Ömür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ömür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Mayıs 2021 Cumartesi

Güneş nasıl secde ediyor?

Arkadaşım, itiraf ederim ki, bu yazı bir fotoğraftan çıktı. Evet. Bir fotoğraftan. Kibrit çöpleriyle çocukluğu-gençliği-ihtiyarlığı anlatan bir çalışmaydı. İnternette gezerken rastladım. Sonra cümle detayların Sahibi celle celaluhu dikkatime namazın hareketlerini de verdi. Baktım. Aşağı-yukarı aynı şeyleri gördüm. Kıyamım gençliğim. Rükûm ihtiyarlığım. Emeklemem secdeye gidişim-kalkışım. Secdem doğumum-ölümüm. Bir bütünlük içinde gözüktü bana hepsi. Yani 'aynı döngünün parçalarını temsil ediyorlar' gibi geldi. Üstelik bir de yaşanılanı dalgaya benzettim. Aynen. Dalgaya. Zeminden yükseliyor. Ahirinde yine zeminle buluşuyor. Namazın şekli dalgaya benzediği gibi insanın hayatı da benziyor. Hatta güneşin doğup batışı da. Arkadaşım sanki sadece denizler dalgalanmıyor. Günde güneşle dalgalanıyor.

Bu durum elbette hatırıma hemen 9. Söz'ü getirdi. Hani 'namazın beş vakte hikmet-i tahsisini' anlatan o latif metni. Sahi. Mürşidim de orada böylesi bir döngüselliğe dikkat çekmiyor muydu? Yani zaman içiçe sarılı evreler içinde yaşanmıyor muydu? Öyle ki, büyük dairede olan tasarrufları, küçük dairemizde beş vakitle müşahede ediyorduk. İzdüşümlerini âlemimizde böyle görüyorduk. Ah. Sözü neden kendimde oyalıyorum ki arkadaşım? Yerinden alıntılayayım: 

"Nasıl ki haftalık bir saatin saniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan milleri birbirine bakarlar, birbirinin misalidirler ve birbirinin hükmünü alırlar. Öyle de, Cenâb-ı Hakkın bir saat-i kübrâsı olan şu âlem-i dünyanın saniyesi hükmünde olan gece ve gündüz deveranı ve dakikaları sayan seneler ve saatleri sayan tabakat-ı ömr-ü insan ve günleri sayan edvâr-ı ömr-ü âlem birbirine bakarlar, birbirinin misalidirler ve birbirinin hükmündedirler ve birbirini hatırlatırlar."

İki misalini hemen ilave edelim ki tamam olsun: "Meselâ, fecir zamanı, tulûa kadar, evvel-i bahar zamanına, hem insanın rahm-ı mâdere düştüğü âvânına, hem semâvât ve arzın altı gün hilkatinden birinci gününe benzer ve hatırlatır ve onlardaki şuûnât-ı İlâhiyeyi ihtar eder. Zuhr zamanı ise, yaz mevsiminin ortasına, hem gençlik kemâline, hem ömr-ü dünyadaki hilkat-i insan devrine benzer ve işaret eder ve onlardaki tecelliyât-ı rahmeti ve füyuzât-ı nimeti hatırlatır." 

Yani 'sabah/fecir' ve 'öğle/zuhr' vakitlerinde en geniş daireden en has daireye paralellikler vardır. Bu paralelliklerin işaretlediği izdüşümler vardır. Bu izdişümlerin tetiklediği çağrışımlar vardır. Bu çağrışımlar şuurla ilkmeklenmelidir. Hakları verilmelidir. İnsanın görevi budur. Çünkü, "Nasıl ki insan şu âlem-i kebirin bir misal-i musağğarıdır ve Fâtiha-i Şerife şu Kur'ân-ı Azîmüşşânın bir timsal-i münevveridir. Namaz dahi bütün ibâdâtın envaını şamil bir fihriste-i nuraniyedir ve bütün esnâf-ı mahlûkatın elvân-ı ibadetlerine işaret eden bir harita-i kudsiyedir."

Demek en küçük âlemler/döngüler en büyük âlemlerle/döngülerle namazından buluşur-kavuşur. Zira namaz hâzâ anlamdır. Üzerine yaratıldığımız hikmetin konsantre ifadesidir. İdrakidir. Tahatturudur. Evet. Namaz cümle varlığın anlamının fihristidir. Madem ki herşey ibadet için yaratılmıştır. Öyleyse onların kolları da birbirine ibadetle dolanır. Dilleri  tesbih, tahmid ve tekbirlerle anlaşır. İnsan böylece evren döngüsüne dahil olur. Sırrını irade eder. 

Sonra dikkatimi mezkûr eserin 5. Nükte'sindeki 'secde' vurguları çekti arkadaşım. Evet. Mürşidim orada yatsı/işâ namazını bir tür 'secdeye' benzetiyordu. İzdüşümlerini de 'secdenin izinde' arıyordu. Fakat nasıl bir secdede? Orada Bediüzzaman hem ölümü hem dirimi secdeye yaklaştırıyordu. Yani nasıl ki baştaki fotoğrafta hem doğum hem ölüm secde haline benziyordu. Her ikisinde de insan yataydaydı. Toprağa yakındı. Aynen öyle de: Yatsı vakti de hatırlattığı gidiş ve müjdelediği doğuşla böyle bir çağrışıma denk düşüyordu. Fanilik secdeyle çağrışıyordu:

"Hem bütün mahlûkatın secde-i kübrâsını düşünüp, yani şu gecede yatmış mahlûkat gibi her senede, her asırdaki envâ-ı mevcudat, hattâ arz, hattâ dünya birer muntazam ordu, belki birer muti' nefer gibi vazife-i ubûdiyet-i dünyeviyesinden emr-i 'Kün feyekün/'Ol' der oluverir' ile terhis edildiği zaman, yani âlem-i gayba gönderildiği vakit, nihayet intizam ile zevâlde gurub seccadesinde 'Allahu ekber' deyip secde ettikleri, hem emr-i 'Kün feyekün/'Ol' der oluverir'den gelen bir sayha-i ihyâ ve ikaz ile yine baharda kısmen aynen, kısmen mislen haşrolup, kıyam edip, kemerbeste-i hizmet-i Mevlâ oldukları gibi, şu insancık, onlara iktidaen, o Rahmân-ı Zülkemâlin, o Rahîm-i Zülcemâlin bârgâh-ı huzurunda hayret-âlûd bir muhabbet, bekà-âlûd bir mahviyet, izzet-âlûd bir tezellül içinde 'Allahu ekber' deyip sücuda gitmek, yani bir nevi miraca çıkmak demek olan işâ namazını kılmak ne kadar hoş, ne kadar güzel, ne kadar şirin, ne kadar yüksek, ne kadar aziz ve leziz, ne kadar mâkul ve münasip bir vazife, bir hizmet, bir ubûdiyet, bir ciddî hakikat olduğunu elbette anladın." 

Ne kadar anladım? Doğrusu cevaplamaya çekiniyorum. Ama hissesiz de kalmadım elbette. Elhamdülillah. Hem şunu da anladım ki: Efendimiz aleyhissalatuvesselamın Ebu Zer radyallahu anha "Ey Ebu Zer, güneş nereye gidiyor, biliyor musun?" diye sorması ve yine kendisinin "Secde yapmak için müsaade almaya gidiyor ve müsaade ediliyor. Birgün ona ‘Buradan doğ!’ denilecek o da battığı yerden doğacaktır..." buyurması çok büyük hikmetler barındırıyor. Çünkü döngülerin tamamının sonunda secde var. Bir nevi 'son' secde yani. 'Secde' de son. Sırları özbir kardeş.

Evet. Secde dalganın başı-sonu. Hem başı. Hem sonu. Hem fena. Hem miraç. Hem fenaya değecek kadar yaklaşma. Hem de kendi arşına yükseliş. Hem ölüm. Hem diriliş. Hem başlangıç. Hem bitiş. Aleyhissalatuvesselam 'güneşin secdesine' dikkatimizi çekerken 'insan-âlem-zaman' benzerliklerini vurguluyor olabilir mi? Belki de. Elbette görebilene. Ben bizzat göremedim. Mürşidim bir parça gösterdi. Elhak: "Melikin atıyyelerini ancak matıyyeleri taşır." Bizim gibilerse o burak misallerden dökülen kırıntılardan nemalanır. Karınca hali böyledir. Burağın haliyse öyle.

17 Kasım 2015 Salı

Pişmanlığın ömrü, ömründen uzundur

"Âyetlerimi az bir paha ile satmayın." (Bakara sûresi, 41)

Ey demirciler çarşısının müptelası! Ahmak antika! Sanatının değeri bilinmez oralarda. Neden kıymetini körükçülerden soruyorsun? Hakkı, çekicinin ucunda sananlardan. Yanmak değil, yakmak sanatı olanlardan. Şahit mi tutuyorsun onları güzelliğine? Şahit olarak Ustan yetmedi mi? Bu şiddetli 'görülme' arzusu niye? Hiç ceylan aslanlara görünmeyi arzu eder mi? Örse vursalar, kırılırsın. Erisen, yitersin közler arasında. Tartsalar, yükün hafif, teraziye değmezsin. Almazlar seni... Demirciler çarşısına uygun bir mal değilsin besbelli. Değerini buralarda arama ki, canın acımasın. İnsanları biliyorsun: Dünyalık etmiyorsan, değmezsin onlar için.

Ben de geçtim, geçtiğin yollardan. Demirciler sana nesne muamelesi yapıyorlar. Hayatının öznesi olmana izin vermiyorlar. Allah gibi değiller. Allah'tır sana 'sen' kalma hakkı veren yalnız. Ustasıdır ancak eserinden memnun olan. O senin ağırlığına bakmaz. Taşımayacağını yüklemediğini kendisi söylemiştir vahyinde. Tartmaz seni o yüzden. Yeter ki, elmas kalmayı başar, cennet her kırata açık. Elbette Ustanın bildiği kadar sanatını başkası bilmez. Kendini Ona satmalısın, akıllıysan. Karşılığında cenneti alarak.

Baksana şu oyuncaklara. Hem çocuk hem oyuncak herbiri. Boyuyla kıymet kazananlar. Gülümsemesine paralar saçılanlar. Giysisiyle konuşulanlar. Konuşmasına servet dökülenler. Bastığı yer rating kokanlar. Geçtiği yer kalabalığa duranlar. Sesine kurban olunanlar. Fiziğine şarkı yazılanlar. Sûretperestlerin çarşısına sitem etmek de onlara meftuniyetimizin eseri değil mi? Sınama kendini onlarla. Sınadıkça ayakaltı edecekler seni. Camcılara elmas satıyorsun. Bu ticaret berbat eder. Madem farkını derk ettin, pazarını da terk et. Tezgahını başka yerlere taşı. Müşterinin çokluğuna değil, kalitesine dikkat et.

Burası da aşk pazarı, doğru. Mecazî aşklar da burada satılır. Dilleri benziyor. Okusan, kelimeleri/harfleri benziyor. Fakat burada antikalar getirilir, naylon alınır. Kabuğun asıldan önce geldiği yerdir burası. Acelesi vardır herkesin. Üretim, üretim, üretim. Tüketin, tüketin, tüketin. İçeriğini düşünecek kadar kalmayın başında. Eskiyin, çabuk eskiyin. Çok da müşterisi vardır onların. Zâhir ehli, bâtın ehlinden hep çok çıkar. Ama karşılığı ne bu tembelliğin? Az bir dünya pahası. Bir teveccüh-i nas için bin ayet veriyorsun, ne fena bir ticaret! Sen de Yunus gibisin halbuki. Eğer durumunu görsen, bu pazarlar seni de kesmez. Satarsın canını alan bulunmaz. Çünkü değerini bilen/veren bulunmaz.

Buna şahidim, vicdanındır. Yastığına akıttığın gözyaşındır. Duvarlara vurduğun yumruktur. Andıkça yandıklarındır. Yaralarındır. Geçmeyen yalnızlığındır. Aldığının verdiğine değmediğini içindeki o musahhihler söylemeli sana.

Hangi haramın lezzeti, bedeli olarak vazgeçtiğin şeye değdi? Kem neye elini uzatsan, hem dıştan hem içten batan bir diken oldu varlığı. Yanlış yaparak mutlu olduğun anları topla, ömründe ne kadar yer kaplar? Halbuki pişmanlığın ömrü, ömründen de uzundur. Uygun kelimeleri bulmadan nereye gidiyorsun? Cümleni/hakikatini keşfettiğinde, sana huzur verecek. İlk senin haberin olacak bu yüzden yahut ilk karşı çıkan sen olacaksın: "Ve yanınızdakini doğrulayıcı olarak indirmiş olduğuma iman edin. Onu ilk inkâr edenlerden olmayın. Ve âyetlerimi az bir paha ile satmayın. Ve ancak Ben'den sakının."

20 Ocak 2015 Salı

Aşk da mahvediciydi

Bazen öyle ortada kalıyor insan. İçinde bir yazma isteği oluyor, ama hakkında yazacak birşey bulamıyor. Hakkında yazılacak şeyler, eğer bizzat sizin bir yaranıza tekabül etmiyorsa, yani onu deşmek sizde tuhaf bir tatmin yaratmıyorsa (hem can acısı, hem iyileştirici tatmin) o zaman yazmanın da, okumanın da bir anlamı yokmuş gibi.

Dışınızdaki dünyada büyük büyük şeyler yaşanıyor olabilir. Koca koca adamlar her gün onlardan bahsediyor olabilir. Ama sizde bunu anlamlı ve kıymetli kılacak şey yaralarınızdır. Eğer karadeliğin dolmasına benzer bir içhuzuru yaşatmıyorsa, daha çok şey hakkında daha çok şey yazmanın da bir anlamı yok. İnsan başkaları için, başkaları 'hoş bulacak' diye yaşamaz ki. Başkalarının beğenisiyle yaşanan bir tatmin, çabuk terkeden bir tatmindir. Başkası hep 'başkasıdır' çünkü. Gidicidir. Aşk bile olsa, öyledir. Tıpkı ömrü boyunca okurlarının beğenisiyle ayakta durmaya çalışmış Virginia Woolf'un Mrs. Dalloway'de dediği gibi:

"Aşk da mahvediciydi. Güzel olan, doğru olan ne varsa gidiyordu." (...) "Hiçbir şey yeterince yavaş değildi. Hiçbir şeyin ömrü yeterince uzun değildi." Yahut Pazartesi ya da Salı'da dediği gibi: "(...) beğenilmek hayal kırıklığını onaramıyordu."

Lezzet-i ruhaniye dediğimiz şey ise, tıpkı ruhun kendisi gibi, daha kalıcı bir mutluluk. Zeval-i lezzeti elem olmayan türden. Eylemsel değil, doğrusal bir lezzet. Doğru şeyi yapmış olmanın mutluluğu, kalabalığın desteğini almış olmanın veya kalabalıkla yapmış olmanın 'mış gibi' mutluluğu değil. Allah'ın rızası da salt bir beğeni değildir bu yönüyle. Daha derin birşeydir. Yaratılmışlığın yaralarının tedavisiyle ilgilidir.

"Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın, manen hastasın."

İkisi genelde karıştırılır. Kalabalığın desteği doğru şeyi yapmak anlamına gelmez her zaman. Ama doğru şeyi yapmak bugün veya yarın kalabalığın sizin yanınızda olacağını garanti eder. Bugün olmayabilir bu, dediğim gibi. Yakın bir yarında da gerçekleşmeyebilir.

Nice peygamber gelmiştir ki, ümmetleri olmamıştır. Davalarında bir yanlış olduğundan veya bir üslûp hatasından mıdır bu, haşa? Hayır, kalabalıkların eylemden öte doğruyu farketmesi zaman aldığından. Bugün Hz. Muhammed aleyhissalatu vesselamı destekleyen herkes aslında onları da desteklemiş oluyor. Peygamberler insanlığı klanlara, aşiretlere, kavimlere bölmek için gönderilmediler. Aynı zamanda gönderilen peygamberler vardır (Hz. İbrahim ve Hz. Lut gibi) ama birbirleriyle savaşan peygamberler yoktur. Allah'ın varlıkta muradı hiçbir zaman bölmek, parçalamak, savaştırmak olmadı. O bir bütünlüğün/tevhidin kalıbında yarattı mahlukatı. Mahlukat bu tefrikayı kendi sınırlılığından icad etti.

"Ey insanlar! Doğrusu Biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız."

İnsan önce yaratılıyor sonra da farkları ve düşmanlıkları yaratılıyor değil. İnsanın yaratılışındaki sınırdır ki, varlığı kendinden ötede ve farklı algılamaya mahkum. Elinde iki seçenek var: Ya o farklılığı bir bilgi kaynağı kılıp tevhide bir kapı açacak. Yeni bir marifet devşirecek ondan. Yahut da öteki olanı 'kendinin olmamakla' veya 'kendinden olmamakla' yaftalayıp ondan kaçacak. Her ne ile karşılaşsanız yeni, tepkiniz iki şekilde olur: Ya merak ile ona yönelirsiniz, ya korku ile ondan çekinirsiniz. Birisi kuvve-i akliyeye bakar, ötekisi kuvve-i gadabiyeye.

Birşeyler yazmaya niyetlenmek, içinde bunun arzusunu da duymak, birşeyleri tanıma isteği... Kolayca tanıma isteği... Tanınma isteği... Allah ırkımızı böyle kabile kabile, renk renk kıldığı gibi kelimelerimizi de, dillerimizi de, düşüncelerimizi de birbirinden ayırmış. O dillerin içinde de manaları birbirinden ayrı parçalar olarak bırakmış zihinlerimize. Allah bizden o kelimeleri ayrı ayrı bırakmamızı istemiyor, o kelimelerden düşmanlık üretmemizi de.

O kelimeler vasıtasıyla ve yine birleştirerek kolayca tanımamızı diliyor birbirimizi. (Yazıyla da olur bu. Yazmak birleştiricidir.) Yalnız birbirimizi mi? Kendimizi de. Fakat nereden başlayacağız düşünmeye? Düşünmenin en zor yanı, eşiği, ilk adımıdır. Nasıl başlayacağına karar veremeyenlerin vazgeçtikleriyle doludur çöpsepetleri. İşte bu noktada da vahiy devreye giriyor. Allah bize nereden başlayacağımızı öğretiyor bir nevi. Her bir ayet bir yıldız. Bir pusula. Bir merkez. Bediüzzaman ayet ve yıldız, Kur'an ve sema arasında benzerlik ilgisi çok kurar.

"Ömrün kısa ise, ebedî bir ömrün var, merak etme. fikrin sönük ise, Kur'ân'ın güneşi altına gir, imanın nuruyla bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine herbir âyet-i Kur'ân birer yıldız misillü sana ışık verir."

Benim fikrim sönüktü. Kalbime yazmak isteği koymuş idin ama ne hakkında yazacağıma karar veremezdim. Düşünmek istiyordum, ama neyi/ne kadar düşüneceğime karar veremezdim. Ne zaman ki, Kur'an'ın yüzü bana açıldı, o zaman konuşmaya değer şeyler olduğunu anladım. Yola çıkacak, ilk adımı atacak altıbinden fazla cümlem var artık. Eş'arîce bir bakış bu söylediğim. Allah'ın kendisini de 'kolayca tanımamızı' murad ettiğini kastediyor. Çünkü eğer Maturidîce bir nazarla aklımıza bırakılsaydık, İbn Tufeyl'in Hayy b. Yakzan'ı gibi pek azımız Allah'ı bulabilirdik. Pekçoğumuz, o kalabalık içinde kaybolacaktık.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...