23 Haziran 2015 Salı

Ebubekir Sifil Hoca'nın bir itirazı ve 'zamanın müfessirliği' üzerine...

Öncelikle; Allah razı olsun Ebubekir Sifil Hoca'dan ki, zihnime bir soru olarak şüphesini attı ve tefekküre sevketti. Ebubekir Hoca'nın eserlerini okuyanlar veya derslerini izleyenler bilirler ki, ehl-i sünnet çizgisini müdafaaya mesaisini hasretmiştir ve bu haklı mesai sarfında (Allah, gayretini katından büyük ecirlerle mükafatlandırsın) en çok mücadele ettiği şeylerden birisi de 'Kur'an'ın tarihselliği' iddiasıdır.

'Kur'an'ın tarihselliği' iddiası nedir, biraz açarsam, şunu söyleyebilirim: Kur'an ayetlerinin ve hükümlerinin bir kısmının (veya bunların uygulanış şekillerinin bir kısmının) 'dönemsel' olduğu ve bu zamanda artık bunlara modern algılar eşliğinde 'yeniden bakılması' gerektiğini söyleyenlerin iddiasıdır. İddia olarak yazıyoruz, fakat aslında bid'adır bu. Sapmadır. Söyleyenin Allah tasavvuru ve marifeti hakkında korkutucu endişeler doğuran bir bid'a. Bid'aların anası. Çünkü gayrı ne kadar bid'a varsa, bu 'öncekilerin tarihselliği' üzerine bina edilir ve (Allah korusun) hayatımıza katılır.

Ebubekir Sifil Hoca, 'Kur'an'ın tarihselliği' iddiasına karşı ilk direnişi sergileyenin Hz. Ebu Bekir (r.a.) olduğunu ifade ediyor bir yazısında. Onun; "Zekat vermeyiz. Çünkü zekat, Allah Resulü sağ iken yapılacak bir ameldi!" diyenlere karşı Ridde olaylarındaki direnişini, onlara karşı harbedişidini, "Hayır, vallahi sağlığında verdiğiniz gibi şimdi de zekatı vereceksiniz!" tavrıyla gösterdiği duruşu, bu söylem sahiplerine karşı Kur'an'ın ezelî ve ebedî bir kelam oluşundan taviz vermemek olarak yorumluyor. Ki, her hatırlayışta okuduğuma şükrettiğim bir tesbittir bu. Bu derinlikli bakışı bana öğrettiği için de ayrıca minnettar ve duacıyım kendisine...

Hakikaten de Kur'an'ın tarihselliği iddiasının, geçmişten günümüze çeşitli versiyonları ve tezahür şekilleriyle tekrar tekrar pişirilip önümüze konduğunu düşünüyorum. Bidayeti Ridde olayları olsa da bu süreç nihayete ermiş değil. Hele modern zamanlarda, seküler bir hayatın zâhiren 'daha çok kazandıran' göründüğü bir devirde, binlerce Ridde olayının aynı anda/zamanda yaşandığını söylesek herhalde abartmış olmayız. O zamanlar sadece zekata karşı gösterilen bu direniş; bugün kurbana, namaza, tesettüre, oruca, recme, el kesmeye, hatta neredeyse modern algılarla uyuşmayan her Kur'anî emre karşı gösteriliyor. Beyni modern algılarla döşenmiş insanın/müslümanın, Kur'an'ı topyekûn inkar etmekten kaçış yöntemi, onu tarihselleştirme.

Tabii yukarıda söylediğim gibi, bunun o kimsenin Allah tasavvuru ve marifeti ile de yakından bir ilgisi var. O kişi için Allah, 'zamanları aşacak ve her zaman haklı çıkacak bir söz söyleyebilen bir Allah' olamadığı için yaşanıyor aslında sıkıntı. Kur'an ayetlerine bakarken de bakışı, Bediüzzaman'ın ifadesiyle, hodbin. Kendi merkezinde ve doğru bildiği ekseninde baktığı için 'değişmesi gerekenin Kur'an olduğunu' düşünüyor. Baştan çıkmış aynanın, üzerindeki leke için hakikate; "Üstündeki lekeyi sil de gel!" demesi gibi birşey bu. Alîm-i küllî şey olan Hak Teala, sanki modern zamanları ve o modern zamanlarda değişen doğruları(!) görememiş/bilememiş ve mecburen bildiği 7. yüzyıl Arabistan'ı için konuşmuş gibi davranılıyor. En kısa tarafından söyleyelim: Bu Allah tasavvuru, Allah ismi verilmiş, ama Allah olmasına imkan verilmemiş (Allah olmanın hakkı, şanı verilmemiş) sınırlandırılmış bir Allah tasavvurudur. Sadece ismi Allah'tır. Manası, modern zamanların herşeyi insan kadar bilemeyen, suçlamak için ara sıra lazım olan tanrısıdır.

Peki, bütün bu noktalarda Ebubekir Hoca'ya kaçınılmaz bir şekilde katılmamızın ardından, başka bir konuya, Bediüzzaman'a ve onun 'zamanın müfessirliği' yorumuna gelelim. Bir yazısında Ebubekir Hoca, Bediüzzaman'ın, "Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin!" ayetine yaptığı bir yorumda söylediği; "Evvelâ: Delil kat'iyyü'l-metîn olduğu gibi, kat'iyyü'd-delâlet olmak gerektir. Hâlbuki tevil ve ihtimalin mecâli vardır. Zira, nehy-i Kur'ânî âmm değildir, mutlaktır; mutlak ise, takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine olsa, me'haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan âyineleri hasebiyledir..." bahsine bir itiraz (itiraz da denmemeli belki, bir şüpheye dikkat çekiş) olarak şunu soruyordu haklı bir şekilde: Zamanın müfessirliği veya takyidi hangi usül ile oluyor? Ve bu tefsir ve takyidi 'Kur'an'ın tarihselliği' iddiasından nasıl ayıracağız?

Soruları ben bu şekilde anladım ve dibine kadar onlara hak verdim. Bu meselenin Nurcular mabeyninde 'çalışılmış' bir konu olmaktan öte, 'hakkında düşünülmüş' bir konu olduğunu dahi sanmıyorum. Bu nedenle bize düşünmediğimizi düşündürdüğü için Ebubekir Hoca'ya teşekkür ederim. Kitabını okuduğumdan, bu satırlarla karşılaştığımdan beri meseleyi zihnimde müzakere ediyorum. Mürşidimin genel çizgisine baktığımda, elbette onun eteklerine modernizmin ve ehl-i bid'a düşüncesinin çamurlarından iz yakıştırmıyorum. Biz Bediüzzaman'a tavizkâr bir duruş gördüğümüz için değil, dik durduğu için talebeyiz. İçtihad Risalesi müellifinin, Hutuvat-ı Sitte ve Hutbe-i Şamiye sahibinin, Zühre Risalesi yazarının veya annenin mirastaki hakkı, erkek çocuğa iki kız hissesi verilmesi veya tesettür gibi hususlarda asla gerilememiş Bediüzzaman'ın, Kur'an'ı tarihselliğini savunduğunu asla düşünemem, düşünmüyorum ve düşündürmüyor da.

Bu noktada, bir Nur talebesi olarak, onun 'zamanın müfessirliğini' şöyle anladığını veya şunu kastettiğini düşünüyorum: Ümmetin icmaı. Yahut da ümmetin o ayeti/hükmü yaşayış/uygulayış şekli. Burada da zamanın müfessirliği ile vurguladığının ayetin hükmündeki mutlaklığı ümmetin çeşitli takyidler içinde uygulaması, öyle amel etmesi bence. Nasıl ki, gayrimüslimlerle tüm ticarî, sosyal, hukukî bağlarını koparmadan yaşayageldi bu ümmet; yani bu 'Dost edinmeyin!' buyruğunu mutlak değil, 'duruşunu koruma noktasında bahtiyar bir tereddüt' olarak algıladı; Bediüzzaman da bence takyid meselesinde, ayetin emrinin sahadaki uygulanışına nazarlarımızı çeviriyor. Bu bir 'zamanın ilcaatı' bakışı değil, şimdiye kadar ümmet içinde uygulanış tarzına bir vurgu. Burada vahyin hükmüne bir takyid konuluyorsa, bu takyid modernizminden beslenen bir takyid değil. Ümmetin uygulamasından ve bunun zaman içindeki tezahüründen gelen bir takyid. Ki devamında hemen bunun örneklerine de yer veriyor:

"Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san'atı içindir. Öyleyse her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve san'atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san'atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!"

Üzerinde çalışılması gereken ve kanaatimce; ehl-i bid'a'nın, bir truva atı gibi Nurculara ve ehl-i sünnete sokulma aracı olarak da kullandığı bu konuya dikkatlerimizi çektiği için Ebubekir Hocama teşekkür eder; Allah'ın, o ve emsalinin ömürlerini uzun ve bereketli kılmasını dilerim. Ümmetin aydınlığı âlimlerinin ömürleridir. (Bir sonraki yazımda modernistlerin Nurculuğu hangi konularda 'kullanmaya' çalıştığına küçükçe temas etmeye çalışacağım. Bu konuda da birkaç şey birikti kafamda. Dışarı çıkması lazım artık.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...