insanlığımız. Biz herşeyi insan yolundan geçerek ve insaniyet gözlüğünden bakarak okuyoruz.

Alternatif Bakış programına konuk olduğunda Doç. Dr. İshak Özgel Hoca; Cemaleddin Afganî gibi, Reşid Rıza gibi, Muhammed Abduh gibi insanların eserlerinin Bediüzzaman'ınkiler kadar kalıcı olmamasının, revaç bulmamasının bir nedenini şöyle izah etmişti: "Onların insan tasavvurları eksikti." Çokça düşünmeli bunu. Çokça üstünden geçmeli... Size soğuk görünen bütün metinleri aklınızdan geçirin şimdi. Belki de sorun, kendimizi yeterince neşter altına itmemekte.

5 Haziran 2015 Cuma

Hüzün de bir başlangıçtır

Zaman geçiyor, Allah'ın seni düşürdüğü tüm yoksun kılışların aslında koruyuş olduğunu anlıyorsun. Pişmanlıktan yerin dibine geçesin geliyor. Ettiğin kem kelamlar, sitemler, isyanlar aklına geliyor; utanıyorsun. Kendi cahilliğinden, hamlığından, aptallığından tiksiniş; Allah'a bir daha âşık olmak. Kendi güzelliğinden gelen bir kibirle değil bu sefer, çirkinliğinden tiksinerek; "Nasıl hâlâ sevmeye devam ediyor?" diye âşık olmak. Karanlığa/karanlığına bakıp, başardığı şeyden dolayı ışığa âşık olmak. O güzellik karşısında sarhoş olmak. Sevebilme kudreti karşısında bir hayrette kalış. Sürekli tekrar etmek belki, kendi kendine, tek bir cümleyi: "Bu nasıl birşey Allahım, bu nasıl birşey?"

Çok asil bir sevme bu ikincisi. Çünkü bunda mülkün kalmamış. İddia edeceğin, hakettiğini düşündürecek hiçbir şeyin kalmamış. "Belki" diyorsun, "yaşadıklarımın da amacı buydu. Şahadet ettim, şahit oldum böylece. İddia olarak kullanabileğim herşeyi tükettim böylece. Fenalarını gördüm, fenalıklarımı gördüm böylece. Yalanlarıma şahit oldum. Günahlarıma şahit oldum. En çirkin yanlarımla kendimi gördüm. Birisi anlatmadı bana, beni. Yaşadım, gördüm. Tattım, gördüm. Duydum, gördüm. Baktım, gördüm. Allah'ın güzel, benim çirkin olduğumu; benim her haltı yiyecek kadar denî, Onunsa her zaman O kalacak kadar yüce olduğunu gördüm. Bana cennet verilse ve yalnız bir ağaçtan uzak kalmam istense, o ağaca meyledecek kadar terbiyeye muhtaç olduğumu gördüm."

Bir Veysel Karanî (Allah ondan razı olsun) duası yaşamak böyle bakınca. O, duasını kaç yaşında etmiştir, bilmem. Ama ben otuzlarımda onun bastığı yerlere önce yüzümü sürüyor, öpüyor; sonra peşinden 'sadakte' diyerek adımlıyorum: "Allahım, sen Rabbimsin; bense kulunum. Sen Halıksın, bense mahlukum. Sen Rezzaksın, bense merzukum. Sen Maliksin, bense memlûkum. Sen Azizsin, bense zelilim. Sen Ganisin, bense fakirim...." Yani Sen hep Sensin, ben hep benim.

Hepsinde sen haklı çıktın Allahım. Emirlerinin/nehiylerinin hepsinde sen haklı çıktın. Hiçbir istisnası yaşanmadı. Ve ben buna yaşayarak şahit oldum. Üzgünüm. Beni bu kadar sevdiğini farkedemedim. Bu kadar geç kaldığım için üzgünüm. Yarattığın herşey mutlu etmek için gözümün içine bakarken, beni sevdiği göremediğim için üzgünüm. İkramlarını ve ihsanlarını üzerime alınamadığım için üzgünüm. Baharı/kışı üzerime alınmadığım için üzgünüm. Pencereme konan güvercini, alnıma düşen yağmur damlasını, ayağıma sürtünen kediyi, gülümseyen yüzleri, yardım eden elleri, dua eden dilleri senden bilmediğim için üzgünüm. Verdiğin herşeyi tüketip sen yokmuşsun gibi davrandığım için üzgünüm. Elma için ağaca teşekkür edip seni hatırıma getirmediğim için üzgünüm. Çarptığım ve öfkelendiğim, beni durduran her taşın aslında benim iyiliğime olduğunu, taşa çarpmamışların akıbetini görmeden farketmediğim için üzgünüm. Ama hüzün de bir başlangıçtır Allahım. Ve pişmanlık tevbedir.

Rolex'i Bahadır Yenişehirlioğlu'nun ne zaman 'helali' olur?

  "Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. '...