25 Mayıs 2021 Salı

Bediüzzaman Hz. Ali'nin (r.a.) vahiy aldığını mı iddia ediyor?

Nurcu olmak kolay değil arkadaşlar. Dün de değildi. Bugün de değil. Sözgelimi: "Yaşa ki neler göresin!" kabilinden her yeni gün yeni iddialar/iftiralar ile karşılaşıyoruz. Bunlardan bir tanesi de şu: "Bediüzzaman Hz. Ali radyallahu anhın vahiy aldığını söylüyor!" Vay arkadaş. Öyle söylüyor ha! Peki nerede söylüyor? Çünkü, şunca yıllık nurcuyuz, bize böyle bir haber ulaşmadı. Efendim, uzatmayayım, bütün bu suizanların kaynağı olarak gösterilen metin Sikke-i Tasdik-i Gaybî'deki şurasıdır: "Hazret-i Cebrail'in, Âlâ Nebiyyina ve aleyhissalâtü vesselâm huzur-u Nebevîde getirip Hz. Ali'ye Sekine namıyla bir sahifede yazılı İsm-i Âzam, Hz. Ali'nin (r.a.) kucağına düşmüş. Hz. Ali diyor: 'Ben Cebrail'in şahsını yalnız alâimü's-sema suretinde gördüm. Sesini işittim, sahifeyi aldım, bu isimleri içinde buldum!' diyerek bu İsm-i Âzamdan bahs ile bazı hadisatı zikirden sonra tahdis-i nimet suretinde diyor ki..." Mevzuun peşine düştüğümde delil(!) diye karşıma çıkartılan hep bu oldu. Başka olmadı. Başka varsa, haberdar edilirsem, sevinirim. Analiz etmek isterim. Mezkûr metin eksenindeyse dikkatinizi celbedeceklerim şimdilik şunlar:

1) Göreceğiniz üzere burada Hz. Ali radyallahu anhın da vahiy aldığına dair hiçbir ifade bulunmuyor. Dilegetirdiği böyle bir iddia yok. Yani metin bunu anlatıyor değil. Bağlamı itibariyle konuşuyorum. "Peki 18. Lem'a'nın bağlamı nedir?" diye soracak olursanız girişinde kendisi söylüyor zaten: "Keramet-i evliya hak olduğuna kat'i bir burhan gösteren Hazret-i Ali'nin (r.a.) latin hurufunun kabulünü tam tarihiyle ve tarz-ı tatbikini iki kelimeyle göstermesidir. (...) Risale-i Nur şakirtlerine ve naşirlerine karşı Hazret-i Ali'nin (r.a.) irşadkârane ve teveccühkârane bakması ve işaret etmesidir." Yani demiyor: "Hz. Ali radyallahu anhın da vahiy aldığını göstereceğiz." Hâşâ. Metin böyle birşey söylemiyor. Metin diyor ki: Hz. Ali radyallahu anhın kerametini göstereceğiz. Keramet-i evliya haktır. Bunlardan bir türü de Allah dostlarının gayba dair işaretleridir. Çünkü gaybı, elbette Allah'ın bildirmesiyle, Allah dostları da bilebilirler. Hz. Ali de onlardan birisidir.

2) Metnin doğrudan Bediüzzaman'a ait olup olmadığını da bir analiz etmek gerektiğini düşünmekteyim. Zira sonuna gittiğinizde, kendisinin imzası yerine, talebelerinin isimlerini buluyorsunuz: "Risale-i Nur Şakirtleri namına: Hüsrev, Hafız Ali, Galip, Re'fet, Süleyman, Sabri, Hulûsi, Mes'ud, Zekâi, Küçük Zühtü, Süleyman Rüştü, Keçeci Mustafa, Mustafa, Küçük Ali, Kürd Bekir, Şamlı Tevfik, Asım, Babacan, Yakup Cemal, Hüseyin, Küçük Lütfi, Abdülbaki..." Bediüzzaman'ın, telif ettiği mektupların altına ismini, talebelerinin telif ettiği mektupların altına da isimlerini yazdırdığını biliyoruz. "İstisnası yoktur!" demeyeceğim ama metnin bu yönden de bir kritik edilmesi lazım. Zira mürşidimin talebelerinin mektuplarına karşı pek merhametli olduğu, bazen aşırı ifadeleri tâdil ettiği, ama bazen de yazanları gücendirmemek için çıkarttırmadığı, bilinmektedir. Buna dair beyanları eserlerinde kolaylıkla bulunabilir. Belki burası da böyledir?

3) Bediüzzaman'ın Şafiî-Eş'arî bir âlim olduğu (dolayısıyla ehl-i sünnet ulemasından olduğu) daha sıkı hatırda tutulursa metinleri de (Umberto Eco'nun tabiriyle) 'aşırı yorumlardan' korunmuş olur. Düşünelim: 14 ciltlik eser yekûnu içinde mürşidimin peygamberlerden başkasına 'vahiy alma imkanı' tanıdığı neresi vardır? Kim ondan bu imâlı birşey nakletmiştir? Hâşâ. Yoktur. Hiç yoktur. O halde, böylesi birkaç cümle için sünni bir âlime hemencecik suizan etmek yerine, mesleği-meşrebi ekseninde meseleyi ele almak gerekmez mi? Tevakkuf gerekmez mi? Hüsnüzan istemez mi? Ömründe içkiyi ağzına koymamış salih bir mü'min "Mest oldum!" dediğinde, mümkün diğer manaları aramak yerine, hemen "Sarhoş olduğunu söylüyor!" diye anlamak mı gerekir? Halbuki belki de mutlu olmuştur? Belki de hayret etmiştir? "Mest oldum!" böylesi niyetlerle de söylenir.

4) Meselenin bir de şu yönü var: Cebrail aleyhisselamı gören herkes peygamber olmaz. Asr-ı Saadet'ten bize ulaşan haberlerde, sözgelimi 'Cibril Hadisi'nde, Cebrail aleyhisselamın kimi zaman sahabe tarafından da görülebildiği, hatta söylediklerinin işitildiği-anlaşıldığı, nakledilmiştir. Yine Dıhye radyallahu anh sûretindeki ziyaretlerinin birçok şahidi vardır. Aişe radyallahu anha validemizden dahi böyle rivayetler yapılmıştır. Buna mümasil, Hz. Hamza radyallahu anhın da Cebrail aleyhisselamı görmek için talepte bulunduğu, gösterilince dayanamayıp bayıldığı aktarılmaktadır. Yekûnünde görülecek hakikat şudur: Cebrail aleyhisselamı görmek hemencecik "O da peygamber oldu!" diye anlaşılmaz. Hatta onun sözlerini duymak da "Bana da vahiy geldi!" diye yorumlanmaz. Vahiy ancak peygambere verilen bir haber çeşididir. Bunlardan ayrıdır. Dolayısıyla mezkûr mevzuun da zorla buraya çekilmesi ancak suizanla yapılabilecek bir iştir.

5) Zikrolunan meselenin kaynağı neresidir? Hz. Ali radyallahu anh bu tecrübesini kendisi mi anlatmıştır? Yoksa ona dayandırılamamakta mıdır? Belki de bir keşiftir? Belki yakazada bir Allah dostunun gördüğü-işittiğidir? Belki de şu söz rivayet yönüyle sahih bir nakil değildir? Böylesi menkıbeler irfanımız içinde çoklukla bulunur. Faydasına-hikmetine binaen nakledilir. Kinaiyat kabilinden bahsedilir. Kimse ahirzaman suizancıları gibi yanlış anlama zoruyla bakmadığından da zararı dokunmaz. İnsanların dillerinde dolaşır durur. Belki de böylesi bir meşhuriyete binaen şu temsil 18. Lem'a'ya girmiştir? Zaten metindeki bağlamı da Hz. Ali radyallahu anhın 'ilim şehrinin kapısı' olduğuna dikkat çekmektir. Hâşâ. Nübüvvetini iddia etmek değil! Metin de bundan beridir.

6) Bediüzzaman'ın genelde vahiy-ilham meselesine dair hassasiyeti, bu konuda yaptığı tahşidat, kafasında/kalbinde herhangi bir 'acaba' bulunmadığının en sarih delilidir. Şu hususa dair alıntı yapmayı dahi lüzumsuz görüyorum. Risale-i Nur'u az-çok tanıyanlar, vahiy ile ilhamın mahiyetinin karıştırılmaması, nübüvvet ile velayetin çok başka makamlar olduğu, kurbiyetin asla akrebiyet seviyesine çıkamayacağı gibi bahislerin bolluğunu bilirler. Aynı konuda bu kadar hassasiyet göstermiş, rüşdünü-kemalini isbat etmiş, istikametini ifade buyurmuş birisinin yukarıdaki ifadeleri "Hz. Ali radyallahu anhın vahiy aldığını söylüyor!" diye mi te'vil edilir? Allah cümlemize akıl-fikir versin. Böylesi iddia sahiplerinin de kalplerini hakikate açsın. Tevbe etsinler. Ahirete şu iftira yüküyle gitmesinler. Âmin. Kalplerimizi hidayeti üzerine kılan Allah'a hamdolsun.

8 Mayıs 2021 Cumartesi

Güneş nasıl secde ediyor?

Arkadaşım, itiraf ederim ki, bu yazı bir fotoğraftan çıktı. Evet. Bir fotoğraftan. Kibrit çöpleriyle çocukluğu-gençliği-ihtiyarlığı anlatan bir çalışmaydı. İnternette gezerken rastladım. Sonra cümle detayların Sahibi celle celaluhu dikkatime namazın hareketlerini de verdi. Baktım. Aşağı-yukarı aynı şeyleri gördüm. Kıyamım gençliğim. Rükûm ihtiyarlığım. Emeklemem secdeye gidişim-kalkışım. Secdem doğumum-ölümüm. Bir bütünlük içinde gözüktü bana hepsi. Yani 'aynı döngünün parçalarını temsil ediyorlar' gibi geldi. Üstelik bir de yaşanılanı dalgaya benzettim. Aynen. Dalgaya. Zeminden yükseliyor. Ahirinde yine zeminle buluşuyor. Namazın şekli dalgaya benzediği gibi insanın hayatı da benziyor. Hatta güneşin doğup batışı da. Arkadaşım sanki sadece denizler dalgalanmıyor. Günde güneşle dalgalanıyor.

Bu durum elbette hatırıma hemen 9. Söz'ü getirdi. Hani 'namazın beş vakte hikmet-i tahsisini' anlatan o latif metni. Sahi. Mürşidim de orada böylesi bir döngüselliğe dikkat çekmiyor muydu? Yani zaman içiçe sarılı evreler içinde yaşanmıyor muydu? Öyle ki, büyük dairede olan tasarrufları, küçük dairemizde beş vakitle müşahede ediyorduk. İzdüşümlerini âlemimizde böyle görüyorduk. Ah. Sözü neden kendimde oyalıyorum ki arkadaşım? Yerinden alıntılayayım: 

"Nasıl ki haftalık bir saatin saniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan milleri birbirine bakarlar, birbirinin misalidirler ve birbirinin hükmünü alırlar. Öyle de, Cenâb-ı Hakkın bir saat-i kübrâsı olan şu âlem-i dünyanın saniyesi hükmünde olan gece ve gündüz deveranı ve dakikaları sayan seneler ve saatleri sayan tabakat-ı ömr-ü insan ve günleri sayan edvâr-ı ömr-ü âlem birbirine bakarlar, birbirinin misalidirler ve birbirinin hükmündedirler ve birbirini hatırlatırlar."

İki misalini hemen ilave edelim ki tamam olsun: "Meselâ, fecir zamanı, tulûa kadar, evvel-i bahar zamanına, hem insanın rahm-ı mâdere düştüğü âvânına, hem semâvât ve arzın altı gün hilkatinden birinci gününe benzer ve hatırlatır ve onlardaki şuûnât-ı İlâhiyeyi ihtar eder. Zuhr zamanı ise, yaz mevsiminin ortasına, hem gençlik kemâline, hem ömr-ü dünyadaki hilkat-i insan devrine benzer ve işaret eder ve onlardaki tecelliyât-ı rahmeti ve füyuzât-ı nimeti hatırlatır." 

Yani 'sabah/fecir' ve 'öğle/zuhr' vakitlerinde en geniş daireden en has daireye paralellikler vardır. Bu paralelliklerin işaretlediği izdüşümler vardır. Bu izdişümlerin tetiklediği çağrışımlar vardır. Bu çağrışımlar şuurla ilkmeklenmelidir. Hakları verilmelidir. İnsanın görevi budur. Çünkü, "Nasıl ki insan şu âlem-i kebirin bir misal-i musağğarıdır ve Fâtiha-i Şerife şu Kur'ân-ı Azîmüşşânın bir timsal-i münevveridir. Namaz dahi bütün ibâdâtın envaını şamil bir fihriste-i nuraniyedir ve bütün esnâf-ı mahlûkatın elvân-ı ibadetlerine işaret eden bir harita-i kudsiyedir."

Demek en küçük âlemler/döngüler en büyük âlemlerle/döngülerle namazından buluşur-kavuşur. Zira namaz hâzâ anlamdır. Üzerine yaratıldığımız hikmetin konsantre ifadesidir. İdrakidir. Tahatturudur. Evet. Namaz cümle varlığın anlamının fihristidir. Madem ki herşey ibadet için yaratılmıştır. Öyleyse onların kolları da birbirine ibadetle dolanır. Dilleri  tesbih, tahmid ve tekbirlerle anlaşır. İnsan böylece evren döngüsüne dahil olur. Sırrını irade eder. 

Sonra dikkatimi mezkûr eserin 5. Nükte'sindeki 'secde' vurguları çekti arkadaşım. Evet. Mürşidim orada yatsı/işâ namazını bir tür 'secdeye' benzetiyordu. İzdüşümlerini de 'secdenin izinde' arıyordu. Fakat nasıl bir secdede? Orada Bediüzzaman hem ölümü hem dirimi secdeye yaklaştırıyordu. Yani nasıl ki baştaki fotoğrafta hem doğum hem ölüm secde haline benziyordu. Her ikisinde de insan yataydaydı. Toprağa yakındı. Aynen öyle de: Yatsı vakti de hatırlattığı gidiş ve müjdelediği doğuşla böyle bir çağrışıma denk düşüyordu. Fanilik secdeyle çağrışıyordu:

"Hem bütün mahlûkatın secde-i kübrâsını düşünüp, yani şu gecede yatmış mahlûkat gibi her senede, her asırdaki envâ-ı mevcudat, hattâ arz, hattâ dünya birer muntazam ordu, belki birer muti' nefer gibi vazife-i ubûdiyet-i dünyeviyesinden emr-i 'Kün feyekün/'Ol' der oluverir' ile terhis edildiği zaman, yani âlem-i gayba gönderildiği vakit, nihayet intizam ile zevâlde gurub seccadesinde 'Allahu ekber' deyip secde ettikleri, hem emr-i 'Kün feyekün/'Ol' der oluverir'den gelen bir sayha-i ihyâ ve ikaz ile yine baharda kısmen aynen, kısmen mislen haşrolup, kıyam edip, kemerbeste-i hizmet-i Mevlâ oldukları gibi, şu insancık, onlara iktidaen, o Rahmân-ı Zülkemâlin, o Rahîm-i Zülcemâlin bârgâh-ı huzurunda hayret-âlûd bir muhabbet, bekà-âlûd bir mahviyet, izzet-âlûd bir tezellül içinde 'Allahu ekber' deyip sücuda gitmek, yani bir nevi miraca çıkmak demek olan işâ namazını kılmak ne kadar hoş, ne kadar güzel, ne kadar şirin, ne kadar yüksek, ne kadar aziz ve leziz, ne kadar mâkul ve münasip bir vazife, bir hizmet, bir ubûdiyet, bir ciddî hakikat olduğunu elbette anladın." 

Ne kadar anladım? Doğrusu cevaplamaya çekiniyorum. Ama hissesiz de kalmadım elbette. Elhamdülillah. Hem şunu da anladım ki: Efendimiz aleyhissalatuvesselamın Ebu Zer radyallahu anha "Ey Ebu Zer, güneş nereye gidiyor, biliyor musun?" diye sorması ve yine kendisinin "Secde yapmak için müsaade almaya gidiyor ve müsaade ediliyor. Birgün ona ‘Buradan doğ!’ denilecek o da battığı yerden doğacaktır..." buyurması çok büyük hikmetler barındırıyor. Çünkü döngülerin tamamının sonunda secde var. Bir nevi 'son' secde yani. 'Secde' de son. Sırları özbir kardeş.

Evet. Secde dalganın başı-sonu. Hem başı. Hem sonu. Hem fena. Hem miraç. Hem fenaya değecek kadar yaklaşma. Hem de kendi arşına yükseliş. Hem ölüm. Hem diriliş. Hem başlangıç. Hem bitiş. Aleyhissalatuvesselam 'güneşin secdesine' dikkatimizi çekerken 'insan-âlem-zaman' benzerliklerini vurguluyor olabilir mi? Belki de. Elbette görebilene. Ben bizzat göremedim. Mürşidim bir parça gösterdi. Elhak: "Melikin atıyyelerini ancak matıyyeleri taşır." Bizim gibilerse o burak misallerden dökülen kırıntılardan nemalanır. Karınca hali böyledir. Burağın haliyse öyle.

7 Mayıs 2021 Cuma

Kur'an Firavun'un imanından neden bahseder?

Bismillahirrahmanirrahim. Bu konuda uzunca sarf-ı kelam edip halt yemeceğim. Çünkü çapımı aşan bir mevzu olduğunun farkındayım. Hem mürşidim de ilgili bahiste bir 'haşiye' ile demiş: "Gayet müdakkik âlimlere mahsus bir hakikattir." Sera nere Süreyya nere? Ahmed gibi sinek nere o göğün kartalları nere? Fakat bir tevafuk hatırına hakkında azıcık konuşacağım. Cenab-ı Hak sırat-i müstakimden ayırmasın. Kırık sözler söyletmesin. Hidayetinden bahşetsin. Kusurlarımızı affetsin. Sürç-i lisanım olursa şimdiden özür dilerim. Müsamahanızı dilerim.

Sadede geleyim. Kader Risalesi'nde şöyle bir metin yeralıyor: "Cüz-ü ihtiyarînin üssü'l-esası olan meyelân, Maturidîce bir emr-i itibarîdir, abde verilebilir. Fakat Eş'arî ona mevcut nazarıyla baktığı için, abde vermemiş. Fakat o meyelândaki tasarruf, Eş'ariyece bir emr-i itibarîdir. Öyle ise o meyelân, o tasarruf, bir emr-i nisbîdir. Muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur. Emr-i itibarî ise, illet-i tâmme istemez ki, illet-i tâmme vücudu için lüzum ve zaruret ve vücub ortaya girip ihtiyarı ref' etsin. Belki o emr-i itibarînin illeti, bir rüçhâniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibarî sübut bulabilir. Öyle ise o anda onu terk edebilir. Kur'ân ona o anda diyebilir ki: 'Şu şerdir, yapma.' Evet, eğer abd, hâlık-ı ef'âli bulunsaydı ve icada iktidarı olsaydı, o vakit ihtiyarı ref olurdu."

İşte birgün şu bahsi okumuşum. Kafamda dönüyor, dönüyor, dönüyor. Ama ne anlatıyor? Kavrayamıyorum. Kuşatamıyorum. Cehaletimden sıkılıyorum. Daralıyorum. Üzülüyorum da. Her neyse. Öyle bir vaziyette Kur'an okumaya karar verdim. Çünkü Kur'an okuduğum zaman, başkalarına da böyle oluyor mu bilmem, kafamdaki telaş dağılıyor. Fikrim duruluyor. Kalbim bir parça sükûnet buluyor. Düzensiz çalkalanmalar ritmik dalgalanmaya dönüşüyor. Elhamdülillah. Şüphesiz Allah'ın kelamı, kendisi hakkında buyurduğu gibi, hidayet ve şifadır. İki tesiri birden gösterir. Hem yanlıştan çevirir hem hakikate götürür. O gün de böyle hoş bir tevafuk oldu.

Birden Yunus sûresinin 90. ayeti karşıma çıktı. Parladı. Hatırlayacaksınız: Firavun'un Kızıldeniz'de boğuluşunu anlatır. Kısacık bir mealiyle şöyle buyrulur: "Derken İsrâiloğullarını denizin öteki yakasına geçirdik. Firavun ve ordusu da haksız yere onlara saldırmak üzere peşlerine düşmüştü. Sonunda Firavun boğulmak üzereyken şöyle dedi: Elhak, inandım ki, İsrâiloğullarının iman ettiğinden başka ilah yokmuş! Ben de artık kendini Ona teslim edenlerden biriyim." İşte, şükür, bu ayetle yukarıdaki bahiste ne söylendiğini bir parça kavradım gibi geldi. Hem de bu bahsin Kur'an'da yeralışının büyük bir hakikate işaret ettiğine uyandım. Nasıl? Açayım:

Firavun gibi dalaletin zirvesi bir adam bile Kızıldeniz'in kapandığı hengamede imanın 'asıl kurtuluş' olduğunu onaylıyorsa, demek ki, dalalet yapısal birşey değil. Yani Firavun fıtrî olarak 'dalalete düşmek' üzerine yaratılmış değil. Yapısal olsaydı bundan dönemezdi. Direksiyon kıramazdı. Çünkü yapısal şeylerin aksiyle amel edilemez. Tren rayından başka yol izleyemez. O zaman azaba uğraması da adaletsizlik olurdu. Zira mecbur edilmişler cezaya uğratılamazlar. Halbuki bir imtihandır sürüyor. Âdemoğlu hayır-şer ekseninde sınanıyor. Dünyadaki varlığımız anlamını böyle buluyor. Cenab-ı Hak bir ihtiyar/irade vermeseydi sınamanın anlamı da kalmazdı. Yani seçim olmasaydı sınanma da olmazdı. İşte bu seçimler irademizle oluyor. Kur'an'da Firavun'un son nefeste denediği imanı da belki biraz bu hikmetle aktarılıyor. Allahu'l-a'lem. Böylelikle Firavun'un dalalet üzerine yaratılmadığı gösteriliyor. Elinden iman da geliyor çünkü.

Tabir-i caizse, biz neden "Düşen uçakta ateist bulamazsınız!" cümlesini tekrar ediyorsak, Kur'an da biraz o hikmetle bize Firavun'un bu durumunu bize naklediyor. "Adam/kadın iman edemiyor!" diye bir durum yok yani. "Allah da beni imansız olayım diye yaratmış!" diye bir bahane olamaz. Vücubiyeti savunulamaz. Herkesin içinde 'iman edebilme' potansiyeli var. Hep var. Ancak bazıları o potansiyeli kullanmamayı seçiyorlar. Eğer bu bir fıtrat meselesi olsaydı, mecburiyet karışsaydı, Firavun gibi işin dibine vurmuş birisi, son nefesinde böyle bir yolu seçemezdi. Hoş, seçimi de onu kurtaramadı, çünkü o kertede iman makbul olmaz. Bunu da devamındaki ayetlerin verdiği dersle biliyoruz. İyisi mi ateistler uçaklarının düşmesini beklemesinler iman etmek için. Kızıldeniz kapanırken öncüllerinin işine yaramadı çünkü. Hem bu kıssayla mü'minlere verilen bir ders de şu belki: Tevbe için son demleri beklemek doğru değil. Denizler üzerimize kapanmadan iradenin hakkını vermek gerekir. Duayla da beslemek gerekir.

Evet, arkadaşlar, Rabb-i Rahîm'in affına sığınarak kalbime gelen birşeyi beyan ettim. İnşaallah halt etmemişimdir. Pot kırmamışımdır. Hidayeti, inayeti ve tevfiki Haktan dileriz. Âmin.

Rolex'i Bahadır Yenişehirlioğlu'nun ne zaman 'helali' olur?

  "Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. '...