teselli etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
teselli etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Aralık 2016 Cuma

Ahiret olmasaydı keşkelere nasıl katlanırdık?

Ecelin kalın bir kalemi var ve hep 'keşke'lerin altını çiziyor. Yahut da şöyle: Azrail aleyhisselam, yakınımızda birisine uğrayıncaya kadar, ona dair endişelerimizin sahiciliği olmuyor. Babanıza yeterince hürmet göstermediniz mi? Aman canım, daha zaman var, gösterirsiniz. Annenize yeterince "Seni seviyorum!" demediniz mi? Aman canım, daha vakit çok, illa ki dersiniz. Amcanızı yeterince aramadınız mı? Aman canım, günler torbaya mı girdi, elbette ararsınız. Böyle ertelemeli tesellilerle ömür geçiyor. Sonra? Sonra ecel ansızın gelip çatıyor. Boş sayfası bol sandığınız defterin altına bir çizgi çekiliyor. Sayfa bitiyor. Hesap kapanıyor.

Sınavın vakti doldu. Kağıtlar toplandı. O dakikadan itibaren yukarıda ufaktan ufaktan sızısını hissettiğiniz herşey korkunç çığlıklara dönüşüyor. Artık telafileri mümkün değil. Artık zaman kalmadı. Önceleri sadece birer ihtimaldiler ama artık hakiki ihmaller. Ölüm geldiği zaman böylesi tüm ihtimalleri gerçeğe dönüştürüyor. Yerlerini doldurulmaz kılıyor. Ve siz, vicdan azabınızın "Ama... Ama..."larını "Yaa... Yaa..." olarak işitmeye başlıyorsunuz. "Ben demiştim!" diyor size. Siz de dediğini hatırlıyorsunuz. Bir yakınınız öldüğü gün, onunla ilgili amellerinizin defteri ya sağınızdan ya solunuzdan veriliyor. Mahşerde de bunun olacağına aynelyakîn bir şekilde iman ediyorsunuz.

Üniversite sınavına girenler iyi hatırlarlar o psikolojiyi. Son dakikalar gelinceye kadar zaman herşeye yeter görünür. İlk sorulara daha geniş zaman dilimleri ayrılarak cevap verilir. Acele edilmez. Son dakikalar yaklaştığında farkedersiniz ki: Daha cevaplanması gereken birçok soru ve pek az süre var. El-ayak dolaşmaya, kafa karışmaya, telaş taşmaya başlar. Tekrar bakılmak üzere kenarına işaret konulmuş sorulara dönülemez. Ya yetişir ya yetişmez. Bir de sorunun şöyle katmerli olduğunu düşünün: Sınavın kesin süresini bilmiyorsunuz. İstediğiniz kadar uzatabileceğinizi sanıyorsunuz. Ağırdan alıyorsunuz. Birden öğretmeniniz kağıdı istiyor. Hatta çekip alıyor. Şok oluyorsunuz.

Hem babamın hem amcamın vefatlarını duyduğumda aynı şeyi yaşadım ben de. Sanıyordum ki: Onlar hep oradalar. Hep yanımda olurlar. Doğduğum günden itibaren onları arkamda birer dağ gibi gördüğüm için dağsızlığın nasıl birşey olduğunu/olacağını tahmin edemiyordum. Hakîm ve Rahim olan Allah'ın takdiri yetişip, önce babamı, şimdi de amcamı aldığında seslerini bastırdığım bütün sızılar çığlık olup kulaklarımda toplandı. Daha sık aramalıydım. Evet. Daha çok ilgilenmeliydim. Evet. Daha çok yanlarında/etraflarında kalmalıydım. Dertlerini/sorunlarını daha sık kollamalıydım. Evet. Evet. Evet.

Ama bu sorular her canlandığında acı ile üzerlerine bastırdım. Ne yapabilirdim? Verecek cevabım yoktu. Allah yokluklarını tattırana kadar nimetlerini anlayamayacak kadar gafildim. Beni yalnız sanmayın. Her insan, belki şu an siz de, en az bu kadar gafilsiniz bazı konularda. Her evladın bir veya birçok 'keşke'si vardır. Keşkesi olmayan evlat anasının veya atasının kıymetini anlamamıştır. Fakat burada şunu da ifade etmeliyim: Keşkeler her zaman vefasızlığın delili olmayabilir. Bazı keşkeler vardır ki, onlar tamamen insanlığımızdan, sınırlarımızdan, zaaflarımızdan ileri geliyor. Çünkü ahiret olmadan bu dünya bize yetmiyor. Mürşidim bu sadedde diyor ki:

"Hem her insanın küçük bir dünyası, belki küçük bir cenneti dahi kendi hanesidir. Eğer iman-ı âhiret o hanenin saadetinde hükmetmezse, o aile efradı, herbiri şefkat ve muhabbet ve alâkadarlığı derecesinde elîm endişeler ve azaplar çeker. O cenneti, cehenneme döner veyahut muvakkat eğlenceler ve sefahetlerle aklını tenvim edip uyutur. Devekuşu gibi avcıyı görür, kaçamıyor, uçamıyor. Başını kuma sokar, tâ görünmesin. Başını gaflete sokar, tâ ölüm ve zevâl ve firak onu görmesin. Divanece, muvakkat iptal-i his nev'inden bir çare bulur. Çünkü, meselâ valide, ruhunu feda ettiği evlâdını daima tehlikelere mâruz gördükçe titrer. Ve pederini ve kardeşini eksik olmayan belâlardan kurtaramayan evlâtlar, daim bir keder, bir korkaklık hisseder.

Buna kıyasen, bu dağdağalı, kararsız hayat-ı dünyeviyede, o mes'ut zannedilen aile hayatı çok cihetlerle saadetini kaybeder. Ve kısacık bir hayattaki münasebet ve karâbet dahi, hakiki sadakati ve samimî ihlâsı ve garazsız bir hizmeti ve muhabbeti vermez. Ahlâk o nisbette küçülür, belki sukut eder. Eğer âhirete iman o haneye girse, birden ışıklandıracak. Ortalarındaki münasebet ve şefkat ve karâbet ve muhabbet, kısacık bir zaman ölçüsüyle değil, belki dâr-ı âhirette, saadet-i ebediyede dahi o münasebetlerin devamı ölçüsüyle samimî hürmet eder, sever, şefkat eder, sadakat eder, kusurlarına bakmaz gibi ahlâk yükseklenir. Hakikî insaniyet saadeti o hanede başlar inkişafa..."

İşte şimdi, tam da dert yakınıma isabet etmişken, şu devayı daha iyi idrak ediyorum. Öpüp öpüp yarama çalıyorum. Hakikaten de 'kısacık bir hayattaki münasebet ve karâbet dahi, hakiki sadakati ve samimî ihlâsı ve garazsız bir hizmeti ve muhabbeti vermiyor.' Gücüm bu yüzden yetmiyor. Bu yüzden sık sık geç kalıyorum. Onlar bu hizmeti ve muhabbeti vermediğinden yetişmek istediklerime yetişemiyorum. Benim ahirete ihtiyacım var. Babamın ve amcamın yokolmamasına ihtiyacım var. Onlarla irtibatımı sürdürmeliyim ki, bu 'keşke'ler, devasız dertlere dönüşmesin. Cennetimin cehenneme dönüşmemesi veya devekuşu ahmaklığıyla bulunmuş bir teselliden ötesi ancak bununla mümkün. Babamın veya amcamın ayrılığının içimde bir yara olmaması benim onları ahirette yeniden bulmamla, orada onlarla geçireceğim (inşaallah) güzel zamanlarla teselli bulabilir. Orada onlara kendimi affettirebilirim.

Hem ilacım yalnız bu kadar da değil. Madem onları yokluğa göndermedim. Madem onlar sadece mekan değiştirdiler. O zaman dualarım, ibadetlerim, amel-i salihlerim ve hatta selamlarım Cenab-ı Hafîz tarafından korunup kendilerine iletilebilir. Ölmeleriyle onlara ulaşabilmemin yolu kapanmadı ki. Ölüm yokluk değil ki. Hadis-i şerifte de buyrulduğu gibi, inşaallah, ben onların kapanmayan bir defteri olabilirim, onlar adına yazmaya devam edebilirim. Salih bir evlat olabilirsem bu mümkün. Benim yaptığım her iyilikten onların, elhamdülillah, bir hakkı/hissesi var. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam bu müjdeyi vermiş. Yapabileceğim her hayırla onlara manevî hediyeler gönderebilirim. O halde 'keşke' ateşi beni yakamaz. Ancak gayretlendirir.

21 Ekim 2016 Cuma

Güvenmek yükünü başkasına bırakmaktır

Bu sıralar, malumunuz, 'tevekkül' üzerine düşünüyorum/yazıyorum. Bunlar, büyük keşifler değil, farkettiklerimi unutmamak için alınmış notlar gibi. Bu notlardan birisini de şimdi karalamak istiyorum. Benim de hafiflemeye ihtiyacım var. (Yazdığımın kendim için de şifaya vesile olmasını dilerim.) Tevekkülün duygularla ilgili yanı 'hafifleticiliğini' en çok gösteren yanı. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: İnsan eşyayla iki türlü ilişkiye girebiliyor. Bunlardan bir tanesi şahidî bir ilişki. Şahidî ne demek? Onda sadece seyirci konumundasınız. Yok, hayır, sadece seyirci değil, 'işleyen' konumundasınız.

Yani fabrikadaki çarklardan birisiniz. Bir bütünlüğün amacı doğrultusunda dönen/işleyen sayısı sonsuz küçük şeyden tekisiniz. Haliniz sorulduğunda, 5. Söz'deki temsilde denildiği gibi, "Devletin angaryasını çekiyorum!" diyorsunuz. İş sizin. İşleyiş devletin. Yaşananları tüm detaylarıyla bilmek/idare etmek uhdenizde değil. Devlet 'yap' dedi, yapıyorsunuz, yeter. Sorumluluk alanınız kısıtlı ve belli. Bütünün yükünü omzunuza almamışsınız. Fabrikada dönen herşeyden kendinizi sorumlu tutmuyorsunuz. Sindiremeyeceğiniz lokmayı yutmuyorsunuz. Çark kadar bir rolünüz var. Rolünüzü içtenlikle kabullenmişsiniz. Çark işlemekten mutlu, fabrika işleyişten...

Bunlardan diğer tanesi de sahibî bir ilişki. Onda seyreden değilsiniz sadece. Hem sadece işleyen de değilsiniz. Sahipsiniz. Fabrikada 'çark' değil, sizinle ilgili olan herşeyin oluşturduğu 'ilişki fabrikasının başında'sınız. Sahibi olmanın gerektirdiği bütün sorumluluklardan mesul görünüyorsunuz. Aldanıyorsunuz. Aldatıyorsunuz. 6. Söz'deki temsilde dikkatimizin çekildiği gibi "Yok yok, padişah kimdir? Ben mülkümü satmam, keyfimi bozmam!" diyorsunuz. Ama bunun da bir bedeli var. Çiftliğin bütün yükü üzerinize kalıyor. Omuzlarınız ağrıyor. Bacaklarınız titriyor. Sanılanın aksine, sahibi olmak yükünü mülküne bırakmak değil, mülkün yükünü üzerine almaktır. Bu sizi çok hırpalıyor. Geceleri rahat uyuyamıyorsunuz. Çünkü kaldıramayacağınız bir işi üstlendiniz. Çark iken patronluğa özendiniz.

Peki, şahidî de az, sahibî de çok olduğunu iddia ettiğim bu yük nereden geliyor? Görünüşte bu insanlar birdirler. Yüklerinin çok olduğunu söylediklerim omuzlarında ağırlıklarla gezmemektedirler. O halde?

İşte tam da bu noktada devreye 'duygular' giriyor. Ben iddia ediyorum ki: Varlıkla sahibî türden bir ilişki kuran insanlar, duygusal bağlamda, şahidî ilişki kuranlardan daha fazla yük çekiyorlar. Çünkü eşyaya daha şiddetli duygulanıyorlar. Bir buğday tarlasına bakıp onun güzelliğinden gözüyle/ruhuyla istifade eden, ikram edilse ekmeğinden yiyen, tarlanın sahibi gibi orayı ekip biçmeye mecbur olmuyor. Görse yetiyor. Tatsa yetiyor. Uğrasa yetiyor. Sahibi olan ise görülecek, tadılacak ve uğranılacak olanın varolmasını veya varlığını devam ettirmesini kendi omuzlarına alıyor.

Tevekkül sanıyorum en çok şu yaramızı tedavi etmekte. Tevekkül ettiğimiz her meselede eşyayla ilişkimizi yeniden sahibî düzeyden şahidî düzeye çekeriz. Sahibî ilişkinin yaratılış hikmeti, belki, duygularımıza verdiği şiddetle bizi daha gayretli ve ilgili kılmasıdır işleyişe karşı. Bir tarlayı şahidi ekemez. Sahibi eker. Ancak bu sahiplik gerçek bir sahiplik değildir. Tarla da tohum da Allah'ındır. Dilerse ekin verir. Tam da bu nedenle, sahibî bir güçle tarlayı eken kişi, bu bölgedeki sorumluluğunu yerine getirdikten sonra, nazarını tevekkülle 'restart' eder. Bu tecdid, onu tekrar 'varlıkla ilişkisinin sadece şahit boyutunda olduğuna' uyandırır. Tevekkül etmenin en büyük faydalarından birisi de burada saklıdır. Varlıkla ilişkimizin duygusal boyutunu hafifletir. Zira, şiddetli duygusallık içeren bir ilişki, ilişkinin her iki tarafını da incitir.

Duygusallığın neden incitici olduğuna dair de şöyle bir tefekkürüm var: Bence yaşadıklarımızın ruhumuzun duvarına kazınması/yazılması ancak duygular vasıtasıyla oluyor. Ancak hakkında duygulandığımız şeyler ruhumuza uzanan (bir açıdan sonsuza kadar etkileri olan) değişimler yaratıyor. Eğer hakkında bir duygulanma yaşamadıysak o hadiseyi hiç yaşamamış gibi oluyoruz.

Dikkat ediniz, hayatımızda en çok iz bırakan, dolayısıyla ruhumuzu şekillendiren veya ona kazınan olaylar, hakkında şiddetli duygulanımlar yaşadığımız olaylardır. Duygu, bilgiyi ruh yazısına çevirir. Kalbin bir görevi de burada tezahür eder. Aklî bilginin sonsuza dek ruhla beraber varolması ancak kalbi bir elekten geçmesiyle mümkündür. Hiçkimse ilkokulda çözdüğü matematik sorularını hatırlamaz. Ama en sevdiği arkadaşıyla kopyalaştığı soruyu unutmaz. Ötekini unutturup bunu hatırlatan o olayın duygudan harflerle ruha yazılmasıdır. Biz de tevekkülümüz sayesinde yaşadıklarımızın ruhumuza ne ölçüde yazılacağını seçeriz. Dünyanın üzerimizdeki duygusal baskısını azaltırız. Hâsıl-ı kelam: Varlıkla emanetçi gibi bir ilişki kurabilmek tevekkülle mümkün. Çünkü güvenmek sahiplik yükünü başkasına bırakmaktır.

8 Şubat 2015 Pazar

Düş ama düşkünleşme yalnızlığına...

“Tek bir solucan bile, sırf varlığıyla, nasıl da sıfırlıyor tüm kibirli iddiaları...” Yiğit Bener, Öteki Kâbuslar’dan.

Güneşin yeryüzünü kaplayıp kuşatması ‘Vahid’in tecellisine misaldir. Herbir şeffaf parçada aksinin bulunması da ‘Ehad’in tecellisine. Başlarken bir itiraf: Nurcular olarak ‘Ehadiyet’e dair konuşmayı ayrıca severiz. Neden? Çünkü Ehadiyet tefekküründen marifete ulaşmanın ‘Vahidiyet’ tefekkürüne kıyasla daha ‘kolay/suhuletli’ olduğunu düşünürüz. Yani, Vahidî yol ‘küllü kuşatabilecek kadar güçlü bir fikir’ gerektirirken, Ehadî yol ‘küllî olanı sezmeye yeter bir basiret’ ister. Zevkli gelir. Mürşidim bu sadedde diyor ki:

“Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, hadsiz kesret-i mahlûkatta tezahür eden vâhidiyet içinde ukulü boğmamak için, daima o vâhidiyet içinde ehadiyet cilvesini gösteriyor. Yani, meselâ, nasıl ki güneş ziyasıyla hadsiz eşyayı ihata ediyor. Mecmu-u ziyasındaki güneşin zâtını mülâhaza etmek için gayet geniş bir tasavvur ve ihatalı bir nazar lâzım olduğundan, güneşin zâtını unutturmamak için, herbir parlak şeyde güneşin zâtını, aksi vasıtasıyla gösteriyor. Ve her parlak şey kendi kabiliyetince güneşin cilve-i zâtîsiyle beraber, ziyası, harareti gibi hassalarını gösteriyor.”

Fakat bu yazıda, Ehadiyet tefekkürüne duyduğum aşkın rağmına, kendimce bir endişeme dikkat çekmek istiyorum. Belki kendimde de kabuklarını gördüğüm bir yarayı azıcık arzetmek arzuluyorum. “Nedir bu endişe a telaşesi bol çocuk?” derseniz cevaben derim ki: Ehadiyet’in, Allah’ı tanımaktaki pratikliğinin yanında, gölgesindeki seyyahları ‘niyazdan naza geçirmeye’ meyyal bir yapısı var. Nasıl? Açayım. Mesela: Teşhis ettiğin biricikliği yanlış yorumlayabilirsin. Allah’ın ‘sana özel’ tecellileri aramaya kodlandığın bir düzlemde bu ‘sana özel’in aynı zamanda ‘senin özelliğin’ anlamına geldiğini sanabilirsin. Üzerindeki has sanatı ‘seçilmişliğinin kanıtı’ sanrılayabilirsin. İblis gibi “Beni ateşten onu topraktan yarattın!” diyebilirsin. Bu yanlış inanışla Allah’a karşı kem iddialarda, hafazanallah, bulunabilirsin. Meleklere hocayken şeytanlara malzeme olabilirsin.

Hatta diyebilirim ki arkadaşım: Tüm mütekebbir iddialar buradan besleniyor bence. (Allahu’l-a’lem.) İnsan kendisindeki arızî biriciklikle Allah’ın hakiki biricikliğini karıştırıyor. ‘Olmasa da olur’ ile ‘Olmazsa olmaz’ı ayıramıyor. Parıltıyla güneşi farkedemiyor. Yani, Ehadî bir keşfediş Vahidî bir haddini bilmeyle dengelenmezse, vartalara yuvarlanmak mümkünleşiyor. Bütünü unutmak parçayı varlığında sarhoş ediyor.

Evet. Doğru. Sen özelsin. Kendin olmakta biriciksin. Ama biricikliğin seni vazgeçilmez kılmaz. Yaratılış cihetiyle sair mahlukatın üstüne çıkarmaz. Bunu bilmelisin. Kibrinin kulağını çekmelisin. Çünkü Allah’ın yalnızca senin Rabbin değil Rabbü’l-âlemin’dir. Ve yaratılan ‘zorunlu kalınan’ değildir. Ancak yaratan alternatifsizdir. Ancak o ‘Olmazsa olmaz’dır. Ki Vacibü’l-Vücud ve Vücub-u Vücud gibi kavramlar biraz da buna bakıyor. Yani: ‘Olmazsa olmaz olan yalnız O’dur (c.c.).’ Tıpkı 17. Lem’a’da dendiği gibi:

“Ey insan! Kur’ân’ın desâtirindendir ki: Cenâb-ı Hakkın mâsivâsından hiçbirşeyi ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünkü mahlûkat mâbûdiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi mahlûkiyet nisbetinde de birdirler.”

Mü’min dillerinin bal u şekeri Fatiha’nın da bu sırla başlaması ‘dengeyi daha yolun başında ders almak’ açısından ayrıca hikmetli. Evet. İman ‘elitik bir kibir alanı’ değildir. “Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe'ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir.” Çünkü Allah sadece senin Rabbin değildir. O Rabbü’l-alemîndir. Yani âlemler Rabbidir. Sense o âlemler içinde yalnızca bir âlemsin. Dünya senin merkezinde dönmüyor. Tek murad edilen sen değilsin. Sebeplerden bir sebepsin. Nedenlerden bir nedensin. Kullardan bir kulsun. Biriciklik sanrın daha başlarken elinden alınıyor ki haddini bilesin.

“Meselâ: Bir bahçeyi sulayan cetvelin deliğini açmayan adam o bahçenin kurumasına ve o nimetlerin ademine sebep ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka, yüzer şerâitin vücuduna tevakkufla beraber, illet-i hakikî olan kudret ve irade-i Rabbâniye ile vücuda gelir. (...) Evet, iktiran ayrıdır, illet ayrıdır. Bir nimet sana geliyor. Fakat bir insanın sana karşı ihsan niyeti o nimete mukarin olmuş. Fakat illet olmamış. İllet rahmet-i İlâhiyedir. Evet, o adam ihsan etmeyi niyet etmeseydi o nimet sana gelmezdi, nimetin ademine illet olurdu. Fakat, mezkûr kaideye binaen, o meyl-i ihsan, o nimete illet olamaz. Ancak yüzer şerâitin bir şartı olabilir.”

İkincisi: Yine yalnızlığın elimizden alınışı ile yapılan, ama bu defa had bildirmeyen, aksine duvar kıran bir teselli. Fatiha’nın hatırlatması buna da muvaffak oluyor. Çünkü böylelikle ‘Rabbi Allah olan herşeyle’ bir kardeşlik oluşuyor aramızda. Benim Rabbim, senin de Rabbin, onun da Rabbi, herşeyin Rabbi... O halde çokluk içinde tekliğimizden korkarak yaşamamalı. O çokluğun sahibi bir. Dizginleri hep Onun elinde. Hareketleri hep Onun kontrolünde. Onlar da bizim durumumuzda. Demek biz bu durumda da yalnız değiliz. Her yolun acemisi ‘tek aceminin kendisi olmayışıyla’ teselli bulur. Fatiha yolun başında “Endişelenme, üzülme, daha neler neler bu yolda senle beraber...” demekle de bir mutluluk sağlıyor. Ötekine olan korkumuzu alıyor. Ötekisizlikten gelen korkuyu da...

Üçüncüsü: Bir de bundan ötede, Rabbü’l-âlemin hakikatinin ihtarı içinde, bir diğer had bildiriş var ‘bilme’ yönüyle. Elhamdülillah. Yani, âleminde yansıyanlardan hareketle tanıdığın Allah’ın sırf marifetinden ibaret olmadığını, daha yarattığı âlemler sayısınca aynaları, delilleri ve şahitleri bulunduğunu, bu yönüyle ‘bilme’ noktasında da bir nihayet kibri duymaman gerektiğini görmen dersi var. Şöyle özetleyeyim bunu da: Hakikat asla ‘benbenciler’in malı olamayacak! Şimdi baştan beri söylemeye çalıştıklarımı toparlayayım arkadaşım: Allah Rabbü’l-âlemin: Yani yalnızca ‘senin’ değil. Allah Rabbü’l-âlemin: Yani sen ‘yalnız’ değilsin. Allah Rabbü’l-âlemin: Yani yalnız senin ‘bildiğin kadar’ değil. Bu da benim Rabbü’l-âlemin tefekkürüm. Ama bitirirken birşeyi daha kulağına küpe etmeliyim arkadaşım: “Rabbü’l-âlemin” tefekkür ettiğimden ibaret de değil. Payını aramayı unutma.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...