Virginia Woolf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Virginia Woolf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Nisan 2018 Salı

Kerîm'den kaçılır mı?

Başka yazılarımda da yaptım bu alıntıyı. Fakat bana öğrettikleri çoktur. Yine alıntılasam hikmetsiz olmaz. "Bizi aldatan bizi kurtarır..." diyor Virginia Woolf Pazartesi ya da Salı'da. Ben bunu biraz da şöyle anlıyorum: Seçmek istediğimiz şıklar uğruna aldanıyoruz en çok. Arzularımızın sanal/sahte/tahayyül gerçekliğini 'hakikaten gerçekmiş' gibi sunanlar maça bir sıfır önde başlıyorlar. Veyahut da böyle demeli: Kaçmak istediğimiz şeyler var. Kurtarılmayı dilediğimiz durumlar. İşte böylesi durumlara düştüğümüzde 'kurtarıcı bir alternatifi' teklif edenler bizi peşlerinden daha kolay sürüklüyorlar. Yani: Denize düşen yılana sarılıyor. Bu atasözü şuraya yakışmadı mı? Olsun. Yine de mecburiyet penceresinden anlattığı bir hakikat var. Boğulmaktan kurtulmak için zehre koşmak da bir aldanıştır.

Hz. Eyyub (a.s.) kıssasını tefsir ettiği 2. Lem'a'sında, "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var..." diyen mürşidim, bahsin devamında bu hali şöyle tasvir ediyor: "Hem meselâ, farz namazını kılmayan ve vazife-i ubudiyeti yerine getirmeyen bir adamın, küçük bir âmirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden müteessir olan o adam, Sultan-ı Ezel ve Ebedin mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tembellik, büyük bir sıkıntı veriyor. Ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve mânen diyor ki, keşke o vazife-i ubudiyeti bulunmasaydı! Ve bu arzudan bir mânevî adâvet-i İlâhiyeyi işmam eden bir inkâr arzusu uyanır. Bir şüphe, vücud-u İlâhiyeye dair kalbe gelse, kat'î bir delil gibi ona yapışmaya meyleder; büyük bir helâket kapısı ona açılır."

Demek inançsızlık da bir tür kurtuluş. Fakat kimin kurtuluşu? Günahlara müptela olanın; vicdan ile, akıl ile, kalp ile, hafıza ile yaşadığı sürekli çatışmalardan/gerilimlerden 'dayanaklarını inkâr etmekle' bulduğu bir kurtuluş. Bir tür "Acımadı ki!" çocukluğu. Nefs-i emmaremiz; hakka doğru sızlayan vicdanın, doğruyu işaret eden aklın, hakikati ihsas eden kalbin ve istikameti hatırlatan hafızanın baskılarından böyle kaçmayı deniyor: "Öyle birşey yok ki!"

Peki bu hakiki bir kurtuluş mudur? Değildir. Çünkü yaşanan aslında ikna değildir. İstibdaddır. İstişaresizliktir. Nefis, insanın imparatoru olmak için, diğer bütün yetileri bu şekilde diktatörce bir baskı altına alır. Tahayyülden gerçekliğini gerçeğe karşı kullanır.

Meselenin şöyle bir yanı da var: İnkâr bizi sürekli olarak neyden kurtarmayı başarabiliyor ki? Hiçbir acı onu inkâr etmekle yokolmaz. Hiçbir varlık, salt bir inkâr edişle, yokedilemez. Hatta insan kalbindeki duyguları bile inkârla değiştiremez. İnkâr esasında en tesirsiz güçtür. Hakikate karşı mukavemetsizdir. Karşı koyamaz. Etkilerini yadsıyamaz. Ancak kaçar. 'Mış gibi' yaparak uzaklaşır.

Hiç durmadan üzerine gelen (veya üzerine gittiği) hızarlara tahta yumruklarla karşı koyuyor gibidir. Yazık ona. Acıyalım ona. Gülelim ona. Çünkü savunmaları da hızarın ağzında eriyip gider. Çelik, onları da, hiç karşı koyamamışlar gibi işleyişi içinde tüketir. Nefsin inkâr ile giriştiği mesai de böyledir. Ne ölümü değiştirir ne de olacakları. Ancak süreci, nefse göre, biraz daha katlanılır kılar. Lakin insan yalnız nefisten ibaret değildir ki! İnsan bir ortaklıktır. Bildiğimiz-bilmediğimiz yüzlerce his, latife ve yeteneğin ortaklığı.

Buradan şuraya geleceğim: İnfitar sûresinde Cenab-ı Hak, kısa bir mealiyle, şöyle buyuruyor: "Ey insan, seni, Kerîm olan Rabbine karşı aldatan nedir?" Ben bu soruyu yukarıda konuştuklarımız ekseninde biraz da şöyle anlıyorum:

"Allah'tan kurtulmayı isteyecek ne gibi bir durum yaşıyor olabilirsin? Kaçmakta nasıl haklı olabilirsin? Nasıl inkâr edebilirsin? Ki kaçtığın Allah Kerîm'dir. Seni, değil cefayla, ikramlarla terbiye etmektedir. Böyle bir Allah'tan kaçılır mı? Kaçmaya mazeret aranır mı? Kurtulmak istenir mi? Bunca iyiliği görülen bir Allah'ın huzurunda, hâşâ, bir zararı varmış da ondan korunmayı dilermiş gibi, 'gayrına aldanma arzusu' duyulabilir mi? İnsan, zararlı şeylerden korunmak için, kurtarmayı vadedenlere aldansa bir derece makuldur. Fakat böyle güzeller güzeli bir Allah'a karşı aldatılmayı nasıl kabul eder? Aklı nasıl yatar? Hangi maslahat ikna eder?" İşte, konuştuklarımız eşliğinde, böylesi bir anlam dünyası da ayetten gönlüme damlıyor. Allahu'l-alem kaydıyla söylemiş olalım.

28 Nisan 2017 Cuma

Tevbe nasıl iyileştirir?

Mürşidim bir yerde diyor ki: "Zaaf gururun madenidir." Ben bu ifadeyi, Virginia Woolf'ün Pazartesi ya da Salı'da söylediği, "Bizi aldatan bizi kurtarır!" cümlesiyle beraber anlamayı tercih ediyorum. Hakikaten de tüm 'gururlanmaların' yani 'aldanışların' özünde bir 'zaaftan kurtulma arzusu' vardır. Bizdeki kullanımları her ne kadar kelimeyi 'kibir/büyüklenme' manasına doğru kaydırsa da Arapçada 'gurur' aslında 'aldanma' demektir. Ve bu pencereden bakınca şunu söylemek mümkündür: Kibir hiç kuşkusuz bir aldanıştır. Benliğini aslında olduğundan üstün/aşkın birşey sanmak veya sanrılamaktır. Fakat, dikkat edelim, bu aynı zamanda bir anlam daraltmasıdır. Çünkü her aldanış kibir değildir. Daha doğrusu: Aldanış sadece kibirden ibaret değildir. İnsan kendisi hakkında kibirden farklı şekillerde de aldanır.

Zayıflığımızın sancıdığı her konuda kendimizi aldatma ihtiyacı duyarız. Bu, aynı zamanda, 'kendimize rağmen yaşamaya devam etmemizin' tek yoludur. Varoluşundan itibaren kusursuzu aramaya müptela kılınmış insan, sadece başkalarındaki arızalara değil, kendisindeki kırışıklıklara da dayanamaz. Kendisindeki kusurlara bakarak Allah'ı tenzih etmesi için verilmiş yetisiyle yanlış adreste oyalanmasının sonucudur bu. O bıçak üzerinde işlemeye başladığında canı öyle acır ki, şifanın tek yolunu, kendisini tenzih etmekte görür.

Bu bir iyileşme değil sürekli bir anestezidir. Diş ağrısını bir ömür asprinle giderme çabasıdır. Çünkü hakikat-i halde bunu başaramaz. Hayatının her köşesinde fondan düşmeyen bir müzik ona kusurlarını hatırlatır. Çarptığı her duvar, ayağına takılan her taş, gördüğü her vefasızlık, seçtiği her yanlış şık, geç kaldığı her buluşma, aldatıldığı her alışveriş... ona aslında kusurlu olduğunu fısıldar. Buna rağmen anesteziden vazgeçmek istemez. Acısıyla yüzleşmeye cesaret edemez. Peki ne yapar? Zaafından gururla kaçar. Kendisini aldatarak kendisini kurtarır. Kusurunu kabul etmektense onu inkar eder veya tevil eder veya görmezden gelir veya ondan dolayı kendisini değil başkalarını suçlar.

Kibrin kelime üzerinde bir anlam daraltmasına neden olabileceğini bu eşikten bakarak söyledim. Kendimizdeki kusuru kabul etmeden bahaneler ürettiğimiz, başkalarını suçladığımız veya tevil ile kendimizi kurtarma arayışına girdiğimiz her olayda aslında bir 'gururlanma' yaşarız. Ebeveyni ile yaşadığı sorunlarda kusuru tamamen onlarda gören ergen de, onlarla yaşadığı sorunlarda suçu tastamam çocuklarına yükleyen ebeveyn de bir 'gururlanma' yaşar. Fakat bu gururlanma kibir türünden değildir. Tenzih türündendir. İnsanın kendisini tenzih etmesinin dolayısıyla bir kibir olduğunu söylemek mümkündür. Ancak bunun hayata her aksedişinin kibir şeklinde olduğunu söylemek yanlıştır.

Tevbenin koruyuculuğu tam da bu noktada devreye girer. Tevbe, velev ki tevbe-i nasuh olmasa (yani ilgili olduğu günahtan tastamam kurtulmak başarılamasa da) ortaya koyduğu pişmanlık, itiraf ve istiğfar ile doğrunun hayatlarımıza maruz kalmasını engeller. 'Doğrunun hayatlarımıza maruz kalması' ne demektir? Bu arıza, Hz. Ömer'e (r.a.) atfen de işittiğim, şu meşhur kelam-ı kibarın ifade ettiği gibidir: "İnandığınız gibi yaşamazsınız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız." Evet, inandığı gibi yaşamayan, 'yaşadığına inanmamak' veya 'inanmadan yaşamak' katlanılır olmadığı için, yaşadığı gibi inanmaya başlar. Zira, fıtratı tarafından kulağına sürekli doğru seçenek fısıldanan, vicdan ve akıl sahibi bir insan için 'yalanı yaşamak' mümkün değildir.

Dolayısıyla biz de yalanı 'doğru olduğuna inanarak' yaşanılır kılarız. Kendimizi aldatarak kendimize katlanırız. "Çok âşığın var diyorlar./ Yalan de yeter bana..." diyen şarkının bize haber verdiği halet-i ruhiye de budur. Hadis-i şeriflerde veya ehl-i sünnet ve'l-cemaat büyüklerinden bize ulaşan nasihatlerde 'tekrar tekrar tevbe edilmesi' konusunda yapılan yoğun tahşidat/vurgu, sadece güzel bir âdetin yerine getirilmesi gibi değil, hakikatin korunması için de gözetilmesi gereken bir hassasiyettir. Hakikat hakikat kaldığı sürece oraya varabilme umudu vardır. Ama hakikat tahrişe maruz kaldığında gidilecek yer kalmaz. Kalpler mühürlenir. Çünkü sahipleri tarafından tanımlar yanlış karşılıklarla mühürlenmiştir.

Özetle şunu demek istiyorum: Tevbe ettiğin sürece, en azından, kem hayatından pâk hakikati korursun. Tevbeyi bıraktığın zaman, hakikat hayatına, imanın günahına, ahlakın hatalarına maruz kalmaya başlar. İtiraf, istiğfar veya en azından kabul edilmeyen zaaf bulaşıcıdır. Senden sana, senden senin daha derin katmanlarına, fiilinden ahlakına, ahlakından imanına ve (senin nazarında) suçu olmayan başkalarına bulaşır. Bu madeni 'gurur'a değil 'tevbe'ye işlettirelim. Bediüzzaman'ın, 1. Lem'a'da, Hz. Yunus'un (a.s.) "Ben nefsime zulmettim!" itirafını da içeren duasını ve 2. Lem'a'da Hz. Eyyub (a.s.) duası üzerinden "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var!" hakikatini anlatmasını tesadüf olarak görmemeli. Bu sıralanış bize itiraf ve tevbenin küfre karşı nasıl bir duvar olduğunu da öğretiyor. Allahu'l-alem.

26 Kasım 2015 Perşembe

Yazmak bana uygun tek tedavi şekliydi

"Çalışmama ara verir vermez gitgide daha çok batıyormuşum gibi geliyor." Virginia Woolf'un günlüğünden...

Daha gençken yazmanın bahşetmek gibi birşey olduğunu sanıyordum. Yukarıdan yapılan birşey. Yazanın okuyandan üstün olduğu bir seçilmişlik alanı. Başarısızlığım, elhamdülillah, kibrimi törpüledi. Hayallerim kırılarak adam oldum. Bediüzzaman'ın ifadesiyle 'sevmek beklediği nazarlardan nefret görünce' insan, ister istemez ayılıyor. Zaten ayılmak çoğunlukla 'beklenmeyenle karşılaşmak'tır. Yüzünüze vurduğunuz soğuk su. Umulmaz bir ihanet. Devasız bir hastalık. Hayal kırıklığı... Eşyanın Allah olamayacağını aynelyakîn farkettiğimiz anlar. Dünyanın bize yüz vermediği zamanları sevmeliyiz. Yüz verdiği halde yüzünü ondan çevirebilecek kadar iffetli olanımız pek az çünkü.

O vakitler gücendiğim, fakat şimdi şükrettiğim bu hal nedeniyle bir uyanış yaşadım. Farkettim ki: Kimse beni ve yazdıklarımı sevmese de yazmaktan başka çarem yok. Yazmadığımda bir bataklığın içine çekiliyor gibi oluyorum. Yaşamak için hiçbir neden kalmıyor gibi oluyor. Başka hiçbir fiil beni işe yaradığıma ikna edemiyor. Her işi benden daha iyi yapanlar var. Bir başkasının da kolaylıkla yapabileceği hiçbir şey varlığımın gerekli olduğuna beni kandıramıyor. Vücudumun kimseyle çekişmeyeceğim bir hikmeti olmalı. Kalbimin sahibi, vahyinde 'taşımayacağım yükü yüklemediğini' söylüyor. Yarışmaksa çok yıpratıcı. Koşmak çok zor. Yarışmadığım bir yerde yürümeliyim ömrümü.

Kurtulmak için dışıma doğru sergilediğim her çaba, bir cümle. Kendim olarak varolursam kurtulacağım. Çünkü bir başkası ben olamayacak asla. İnsan kendi olmakta yalnızdır. Bu nedenle de rakipsizdir. Varoluşumun anlamı ancak Ehadiyet'le açıklanabilir. Vahidiyet penceresinde ben de herkes gibiyim. Sesim sesler arasında yitip gidecek diye korkarım. İnsan sadece varolmakla yetinemiyor. Bir de birisi için, genelde Rabbisi için, yarışmadan özel olmak istiyor. Woolf'un 'beğenilmekle' tatmin olamaz hale gelmesinin sebebi de buydu belki. Pazartesi ya da Salı'da "(...) beğenilmek hayal kırıklığını onaramıyordu..." derken kastettiği. İnsan 'beğenmekte' çok nankördür. Onlar için özel olamazsınız. Sürekli tetikte yaşamalısınız. Her yeni şeyde eskiyi satmaya meyyaldirler. Bu endişe hayatı yaşanmaz kılar, eğer ona endeksli yaşamaya çalışırsanız.

Yazdıkça geciktiriyorum boğulmayı. Bir gün daha kazanıyorum. Kurtuluş yok. Kurtuluş ancak bir sonraki yazıya kadar. Ertesi gün yine aynı karanlık sarmaya başlıyor beni. Kafa gözümle görebileceğim kadar yaklaşıyor. Kaçıyorum.

"Ki o, kalemle öğretti. İnsana bilmediğini o öğretti." Böylece Allah içimdeki karanlıkla beni korkutarak yazmayı öğretti. Yazmakla bahşedilenin ben olduğumu anladım. Bir 'euzü' sırrıdır bu. İblis'in hilkatinin hikmetini de anlatır. Yokluğun karanlığından kaçarken Onun sonsuz varlığına sığınmak. Hayatımın tamamı bu benim. Bir gücüm varsa, o gücün kaynağı bu. Yazmaktaki hırsımın izahı bu. Ona dair yazdıkça/oldukça kalmayı başardım. Dostoyevski'nin Yeraltından Notlar'da kullandığı bir cümle var, pek severim: "Okumak bana uygun tek dış etkiydi." Ben de diyorum ki şimdi: Yazmak bana uygun tek tedavi şekliydi. Bu yazımı da mürşidimin ifadeleriyle bitireyim: "Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın, manen hastasın."

2 Şubat 2015 Pazartesi

Bizi aldatan bizi kurtarır...

"Bizi aldatan bizi kurtarır..." diyor Virginia Woolf, Pazartesi ya da Salı'da. Katılmamak elde değil. Benim de nicedir düşündüğüm birşeydir 'kandırılmanın' kanmak isteğiyle olan ilgisi. Biz bu fiili iki şekilde kullanıyoruz. Birincisi 'suya kanmak'ta olduğu gibi: Çok ihtiyaç duyduğumuz ve büyük ihtimal vuslat için çok da bekletildiğimiz birşeye ulaşmanın sonucu olarak; hem bedenimizin hem ruhumuzun onu elde ediş, ona sahip oluştaki şiddetini vurgulamak için seçtiğimiz bir kullanım bu.

"Suyu kana kana içtim..." Normal bir içmek değil bu. Ona olan ihtiyacınızın, 'olmasa da olur' seviyesinden 'olmazsa olmaz' noktasına geldiğini ifade ediyor. "Muzaaf meyil, ihtiyaç olur. Muzaaf ihtiyaç, iştiyak olur. Muzaaf iştiyak, incizap olur." Yahut da şunun gibi: "Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi aşktır." Demek cezbe, cazibe, değil hüsnüne bir iltifat; belki hüsne olan ihtiyacın tezahürüdür. Âşık olurken de veren el değilsin yine. Alan elsin. Hakkın naz değil niyaz.

"Ve hem 'Niçin duam kabul olmadı?' diye nazlanıyorsun. Evet, senin hakkın naz değil, niyazdır. Cenâb-ı Hak, Cenneti ve saadet-i ebediyeyi, mahz-ı fazl ve keremiyle ihsan eder."

İkincisi; daha meşhur olanı, bir yalana gerçekmiş gibi inanmak anlamına gelen kanmak. "Güzel gözlerine, şirin sözlerine kandım..." derken kullandığımız şekli bu. Fakat bu kanış, daha çok kandırılmayı içerse de (yani nisbet anlamında fail, nefsini temize çıkarmak adına, fiili kendisine değil cümlenin nesnesine yüklemeyi sevse de) aslında her kandırılma bir kanıştır. İnsan ancak inanmak istediği yalanlarla kandırılabilir. Bir yönüyle düşmek istediğimiz tuzakların mağduruyuz. Tıpkı Virginia Woolf'un altını çizdiği gibi; "Bizi aldatan bizi kurtarır..." çünkü. Peki, aldatan neyden kurtarır?

Sabırlı okuyucum, seni alıp Bediüzzaman'ın İkinci Lem'a isimli eserine götüreceğim. Orada 'günah psikolojisine' dair çok manidar analizlerde bulunuyor çünkü, Hz. Eyyub efendimin kıssasından hareketle. Diyor ki mesela: "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var..." Ve devam ediyor: "O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor." Peki bu ısırma, bu yolculuk nasıl yaşanıyor dersen, cevabı da şu üç örnekte gizli:

"Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor.
Hem meselâ, Cehennem azabını intaç eden büyük bir günahı işleyen bir adam, Cehennemin tehdidâtını işittikçe istiğfarla ona karşı siper almazsa, bütün ruhuyla Cehennemin ademini arzu ettiğinden, küçük bir emâre ve bir şüphe, Cehennemin inkârına cesaret veriyor.
Hem meselâ, farz namazını kılmayan ve vazife-i ubudiyeti yerine getirmeyen bir adamın, küçük bir âmirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden müteessir olan o adam, Sultan-ı Ezel ve Ebedin mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tembellik, büyük bir sıkıntı veriyor. Ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve mânen diyor ki, keşke o vazife-i ubudiyeti bulunmasaydı! Ve bu arzudan, bir mânevî adâvet-i İlâhiyeyi işmam eden bir inkâr arzusu uyanır. Bir şüphe, vücud-u İlâhiyeye dair kalbe gelse, kat'î bir delil gibi ona yapışmaya meyleder; büyük bir helâket kapısı ona açılır."

Yani demem o ki; kurtulmak istiyorsun birşeylerden. Kurtulmak istiyorsun vicdanından, aklından, korkundan veya kendinden... Her aldatıcı, yani kandırıcı sendeki bu 'kanmak' arzusundan besleniyor.

Burada kanmayı iki türlü de anlayabilirsin. Canın o kadar çok meleklerin yokluğunu, cehennemin inkarını ve Allah'ın adem-i vücudunu istiyor ki; suya âşık olduğun gibi âşık oluyorsun bu ihtimale. Suya kanmak istediğin kadar ona da kanmak istiyorsun. Ve bu kanmak arzunu şeytan koklar koklamaz, vehmî emareler taşıyor.

"Dalâlet vehmidir..." diyor Bediüzzaman yine Sözler'de. Vehim ne demek? Olmadığı halde olmuş, oluyor, olacak gibi kabul ettiğin şeydir vehim. Tahayyül dairesinde bir vücuttur. Gerçek bir vücut değildir. Ama sen kurtulmak istiyorsun, hem o kadar istiyorsun ki, seni aldatan bile seni kurtarıyor. Şeytana kanıyorsun, günaha kanıyorsun, şüpheye kanıyorsun, fakat en nihayet kanmak istediklerine kanıyorsun.

"O bedbaht bilmiyor ki, inkâr vasıtasıyla, gayet cüz'î bir sıkıntı vazife-i ubudiyetten gelmeye mukabil, inkârda milyonlarla o sıkıntıdan daha müthiş mânevî sıkıntılara kendini hedef eder. Sineğin ısırmasından kaçıp yılanın ısırmasını kabul eder."

En nihayet demem o ki: Canını yaksa da doğrudan kaçmamalısın. Yalanla kurtulmaya bakmamalısın. Gerçeğin peşin acılığı, yalanın 'ertelenmiş sancısından' yeğdir. Buraya kadar yolu beğendinse, iki şeyi daha bu yoldan yürüyerek tefekkür etmeni önereceğim sana. Birincisi, Tevbe sûresi 37. ayeti: "Ertelemek, sadece kâfirlikte ileri gitmektir..." diye başlıyor. İkincisi, bir hadisi şerif, o da şöyle der: "Ertelemek şeytandandır." Bitirirken yalnız birşeye dikkatini çekeyim: Takva belki de bedeli ertelememektir.

20 Ocak 2015 Salı

Aşk da mahvediciydi

Bazen öyle ortada kalıyor insan. İçinde bir yazma isteği oluyor, ama hakkında yazacak birşey bulamıyor. Hakkında yazılacak şeyler, eğer bizzat sizin bir yaranıza tekabül etmiyorsa, yani onu deşmek sizde tuhaf bir tatmin yaratmıyorsa (hem can acısı, hem iyileştirici tatmin) o zaman yazmanın da, okumanın da bir anlamı yokmuş gibi.

Dışınızdaki dünyada büyük büyük şeyler yaşanıyor olabilir. Koca koca adamlar her gün onlardan bahsediyor olabilir. Ama sizde bunu anlamlı ve kıymetli kılacak şey yaralarınızdır. Eğer karadeliğin dolmasına benzer bir içhuzuru yaşatmıyorsa, daha çok şey hakkında daha çok şey yazmanın da bir anlamı yok. İnsan başkaları için, başkaları 'hoş bulacak' diye yaşamaz ki. Başkalarının beğenisiyle yaşanan bir tatmin, çabuk terkeden bir tatmindir. Başkası hep 'başkasıdır' çünkü. Gidicidir. Aşk bile olsa, öyledir. Tıpkı ömrü boyunca okurlarının beğenisiyle ayakta durmaya çalışmış Virginia Woolf'un Mrs. Dalloway'de dediği gibi:

"Aşk da mahvediciydi. Güzel olan, doğru olan ne varsa gidiyordu." (...) "Hiçbir şey yeterince yavaş değildi. Hiçbir şeyin ömrü yeterince uzun değildi." Yahut Pazartesi ya da Salı'da dediği gibi: "(...) beğenilmek hayal kırıklığını onaramıyordu."

Lezzet-i ruhaniye dediğimiz şey ise, tıpkı ruhun kendisi gibi, daha kalıcı bir mutluluk. Zeval-i lezzeti elem olmayan türden. Eylemsel değil, doğrusal bir lezzet. Doğru şeyi yapmış olmanın mutluluğu, kalabalığın desteğini almış olmanın veya kalabalıkla yapmış olmanın 'mış gibi' mutluluğu değil. Allah'ın rızası da salt bir beğeni değildir bu yönüyle. Daha derin birşeydir. Yaratılmışlığın yaralarının tedavisiyle ilgilidir.

"Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın, manen hastasın."

İkisi genelde karıştırılır. Kalabalığın desteği doğru şeyi yapmak anlamına gelmez her zaman. Ama doğru şeyi yapmak bugün veya yarın kalabalığın sizin yanınızda olacağını garanti eder. Bugün olmayabilir bu, dediğim gibi. Yakın bir yarında da gerçekleşmeyebilir.

Nice peygamber gelmiştir ki, ümmetleri olmamıştır. Davalarında bir yanlış olduğundan veya bir üslûp hatasından mıdır bu, haşa? Hayır, kalabalıkların eylemden öte doğruyu farketmesi zaman aldığından. Bugün Hz. Muhammed aleyhissalatu vesselamı destekleyen herkes aslında onları da desteklemiş oluyor. Peygamberler insanlığı klanlara, aşiretlere, kavimlere bölmek için gönderilmediler. Aynı zamanda gönderilen peygamberler vardır (Hz. İbrahim ve Hz. Lut gibi) ama birbirleriyle savaşan peygamberler yoktur. Allah'ın varlıkta muradı hiçbir zaman bölmek, parçalamak, savaştırmak olmadı. O bir bütünlüğün/tevhidin kalıbında yarattı mahlukatı. Mahlukat bu tefrikayı kendi sınırlılığından icad etti.

"Ey insanlar! Doğrusu Biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız."

İnsan önce yaratılıyor sonra da farkları ve düşmanlıkları yaratılıyor değil. İnsanın yaratılışındaki sınırdır ki, varlığı kendinden ötede ve farklı algılamaya mahkum. Elinde iki seçenek var: Ya o farklılığı bir bilgi kaynağı kılıp tevhide bir kapı açacak. Yeni bir marifet devşirecek ondan. Yahut da öteki olanı 'kendinin olmamakla' veya 'kendinden olmamakla' yaftalayıp ondan kaçacak. Her ne ile karşılaşsanız yeni, tepkiniz iki şekilde olur: Ya merak ile ona yönelirsiniz, ya korku ile ondan çekinirsiniz. Birisi kuvve-i akliyeye bakar, ötekisi kuvve-i gadabiyeye.

Birşeyler yazmaya niyetlenmek, içinde bunun arzusunu da duymak, birşeyleri tanıma isteği... Kolayca tanıma isteği... Tanınma isteği... Allah ırkımızı böyle kabile kabile, renk renk kıldığı gibi kelimelerimizi de, dillerimizi de, düşüncelerimizi de birbirinden ayırmış. O dillerin içinde de manaları birbirinden ayrı parçalar olarak bırakmış zihinlerimize. Allah bizden o kelimeleri ayrı ayrı bırakmamızı istemiyor, o kelimelerden düşmanlık üretmemizi de.

O kelimeler vasıtasıyla ve yine birleştirerek kolayca tanımamızı diliyor birbirimizi. (Yazıyla da olur bu. Yazmak birleştiricidir.) Yalnız birbirimizi mi? Kendimizi de. Fakat nereden başlayacağız düşünmeye? Düşünmenin en zor yanı, eşiği, ilk adımıdır. Nasıl başlayacağına karar veremeyenlerin vazgeçtikleriyle doludur çöpsepetleri. İşte bu noktada da vahiy devreye giriyor. Allah bize nereden başlayacağımızı öğretiyor bir nevi. Her bir ayet bir yıldız. Bir pusula. Bir merkez. Bediüzzaman ayet ve yıldız, Kur'an ve sema arasında benzerlik ilgisi çok kurar.

"Ömrün kısa ise, ebedî bir ömrün var, merak etme. fikrin sönük ise, Kur'ân'ın güneşi altına gir, imanın nuruyla bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine herbir âyet-i Kur'ân birer yıldız misillü sana ışık verir."

Benim fikrim sönüktü. Kalbime yazmak isteği koymuş idin ama ne hakkında yazacağıma karar veremezdim. Düşünmek istiyordum, ama neyi/ne kadar düşüneceğime karar veremezdim. Ne zaman ki, Kur'an'ın yüzü bana açıldı, o zaman konuşmaya değer şeyler olduğunu anladım. Yola çıkacak, ilk adımı atacak altıbinden fazla cümlem var artık. Eş'arîce bir bakış bu söylediğim. Allah'ın kendisini de 'kolayca tanımamızı' murad ettiğini kastediyor. Çünkü eğer Maturidîce bir nazarla aklımıza bırakılsaydık, İbn Tufeyl'in Hayy b. Yakzan'ı gibi pek azımız Allah'ı bulabilirdik. Pekçoğumuz, o kalabalık içinde kaybolacaktık.

17 Ocak 2015 Cumartesi

Köpekbalığı psikolojisi

Köpekbalığını öldürmenin yollarından birisi de onu hareketsiz hale getirmektir. Durduğu zaman, tamamen durduğu zaman, ölür köpekbalığı. Köpekbalıklarındaki bu halin bir ölçüde insanda da geçerli olduğunu düşünüyorum. Mesela boşta kalmak, hiçbir şey yapmadan beklemek, insan için de azaptır. (Benim gibiler için daha da beter.) Boşuboşunalığın kendisi azaptır insan için. Anlamsızlık aynı azaptır. Ondan sonra sırasıyla neden yaptığını bilmediği şeyler acı çektirir insana. Mesela kemal namına, kendini geliştirmek adına bir katkısı olmayan işler, yapanlarını en çok sıkan işlerdir. Çünkü ötesi yoktur, ilerisi yoktur, bir sonrası yoktur onların.

Gayba iman, öteye imandır. Hep ötende birşeyler kalacağına imandır. Hayatın hiç bitmeyecek ve Allah'ın takdir ettiği her değişikliğe açık bir yolculuk olduğuna imandır. "Evet, Ebedînin sâdık dostu, ebedî olacak. Ve Bâkînin âyine-i zîşuuru, bâkî olmak lâzım gelir." Bana öyle geliyor ki, eğer gayba imanımız olmasa deli oluruz. Kafayı yeriz, kitapları parçalarız, dünyamızın kenarından düşeriz, sınırlılığımızda boğuluruz. Her köşesi bilinen ve 'görülecek herşeyi görülmüş' bir âlem bizzat cehennemin kendisi olur bize. Bitmiş olan, bitecek olandan haber verir. Eğer bilerek bitirebiliyorsak dünyayı; o halde varlık olarak da bitirebiliriz. Yani ölmekten öte, ciddi ciddi son bulabiliriz. Yok olabiliriz. Yoka iman etmişizdir çünkü. "Hepsi bu. Ötesi yok!" demişizdir.

Gaybımız yoksa, yokluk vardır. "Başlangıcı olan herşeyin bir sonu vardır..." diyen termodinamiğin bilmem kaçıncı kanunu gibi değil bu durum, onunla karıştırılmasın. Eğer birşeylerin hep gayb kalacağına ve gaybda nazarımıza, bilgimize, fikrimize daha dokunmamış; daha hiçbirimiz tarafından farkedilmemiş güzellikler olduğuna (ve hep olacağına) imanımız olmasa, herşey bitmiş demektir. Ümit olarak da, marifet olarak da, onlara duyulan arzu olarak da. Sınırlara gelinmiştir. Yapacak şey kalmamış demektir. Kemale yürüyüş durmuş demektir. İntihar fikri böyle bir zeminde ortaya çıkar. İntihar, herşeyi bitirdiğini, tüm şıkları denediğini sanan aklın sıkıntısıdır.

"Mâdem adem şerr-i mahzdır; ademe müncer olan veya ademi işmâm eden hâlât dahi şerri tazammun eder. Onun için, vücudun en parlak nuru olan hayat, ahvâl-i muhtelife içinde yuvarlanıp kuvvet buluyor, mütebâyin vaziyetlere girip tasaffî ediyor ve müteaddit keyfiyâtı alıp matlûb semerâtı veriyor ve müteaddit tavırlara girip Vâhib-i Hayatın nukuş-u esmâsını güzelce gösterir. İşte şu hakikattendir ki, zîhayatlara âlâm ve mesâib ve meşakkat ve beliyyât sûretinde, bâzı hâlât ârız olur ki; o hâlât ile hayatlarına envar-ı vücud teceddüd edip zulümât-ı adem tebâud ederek hayatları tasaffî ediyor. Zîrâ, tevakkuf, sükûnet, sükût, atâlet, istirahat, yeknesaklık, keyfiyâtta ve ahvâlde birer ademdir. Hattâ en büyük bir lezzet, yeknesaklık içinde hiçe iner."

Duvara atılan son yumruk, batmadan önceki son sıçrama. İntihar fikri bir 'artık sonuna geldim' düşüncesinden besleniyor. Neyin sonun gelmek bu? Yaşanacakların sonuna gelmek. İhtimallerin sonuna gelmek. Öğrenileceklerin sonuna gelmek. Tadılacakların sonuna gelmek. Deneneceklerin sonuna gelmek. Görüleceklerin sonuna gelmek. Konuşulacakların sonuna gelmek. Ümidin sonuna gelmek. Her yeni gün bir önceki günden farklı olmayacağını düşünmek. İntiharın öncesi budur.

İşte bu noktada gayba iman çok derin bir yarayı tedavi ediyor ve diyor ki; Allah bilmekle bitirilemeyecek olandır ve insanın bir gaybı her zaman olacaktır. Gayba iman et. İman et ki, senin içindeki o bilmekle doymayan karadelik sonsuzun umuduyla dolsun. Karadelikleri ancak sonsuzluk doyurur. Öğrenmekle usanmayacak olan, ancak 'bilmekle bitmeyecek olan'ın varlığını bilirse, buna iman ederse mutlu olur. Yaşamak yükü onu anlamlandıramayanın kaldırabileceği bir yük değil. Küçük görme. "Çünkü, hayatın vazifesi büyüktür. Evet, Samediyetin aynası olmak kolay birşey değil, âdi bir vazife değil." Dağların çekindiği bir karadeliği almışsın kalbine, bir de sonsuza iman etmezsen, içine çökmez misin?

Günlüğündeki notlarında Deniz Feneri romanını yazdıktan sonra intihar etmeyi düşündüğünü söyleyen Virginia Woolf'un, o romanı bitiriş şekli ne kadar ilginçtir: "(...) oraya, tam ortaya bir çizgi çekti. Olmuştu, resim bitmişti. Evet diye düşündü fırçasını elinden bırakarak, görmem gerekeni gördüm." Buna benzer 'sonuna gelme' ifadelerine Woolf'un diğer eserlerinde de rastlanır: "(...) bütün dünya, gitgide hareketsizleşerek, 'Hepsi bu!' der sanki, sahilde güneşin altında yatan bedendeki yürek bile sonunda böyle der, 'Hepsi bu!' der." (Mrs. Dalloway) Virginia Woolf, 28 Mart 1941'de, ceplerine taş doldurup kendini Ouse nehrine bıraktı, çünkü dünyasının kenarına gelmişti. Eşine bıraktığı mektupta şöyle yazıyordu:

"Sevgilim, yine çıldırmak üzere olduğumu hissediyorum. (...) Ve ben bu kez iyileşemeyeceğim. Sesler duymaya başladım. Odaklanamıyorum. Bu yüzden yapılacak en iyi şey olarak gördüğüm şeyi yapıyorum. (...) Artık savaşacak gücüm kalmadı. Hayatını mahvettiğimin farkındayım ve ben olmazsam, rahatça çalışabileceğini de biliyorum. (...) Eğer biri beni kurtarabilseydi, o kişi sen olurdun. Artık benim için herşey bitti. Sadece sana bir iyilik yapabilirim. Hayatını daha fazla mahvedemem."

Dilenmekle eşitlik bozulmaz

“Çalışmama ara verir vermez gitgide daha çok batıyormuşum gibi geliyor.” Virginia Woolf, Günlük’ten...

Yazmak biraz da ‘tutunmak’ gibi. Neden/nasıl bu kadar sık yazdığıma dair sorulara böyle cevap verebilirim: “Durmaya çalışıyorum.” Çoğu zaman yazmak yazardan okura ikram edilen birşeymiş gibi dillendiriliyor. Halbuki hayır. Ben ikram etmek niyetinde değilim. Hiç değilim. Aç olan bizzat kendimim. Başlarken böyle başlıyor. Ve, o açlığın doyması, o boşluğun dolması için yazıyorum. “Çünkü herkesten ziyâde sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi!” demekle bahsedileni kendim sayıyorum. Evet. Yazmaya başlarken aklıma gelmiyorsunuz. Fakat o yazıyı paylaşırken sizi hatırlıyorum.

Allah kimi/neye perde kılmayı murad ederse o buna acıktığını sanır. Eğer cömertliğin lezzeti ile dolu olmasalardı peygamberler böylesine zor bir görevi yerine getirebilirler miydi? Onlar peygamberdiler. Paylaşmayı en çok onlar seviyorlardı. Paylaşmanın lezzeti zordan zor olan nübüvveti ballandırıyordu demek ki. Celalli bir peygamber olabilir Musa aleyhisselam gibi, cemali baskın bir karakteri olabilir Harun aleyhisselam gibi, ama mert olmayan, cö-mert olmayan peygamber olamaz. Şunun da altını çizeyim: Paylaşmak derken de bir ‘gayrısı düşünülemez’ olarak kastediyorum. Aleyhissalatuvesselamın ağzına koyacağı lokmayı dahi mümkünse paylaştığından bahsediliyor. Yani bu onun için aradabir yapılan birşey değildi. Bir ‘zaten olması gereken’ gibi. Gayrısı düşünülemez gibi. Göğüslerinin başkalarına karşı genişliği orayı vahyin teşerrüfüne de müsait kıldı.

Yazmakla aramdaki ilişki en fazla ‘iktiran’ olabilir ki yüzleşilmesi doğru birşeydir. Acz ve fakr mesleğini eğer kainata hep ‘alan el’ gözüyle bakmak olarak resmediyorsam varlığa bakışımı da Bediüzzaman gibi ‘iktiran’ eksenli kılmalıyım. Bu bir kurgu değildir üstelik. Hakikatin kendisidir. “Çünkü mahlûkat mâbûdiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi mahlûkiyet nisbetinde de birdirler.” Elinden çıkanla eşitliği bozabilen yok. Hepimiz yaratılma eşitiyiz. Mahlukiyette denkliğiz. Orwell’ın Hayvan Çiftliği’nde dokundurduğu gibi değil bu düzen. Ne diyordu sahi: “Bütün hayvanlar eşittir. Ama bazı hayvanlar daha fazla eşittir.”

“Önce ben, sonra benim sayemde sen, sonra senin sayende o...” değil. Ezel denilen ‘manzara-yı âlâ’da bir mesafe yok aramızda. Zamanı yaratan, dolayısıyla sınırlarından münezzeh olan Allah, bizi böyle görmüyor. Hepimiz bir an gibiyiz bilmesinin nazarında belki. Yani bütün ‘ol’cuklarımızla birtek “Ol!” gibiyiz. Öncelik-sonralık, uzunluk-kısalık, nedenlik-sonuçluk hep bizim icadımız.

Ne biliyorsun? Belki de ben bu yazıyı sen okuyasın diye yazmadım. Belki de sen okuyacaksın diye bana bu yazı yazdırıldı. Son olan ilktir belki. Ne biliyorsun? Sonuç olan amaçtır. Niyet neticenin kopyasıdır. Necip Fazıl merhumun da Aleyhissalatuvesselam hakkındaki şiirinde dilegetirdiği gibi: “Son Peygamber, son Peygamber!/İlk olunca sona geldi.” Tasavvufî metinlerde sıkça rastladığımız ‘hakikat-i Muhammediye’ manası böyle birşey değil mi? Başın sona, sonun başa gelmesi, kardeşleşmesi. Halkanın tamamlanması. Yani bir ‘levlake levlak’ sırrı.

En doğrusunu Allah bilir ya. Bediüzzaman’ın eserleri hakkında ‘yazdırıldı’ ifadesini sık kullanmasını biraz da böyle anlamak gerek diye düşünüyorum. Yine acz ve fakr mesleği ile irtibatlı yani. Yine ‘alan el’ olma durumu. “Bunları yazarak ben size birşey bağışlamadım, hayır, belki sizin okumaya açlığınız bende bunların yaratılması sebebidir!” demek biraz dünyaya.

“Ey kardeşlerim! Cenâb-ı Hakkın bana da, sizlere de ettiği nimet beraber gelmiş. İki nimetin illeti de rahmet-i İlâhiyedir. Ben de sizin gibi, iktirânı illetle iltibas ederek, bir vakit Risale-i Nur’un sizler gibi elmas kalemli yüzer şakirtlerine çok minnettarlık hissediyordum. Ve diyordum ki: ‘Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmî bir biçare nasıl hizmet edecekti?’ Sonra anladım ki, sizlere kalem vasıtasıyla olan kudsî nimetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakiyet ihsan etmiş. Birbirine iktiran etmiş; birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnettarlığa bedel, dua ve tebrik ediniz.”

Mahlukatın birbiriyle ilişkisi ‘illet’ ilişkisi değildir. ‘İktiran’ ilişkisidir. Bunu çözmek sahtekâr kibri öldürür. Hem zilletli dilenciliğe de son verir. Dengemizi buluruz. Çünkü kibir de, tabasbus da, gurur da bizim eşya arasında kurguladığımız öncelik-sonralık, nedenlik-sonuçluk, yani yaratıcılık mizanseninden beslenir. Şimdi bana ilginç gelen birşeyi de diyeceğim Firavun ve kavmi hakkında. Kur’an-ı Hakîm onları zâhirde birbirine zıt gelebilecek iki şekilde birden anıyor:

Birincisini sûre-i Zuhruf’ta buldum: “Firavun kavmini aldattı; onlar da kendisine boyun eğdiler...” İkincisi sûre-i Mü’minûn’da; “Firavun’a ve ileri gelenlerine de (gönderdik). Onlar ise kibire kapıldılar ve ululuk taslayan bir kavim oldular.” Şaşırmayalım. Demek ‘kibir’ ve ‘boyun eğiş’ aslında çok da birbirinden uzak şeyler değiller. Firavun’un kavmine boyun eğdiren Firavun’a duydukları muhabbet değildir. Diğer kavimlere üstün olmanın kem hazzıdır. Neden-sonuç ilişkisinde ‘neden’ tarafında kendini öncelemektir. İktirana mazhar olan değil de ikram edici olmaktır. Alan el değil veren el olmaktır. Mürşidimin tarif ettiği şeydir:

“Felsefenin halis bir tilmizi, bir firavundur. Fakat menfaati için en hasis şeye ibadet eden bir firavun-u zelildir. Her menfaatli şeyi kendine rab tanır. Hem o dinsiz şâkirt, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Şeytan gibi şahısların, bir menfaat-i hasise için ayağını öpmekle zillet gösterir denî bir muanniddir. Hem o dinsiz şakirt, cebbar bir mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinat bulmadığı için, zatında gayet acz ile âciz bir cebbâr-ı hodfuruştur.”

Bugün “Ne mutlu (...) diyene!” diyenlerin asl-ı siretinde bundan başka ne var? Firavun’un kavmine sözde ilahlığı ile lütfettiği İsrailoğulları üzerinde küçük birer firavuncuk olma imkanıdır. Efendiliktir. “Ne mutlu kıptıyim diyene!” dedirmektir. Kendisi ‘firavuncuk’ olmak isteyen elbette başka bir Firavun’un kulu olmaya katlanır. FETÖ’nün de müntesiplerine bahşettiği ‘ahirzamanın seçilmiş cemaati olma’ imkanı değil miydi? Koşulsuz itaatlerini böyle kazanmadı mı? Ve yine bugün modernist taifenin ‘indirilmiş din-uydurulmuş din’ muhabbeti üzerinden takipçilerine bahşettikleri ehl-i sünnet üzerinde firavuncuk olabilme imkanı değil midir? Sanki hayat sadece dekorları/oyuncuları değişen bir tiyatro. Senaryosu ise Kur’an’da yazılı. Hangi kıssanın özüne insek çağımızı buluyoruz.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...