Deva etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Deva etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Mart 2024 Cuma

Yokolduğun gibi görün, göründüğün gibi yokol

"Hem yazılan eserler, risaleler, ekseriyet-i mutlakası, hariçten hiçbir sebep gelmeyerek, ruhumdan tevellüt eden bir hâcete binaen, âni ve def'î olarak ihsan edilmiş. Sonra bazı dostlarıma gösterdiğim vakit demişler: Şu zamanın yaralarına devadır." 28. Mektup'tan.

Nasıl başlamalı? Yörüngesiz gezegenler gibiydim arkadaşım. Bilmediğim adresleri arıyordum biteviye. 'Oturmamış' çok şey vardı. Oturmamış. Yani huzursuz. Hem içimde hem dışımda. Tutamıyordum. Tutunamıyordum. Kalmıyordu. Kalamıyordum. Boşluktaydım. Hatta bizzat boşluktum. Oluş namına şahitliğimden geçen her ne varsa yutuyordum. Eh, evet, havadakilere yer ararken kırk yaşıma geldim. Kabul etmeli artık: Nihayet kendime bile yer bulamadım. Dışımdakileri boşvermeye meylettim sonra. Değişmeyecekleri bir ölçüde zâhir oldu sanki. Belki bu zuhuratta tembelliğimin de hissesi vardı. Her neyse. Bilemem. Dosya kapandı. Yapacak birşey yoktu. Pes ettim. Gençlikle beraber göğsümüzün ateşi de sönüyor. İnsan kendini daha bir akıntıya bırakıyor. Hayat Allah'tan olduğu gibi kalma arzusu da Allah'tan. Dışarıda pes etmemle içim daha ziyade meşgalem oldu. Üzerime düşünmeyi beğendim. Yarışsız bir iş. En sevdiğin tatlıyı küçük ısırıklarla tüketmek gibiydi tefekkür. Acelesizdi. Kimse sıkıştırmıyordu. Dışarısı öyle mi a? Hiç değil. Eskiden de düşünmez değildim ya, iş gibi düşünmek başka şey. Yazınca da altın misali birikiyor. Dallanıyor. Çoğalıyor. Başka ülkelerde geçmese de değerdir yani.

Buradaki her zafer dışarıdakinden daha az kalıcı. Onu söyleyeyim. Sonra 'demedi' denmesin. Sık sık başa döndüğünüzü düşünebilirsiniz. Tamam. Yağma yok. Bıkmayacaksınız. Durmayacaksınız. Kanmayacaksınız. İçimizin sarayları bize görünmezdirler. Görünürlerse gidilmezdirler. 'Var' deseniz yokturlar. 'Yok' deseniz vardırlar. Dizemediğinizi düşündüğünüz o tuğlalar zamanla ayağınızın altında zemin tutacaklar. Yükseleceksiniz. İster istemez yükseleceksiniz. Aşağısı yok artık. Öncenizi unutun. Yaraları bile insanın hazinesi sayılacak. Aczi ile güçlenecek. Fakrı ile fahredecek. Zıtlar zıtlarını besleyecek. Onları kaşırken, kanatırken hatta, devalar üreteceksiniz. Öyle deme arkadaşım. Onlar sadece senin devaların olmayabiliyor. Başkaları da şifalanıyor. Bir işe yaramış oluyorsun. Bir işe yaramak hayatı 'hayat' yapan şey. Hikmet hayatın hayatıdır. Edasıdır. Özüdür. Somutlaştırman gerek. Devalar somutlaşmalı. Yarımlıkta tamamlıktan ziyade bir yan var. Yarımlar tamamlanmak ister. Yarımlıkta gayret vardır, arayış vardır, açlık vardır. Mağlubiyet bazen galibiyetin ta kendisi. Kime mağlup olduğuna bağlı olarak tabii. Senden hayırlısına mağlubiyet galibiyettir. Ziyade olabilmeye imkan sağlar. Dolayısıyla Allah'a mağlup olmak en büyük zaferdir. Kat'an elini korkak alıştırmayacaksın bu makamda.

Mürşidim bir yerde diyor ki: "Müzakere hak için olduğuna delil şudur ki: Eğer hak, muarızın elinde zâhir olsa, müteessir olmasın, belki memnun olsun. Çünkü bilmediği şeyi öğrendi. Eğer kendi elinde zâhir olsa, fazla birşey öğrenmedi, belki gurura düşmek ihtimali var..." İçimizin mühendisliği de işte bu yasaya bağlıdır arkadaşım. Yıkıntısını anladıkça yapılır insan. İddialarından soyundukça giydirilir. Hiç olmak, zaten hiç olan için, birşey olmaya başlamanın başlangıcıdır. Eğer bir karadeliksem şânım yıldızlar gibi yürümeyecektir elbette. Kendime başka bir şân ararım. Onlar parlayarak şânlarını yürütürler. Ben yutarak yükselirim. Karanlığım. Kararırım. Karanlığımla gösteririm. Tavşanla yarışan kaplumbağadan daha eblehtir yıldızla yarışan karadelik. Hiçin varlıkta yarışması yenilgisini tekrarlamaktan başka ne netice verir? Taş uçmakta bulutu geçebilir mi? Birşey bilmeden önce haddini bileceksin. Had demek sınır demek. Sınırlarını bil ki bilgi de sende ne olacağını bilsin. Varolmak mı istiyorsun? O zaman yokol. Gerileyebildiğin kadar gerile bakalım. Belki de senin varlığın böyle bir yokluktan yeşerecektir. Evet. Muhakkak. Kaldıramamak liyakatinle ilgili bir sorun olabilir. Belki yükünün taşınmamakta suçu yoktur.

İşte sözüm yine mürşidimin sözüne dolanıyor: "Kendine, vücuduna ve enaniyetine dayansan, yıldızböceği gibi olursun. Eğer sen fâni vücudunu, o vücudu sana veren Hâlıkın yolunda feda etsen, balarısı gibi olursun, hadsiz bir nur-u vücut bulursun. Hem feda et. Çünkü şu vücut sende vedia ve emanettir. Hem Onun mülküdür, hem O vermiştir. Öyle ise, minnet etmeyerek ve çekinmeyerek fena et, feda et, ta bekà bulsun. Çünkü nefy-i nefy ispattır. Yani, yok yok ise, o vardır. Yok, yok olsa, var olur."

Yokun yokken varolması fıtratını doğrulamasından geçiyor. Yaraları kaşımak, hatta kanatmak, varlıklarını kabul etmeyi barındırıyor. İnkârın götürdüğü hiçbir cennet yok. Biz Allah'ın bizi yarattığı gibiyiz. Bize buyurduğu gibiyiz. Başkası olmayacağız. Olamayacağız. 'La ilahe illallah' dediğimizde burnu sürtülen ilk şey Lat, Menat, Uzza vs. değil arkadaşım. İnsan enaniyet putunun burnunu sürtüyor ilk. Allah'tan başka ilah yoksa sen de ilah değilsin. Bitti. İlah gibi altlarına girdiğin iddiaların tamamı boşa düşmektedir. Düşmelerini farkettiysen ne mutlu. İşte fazlından yaralar sahibi kıldı seni. Yaratıldığını bildiğin anda yaratanın sen olmadığını da bildin. Yârinle aranızda yarlar var. Şimdi geriye iki vazife kalıyor: 1) Seni yaratanı tanıyacaksın. 2) Yaratılmışlığı tanıyacaksın. Pozisyonları kabulleneceksin. Çok aşağıda yerler seçiyorsun gibi görünebilir nefsine, kanma, o bir yumurcaktır. Oynarken hayallenir. Sonra kendisi de inanır. Fakat 'mış gibi'lerin artık kurtarmadığının farkındasın. Peki, öyleyse, 'olduğun gibi görünmek' ile 'göründüğün gibi olmak' arasına şunu da bir sıkıştırıver arkadaşım:

"Yokolduğun gibi görün, göründüğün gibi yokol."

9 Aralık 2016 Cuma

Ahiret olmasaydı keşkelere nasıl katlanırdık?

Ecelin kalın bir kalemi var ve hep 'keşke'lerin altını çiziyor. Yahut da şöyle: Azrail aleyhisselam, yakınımızda birisine uğrayıncaya kadar, ona dair endişelerimizin sahiciliği olmuyor. Babanıza yeterince hürmet göstermediniz mi? Aman canım, daha zaman var, gösterirsiniz. Annenize yeterince "Seni seviyorum!" demediniz mi? Aman canım, daha vakit çok, illa ki dersiniz. Amcanızı yeterince aramadınız mı? Aman canım, günler torbaya mı girdi, elbette ararsınız. Böyle ertelemeli tesellilerle ömür geçiyor. Sonra? Sonra ecel ansızın gelip çatıyor. Boş sayfası bol sandığınız defterin altına bir çizgi çekiliyor. Sayfa bitiyor. Hesap kapanıyor.

Sınavın vakti doldu. Kağıtlar toplandı. O dakikadan itibaren yukarıda ufaktan ufaktan sızısını hissettiğiniz herşey korkunç çığlıklara dönüşüyor. Artık telafileri mümkün değil. Artık zaman kalmadı. Önceleri sadece birer ihtimaldiler ama artık hakiki ihmaller. Ölüm geldiği zaman böylesi tüm ihtimalleri gerçeğe dönüştürüyor. Yerlerini doldurulmaz kılıyor. Ve siz, vicdan azabınızın "Ama... Ama..."larını "Yaa... Yaa..." olarak işitmeye başlıyorsunuz. "Ben demiştim!" diyor size. Siz de dediğini hatırlıyorsunuz. Bir yakınınız öldüğü gün, onunla ilgili amellerinizin defteri ya sağınızdan ya solunuzdan veriliyor. Mahşerde de bunun olacağına aynelyakîn bir şekilde iman ediyorsunuz.

Üniversite sınavına girenler iyi hatırlarlar o psikolojiyi. Son dakikalar gelinceye kadar zaman herşeye yeter görünür. İlk sorulara daha geniş zaman dilimleri ayrılarak cevap verilir. Acele edilmez. Son dakikalar yaklaştığında farkedersiniz ki: Daha cevaplanması gereken birçok soru ve pek az süre var. El-ayak dolaşmaya, kafa karışmaya, telaş taşmaya başlar. Tekrar bakılmak üzere kenarına işaret konulmuş sorulara dönülemez. Ya yetişir ya yetişmez. Bir de sorunun şöyle katmerli olduğunu düşünün: Sınavın kesin süresini bilmiyorsunuz. İstediğiniz kadar uzatabileceğinizi sanıyorsunuz. Ağırdan alıyorsunuz. Birden öğretmeniniz kağıdı istiyor. Hatta çekip alıyor. Şok oluyorsunuz.

Hem babamın hem amcamın vefatlarını duyduğumda aynı şeyi yaşadım ben de. Sanıyordum ki: Onlar hep oradalar. Hep yanımda olurlar. Doğduğum günden itibaren onları arkamda birer dağ gibi gördüğüm için dağsızlığın nasıl birşey olduğunu/olacağını tahmin edemiyordum. Hakîm ve Rahim olan Allah'ın takdiri yetişip, önce babamı, şimdi de amcamı aldığında seslerini bastırdığım bütün sızılar çığlık olup kulaklarımda toplandı. Daha sık aramalıydım. Evet. Daha çok ilgilenmeliydim. Evet. Daha çok yanlarında/etraflarında kalmalıydım. Dertlerini/sorunlarını daha sık kollamalıydım. Evet. Evet. Evet.

Ama bu sorular her canlandığında acı ile üzerlerine bastırdım. Ne yapabilirdim? Verecek cevabım yoktu. Allah yokluklarını tattırana kadar nimetlerini anlayamayacak kadar gafildim. Beni yalnız sanmayın. Her insan, belki şu an siz de, en az bu kadar gafilsiniz bazı konularda. Her evladın bir veya birçok 'keşke'si vardır. Keşkesi olmayan evlat anasının veya atasının kıymetini anlamamıştır. Fakat burada şunu da ifade etmeliyim: Keşkeler her zaman vefasızlığın delili olmayabilir. Bazı keşkeler vardır ki, onlar tamamen insanlığımızdan, sınırlarımızdan, zaaflarımızdan ileri geliyor. Çünkü ahiret olmadan bu dünya bize yetmiyor. Mürşidim bu sadedde diyor ki:

"Hem her insanın küçük bir dünyası, belki küçük bir cenneti dahi kendi hanesidir. Eğer iman-ı âhiret o hanenin saadetinde hükmetmezse, o aile efradı, herbiri şefkat ve muhabbet ve alâkadarlığı derecesinde elîm endişeler ve azaplar çeker. O cenneti, cehenneme döner veyahut muvakkat eğlenceler ve sefahetlerle aklını tenvim edip uyutur. Devekuşu gibi avcıyı görür, kaçamıyor, uçamıyor. Başını kuma sokar, tâ görünmesin. Başını gaflete sokar, tâ ölüm ve zevâl ve firak onu görmesin. Divanece, muvakkat iptal-i his nev'inden bir çare bulur. Çünkü, meselâ valide, ruhunu feda ettiği evlâdını daima tehlikelere mâruz gördükçe titrer. Ve pederini ve kardeşini eksik olmayan belâlardan kurtaramayan evlâtlar, daim bir keder, bir korkaklık hisseder.

Buna kıyasen, bu dağdağalı, kararsız hayat-ı dünyeviyede, o mes'ut zannedilen aile hayatı çok cihetlerle saadetini kaybeder. Ve kısacık bir hayattaki münasebet ve karâbet dahi, hakiki sadakati ve samimî ihlâsı ve garazsız bir hizmeti ve muhabbeti vermez. Ahlâk o nisbette küçülür, belki sukut eder. Eğer âhirete iman o haneye girse, birden ışıklandıracak. Ortalarındaki münasebet ve şefkat ve karâbet ve muhabbet, kısacık bir zaman ölçüsüyle değil, belki dâr-ı âhirette, saadet-i ebediyede dahi o münasebetlerin devamı ölçüsüyle samimî hürmet eder, sever, şefkat eder, sadakat eder, kusurlarına bakmaz gibi ahlâk yükseklenir. Hakikî insaniyet saadeti o hanede başlar inkişafa..."

İşte şimdi, tam da dert yakınıma isabet etmişken, şu devayı daha iyi idrak ediyorum. Öpüp öpüp yarama çalıyorum. Hakikaten de 'kısacık bir hayattaki münasebet ve karâbet dahi, hakiki sadakati ve samimî ihlâsı ve garazsız bir hizmeti ve muhabbeti vermiyor.' Gücüm bu yüzden yetmiyor. Bu yüzden sık sık geç kalıyorum. Onlar bu hizmeti ve muhabbeti vermediğinden yetişmek istediklerime yetişemiyorum. Benim ahirete ihtiyacım var. Babamın ve amcamın yokolmamasına ihtiyacım var. Onlarla irtibatımı sürdürmeliyim ki, bu 'keşke'ler, devasız dertlere dönüşmesin. Cennetimin cehenneme dönüşmemesi veya devekuşu ahmaklığıyla bulunmuş bir teselliden ötesi ancak bununla mümkün. Babamın veya amcamın ayrılığının içimde bir yara olmaması benim onları ahirette yeniden bulmamla, orada onlarla geçireceğim (inşaallah) güzel zamanlarla teselli bulabilir. Orada onlara kendimi affettirebilirim.

Hem ilacım yalnız bu kadar da değil. Madem onları yokluğa göndermedim. Madem onlar sadece mekan değiştirdiler. O zaman dualarım, ibadetlerim, amel-i salihlerim ve hatta selamlarım Cenab-ı Hafîz tarafından korunup kendilerine iletilebilir. Ölmeleriyle onlara ulaşabilmemin yolu kapanmadı ki. Ölüm yokluk değil ki. Hadis-i şerifte de buyrulduğu gibi, inşaallah, ben onların kapanmayan bir defteri olabilirim, onlar adına yazmaya devam edebilirim. Salih bir evlat olabilirsem bu mümkün. Benim yaptığım her iyilikten onların, elhamdülillah, bir hakkı/hissesi var. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam bu müjdeyi vermiş. Yapabileceğim her hayırla onlara manevî hediyeler gönderebilirim. O halde 'keşke' ateşi beni yakamaz. Ancak gayretlendirir.

26 Kasım 2015 Perşembe

Yazmak bana uygun tek tedavi şekliydi

"Çalışmama ara verir vermez gitgide daha çok batıyormuşum gibi geliyor." Virginia Woolf'un günlüğünden...

Daha gençken yazmanın bahşetmek gibi birşey olduğunu sanıyordum. Yukarıdan yapılan birşey. Yazanın okuyandan üstün olduğu bir seçilmişlik alanı. Başarısızlığım, elhamdülillah, kibrimi törpüledi. Hayallerim kırılarak adam oldum. Bediüzzaman'ın ifadesiyle 'sevmek beklediği nazarlardan nefret görünce' insan, ister istemez ayılıyor. Zaten ayılmak çoğunlukla 'beklenmeyenle karşılaşmak'tır. Yüzünüze vurduğunuz soğuk su. Umulmaz bir ihanet. Devasız bir hastalık. Hayal kırıklığı... Eşyanın Allah olamayacağını aynelyakîn farkettiğimiz anlar. Dünyanın bize yüz vermediği zamanları sevmeliyiz. Yüz verdiği halde yüzünü ondan çevirebilecek kadar iffetli olanımız pek az çünkü.

O vakitler gücendiğim, fakat şimdi şükrettiğim bu hal nedeniyle bir uyanış yaşadım. Farkettim ki: Kimse beni ve yazdıklarımı sevmese de yazmaktan başka çarem yok. Yazmadığımda bir bataklığın içine çekiliyor gibi oluyorum. Yaşamak için hiçbir neden kalmıyor gibi oluyor. Başka hiçbir fiil beni işe yaradığıma ikna edemiyor. Her işi benden daha iyi yapanlar var. Bir başkasının da kolaylıkla yapabileceği hiçbir şey varlığımın gerekli olduğuna beni kandıramıyor. Vücudumun kimseyle çekişmeyeceğim bir hikmeti olmalı. Kalbimin sahibi, vahyinde 'taşımayacağım yükü yüklemediğini' söylüyor. Yarışmaksa çok yıpratıcı. Koşmak çok zor. Yarışmadığım bir yerde yürümeliyim ömrümü.

Kurtulmak için dışıma doğru sergilediğim her çaba, bir cümle. Kendim olarak varolursam kurtulacağım. Çünkü bir başkası ben olamayacak asla. İnsan kendi olmakta yalnızdır. Bu nedenle de rakipsizdir. Varoluşumun anlamı ancak Ehadiyet'le açıklanabilir. Vahidiyet penceresinde ben de herkes gibiyim. Sesim sesler arasında yitip gidecek diye korkarım. İnsan sadece varolmakla yetinemiyor. Bir de birisi için, genelde Rabbisi için, yarışmadan özel olmak istiyor. Woolf'un 'beğenilmekle' tatmin olamaz hale gelmesinin sebebi de buydu belki. Pazartesi ya da Salı'da "(...) beğenilmek hayal kırıklığını onaramıyordu..." derken kastettiği. İnsan 'beğenmekte' çok nankördür. Onlar için özel olamazsınız. Sürekli tetikte yaşamalısınız. Her yeni şeyde eskiyi satmaya meyyaldirler. Bu endişe hayatı yaşanmaz kılar, eğer ona endeksli yaşamaya çalışırsanız.

Yazdıkça geciktiriyorum boğulmayı. Bir gün daha kazanıyorum. Kurtuluş yok. Kurtuluş ancak bir sonraki yazıya kadar. Ertesi gün yine aynı karanlık sarmaya başlıyor beni. Kafa gözümle görebileceğim kadar yaklaşıyor. Kaçıyorum.

"Ki o, kalemle öğretti. İnsana bilmediğini o öğretti." Böylece Allah içimdeki karanlıkla beni korkutarak yazmayı öğretti. Yazmakla bahşedilenin ben olduğumu anladım. Bir 'euzü' sırrıdır bu. İblis'in hilkatinin hikmetini de anlatır. Yokluğun karanlığından kaçarken Onun sonsuz varlığına sığınmak. Hayatımın tamamı bu benim. Bir gücüm varsa, o gücün kaynağı bu. Yazmaktaki hırsımın izahı bu. Ona dair yazdıkça/oldukça kalmayı başardım. Dostoyevski'nin Yeraltından Notlar'da kullandığı bir cümle var, pek severim: "Okumak bana uygun tek dış etkiydi." Ben de diyorum ki şimdi: Yazmak bana uygun tek tedavi şekliydi. Bu yazımı da mürşidimin ifadeleriyle bitireyim: "Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın, manen hastasın."

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...