30 Mart 2016 Çarşamba

Kur'an kime yeter? (6)

Bu da ilginç birşey: Ne zaman Kur'an'ı anlamanın bir yetkinlik gerektirdiğini, bir ihtisas alanı olduğunu ve özellikle selef-i salihin büyüklerinin yetkinliğinin/otoritesinin kabul edilmesi gerektiğini belirtseniz; Kur'an müslümanlığı(!) taifesi sizi şu gibi ayetlere aykırı hareket etmekle itham ediyorlar: "Andolsun ki sana apaçık ayetler indirdik." Yeter ki içinde 'apaçık' ve 'ayet' ifadeleri geçsin; artık böylesi her ifade 'ulemanın yetkinliğinine başvurmanın gerekliliğini' veya "Kur'an hakkında yorum yaparken ihtisasın şart olduğunu" söyleyenleri çürütmek için delil olarak kullanılabilir. Neden herhangi bir ilim veya en basitinden bir bilim için söylenmesi rahatlıkla mümkün birşeyi Kur'an gibi 'tüm ilimlerin kaynağı' bir kitap için söyleyemiyoruz? Çünkü Cenab-ı Hak bizzat kendisi ayetlerine 'apaçık' diyor. Apaçık olanı izah etmek için hiç ilim, eğitim, otorite veya yetkinlik aranır mı? Cık, cık, cık...

Tabii bu arkadaşlara 'apaçık' olmasıyla kendilerine yorumlamada şahane bir serbesti kazandırdığını sandıkları Kur'an'ın Arapça olduğunu ve dolayısıyla kendileri için (eğer Arapça bilmiyorlarsa) o kadar da 'apaçık' olmadığını anlatamıyorsunuz. Çünkü ona da hazır bir cevapları var: "Kur'an Arapça değil Rabcadır." Gördünüz mü aforizmayı? Tenzih ederken veya yüceltirken güya, hallediverdik farklı dil meselesini. İlme gerek yok. Mantığa da. Aforizmayla halloluyor her iş.

Sakın Kur'an'da Cenab-ı Hakkın vahyini, "Anlayasınız diye, biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik..." diye andığını hatırlatmayın, işe yaramaz, çünkü onlar 'apaçık'a kapılmış gitmişlerdir. Gayrı ne Arapça bilmediklerini, ne de Kur'an'ın Arapça oluşunu vurguladığını hatırlamazlar. Zaten umursamazlar da. Nihayetinde 'eksik kalmaya mahkum kul sözlerinden' oluşan mealler onlara yeter de artar bile. Edebiyat duayenlerinden birisinin, mesela Cemil Meriç'in, "Tercüme yeni bir teliftir..." cümlesini hatırlatsanız, mutlaka ona da bir cevapları olacaktır. Ancak iş bu kadarla da kalmaz. İlk taş yerinden oynayınca din artık yerinde durur mu? Kaynamaya/kaymaya başlar herşey. Sarf ve nahiv ilminin de önemi azalır böylece. Dili bilmeye ihtiyaç duymayanlar, o dilin kaidelerine, dolayısıyla o dilde oluşabilecek anlam karmaşalarını gidermeye yarayacak bir ilme, neden ihtiyaç duysunlar ki? TDVİA'da sarf ve nahiv hakkında şöyle bir bölüm olduğunu nakletmenizin de bir anlamı yoktur:

"Kadîm râvi ve müellifler nahiv ilminin ortaya konulmasını gerektiren bazı sebepler zikretmişlerdir. Bir kısım âyetlerin (et-Tevbe 9/3; el-Hâkka 69/37) kıraatinde görülen okuma hataları yahut ana dili Arapça olmayanlardan birinin veya Ebü’l-Esved’in kızının yaptığı bir konuşma hatası üzerine Basra Valisi Ziyâd b. Ebîh’in yahut oğlu Ubeydullah’ın ya da Hz. Ömer’in emriyle, diğer bir rivayete göre ise Hz. Ali’nin bazı temel esasları zikredip yol göstermesiyle Ebü’l-Esved ed-Düelî tarafından nahiv ilminin kurulmuş olduğu kabul edilir (İbn Kuteybe, II, 159; İbn Cinnî, II, 8)."

'Apaçıktır' ya! Kur'an öyle buyurmuştur ya! Sahabenin, hatta sahabenin en büyüklerinin, hatta Hz. Ömer'in (r.a.) veya Hz. Ali'nin (r.a.) gerekli gördükleri bir ilmin gerekli olmasına ne gerek vardır? Düpedüz boş işlerdir bunlar(!). Mealler her işi çözer. Ve bir de çılgın yorum gücümüz. Nurcu olsanız, hatta en gözönünde Nurculardan Senai Demirci olsanız, şöyle diyebilirsiniz: '(...) sarf-nahiv’in çetrefilli konusu ola ola hayattan uzaklaşmış Kur’ân dili...' Bediüzzaman'ın 'tefsir mukaddemesi' olarak kaleme aldığı Muhakemat'ta kaç kere Arapça hakkında 'lisan-ı nahvi' dediğini hatırlamaz o da. Hatta şöyle demesi bile önemsizdir Bediüzzaman'ın artık: "Demek muhakkak oldu ki, âyâtın delâil-i i'câzının miftahı ve esrar-ı belâğatın keşşafı, yalnız belâğat-ı Arabiyenin madenindendir. Yoksa, felsefe-i Yunaniyenin destgâhından değildir."

Ne kadar tuhaf değil mi? 1400 yıldan fazla bir zamandır, her nedense, ümmet ayet-i kerimelerdeki 'apaçık' ifadelerini anlayamamış ve Kur'an'ı anlamak için bazı ihtisas dallarına/ilimlere ihtiyaç duymuştur. Bu aynı zamanda 'apaçık' olanın, hâşâ, kendisiyle düşülen bir çelişkidir. Eğer Kur'an apaçık ise, neden muhteşem(!) zekalardan mürekkep Kur'an müslümanları(!) ilim dünyamıza teşrif edene kadar bu apaçıklık anlaşılamamıştır? Apaçık olanın '1400 yıldır yanlış anlaşıldığını' iddia etmek de yine o apaçıkla düşülen bir tezat değil midir? (Hem de dil ve sosyoloji olarak nüzulünün daha yakın olduğu dönemlerde yanlış anlaşılmıştır.) Demek ki: Kur'an müslümanlarının anladığı şekilde anlaşılmadığı sürece Kur'an 'apaçık' değildir. Yahut da bu apaçıklık yalnız bu zamanın Kur'an müslümanları(!) için geçerlidir. Eğer onların anladığı gibi anlarsanız artık apaçıktır. Bu da Kur'an müslümanlarının size fikir özgürlüğü başlığı altında yutturdukları kendi şahane diktatöryalarıdır. Yerseniz.

28 Mart 2016 Pazartesi

Müslüman 'tarafgir' olur mu? (2)

"İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder." Sözler'den.

Empatiyi sorgusuz/sualsiz yüceltmenin en korkutucu yanı şu ki: Bazen empati yapmaktan ötürü, kendini o şeyin avukatı gibi hissetmeye başlarsın. Yalnız hissetsen yine iyi. Bazen, öyle olduğunu düşünmediğin halde, şeytanın avukatı olursun. Kötüyü anlamaya çalışmak, ondaki güzellik kırıntılarını veya bütünde ifade ettiği güzelliğin nakışlarını bulup ortaya çıkarmak açısından güzeldir. Çünkü mürşidimin ifadesiyle: "Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki herşey, her hadise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hadiseler var ki, zahiri çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var."

Fakat bir yanlışı anlamaya çalışmak, hem de iyiliğe olan tarafgirliğinizi yitirerek çalışmak, yanlışın ağzına/ağına düşüp lokma olmak açısından tehlikelidir. Burada en temel ölçümüz—bir nevi koruma kalkanımız—‘buğz’ olmalıdır bana göre. Bir kötüdeki kötülüğü irdelerken veya anlamaya çalışırken aynı zamanda buğzu kalbimizden hiç gitmemeli. Ona buğzetmeyi bırakmamalıyız ki, 'anlamaya çalıştığımız' kötülük, 'savunduğumuz' kötülük haline gelmesin.

İnsanın, başkalarını rasat ederken düşebileceği çok tuzak var. Empatiden avukatlığa kayma, bunlardan sadece birisi. Serinin birinci yazısında da alıntılamıştım. Neseî'de geçen bir hadis-i şerifte buyuruyor ki Allah Resulü aleyhissalatuvesselam: "Şu üç haslet kimde bulunursa, o kişi, imanın tadını ve lezzetini almıştır. Allah ve Resulünün o kimseye, o ikisinin dışındaki herşeyden daha sevimli olması. Allah için sevmesi ve Allah için buğzetmesi. Büyük bir ateşe düşmek Allah'a herhangi birşeyi ortak koşmaktan daha sevimli gelmesi."

Buradaki sıralama da bana ilginç gözüküyor: 1) Allah ve Resulüne duyulacak sevginin diğer her sevgiden aşkınlığı. 2) Sevginin ve buğzun itikada göre şekillenir bir hale gelmesi. 3) Bu itikadın esaslarından vazgeçmenin ateşe düşmekten daha can acıtıcı gelmeye başlaması... Dikkat ederseniz bu üç aşamanın hiçbirinde mü'mine tavsiye edilen 'tarafsızlık' değildir. Aksine, taraf olduğunu belli edecek hislerin/duyguların varlığıyla sınanmaktadır imanın lezzeti.

Bu yüzden Kur'an'da defaatle buyrulduğu gibi, mü'min, şeytandan bir vesvese geldiğinde Allah'a sığınmaktadır ve sığınmalıdır. Bu reflekse sahip olmalıdır. Tuttuğu tarafa sığınmaktır çünkü bu onun için. Bu noktadan hareketle diyebilirim ki: İmanın tadını almış bir mü'min için hakikat-i imaniye noktasında tarafsızlık diye birşey mümkün değildir. Tarafsızlık kokan bir empati de mümkün değildir. O, empatisini ancak 'yanılgının dayanaklarını farketmek' ve 'devalar üretmek' için yapar, yanılgıya hak vermek için değil. Bu noktada Bediüzzaman'ın 'bitarafane muhakeme' eleştirisini yine hatırlayalım:

"Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir."

Ebubekir Sifil Hoca'nın Akaid Bilinci Sohbetleri'de dikkat çektiği birşey var. Aklımda kaldığı gibi ifade edeceğim: "Şu hataya düşmememiz lazım. Dün televizyonda bir hoca dinledim, aklım karıştı. Dün bir yazı okudum, aklım karıştı. Dün elime bir kitap geçti, aklım karıştı... Arkadaşlar, aklınız çok kolay karışıyor. Bu din bize dün inmedi."

Hakikaten de Ebubekir Hoca'nın dikkat çektiği maraz ile müptelayız. İslam'a ve bize öğretilen hakikatlere tarafgirliğimizi yitirmişiz. Daha doğrusu tarafgirliğin hayattaki okunuşu olan teslimiyetimizi yitirmişiz büyük ölçüde. Ona taraftar olmadığımız için ona sığınmıyoruz. Mustafa İslamoğlu bir şüphe attığında İmam Gazalî'ye (r.a.) sığınmıyoruz. Yaşar Nuri Öztürk bir galat savurduğunda İmam-ı Azam'a (r.a.) sığınmıyoruz. Geleneğe tevekkül etmiyoruz. Karşı tarafla tarafgirliğimizi yitirmiş bir empatiyle veya ne kadar objektif olduğu tartışılır bir objektiflikle muhatap oluyoruz. Bu da anlamaya çalıştığımız şeyin avukatı olmaya başlamakla ve yara almakla neticeleniyor.

İnsan ancak tarafını tuttuğu şeyin bilgisini üretir. Onun bakış açısıyla bakarsa onun delillerini görür. Sahibi böyle bir tarafgirliği koruduğu sürece taklidî iman kurtuluşa vesile olur. Bediüzzaman'ın, ehl-i tarikatın mürşidine duyduğu şiddetli muhabbetin onları koruyucu bir mahiyeti olduğunu söylemesi de bununla anlaşılır bence. Bu tarafgirlik yitirildiğinde, sadece taklidi iman değil, tahkiki iman da amacını yitirmiş olur. Tahkiki iman bu tarafgirliği kazanmak içindir. Hülasa-i kelam: Tarafgirlik imanda kötü birşey değildir. Objektiflik veya empati de her zaman iyi birşey değildir. Hem İmam Cüveynî (r.a.) hem de Bediüzzaman'ın 'yaşlı kadın imanı' hadisini nasihatleri içinde bize hatırlatmaları, belki bu sırr-ı teslimiyeti hatırlatmak için. Çünkü annemden biliyorum: Size hiçbir delil anlatamıyor, ama imanı kaya kadar sağlam ve kesinlikle sorgulatmıyor.

26 Mart 2016 Cumartesi

Senai Demirci ne yapmaya çalışıyor (3): Kimdir asıl gömlek yırtan?

"Onlar sana indirilene de inanırlar, senden önce indirilene de..."
(Bakara sûresi, 2)

Senai Demirci'yi ve yazdıklarını önemsemek lazım. Ben önemsiyorum. Dikkatimi çeken detaylara nur talebesi kardeşlerimin de dikkatini çekmeye çalışıyorum. Her ne kadar bu yaptığımdan dolayı eleştirilsem de vazgeçmeyeceğim. Çünkü Senai Demirci'nin kaleminden dökülenler kesinlikle onda başlayıp onda biten birşeyi değil, bir kayışı veya 'kaydırma planını' deşifre ediyor. Bu noktadaki endişelerimi daha evvel birkaç yazıda dile getirmiştim. Risale-i Nur ve Bediüzzaman, niyetini çözemediğimiz bazı eller tarafından, ehl-i sünnet ve'l-cemaat kodlarından uzaklaştırılmaya çalışılıyor. Bu koparış, yani Bediüzzaman'ı bir dağ silsilesinin bu zamandaki ucu gibi değil de bir ada gibi gösterme çabası, metinlerinin spesifikleşmesine neden oluyor.

Bediüzzaman'ın Kur'an'la tevhid-i kıblesini 'hadis inkarcılığına' karine yapabileceğini sanıyor kimileri. Bediüzzaman'ın âlem-i İslam'ın bin senedir barındırdığı sorunlara yaptığı atıfları ehl-i sünnetin 'uydurulmuş din' oluşuna tevil ediyor yine başkaları. Öyle şeyler okuyorum ki, işitseniz, şaşarsınız. Evet, bunların hepsi oluyor. Peki, neden oluyor? Çünkü biz nur talebeleri Bediüzzaman'ı bir dağ silsilesinin bu zamandaki zirvesi gibi tarif edemedik. Zirveyi ardındaki dağdan ayırdık.

Muhabbetimiz ifrat etti. Mübalağayı caiz zannettik. İhtilalci mübalağa 'hakikati incitici' oldu, ama zevkinden farkına varamadık. Hakkında yapılan her övgüyü de, ifrat/tefrit tartmadan, öpüp başımıza koyduk. Teenninin hakkını veremedik. Kendimizi İslamî gelenekle yeterince referanslandıramayışımız ve Bediüzzaman'ı yetiştiren kaynaklara hâkim olamayışımız, kullandığı kavram ve kelimeleri 'onda başlayan onda biten tarifler'le ele almamıza neden oldu. Sonra bu yol dahi terkedilmeye başlandı. Zamanın ilcaatı ve konjonktür efendinin buyruğu ile Bediüzzaman'ın kavramları doldurulmaya başlandı.

Göremedik ki, Bediüzzaman'ı ehl-i sünnet ve'l-cemaatin mensubiyeti üzerinden okumazsak, nerede/ne söylediğini yeterince anlayamayız. Müellifin ifadesiyle: Risale-i Nur medresenin malıdır. O kökle bağı koparsa bu çınar yaşayamaz. Müceddidlik veya asfiyalık veya evliyalık... Bunların her birisi Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın Everest'inden nefes alan sıradağlardır. Her birisinin dediğini bir diğerinin söylediği besler veya bağlar. Bediüzzaman'ı daha şiddetli ve çok göstermek gayretinden sıradağı ada ettik. Ada olunca belki haşmeti daha şiddetli göründü, ama arkasındaki silsile görünmez oldu. Üstelik o dağ silsilesini sevenler de bize kısmen küstüler.

Daha açık nasıl söylenir bilemiyorum: İslam geleneğini bilmeye Bediüzzaman'ın ilk dönem talebelerinden daha fazla muhtacız. Onlar, Osmanlı'dan miras kalan bilgileriyle ve itikaddaki salabetleriyle bizim Risale metinleri üzerinde düşebileceğimiz hatalardan daha korunaklı bir haldeydiler. Biz öyle değiliz. Bilmiyoruz ki, Eş'arî geleneğini, Bediüzzaman'ı onun içinde konumlandıralım ve sözlerini o çizgiden okuyalım. Bilmiyoruz ki; İmam Gazalî Hazretlerinin, İmam-ı Rabbani Hazretlerinin, Abdulkadir-i Geylanî Hazretlerinin çizgisini, Bediüzzaman'ı onların sözleriyle birlikte hıfzımıza alalım. Bu bizim ayaklarımızı kayganlaştırıyor. Sonra modernistin/reformistin/ehl-i bid'anın birisi ortaya çıkıyor. Bediüzzaman'ın sözlerini istediği gibi eğip büküyor. Birisi Bediüzzaman'ı Calvinist ediyor, öteki Liberal, diğeri Hümanist, beriki Sosyalist, ileriki Modernist... Senai Demirci bu kırılmanın çatlaklarından birisi sadece.

Onun da büktüğü kavram 'müceddid.' "Özür dilerim Üstadım" yazısını okuyun Allah aşkına, orada Bediüzzaman'a çizilen alanın reformistten/ehl-i bid'adan ne farkı var? Geleneği böyle kırdıktan, yırttıktan, kötüledikten sonra Bediüzzaman'ın ortaya koyduğu ne olabilir? Yeni bir itikadî ekol mü kurdu? Yeni bir mezhep mi inşa etti? Yeni bir fırka-i dâllenin mi başına geçti Üstad, hâşâ!

"Her asır başında hadîsçe geleceği tebşir edilen dinin yüksek hâdimleri, emr-i dinde mübtedi' değil, müttebidirler. Yani, kendilerinden ve yeniden bir şey ihdas etmezler, yeni ahkâm getirmezler. Esasat ve ahkâm-ı diniyeye ve sünen-i Muhammediyeye (a.s.m.) harfiyen ittibâ yoluyla dini takvim ve tahkim ve dinin hakikat ve asliyetini izhar ve ona karıştırılmak istenilen ebâtılı ref' ve iptal ve dine vâki tecavüzleri red ve imha ve evâmir-i Rabbâniyeyi ikame ve ahkâm-ı İlâhiyenin şerafet ve ulviyetini izhar ve ilân ederler. Ancak tavr-ı esâsiyi bozmadan ve ruh-u aslîyi rencide etmeden, yeni izah tarzlarıyla, zamanın fehmine uygun yeni ikna usulleriyle ve yeni tevcihat ve tafsilât ile îfa-i vazife ederler."

Bu ifadeleri Şualar'ına koyduran müellif, acaba Senai Demirci'nin bahsettiği kişi midir? İçtihad Risalesi'nin yazarı, yani "Nasıl ki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir; yeni kapıları açmak, hiçbir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem nasıl ki büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlarda delikler açmak, gark olmaya vesiledir. Öyle de, şu münkerat zamanında ve âdât-ı ecânibin istilâsı ânında ve bid'aların kesreti vaktinde ve dalâletin tahribatı hengâmında, içtihad namıyla, kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriplerin girmesine vesile olacak delikler açmak, İslâmiyete cinayettir..." sözlerinin sahibi güzel Üstad mıdır bu 'gömlek yırtan?'

"Sonra imanın kuvvetinden ulvî bir zevk-i hakikat alan o seyyah-ı talip, enbiya aleyhimüsselâmın meclisinden gelirken, ulemanın ilmelyakîn suretinde kat'î ve kuvvetli delillerle, enbiyaların (aleyhimüsselâm) dâvâlarını ispat eden ve asfiya ve sıddîkîn denilen mütebahhir, müçtehid muhakkikler, onu dershanelerine çağırdılar. O da girdi, gördü ki: Binlerle dâhi ve yüz binlerce müdakkik ve yüksek ehl-i tahkik, kıl kadar bir şüphe bırakmayan tetkikat-ı amîkalarıyla, başta vücub-u vücud ve vahdet olarak müsbet mesâil-i imaniyeyi ispat ediyorlar..." diyen güzel Üstad mıdır geleneğe kullanılmış mendil muamelesi yapan?

Bu Üstad mıydı Senai Demirci'nin şöyle tarif ettiği:

"(...) Bu cümle, İslam düşüncesinin tüm kazanımlarını yenileyerek önümüze koyan, geleneğin tekrarlarından bizi sıyırmak için zindanlara razı olan, ülfetle olağanlaştırdığımız ayetlerin anlamını taze bir heyecanla kanatlandıran, zahir ulemasının tarihe hapsettiği vahyin her hecesiyle şu anımızı inşa eden, sarf-nahiv’in çetrefilli konusu ola ola hayattan uzaklaşmış Kur’ân dilini ağzımızda tazeleyen, her an yeniden yaratılışın heyecanını çiçek çiçek bize duyurarak, yine yeni yeniden iman etmeye çağıran, bir tomurcuğun açılışında, bir baharın dirilişinde esma-i hüsnanın anlamlarını saf bir canlılıkla okuyan sen sevgili Üstadımın adına kurulmuş bir cümle…
Bu cümle, benim de talebesi olduğum ‘müceddid’in yanında kalarak yazılmış bir cümleydi. (...) Sen 'yenileyici' iken, sen tortulaşmış kalıpları kıra kıra konuşurken, sen zihnimizi şablonların zincirlerinden özgürleştirirken, bizi kalıplara çağıran, şablonlara zincirleyen bir cümleydi. (...)
"Bu cümleyi, bu cümlenin mümasillerini, bunun misali cümleler üzerinden bizi Kur’ân’a muhatap etmeye çalışan akademik ilahiyat dilini, soğuk kelam üslubunu, kalbimize emanet ettiğin sahabe mesleği adına reddediyorum. Sen bizi geleneğe yaslanmamayı öğrettin. Sen bize 'böyle gelmiş böyle gider' diye diye nakilcilikle bulanmış o nehirden kıyıya çekmek için ter döktün. Sen bize 'şaz' yorumlara gözü pek bakmayı telkin ettin. Seni ‘şaz’ görmeyen taleben, seni nasıl ‘müceddid’ kabul eder ki? Tecdid ‘şaz’ değil midir? Yenilemek, geleneğin gömleğini yırtmak değil midir?"

Değildir de, sana nasıl anlatacağız abi? Kemali 'yırtmakta' arayanlara İslam'ın üzerine inşa edildiği şeylerden birisinin de bu ilmî/amelî silsileye hürmet olduğunu nasıl öğreteceğiz? Eline geçen toz zerresi kadar yorum gücüyle baştan çıkarak mestolduğunda; dilinden, bağlamından ve sosyolojisinden ışıkyılları kadar uzaklaştığın Kur'an'ı anlamada selef-i salihinin senin için 'olmazsa olmaz' olduğunu, sen, nasıl anlarsın? Bediüzzaman'ın, küçümsediğin sarf ve nahiv ilmiyle İşaratü'l-İ'caz'da neler başardığını nasıl idrak edersin?

'Yırtmayanda' kemal aramıyorsun ki sen? Asıl kemalin 'uyumda' olduğunu görmüyorsun ki. Metnin içinde Üstad'ı övmek için kullandığın her ifade aslında bir sonraki cümlende yapacağın yönlendirme için kapı yağlama. Nurcu kalplerin kapıları gıcırdamasın diye yağlıyorsun. Ki senden önce de çokları böyle böyle nur talebeleri arasına sızdılar. Sonra da birer canlı bomba gibi kendilerini patlattılar. Fethullah Gülen öyle, Mustafa İslamoğlu öyle, Emre Dorman öyle, Caner Taslaman öyle... Sahi, övmek anlamaktan sayılır mı?

Şimdi ben sana desem ki: Tecdid 'yeni birşey ihdas etme' değil, 'tazeleme'dir. Tazeleyicinin birşeyleri 'yırtması' gerekmez. Geleneğe sövmesi, kızması, bağırması gerekmez. Bağlamı, selefinin de kendi zamanlarında yaptığı gibi, zamanına hatırlatması ve yaşatması onun müceddid olması için yeterlidir. Sen bunu anlayamazsın. Modern zaman çocuğusun. Göğü delen göktelenler, Hâmân'a Musa aleyhisselamın Rabbine ulaşmak için yaptırılan kuleler, 'yırtıcı dikkat çekicilik'ler zamanının çocuğusun. Sıradışılığın rağbetli olduğu zamanlar yetiştirdi seni. Senin zamanında itibar 'incitmemekte' değil 'yırtmakta' aranır. 'Parçası olmakta' değil, 'önüne geçmekte' aranır. 'Uyum'da değil 'bozmakta' görülür.

Bediüzzaman, salt bir 'hatırlatıcı' iken hoşuna gitmez/gidemez senin. Çünkü sana yapmak istediklerinin yolunu açamaz o haliyle. Bediüzzaman bir reformist olmalıdır ki, geleneğe kızmalıdır ki, sen de yırtmak istediklerinin gömleklerini yırtasın. Sonra da gömleği yırtılanın üzerine atasın suçu. Züleyha'nın Yusuf aleyhisselama yaptığı gibi... Bunca geleneğe kızmanın bundan başka sebebi ne ola ki? Arzusu gerçekleşmemiş nefsin iffete öfkesi bu. Züleyha'nın günahına cevaz vermeyen Yusuf'a öfkesi... “Bin dört yüz yıldır hiçbir müfessirin aklına gelmemiş yorumları ben Risale-i Nur’da okudum, okuyorum, okuyacağım...” demeye devam et. Biz 1400 yıllık balı Bediüzzaman kaşığından tekrar be tekrar tadacağız.

25 Mart 2016 Cuma

Vahiysiz peygamberlik olur mu?

Gün geçmiyor ki, kendisine Kur'an Müslümanı diyen, fakat hakikatte ‘hadis inkârcılığı’ndan başka marifeti olmayan yoz taifenin Kur'an'la bir 'ters düşme'sine daha rastlamayalım. Bunları yazmaktan ben usandım, belki siz de okumaktan usandınız, ama inanın bu arkadaşlar kötü kaleciler gibi ters köşeye yatmaktan usanmıyorlar. Evet. Bugün yine birisine dair konuşmak istiyorum sizlerle. Geçenlerde kendisini böyle tarif etmekten memnun bir arkadaşla yaşadığımız tartışmada farkettim anlatacağım sıkıntıyı. Necm sûresinin 3. ve 4. ayetlerini ‘koparmakla’ yapılan bir cerbezedir misal edeceğim.

Hızla sadede geleyim: Necm sûresinin 4. ayeti ki kısacık bir meali şudur: "O ancak kendisine vahyolunanı söyler." Bu arkadaşlar bu/benzer manadaki ayetleri ayrıca seviyorlar. Neden? Çünkü onlar böylesi ayetleri şöyle acayip bir şekilde anlamayı seçiyorlar: “Aleyhissalatuvesselamın işi sadece kendisine vahyolunanı bildirmekti. Onun ötesinde vazifesi yoktu. Dolayısıyla aslolan sadece Kur'an'dır. ‘Sünnet’ diye ona ilave edilen şey aslında bu dine kaçak kat çıkmaktır vs.” Bu iddialarını kuvvetlendirmek için "Peygamberin üzerine düşen ancak tebliğdir..." gibi meallendirmeleri kullanmayı da ihmal etmiyorlar. Sanki orada kastedilen “Hidayet senin elinde değildir!” demek değil de “Kur’an’ı oku geç!” buyurmakmış gibi. Eh. Cerbezenin hüneri nedir ki zaten efendim? Aşurenin nohutunu ayıklayıp gösterirler de “İçtiğimiz nohut çorbasıdır!” dedirir bunlar.

Tabii bu tutumları sorunun hangi yanlış zemine basmaktan kaynaklandığını da gösteriyor. Ehl-i Sünnetin ‘vahiy tanımı ve kapsamı’ ile bu arkadaşların ‘vahiy tanımı ve kapsamı’nın birbirinden epey farklı olduğunu idrak ediyorsunuz böylece. Evet. Bu arkadaşlar, vahyi, sünnilerin 'vahy-i sarihî' dediği başlığa münhasır görüyorlar. ‘Vahy-i zımnî’yi kabul etmiyorlar. Yani onlara göre: “Kur'an'dan başka vahiy yok. Haricinde vahiy gelmedi. Başka birşeye vahiy demek, Kur'an'a ayet eklemek veya Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı bu dinin inşasında Allah'a ortak koşmak gibi birşey…” Hâşâ! İşte benim 'halaya yanlış ayakla başlamak' diye tabir ettiğim türden bir yanlışlıktır bu. Hatadır. Tabii üst düğme yanlış iliklenince alttakiler de bir türlü doğru iliklenemiyor.

Yanlışı ortaya koymak için, arkadaşların delil olarak kullanmayı pek sevdikleri, Necm sûresinin 4. ayetini 3. ayetiyle beraber ele almak lazım. Ne diyor Necm sûresi bize bu ayet-i celilelerle? Kısa bir meallerini alıntılayalım: "O hevadan (kendi istek, düşünce ve tutkularına göre) konuşmaz. Ancak kendisine vahyolunanı söyler." Burada kastedilen 'o' kim? Onu da 2. ayet-i kerime haber veriyor: "Arkadaşınız (Muhammed) yanılmadı, sapmadı, aldanmadı." Yani farkediyoruz ki: Ayetler aslında Aleyhissalatuvesselama indirilen vahyin 'Kur'an'dan ibaret olduğunu' söylemek için değil, aslında onun mübarek dilinden dökülen herşeyin bir şekilde 'vahiyden' olduğunun beyanını içeriyor. Peki bu 'vahyin kapsamı' nasıl anlaşılmalı? Onu da mürşidimin metinlerinden takip edelim:

"Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, hem beşerdir, beşeriyet itibarıyla beşer gibi muamele eder; hem resuldür, risalet itibarıyla Cenâb-ı Hakkın tercümanıdır, elçisidir. Risaleti, vahye istinad eder. Vahiy iki kısımdır: Biri vahy-i sarihîdir ki, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir, müdahalesi yoktur: Kur'ân ve bazı ehâdis-i kudsiye gibi. İkinci kısım, vahy-i zımnîdir.

Şu kısmın mücmel ve hülâsası, vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilâtı ve tasvirâtı Resul-i Ekrem aleyhissalâtüvesselâma aittir. O vahiyden gelen mücmel hâdiseyi tafsil ve tasvirde, zât-ı Ahmediye aleyhissalâtüvesselâm, bazan yine ilhama, ya vahye istinad edip beyan eder, veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadıyla yaptığı tafsilât ve tasvirâtı ya vazife-i risalet noktasında ulvî kuvve-i kudsiye ile beyan eder, veyahut örf ve âdet ve efkâr-ı âmme seviyesine göre, beşeriyeti noktasında beyan eder."

Peki ‘vahy-i zımnî’yi vahy-i sarihîden ayıran nedir? Yani ikisinin arasında değer açısından ne gibi farklılıklar vardır? Bunu da Bediüzzaman'ın sözlerinde takip edelim:

"İşte, her hadîste, bütün tafsilâtına vahy-i mahz noktasıyla bakılmaz. Beşeriyetin muktezası olan efkâr ve muamelâtında risaletin ulvî âsârı aranılmaz. Madem bazı hâdiseler mücmel olarak, mutlak bir surette ona vahyen gelir, o da kendi ferasetiyle ve tearüf-ü umumî cihetiyle tasvir eder. Şu tasvirdeki müteşabihâta ve müşkülâta bazan tefsir lâzım geliyor, hattâ tabir lâzım geliyor. Çünkü, bazı hakikatler var ki, temsille fehme takrib edilir. Nasıl ki, bir vakit huzur-u Nebevîde derince bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: 'Şu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp şimdi Cehennemin dibine düşmüş bir taşın gürültüsüdür.' Bir saat sonra cevap geldi ki, 'Yetmiş yaşına giren meşhur bir münafık ölüp Cehenneme gitti.' Zât-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâmın beliğ bir temsille beyan ettiği hâdisenin tevilini gösterdi."

Görüldüğü gibi, bir mü'min, Aleyhissalatuvesselamın tasnif ettiği şekilde vahyi kategorize eder. Eğer Aleyhissalatuvesselam birşeyin Kur'an'a dahil edilmesini emretmişse bundan anlaşılır ki: O vahy-i sarihîdir. Eğer mübarek dillerinden sözü olarak ifade buyrulmuşsa o mü'min anlar ki: O vahy-i zımnîdir. Fakat her iki şekilde de konuştuğu vahiydendir. Vahiyden haberlidir. Vahiyden kopuk, hissesiz veya hevasından konuşmaz Aleyhissalatuvesselam. Kur'an-ı Hakîm bize bunu söylüyor. Yani onun mübarek ağzını övüyor. Hâşâ! Hadis inkârcılarının anladığı gibi susturmaya çalışmıyor.

Yine İşaratu'l-İ'caz isimli eserinde Bakara sûresinin 2. ayetini tefsir sadedinde diyor ki mürşidim: "İphamı ifade eden ‘ma’ iman-ı icmâlînin kâfi geldiğine ve imanın, hadîs gibi bâtınî ve Kur'ân gibi zâhirî vahiylere şâmil olduğuna işarettir." Yani, ayette yeralan 'sana indirilen' ifadesindeki müphemiyet, onun Kur'an'dan/vahy-i zahiriden ibaret olduğunu söylememizi engelliyor. Böylelikle hadislerin hakikat olduğunu yine bize Kur'an söylemiş oluyor. Nerede bu heriflerin anladığı nerede Kur’an’ın dediği!

Fakat bu ayette bir güzel sır daha var ki şudur: "Onlar sana indirilene de inanırlar, senden önce indirilene de..." beyan-ı icmalîsinde dikkatimiz vahyin iki türüne de çekilmiş bulunuluyor. Nasıl? Hepimiz biliyoruz ki kendisine kitap indirilmemiş peygamberler de var. Hatta ‘kitap’ veya ‘suhuf’ verilen peygamberlerin sayısı pek az. O zaman sormak gerekiyor: Peki diğerleri nübüvvet görevini nasıl yaptılar? Sayıları yüzbinlerle ifade edilen ve hatta ‘her kavme gönderildikleri’ bildirilen peygamber efendilerimizin görevlerini yaparken dayandıkları şey ne idi? Vahy-i sarihîsi, yani kitabı-suhufu, olmayanlar neyle nübüvvet dava ettiler?

İşte burası hakikatte Kur'an'ın ruhundan epeyce uzak düşmüş olan Kur’an Müslümanı arkadaşların bir çıkmazı oluyor. Diğer peygamberlerin Kur'an veya benzeri metinler olmadığına göre onlar nübüvvetlerini neyle icra ettiler? Hâşâ! Allah'tan habersiz mi nebilik ettiler? Sözlerini ‘Haktan geldi!’ diye mi yutturdular? Halbuki, elhamdülillah, Ehl-i Sünnetin vahiyde yaptığı tarif ve tasnif bu problemi de çözmüş oluyor: Onlar nübüvvetlerini vahy-i zımnî ile icra ettiler. Kitabı olmayan peygamberler vardı. Ama vahiysiz peygamber yoktu. Çünkü vahiy ‘vahy-i sarihî’ye münhasır değildi.

Uzattım. Biliyorum. Fakat birşey daha söyleyip bitireceğim: Diyelim ki, hâşâ, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın Kur'an dışında aldığı vahiy yok ve konuştuğu şeyler de hevasından. Bu durum hak din adına nasıl bir korkunç senaryodur düşünebiliyor musunuz? Cenab-ı Hakkın emrettiği, ancak uygulamasını ve detaylarını Resulünün pratiğinden öğrendiğimiz namaz, oruç, zekat, hac vs... gibi ibadetler başta olmak üzere, dinin neredeyse yüzde doksanı tartışmaya açık hale gelir. Çünkü beşerîleşir. Hevaileşir. Bu arkadaşların bizi itham ettikleri 'Allah Resulünü dinin inşasında Allah’a ortak koşmak' ancak şu yukarıdaki muhalin kabulüyle olur. Yani esasında onların dedikleri bu anlama gelmektedir. Demek, Aleyhissalatuvesselam dini 'vahiysiz' inşa etmiştir, hâşâ!

Daha da ötesinde: 'İnsanları ve cinleri yalnız kendisine kulluk etmeleri için yarattığını' kelamında buyuran Cenab-ı Hakkın, bu kulluğun detayına dair herşeyi, kendisi belirlemek yerine (hâşâ) Aleyhissalatuvesselamın hevasına bıraktığını söylenmiş olur ki, bu da kişinin Allah tasavvurundaki ciddi sorunlara işaret eder. Bütün kainatı en ince detayına kadar yaratan Halık-ı Hakîm, nasıl olmuştur da, hilkatten murad ettiği kulluğun keyfiyetini insana bırakmıştır? Yahut 'bırakması' mı ondan daha beklenilir birşeydir, yoksa Aleyhissalatuvesselama vahy-i zımnî ile bildirip onun da ümmetine öğretmesi mi daha beklenilir birşeydir? Hasılı: Bu Kur'an müslümanlarının Kur'an'dan daha çok çeliştiği birşey yok, fakat taş kafalarına anlatılmıyor, vesselam.

23 Mart 2016 Çarşamba

Kürtleri sadece Türkler mi asimile ediyor?

Çok yaşadığım birşey. Artık sayısını tutmuyorum. Ama düşündürdüklerini önemsiyorum. HDP'li tanıdıkların, dindar olsun/olmasın, İttihad-ı İslam'ı savunan Kürtler hakkındaki düşünceleri pek katı. Defalarca nümunelerini yaşadım. Aslında bu konuda dindar Kürtlerin bir arada kalmışlığı da var. Türkiye'nin ulus-devlet kodlarından kurtulması gerektiğini söyledikleri için ulusalcı Türklerin de pek sevdiği tipler değiller.

Buna ilave olarak ulusalcı Kürtler de ayrılıkçı olmadıkları için onlardan hoşlanmıyor. Benzeri bir durum dindar Türkler için de geçerli elbette. Onlar da ulusalcı Türklerin ve Kürtlerin baskısı altındalar. Ancak dindar Kürtlerin onlardan fazla/farklı olarak maruz kaldığı bir suçlama daha var: Asimilasyon.

Evet, hasbelkader bu çizgide birisiyle tartışmaya girseniz, tartışmanın bir yerinde yüzünüze çarpılacak tokat budur: Siz asimile olmuşsunuz. Türk olmuşsunuz. Kürtlüğünüzü unutmuşsunuz. Büsbütün haksız da değiller elbette. Kürt kimliğinin parçası sayılabilecek bazı şeyler sizde bulunmuyor veya kısmen bulunuyor. Mesela: Dil. Hoş, her ulusalcı Kürdün de diline anadili gibi sahip olduğu söylenemez. Hatta bazıları hiç bilmiyorlar.

Ancak tam da bu eşikte ben bir soruyu hep gündeme getiriyorum: Bir Kürdün asimilasyonu sadece dilini unutmasından mı anlaşılır? Kürt kimliğinin başka öğeleri yok mudur asimilasyona maruz kalan veya kalabilecek? Hele de müslümanların ‘m’siz medeniyet tarafından topyekün asimilasyona uğradığı ahirzamanda? Bu soruları önemsiyorum. Zira bence bu gibi bazı kimlik öğelerine nazarımız (ve de kimliğimiz) hasredilerek bize bir çeşit "Cambaza bak cambaza!" oyunu oynanıyor. Operasyon çekiliyor. Dilini unutmamış bir Kürdün de başka kimlik öğelerini unutmuş olabileceği ihtimali unutturuluyor.

Peki bununla kastettiğim nedir? Şimdi farklı düşünen kardeşlerimin canı yanacak ama söyleyeyim: Fatiha'yı bile okuyamayan Sünni Kürdü ilk kez HDP çizgisinin yükselişiyle tanımış oldum. Bu noktada diyebilirim ki: Kürtler sadece sistemin ellerinde değil HDP çizgisinin ellerinde de bir asimilasyon yaşıyorlar. Tıpkı CHP elinde Türklerin yaşadıkları gibi. Fakat bu asimilasyon daha sinsi. Unutturduğu Kürt kimliğinin dünyevî yönleri/göstergeleri değil. Uhrevî yönleriyle kavgası var.

1 ve 2. Lem'a'larda mürşidimin Yunus ve Hz. Eyyub aleyhisselam kıssalarından hareketle yaptığı bir analiz vardır. Hz. Yunus'la ilgili olandan bir alıntıyla açmaya çalışayım:

"İşte Hazret-i Yunus aleyhisselâmın birinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle, onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor, onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim hevâ-yı nefsimiz hûtumuzdur, hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor. Bu hut onun hûtundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hûtu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hûtumuz ise yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor."

Bediüzzaman'ın Risaleler içine yayılmış bu ve benzeri analizlerinin bize öğrettiği nedir? Allahu’l-a’lem. Bence bize yaralarımızı/dertlerimizi değerlendirmede doğru paradigmayı sunuyor Bediüzzaman. Yani "Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlâhiyeye iltica edip feryad etmek gerektir. Fakat dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler..." derken kastettiği ile aynı şeyi zikrediyor burada.

Tabii biz bunu söylediğimizde ‘çıkması istenen sesi’ çıkarmamış oluyoruz. Yine de bu sesi çıkarmaktan vazgeçmemeliyiz. Evet, tamam, Türkiye üzerine kurulduğu ulus-devlet yapısıyla Kürtleri perişan etti. Fakat Türkleri de perişan etti. Kürtlerin de kodlarına saldırdı ama Türklerin de kodlarına saldırdı. Kürtler dillerini unuttular da Türkler yüz sene önce yazılmış kitaplarını okuyabiliyor/anlayabiliyorlar mı? Süleymaniye Kütüphanesi gibi en büyük yazma eserler arşivine kaç Türkün girebilesi var? Ve şimdi hem Türkler hem de Kürtler bu rejimin kodlarını 'kardeşlik/dindarlık' düzlemine getirebilme potansiyeline sahipler. Heyhat! Nerede o uyanıklık?

Hepimiz az-çok farkındayız: Devlet eskisi gibi 'değişmesi teklif dahi edilemez' durmuyor. Bu değişime dahil olup olumlu katkı yapmak varken yaralarımızı deşerek yenilerine uğramanın ne mantığı var? Dine gelen musibeti bertaraf edebilmenin imkanını yakalamışken işin o tarafını büsbütün görmezden gelerek, salt seküler kodlara konsantre olmak, kurdun gövdeye girdiği bir fitneyi çağrıştırmıyor mu? Müfid Yüksel Hoca’nın yıllardır dikkat çektiği tehlike ‘İslamsız Kürdistan’ bu pencereden bakınca çok da uzak bir risk gibi görünmüyor.

Kardeşler ayrı devlet kurmak İslam'ın şartlarından değildir. Hayatta kalmanın da şartlarından değildir. Mutlu olmanın da şartlarından değildir. Yaşanılanları inkâr etmenizi beklemek yanlış. Tamam. Fakat bu durum, çocuklarınızı, bir ulusalcı öfke uğruna sosyalizmin kollarına attığınız gerçeğini değiştirmiyor. Diyelim ki ben asimile oldum. Fakat beni yutan asimilasyon balığı en fazla dünyamı yakabilir. Siz öfkenizden bir başkasına neredeyse ahiretinizi yutturacaksınız. Öyle ya, 'İttihad-ı İslam' veya 'uhuvvet' deyince tüyleri diken diken olan ben miyim, yoksa siz misiniz? Allah kalbimize istikamet versin. Böyle şeyleri duyunca hasmının adını duymuş gibi ürperenin kalbi ne şekle girer?

21 Mart 2016 Pazartesi

Tarihçe-i Hayat'tan Birinci Söz'e bakarken

Bu bana ilginç geldi. Bilmem bir başkasına da öyle gelir mi? Bediüzzaman'ın 'besmele'yi anlatan Birinci Söz'e nasıl bir temsil-i hikayecikle başladığını hepiniz az-çok hatırlıyorsunuzdur. Hatırlamayanlar için o kısmı tekrar edelim:

"Bedevî Arap çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabile reisinin ismini alsın ve himayesine girsin—tâ şakîlerin şerrinden kurtulup hâcâtını tedarik edebilsin. Yoksa, tek başıyla, hadsiz düşman ve ihtiyacatına karşı perişan olacaktır. İşte, böyle bir seyahat için, iki adam sahrâya çıkıp gidiyorlar. Onlardan birisi mütevazı idi, diğeri mağrur. Mütevazii, bir reisin ismini aldı; mağrur almadı. Alanı her yerde selâmetle gezdi. Bir kàtıu't-tarîke rast gelse, der: 'Ben filân reisin ismiyle gezerim.' Şakî def olur gider, ilişemez. Bir çadıra girse o nam ile hürmet görür. Öteki mağrur, bütün seyahatinde öyle belâlar çeker ki, tarif edilmez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi. Hem zelil, hem rezil oldu."

Birinci Söz'e dair eski yazılarımı okuyanlar hatırlarlar. Mezkûr temsilde geçen 'Alanı her yerde selametle gezdi' cümlesini "kainatı Allah'la açıklamanın kolaylığı" perspektifinden analiz etmiştim daha önceleri. Bu yazıda ona bir başlık daha eklemek istiyorum: "Hayatı Allah'la yaşamanın kolaylığı." Peki, bunu söylerken aslında ne demek istiyorum? Risale-i Nur'da, hem kainatı varlıksal açıdan Allahsız açıklamanın/akletmenin imkansızlığı vurgulanır; hem de yaşamsal açıdan Allahsız hissetmenin/tatmanın zorluğu vurgulanır. Birincisi 'aklî bir imkansızlıktır' ikincisi 'kalbî bir acıdır.' Daha geniş bir tefekkür için iki kelimenin ardına düşmenizi isteyeceğim: 'Muhal' ve 'elem.' Risale-i Nur'da bu iki kelimenin kullanıldığı yerleri şöyle bir gözden geçirseniz, işaret etmeye çalıştığım şeyi siz de sezersiniz. 'Muhal' size aklî imkansızlıkların vurgulandığı yerleri okutur. 'Elem'se kalbî acıların izlerini gösterir.

Yani Allah'ın ismini almadığınız zaman yanınıza (aklınıza/kalbinize/hatırınıza) kainatı varlıksal açıdan açıklamak da güçleşir (bu her zaman bir hissedişe tekabül etmek zorunda değildir), duygusal anlamda yaşamak da güçleşir (bu da her zaman akledişe yaslanmak zorunda değildir). Kainatta her an olan sayısız şeyi bir anlama kavuşturup izah etmeye çalışanı da selamete çıkaracak olan Allah'ın ismini almaktır; yaşadığı şeylerden payına düşen hissedişle huzur bulmak isteyeni kurtaracak olan da.

Birincisine Ayetü'l-Kübra Risalesi güzel bir örnek oluşturabilir. İkincisine Hastalar veya İhtiyarlar Risalesi. Belki 'afakî' ve 'enfüsî' tefekkür dediğimiz iki daireyi birbirinden ayıran da bu 'duyuş'tur. Ayetü'l-Kübra Risalesi'nin yolcusu kainatı varlıksal açıdan bir yere koymaya çalışır. Hastalar Risalesi'nin yolcusu ise hissettiği şeye bir anlam vermeye gayret eder. Bu iki ders türü en nihayet Birinci Söz'deki o cümleye bağlanır: 'Alanı her yerde selametle gezdi.' Yani; yaşamı hissediş boyutunda da, akletme boyutunda da selametli bir şekilde anlamlandırdı. Düşünmek de ona zor gelmedi, hissetmek de. Varolmakta onu zorlamadı, yaşamak da.

Yaşamak demişken, yine daha evvel hakkında çok yazdığım birşey, Bediüzzaman'ın tefsir metodunda hayatın tefsirin içinde olması meselesi. Bediüzzaman kendi yaralarını yazıyor. İçindeki insana dokunuyor. Bu dokunuştan çıkan sesler onun metinlerini de daha dokunaklı kılıyor bizler için. Çünkü bizi yaralarımız kardeş kılar. Aynı şeye sevinenlerden çok, aynı acıya üzülenler kardeştir. Gerek Hastalar Risalesi'nde, gerek İhtiyarlar Risalesi'nde, gerek külliyatın geneline yayılmış hatıralarında Bediüzzaman'ın metinlerine katmak istediği şey bu bence: Hissettiği yerden konuşmak. O zamanlar bunu şöyle ifade etmiştim diye hatırlıyorum: "Kur'an'ı hayatla tefsir etmek." Hakikatleri anlamasına yardımcı olan olayları birer sebeb-i nüzul gibi metinlerine bağlayarak okurlarının da aynı hissedişi yaşamasını sağlamak. Ki bence bu, bir açıdan, tasavvufun da bilgi üretim tarzıdır. Hissediş de sözün anlamının, bağlamının ve tesirinin parçasıdır.

Mesela Birinci Söz'deki temsil-i hikayeciğe bakalım. Mürşidimin Tarihçe-i Hayatı'nı okuyanlar bilirler ki: Cizre'de Miran aşiretleri reisi Mustafa Paşa'yla yaşadığı gerilimin ardından Biro çölünü geçerek Mardin'e gitmiştir Bediüzzaman. Fakat bu çöldeki yolculuğu hadisesiz geçmez. Önüne hikayecikte olduğu gibi yolkesenler çıkar. Çatışmaya da girer onlarla. Tam şakilerin eline düşecekken birisi Bediüzzaman'ı Miran'ın büyükleri içinde gördüğünü hatırlar. Yolcu isim almamıştır, ama şaki ismi okumuştur. İlişmeye çekinirler. Gideceği yere kadar götürmeyi teklif ederler. Kabul etmez.

Hakkında konuştuğumuz Bediüzzaman olunca yaşadığı hiçbir olayın marifet-i ilahiye noktasında ona birşey öğretmemesi aklımıza gelmiyor. Sinekten ders alıp 'muallimi/öğretmeni' sayan bir ömürlük talebe var karşımızda:

"Nefsimle mücâdele ettiğim bir zamanda, nefsim kendinde gördüğü nimet-i İlâhiyeyi kendi malı tevehhüm ederek gurura, iftihâra, temeddühe başladı. Ben ona dedim ki: 'Bu mülk senin değil, emânettir.' O vakit nefis gurur ve iftihârı bıraktı, fakat tembelliğe başladı. 'Benim malım olmayana ne bakayım? Zâyi olsun, bana ne?' dedi. Birden gördüm: Bir sinek, elime kondu, emânetullah olan gözünü, yüzünü, kanatlarını güzelce temizlemeye başladı. Bir neferin mîrî silâhını, elbisesini güzelce temizlediği gibi, sinek de temizliyordu. Nefsime dedim: 'Bak.' Baktı, tam ders aldı. Sinek ise, mağrur ve tembel nefsime hoca ve muallim oldu."

Acaba bu 'ömürlük talebe' Biro çölünde yaşadığı olaydan da bir ders çıkardı mı? Neden olmasın? Birinci Söz'deki temsil-i hikayeciğin Bediüzzaman'ın bu yaşadıklarıyla bir ilgisi olduğunu düşünüyorum ben. Fakat bunu böyle deyince 'bedevi' ifadesinden ötürü aşırıya gittiğimi söyleyenler de oluyor. Çünkü 'bedevi' kelimesi onların nazarında birazcık tahkir. "Bediüzzaman, başından geçen bir olaydan esinlenerek hikaye kurgularken ana karakteri 'bedevi' yapmış olamaz." Neden olmasın? 'Biz böyle anlıyoruz' diye müellif de o manayı kastetmek zorunda mı? Divan-ı Harb-i Örfî'yi okuyanlar bilirler. Bediüzzaman kendisi hakkında 'bedevi' ifadesini de kullanır orada. "Ben ki bedevi bir adamım..." der mesela. Neden yine öyle bir manayı kastediyor olamasın? Bu son kısım herkese öyle gelmeyebilir. Hoşuma giden bir farkediş olduğu için yazmak istedim. En doğrusunu Allah bilir. Ancak o kıssanın neden Tarihçe-i Hayat'a girecek kadar kıymetli bulunduğunu da böylece nefsime açıklamış oldum.

18 Mart 2016 Cuma

Bediüzzaman bizi defansa çağırıyor

Hiçbirimiz hiçbirşeyin tamamı değiliz. Tevhide iman etmek bir açıdan da insanın ‘bütünü değil parçayı ifade ettiğini’ kabul etmesi demektir. Müstakilliğinden soyunması demektir. Buzunu havuza atması demektir. Daha has dairede ümmet bütünlüğüdür bu. Mana-i harfi ile bakılabilir yalnız bize artık. 'İsim' olmayacağımızı/olamayacağımızı yola çıkarken kabul etmişizdir. O vakit kendimizle başlayıp bitmek için kasılmaya da gerek yoktur. ‘Bize özel’ saydığımıza kapılmaya gerek yoktur. Muteber olan kardeşliktir.

Vaktiyle Mevlana'ya (k.s.) atfedilen şöyle bir ifade duymuştum: "Aynı dili konuşanlar değil aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir." Hakikaten öyledir. 'Duyuş'la lisanın ilgisi 'ses'le ilgisinden yoğundur. Lakin burada bir de parantez açmam gerek arkadaşım: Ben ‘duygu’ ile ‘duyu’ arasındaki mesafenin beden-kalp-ruh arasındaki mesafeyle ilgili olduğunu düşünmekteyim. Bedenin farkındalığı duyuştur. Duyuları vasıtasıyla olur bu. Bu bedenî farkındalıklar kalp denilen beden-ruh arası berzahta duyguya dönüşür. Yani maddi olan manevi olana kalpte dönüşür. Burada kastettiğimiz elbette et parçası kalp değil. Kalp daha aşkın birşey. Bedensel olanla ruhla ilgili olanın birbirleriyle irtibat kurdukları bir ayna/alan. Hem bir yansıtıcı hem bir dönüştürücü.

İşte, duyularla gelen bilgiler eğer kalbe kadar tesir edebilirlerse, o zaman o duyuşumuz duyguya dönüşür. Düşünün bir kere. Onca yüz içinde sevdiğinizin yüzünü farklı kılan nedir? Nedir o detay ki başka hiçbir yüz onunki gibi dalgalanma yapmaz yüreğinizde? Buna benzer dostluk/kardeşlik bağları hemen hemen bütün mahlukatla aramızda vardır. En temel düzeyde tevhiddir sizi varlıkla ilişkili kılan. Aynı Ustanın eseri olduğunuzu hissedersiniz herşeyle. Bu ülfetimizin başıdır. Ve dahi kardeşliğinizin. Belki aynı Esma’ya ayna olmak dahi böylesine aşinalıklar madenidir.

İşin fıtrata bakan yanı böyle. Ama bir de irademize bırakılmış tarafı var. Nasıl? Dünyayı anlamlandırışımızı etkileyen en önemli şey imanımız. Aynı âlemde yaşıyor olabiliriz. Fakat aynı imanı paylaşmadığımız insanlarla farklı varlık telakkilerine sahip olduğumuzu kabul etmemiz gerek. Bu zeminde olay biraz karışıyor. İradeyle çağırdığımız nur o kadar tesirli bir surette kalbimize işliyor ki varlık algımızın da farklılaşması kaçınılmaz oluyor. Fıtrattaki benzerlikler artık kardeşliğe yetmiyor.

Bediüzzaman "Zaman, tarikat zamanı değil, iman kurtarmak zamanıdır..." derken ne demek istedi? Ben bunun yukarıda bir miktar konuştuğum ‘duyu, duygu ve iman’ meselesiyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Açayım: Bir müslümanın İslamî lafızlarına dönük kalbî uyanıklığı bir kafirde bulunmaz. Çünkü onlara karşı bir duygulanımı yoktur. Çağrıştırdığı bir duygu hafızası yoktur. Duygu hafızası nasıl oluşur peki? Daha evvel Ahmed isminde birisi size büyük bir iyilik mi yaptı? O zaman tanıştığınız her yeni Ahmed'e karşı iyimser olmanız normaldir. Sivaslı birisinin sizde kötü bir anısı mı var? O zaman tanıştığınız bütün Sivaslılarda bu temkininizin izleri kalacaktır.

Evet. İmanımız neyi/nasıl tarif ettiğimiz kadar neyden/ne kadar duygulanacağımızı da belirliyor. Bunu son zamanlarda yaşanan olaylarla daha yakından gördük. Bazılarımız, aynı dili konuştuğumuz bazılarımız, en bariz acılarımızda bile bizim gibi acılanmıyorlar. Çünkü onun 'kötü' veya 'olmaması gereken' olduğuna inançları zayıf. Veya hatta 'olmaması gereken' olduğuna dair bir düşünceleri de yok. Böylesi hisler ister istemez insanın imanı ile ilgilidir. İman farklılaştığında hisler de farklılaşır.

Hayatımızdaki her kelimeye/nesneye tesir eden birşeydir kastettiğim. Aynı dili konuşmaya, aynı tepkileri vermeye devam etmek istiyorsak, aynı imanı duymaya da devam etmeliyiz ve bu da siyaset/ekonomi konuşarak olmaz. Kendi has dairemizi konuşarak da olmaz. Ya? Ortak yanlarımızı/yaralarımızı konuşarak olur. İmanın üzerinde daha fazla durmakla olur. Çünkü müslümanların anadili de, anayolu da, anayasası da odur. Ehl-i Sünnet dairesi bizim cadde-i kübramızdır. Bu yönüyle “Zaman tarikat zamanı değildir!” ifadesi mü’minler için bir tür “Defansa gelin!” çağrısıdır.

İran hükümeti acaba neden Suriye'de şehid olan sünni masumlara mesafeli? Batılılar neden müslümanların başına gelen büyük katliamlar karşısında sessiz? Peki neden içimizden birileri ‘zahiren bizden olmalarına rağmen’ onlarla hisdaş? Çünkü varlık algımızda imanımızdan kaynaklı farklar var. İman farklılaştıkça varlık algımız da farklılaşıyor. Varlık algımız farklılaştıkça duygularımız da farklılaşıyor. Kardeşlik zeminimiz imanımızla beraber kayboluyor. Yani kuyrukları birbirine bağlı şeyler bunlar.

Bu eşikten artık diyebilirim ki: Mürşidim bizi ‘imanı kurtarmaya’ çağırırken aynı zamanda ittihadın dayanağı olacak dili de kurtarmaya çalışıyor. Çünkü bu zemin ayağımızdan kaydıktan sonra aynı kelimeleri konuşuyor olsak da aynı duygulara kapılmayacağız. Aynı şeylere aynı tepkileri vermeyeceğiz. Kavramların altı boşalacak. Manalar ölecek. Bakışlar değişecek. Türevlerini çoğaltabiliriz. Ancak sonuç değişmez. Bizim aynı dili konuşmaktan daha çok aynı şeylere, aynı şekilde inanmaya ve aynı hislerle duygulanmaya ihtiyacımız var. İttihad ancak böylesi bir tevhid-i kulub ile mümkün. Çünkü tevhid-i kulub biraz da ‘ortak duygu hafızasına sahip olmak’tır.

15 Mart 2016 Salı

Kur'an nasıl 'içimizden biri' olur?

Mürşidim Minhacü's-Sünne’sine bir kısacık meali şu şekilde olan ayet-i kerimelerle başlıyor: "Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir. (Resulüm) Eğer senden yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter. Ondan başka ilah yoktur. Ben Ona tevekkül ettim. O yüce Arş'ın Rabbidir." Evet. Peki Bediüzzaman bu ayetleri sünnetle ilgili bir bahsin başına neden almıştır? “Allahu’l-a’lem!” kaydıyla cevap verirsem: Bu ayetlerde sünnet-i seniyyenin varlık sebebine dair de işaretler vardır. Onun bize sağladığı kolaylık, yollar içinde gösterdiği mübarek istikamet, yine mürşidimin mezkûr metnin devamı niteliğinde kaleme aldığı Mirkatü's-Sünne Risalesi'nde şöyle açıklanır:

"Hem o seyahat-i ruhiyede, çok tazyikat altında, gayet ağır yükler yüklenmiş bir vaziyette kendimi gördüğüm zamanda, Sünnet-i Seniyyenin o vaziyete temas eden meselelerine ittibâ ettikçe, benim bütün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hiffet buluyordum. Bir teslimiyetle, tereddütlerden ve vesveselerden, yani 'Acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat mıdır?' diye endişelerden kurtuluyordum. Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı. Ne vakit Sünnete yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum."

İşte, bu metnin de şahitliğiyle, ben artık nefsime diyorum ki arkadaşım: Aleyhissalatuvesselamın ümmetine şefkatinin en büyük delili bizzat sünnet-i seniyyesidir. Yani hayatıyla bize bıraktığı öpülesi izdir en büyük merhamet hediyesi. Yüzbin elhamdülillah. Yüzbin öpücük olsun. Fakat bu söylediğimi 'ihtimal hesaplarının çıldırtıcılığını' idrak etmemiş heva eşekleri anlayamaz. Yanlışa düşme korkusu çekmeyenin yol gösterene ehemmiyet verdiği görülmemiştir. Halbuki ilahî kelamdaki muradın hayatta neye karşılık geldiği, şüpheye ve tereddüte yer bırakmayacak en somut şekillerde, sünnet-i seniyye içinde mahfuzdur. Anlatılmıştır. Gösterilmiştir. Bu ihsan hem Allah'ın hem de Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın merhametinin lazımıdır. Şân-ı keremlerinin gereğidir. Çünkü Rabb-i Rahim, tıpkı kelamında da buyurduğu gibi, bizim için kolaylık diler, zorluk dilemez. Sünnet olmadığındaysa kullar somutlukta müşküle düşer. Kelimelerin içini eylemle doldurmakta zorlanır.

Kelamullah bütün zamanlarla/insanlarla konuşur. Onun bu yapısı aynı zamanda 'kısa söylemekle uzun kıldığı' bir anlam okyanusu oluşturur. Bütün zamanlar, zeminler ve zihinler istidatlarına göre ve de gayretleri ölçüsünde bu mukaddes okyanustan nasiplenirler. Fakat bu okyanus asla kuşatamayacakları bir zorluktur aynı zamanda. Nasıl bir zorluktur? İhtimaller zorluğudur. Murad-ı ilahiyi sırf kelamından anlamaya çalışan ve hayatına aksettirmek isteyen bir mü'mini önce ‘ihtimaller külfeti’ ve ‘somutlaştırmanın güçlüğü’ karşılar.

İşte, Aleyhissalatuvesselam, Rabbulâlemin'in izniyle ve emriyle, birçok dinî emirdeki/nehiydeki soyutluğu somutlaştırarak tahdit etmiştir. (Somutlaşan soyutluk insan için daha kavranılır bir hale gelir.) O belirsizlikten ortaya çıkabilecek tüm ifrat ve tefritleri sünnetinin duvarlarıyla alıkoymuştur. Yani Kur’an’ın, Umberto Eco’nun ifadesiyle, ‘aşırı yorum’lardan korunmasını sünnetin zaptıyla olmuştur. (O zaptta emeği geçenlere yüzbin rahmetler olsun.)

Namazdan kastedilen nedir? Oruçtan kastedilen nedir? Hac nasıl yapılırsa tastamam olur? Allah'ın zekat olarak istediği nedir? Kurban hangi şartlarla kesilir? Tüm bu soruların detaylı cevapları öncelikle sünnet içinde mevcuttur. Onun dini ‘içimizden biri’ haline getiren yapısıdır ki kolaylığın da kaynağıdır. Ve bu kolaylık, elbette önce Rabb-i Rahim’in, sonra da Aleyhissalatuvesselamın merhametindendir. İsterler ki: Müslümanlar ihtimal hesapları içinde şaşkın kalmasınlar. Murad-ı ilahiye uygun hareket etmeyi suhuletle başarsınlar.

Sünnetin bizi 'ihtimal hesaplarından' kurtardığı o kadar çok mesele vardır ki! Hatta denilebilir ki: Dinin her detayını şekillendiren, gösteren, öğreten evvela sünnet-i seniyyedir. Onun olmadığı zeminde en temel ibadetlerin dahi nasıl yapılacağı 'kestirilemez' olur. Bir din bin din olur. Bir namaz bin namaz olur. (Kimi takla atar. Kimi amuda kalkar. Kimisi kafasının üstünde döner.) Kur’an’da onlara dair bilgi azdır. Somutlukları sünnettendir. Bu eşikten diyebiliriz ki artık: Güya Kur'an adına, sünnet-i seniyye ile kavga edenler, aslında yokluğunda oluşacak boşluğu hevalarıyla doldurmak isteyenlerdir. Evet. Kainat boşluk kabul etmediği gibi din de boşluk kabul etmez. Eğer somutun bilgisi sünnet-i seniyyeden alınmayacaksa o halde bu modern zaman peygamberciklerinin(!) akılcıklarından alınacaktır. Akıl dediğimiz de haddizatında akıl değil hevadır.

Arkadaşım, aynı isimlerin, sünnet yanında hak mezheplerle de kavgalı olmalarına şaşırmamalı. Çünkü hak mezheplerin amacı da yolları arttırmak değil, bilakis, ümmetin içtihada taalluk eden meselelerde 'nereye gittiği anlaşılmayan çok yollar içinde' kaybolmalarını engellemektir. Onların Kur'an'a ve sünnete vukufiyetleri içinde yaptıkları içtihadın 'ihtilaf çıkarmak' gibi bir amacı yoktur. Aksine: Amaçları ihtilafları usûllerle azaltmaktır. Başta sahabe-i kiram olmak üzere tabiin ve tebe-i tabiinin bütün müçtehid isimleri, yolları çoğaltmaya değil, 'tevhid' etmeye çalışmışlardır. Belki biraz da bu yüzden ilk dönemlerde 12 olduğu rivayet edilen hak mezheplerin sayısı zaman içinde 4'e düşmüştür. Ve yine biraz da bundan sahabe sayısı kadar ayrı yol oluşmamıştır. Herbirisi ayrı bir yöne doğru yürümemiştir. Çünkü o salih seleflerimiz, canımız onlara kurban olsun, modern zaman hevaperestleri gibi ‘yolları çoğaltmak aşkına’ yola çıkmamışlardır. Onların gayesi Kur'an'ı ve sünneti iyi tahlil ederek ümmeti 'çok yol baskısı'ndan kurtarmaya çalışmaktır. Tekilliğe yatkın hakikati bulmaktır.

Fakat, dikkat eder misin, modern zaman sünnetsizleri Kur'an-ı Hakîm'i okumaya başladıklarında en genel-geçer dinî emirlerde dahi ortalığı bir binbir ‘göre’nin sisi sarmaktadır. Bunlardan birisi arkadaşının kolunda İstanbul'u gezerken namazını kıldığını söylemektedir. (Çünkü ona göre namaz sadece duadır.) Bir başkası namazın sadece Allah'a saygı göstermek olduğunu ifade etmektedir. (Artık eğilmeye/kalkmaya ve hatta duaya bile gerek yoktur.) Bir başkası kurbanın 'parası burs verilerek de' kesilebileceğini düşünmektedir. (Zira kurban kesmek hayvancılığın önemli olduğu eski zamanlarda kalmış vahşi bir eylemdir.) Böylece Aleyhissalatuvesselamın merhametle, vahiyle, emr-i ilahîyle, düşmememiz için azalttığı yollar, bu hevaperestlerin eliyle çoğaltılmaya çalışılır. En nihayet bu kadar bol seçenek içinde akide dahi spesifikleşir. Ortada din diye birşey kalmaz. Herşey helal, herşey sevap, herşey mübah olur.

Başta alıntıladığım iki ayetten ikincisi bu anlamda çok manidar. Bugünün sünnetsizlerine de gayb-aşina parmağıyla dokunuyor. Nasıl? Belki önce şöyle bir soruyla yüzleşmeli: Peygamber aleyhissalatuvesselama sırt dönmek sırf sağlığında müşrikler tarafından mı yapılan bir eylemdir? Yoksa bugüne bakan bir tarafı da var mıdır? Bence evet! Bugün de sünnet-i seniyyeye sırtını dönenler aslında Aleyhissalatuvesselamın merhametine sırt dönmektedirler. Onun çok yollar içinde gösterdiği istikamete razı gelmeyerek başka yollara koşmak istemektedirler. Onlara verilecek cevabı da yine Hak Teala öğretmiştir. Biz de besmeleyle sünneti tekrar edelim: "Eğer senden yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter. Ondan başka ilah yoktur. Ben Ona tevekkül ettim. O yüce Arş'ın Rabbidir."

13 Mart 2016 Pazar

Müslüman 'tarafgir' olur mu?

"Eğer müminlerden iki grup birbirleriyle çarpışırlarsa, hemen aralarını bulun barıştırın! Şayet biri ötekine saldırıyorsa, Allah'ın emrine dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse, yine adaletle aralarını düzeltin ve hep insaflı olun. Çünkü Allah adaletli davrananları sever." (Hucurat sûresi, 9)

Neseî'de geçen bir hadis-i şerifte buyuyor ki Allah Resulü aleyhissalatuvesselam: "Şu üç haslet kimde bulunursa, o kişi, imanın tadını ve lezzetini almıştır. Allah ve Resulünün o kimseye, o ikisinin dışındaki herşeyden daha sevimli olması. Allah için sevmesi ve Allah için buğzetmesi. Büyük bir ateşe düşmek Allah'a herhangi birşeyi ortak koşmaktan daha sevimli gelmesi." Bu hadis-i şerifi her hatırlayışımda mürşidimin Mektubat'ta geçen bir ifadesi de hatırıma geliyor. Orada, Şah-ı Nakşibendi Hazretlerinin virdinden "Bu iman üzere yaşar, bu imanla ölür, bu imanla diriliriz!" cümlesini naklettikten sonra diyor ki Bediüzzaman: "(...) dediğim zaman nihayetsiz bir tarafgirlik hissediyorum. Eğer bütün dünya bana verilse, bir hakikat-i imaniyeyi feda edemiyorum. Bir hakikatin bir dakika aksini farz etmek bana gayet elîm geliyor. Bütün dünya benim olsa, birtek hakaik-i imaniyenin vücut bulmasına bilâ tereddüt vermesine nefsim itaat ediyor.

Burası, mezkûr hadis-i şerif ile oluşturduğu paralellik dışında, şundan dolayı da kıymetli görünür bana: Bediüzzaman'ın 'tarafgirlik' kelimesine pozitif bir karşılık yüklediği nadir yerlerden birisidir mezkûr metin. Ancak ben, tam da burada ve yukarıda kastedilen anlamla, 'tarafgirliğin' külliyatın geneline yayılmış bir tutum olduğunu belirtmek isterim. Bu, hâkim kültürün 'objektiflik övgüsü' ile baştan çıkmış bireylere kabulü zor birşey gibi gelebilir. Fakat evet, Bediüzzaman kaleme aldığı neredeyse her metinde 'objektif' değil 'tarafgirdir.'

Peki, neye tarafgirdir? Hakka tarafgirdir. Ehl-i sünnet ve'l-cemaatin cadde-i kübrasına tarafgirdir. Sünnete, sahabe-i kirama, selef-i salihine, müçtehid imamlara, muhaddisuna, mutasavvıflara, ehl-i sünnetin ana omurgasını oluşturan her renge tarafgirlik gösterir Bediüzzaman. Dışarıdan yapılan her eleştiriye karşı da bu renkleri savunur. Kendisini tarikat mesleği içinde tanımlamamasına rağmen ehl-i bid'a hücumlara karşı onları savunması ancak böyle bir 'tarafgirlik' hissiyle anlaşılabilir. Mürşidim hak dairesinde kesinlikle taraftır. Hak-bâtıl düzleminde onun objektif olduğunu düşünen varsa, ya yukarıdaki mezkûr cümlelerini anlamamıştır yahut Hikmetü'l-İstiaze Risalesi'ni okumamıştır veyahut da Bediüzzaman'ın 15. Söz'ün Zeyli'ndeki 'bitarafane muhakeme' eleştirisini anlamamıştır:

"Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir."

Hak-bâtıl düzlemindeki bir objektiflik iddiasının aslında taraf-ı muhalifi iltizam etmek, yani karşı taraftan bakmak/düşünmek, onu 'norm' olarak almak olduğunu açıkça belirten Bediüzzaman; hem bu eserine hem de Hikmetü'l-İstiaze Risalesi'ne 'istiaze/sığınma' vurgusu içeren ayetlerle başlar. Buradan hareketle denilebilir ki: Bediüzzaman, Kur'an'daki 'şeytandan Allah'a sığınma' ifadelerini bir 'hakka tarafgirlik' olarak anlamıştır. Cenab-ı Hakkın kelamında ona bu kadar çok yer vermesini; İslam geleneğinde 'istiaze'nin besmeleye arkadaş olacak kadar sık kullanılmasını böyle yorumlamıştır: Kalbine şeytan ve türevleri tarafıdan bir şüphe atılacak olursa 'objektiflik namına' ona da hak rengi verip hak namına ortada bir yerde durmaya çalışma. Allah'a ve ehl-i sünnetin bilgi sistemiyle sana gelen bilgiye/düşünme biçimine sığın. Bu sığınma bir anlamda 'orada cevap aramak' olarak anlaşılabileceği gibi, 'oradan cevap üretmek' olarak da anlaşılabilir. Bediüzzaman eserlerinde her ikisini de yapmıştır.

Peki, Bediüzzaman 'tarafgirliği' hangi hallerde kötüler? Bunu da kendisinin Lemeat'ta geçen bir cümlesinden anlayabiliriz: "Ey talib-i hakikat! Madem hakta ittifak, ehakta ihtilâftır. Bazan hak, ehaktan ehaktır. Hem de olur hasen, ahsenden ahsen." Hemen altındaki bölümde ise duruşunu biraz daha açar: "Ey âlem-i İslâmî! Hayatın ittihadda. Ger ittihad istersen, düsturun bu olmalı: Hüve'l-hakku yerine hüve hakkun olmalı; hüve'l-hasen yerine hüve'l-ahsen olmalı. Her Müslim kendi meslek, mezhebine demeli: 'İşte bu haktır; başkasına ilişmem. Başkaları güzelse, benim en güzelidir.' Dememeli: 'Budur hak; başkaları battaldır. Ya yalnız benimkidir güzeli; başkaları yanlıştır, hem çirkindir.'"

İşte, kanaatimce, bir kısım modernistlerin yanlış uyguladığı, bir kısım nurcuların ise Bediüzzaman'da yanlış anladığı şey budur: Bediüzzaman, ehl-i sünnet ve'l-cemaatin çok renkli/sesli sistemi içindeki renkler/seslerin bütünü ve bütünlüğü için tarafgirdir. Her rengi anlamaya çalışır. Fakat o renklerden birisinin hakkı malı gibi görmesine karşıdır. Yani, hakta taraftır, ehakta tarafgir değildir. Renklerden birisinin kendisini ehak gibi görmesiyle de bir meselesi yoktur Bediüzzaman'ın. Fakat onun ehaklığını dayatmasına ittihad-ı İslam adına karşı çıkar. Hakkın geniş dairesinin hakkı bâtıldan ayıran çizgilerini vurgulamasında ve korumasında ise ısrarcıdır. Zaten eserlerinin tamamı bunun üzerinedir. Kim insafla okursa, görür.

Burada yine Risale-i Nur'da geçen ve kimilerince yanlış anlaşıldığını düşündüğüm bahislerden birisine temas etmek istiyorum. Bediüzzaman'ın şia ve ehl-i sünnet arasındaki kavganın bitmesini isteyişi, ehl-i sünneti ve şiayı aynı derecede hak gördüğünden değildir. Bu birtek şu cümlesi bile ispat etmeye yeter: "Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat! Ve ey Âl-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz eden Alevîler! " Burada hak kime verilmiştir? Cümlenin geçtiği metin boyunca Bediüzzaman kimin duruşunu 'hakikatli' bulmuş, diğerinin duruşunu 'hak dairesine çekmeye' çalışmıştır? Denilebilir ki: Bediüzzaman, hak dairesinde bizimle ittifakta oldukları noktalardan dolayı şiayı da bâtıla karşı ittihada çağırmaktadır. Fakat meseleyi böyle anlamak nerededir; şianın da tastamam hakkı ifade ettiğini söylemek nerededir? Böyle diyenlerden ve anlayanlardan mürşidimi tenzih ederim.

Modernistlerin yanlış uyguladığı derken neyi kastediyorum? Onu da yazıyı bitirirken bir-iki cümleyle ifade edeyim: Modernistler İslam'a dair olan her meselenin tartışmaya açılabileceğini ve tartışmadaki her görüş sahibinin de yine İslam dairesinde kalabileceğini sanıyorlar. Hatta ne zaman ehl-i sünnet dairesinden "Sınırı geçiyorsunuz!" ihtarı duysalar muhataplarını 'tekfircilikle' veya 'ayrımcılıkla' suçluyorlar. İşte bu, bence, hak/ehak meselesinde modernist/reformist kesimlerin yanlış anladığıdır. Biz ehakkı tartışırız ve "Hakkın içinde ehakkı konuşan/tartışan herkes bizim gibi hak mesleğindedir!" deriz. Hak ekollerin, aralarındaki farklılıklara rağmen, birbirlerine sevgileri ve anlayışları bundandır. Fakat bâtıl alanında üretilmiş bir bilgiye ve o bilginin sahibine de "Gel, sen de bizdensin!" demeyiz. Aptal değiliz. İttihad postu giydi diye kurdu koyun sürüsüne sokmayız.

9 Mart 2016 Çarşamba

Kur'an kime yeter? (3)

Bu sıralar 'kütüphaneden emanet aldığım kitapları vaktinde iade edememe' problemi yaşıyorum. Onlar da, sağolsunlar, belki yüzün üstünde kitap alıp hepsini sapasağlam iade etmiş olmama rağmen gözümün yaşına bakmıyorlar. Geç getirdiğim her defasında 'gecikmişliğimin' altını çiziyorlar. Son defasında artık dayanamadım. (Hep ezil, hep ezil, nereye kadar?) "Kitabı çok geciktirmişsiniz" diyen görevliye "Sadece 4 gün" diye cevap verdim. "Çok!" dedi. Ben de kendisine 'çok'un göreceli olduğunu hatırlattım. Cevabı şöyle oldu: "Beyefendi, kütüphane memuru benim ve 4 gün çok!"

Geometride, daha yolun başındayken, aldığımız bir derstir: Bir doğru çizebilmek için en azından iki nokta gerekir. Tek noktadan bir doğru oluşturamazsınız. O doğrunun nereden başlayacağını bilseniz de ne yöne doğru gideceğini bilemezsiniz. İlk nokta potansiyeldir. Bağımsız bir noktadan sonsuz tane doğru geçebilir. Herhangi bir yöne giden herhangi bir doğrunun parçası olabilir o nokta. Bu olabilecekler potansiyeli, sizi, onun hakkında yargıda bulunamaz hale getirir. Herşey izafileşir. Bu nedenle bir noktadan doğru oluşturamazsınız. Doğru çizebilmeniz için nereye doğru gittiğini/gideceğini gösteren ikinci bir noktaya ihtiyacınız olur.

Bediüzzaman, 11. Lem'a'nın 3. Nükte'sinde, sünnet-i seniyyenin 'mânevî bir fırtına içinde' gördüğü fonksiyona dair şunları söylüyor:

"Sünnet-i Seniyyenin meseleleri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum. (...) Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı. Ne vakit Sünnete yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum."

Peki, sünnet-i seniyye bunu nasıl başarıyor? Bence bunu hayatın içinde verdiği 'ikinci noktalar' sayesinde başarıyor. Yani Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın ilk müfessir, ilk muallim ve ilk uygulayıcı olarak ortaya koyduğu anlatım, aynı zamanda yaşama serpiştirilmiş ikinci noktalar... Ve biz (Kur'an ayetlerini de hakikatin metinsel noktaları olarak kabul edersek) Kur'an'dan hayata/hayatlarımıza doğruları sünnet-i seniyye sayesinde çizebiliyoruz. Yoksa, tek noktadan bir doğru çizerken yaşadığımız şaşkınlık gibi, nereye gideceğini kestiremiyoruz. "Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var."

Sünnet-i seniyyenin otoritesi olmadığı zaman Kur'an ve hayat arasındaki insanî bağ kopuyor. Bu, mü'mini, gündelik yaşamında 'seçeneklerin baskısı' altında bırakırken; Kur'an'ı da lafız cambazlarının ellerinde korumasız hale getiriyor. "Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok."

Tahrif önce mana üzerinden olur. Sünnetin Kur'an'ın bir kalkanı olması tam da bu noktada. Başka ümmetler kutsal metinlerini tahriften koruyamadılar. İlginçtir, başka hiçbir ümmet de, ümmet-i Muhammed aleyhissalatuvesselam gibi peygamberinin sünnetini/dersini hıfzetmedi. Bu demektir ki, Kur'an'da beyan buyrulan korunma, sadece lafızların korunması değildir, aynı zamanda o lafızlarla kastedilenin de korunmasıdır. Ki bu koruma da sünnetin hıfzıyla olmuştur. Bugün kurban gibi, namaz gibi, hac gibi amelleri sırf Kur'an üzerinden(!) anlamaya çalışanların nasıl haltlar yediklerini görüyoruz/okuyoruz. Hak mezheplere, güya çıkardıkları ihtilaf için, laf atarken aslında her bireyi bir mezhep imamının aklından/kalbinden geçmeyecek kadar cüretkâr kılıyorlar. Bunun bedeli ise, iddia ettikleri gibi ittifak değil, neredeyse birey sayısı kadar yepyeni dinlerin inşası oluyor.

Sorun kütüphane memurunun hatırlattığı ile aynı: Kelimelerin ne anlama geldiğini kim belirleyecek? Kimin 'çok'u geçerli olacak? Otorite spesifikliği giderir. Kur'an'ı anlamada otorite kim olacak? Kelam-ı ilahî tek metin olarak aramızda duruyor, doğru. Fakat metnin ne anlama geldiği noktasında netliği kim sağlayacak? İkinci noktayı kim belirleyecek? Kardeşlerim, bu "Kur'an Müslümanlığı" hareketi aslında bir "Kur'an'ı spesifikleştirme" hareketidir. Bunlar ikinci noktayı sünnet-i seniyyenin elinden almak için hadislere saldırıyorlar. Maksat Kur'an'ı netleştirmek değil, bulandırmak. İçinden sonsuz sayıda doğru geçebilir tek nokta haline getirmek. Sonra o doğruların nereye gideceğini de kendileri belirleyecek. İkinci noktayı hevalarına göre kendileri koyacak. Şimdi %99'u aynı dört hak mezhebimiz var. Allah korusun, din bunların eline geçse, insan sayısı kadar dinimiz olacak.

4 Mart 2016 Cuma

Din sünnetsiz olur mu?

Kur'an-ı Hakîm kitabımızdır. Sünnet ise pratiğimizdir. Mürşidimin Mirkatu's-Sünne ve Tiryak-u Marazı'l-Bid'a ismini verdiği 11. Lem'a'da sünnet-bid'a arasında kurduğu zıtlık, aslında ehl-i sünnet ve'l-cemaatin bu meseleye bakışının da bir özetini oluşturur. Evet. Küfür doğrudan Kur'an'la mücadeleye tutuşmasından tanınabilecek birşeyken bid'a daha çok sünnetle girdiği kavgadan tanınır. Bu noktada Bediüzzaman'ın aynı bahiste yaptığı şu tanımını aktarmış olalım: "Ahkâm-ı ubudiyette yeni icadlar bid'attır."

İlginçtir: Mürşidim o bahiste farzları da sünnetlerden ayırmaz. Ya? Sünnetin içerisine dahil eder. Muhalefetlerini bid'a olarak görür. Çünkü bunlar sünnetin 'tek doğru' olduğu bölgeyi temsil eder. Nafilelerin bir kısmıysa sünnetin 'tek doğru' değil fakat 'en doğru' olduğu yerlerdir. Onları seçmek ahsendir. "Bugün dininizi kemale erdirdim..." ayetini de sünnet ve Kur'an birlikteliği içinde ele alan Bediüzzaman; "(...) kavaid-i Şeriat-ı Garrâ ve desâtir-i Sünnet-i Seniyye tamam ve kemâlini bulduktan sonra, yeni icadlarla o düsturları beğenmemek veyahut—hâşâ ve kellâ—nâkıs görmek hissini veren bid'aları icad etmek dalâlettir, ateştir!" der. Yani ‘kemale eren’in içine sünneti de katar. Çok önemli bir uyarıştır bu bizler için. 'Âdâb' tabir ettiği kısım içinse daha yumuşak bir dil kullanır:

"Bir kısmı, ibadete tâbi Sünnet-i Seniyye kısımlarıdır. Onlar dahi şeriat kitaplarında beyan edilmiş; onların tağyiri bid'attır. Diğer kısmı, 'âdâb' tabir ediliyor ki, Siyer-i Seniyye kitaplarında zikredilmiş. Onlara muhalefete bid'a denilmez; fakat âdâb-ı Nebevîye bir nevi muhalefettir ve onların nurundan ve o hakikî edepten istifade etmemektir."

Görülüyor ki: Bid’a ehli bedbahtların arızası miras-ı nebevîyi 'beğenmemek' veya 'nakıs görmek'le başlar. Bir müslüman Aleyhissalatuvesselamın her sünnetine tastamam ittiba edemeyebilir. (Ki Bediüzzaman da aynı eserde bunun ancak ehass-ı havassa nasip olacak birşey olduğunu ifade eder.) Fakat onların 'en doğru seçim' veya 'olması gereken' olduğundan şüphesi yoktur. Olmamalıdır. Din ‘sünnetle’ tamamlanmıştır. Modernistlerin/ehl-i bid'anın bu ayet üzerinden Kur'an'ın yeterliliğini iddia etmelerinin altı boştur. Eğer böyle anlaşılırsa, hâşâ, bizzat Kur'an bu ayetten sonra nüzulüne devam ederek abes işlemiş olacaktır.

7. Nükte'ye "Sünnet-i Seniyye edeptir. Hiçbir meselesi yoktur ki, altında bir nur, bir edep bulunmasın..." diyerek başlayan Bediüzzaman; 9. Nükte'de ise "Ona bilfiil olmasa da, binniyet, bilkast, taraftarâne ve iltizamkârâne talip olmak..." diye tarif ettiği hissedişle/inanışla mü'minin itikad ve muamelat dairelerindeki istikametli duruşlarını tayin eder. Tamam. Muamelatta tastamam sünnete ittiba edemeyebilirsin. Ama itikadda onlara taraftar olmak, onların doğruluğuna iman etmek, 'olması gerekenin o olduğunu düşünmek' İslam akaidinin bir parçasıdır. Bundan asla taviz vermemelisin. Gerilememelisin. Taraftarlığını yitirmemelisin.

Kanaatimce 'tarihselci okuma'nın hatası da tam bu noktada başlıyor. Bunlar öncelikle sünnet için 'en doğruluğu' tartışmaya açıyorlar. Sonra ‘tek doğru’ alanını da bu tartışmaya katıyorlar. ‘En doğru' dediğimiz kısmı 'kişisel sünnet' diye işaretleyip, Aleyhissalatuvesselamın şahsına hapsetme gayretindeki bu zümreler, mezkûr alanla ‘evrensel sünnet’ dedikleri diğer bölgenin nasıl ayrılacağını ise söylemiyorlar. Onlar söyleyemese de biz ‘heva’larını seziyoruz.

Sözgelimi: Haccedişi, kişisel sünneti midir, yoksa evrensel sünneti mi? Yarın birisi de çıkıp 'tavafın aslında Aleyhissalatuvesselamın kişisel bir seçimi olduğunu' söylese, onlara ('bana öyle geliyor/gelmiyor' dışında) hangi ilmî kaidelerle cevap verilecektir? Veremezler. Çünkü açtıkları kategoriler sakattır. Doğrusu ise şudur: Sünnetin farz/vacip olmayan bir kısmından bahsedilebilir ama ümmeti için de 'en doğru' olmayan (yani rehberlik fonksiyonu bulunmayan) bir sünnetten bahsedilemez. 11. Lem’a daha bunun gibi nice inci dersler içerir.

2 Mart 2016 Çarşamba

Bediüzzaman, Yavuz Sultan Selim'e neden 'selefim' dedi?

Bu defa hakkında vaktinizi almak istediğim konu Bediüzzaman'ın Yavuz Sultan Selim Han’a 'selefi' olarak işaret etmesi meselesi. Hatta 'işaret' kelimesi zayıf kalır. Bunu açıkça ifade ediyor:

"Sultan Selim'e biat etmişim. Onun İttihad-ı İslâm’daki fikrini kabul ettim. Zira o vilâyât-ı şarkiyeyi ikaz etti. Onlar da ona bîat ettiler. Şimdiki şarklılar o zamanki şarklılardır. Bu meselede seleflerim, Şeyh Cemaleddin-i Efganî, allâmelerden Mısır müftüsü merhum Muhammed Abduh, müfrit âlimlerden Ali Suavi, Hoca Tahsin ve İttihad-ı İslâmı hedef tutan Namık Kemal ve Sultan Selim'dir."

Kimileri böyle metinlere bakınca ‘ismini anma’nın ‘bendesi olmak’la aynı şey olduğunu sanıyorlar. Değildir. Hiç öyle değildir. "Üstad bu isimleri kendisine her konuda rehber edinmiştir!" diye düşünürseniz hata edersiniz. Bediüzzaman mezkûr isimleri İttihad-ı İslam noktasındaki duruşunu ifade edecek misaller olarak kullanmıştır. Yoksa içlerinde duruşları itibariyle birbirlerine uymayan, hele Bediüzzaman'a hiç uymayan, kişiler de mevcuttur.

Ali Suavi'nin duruşu Muhammed Abduh'la bir olmadığı gibi Hoca Tahsin'in mefkuresi de Cemaleddin-i Efganî ile bir değildir. Sultan Selim Han ise hem zaman hem de konum olarak onların en yabancısıdır. Bu nedenle Bediüzzaman'ın 'dinde reform taraftarı olan' kimi isimleri burada anmakla her konuda rehberi gördüğü söylenemez. İçtihad Risalesi müellifinin böyle düşündüğünü söylemek iftira olur. Onun Ehl-i Sünnet hassasiyeti bellidir.

Colin Turner ve Hasan Horkuç da, beraber kaleme aldıkları “Said Nursî” (Etkileşim Yayınları) isimli eserde, meseleyi bu noktada değerlendirirler: "(...) Hareket ve fikirlerinden dolayı bunların hepsi tartışmalı isimlerdi. Said Nursî'nin bu düşünceleri kabul etmesi onların ümmetçilikle ilgili fikirlerinin ötesine geçmiyordu."

Zannımca doğru okuma bu sözlerin Divan-ı Harp’te, isminde ‘ittihat’ olan bir partinin mümessilleri tarafından yargılanırken, söylenildiğini hatırlamakla başlar. Yani seçilecek misallerin, belagat ilmi gereğince, muhatapta bir karşılığının bulunması lazımdır. Herhalde mürşidimin tasavvurunda o anki muhataplarının en iyi derkedeceği misaller onlardır. Burada şu noktaya da bir kapı açalım ki: Bediüzzaman bu isimlerin reformist görüşlerinden haberdar olmaya da bilir. Belki de duyduğu yalnız hayırlı yanlarıdır. Kendisinin Mustafa Kemal’e dair de ‘umutla’ kullandığı sitayişli ifadeler vardır. (Böyle bir mektubu Cumhurbaşkanlığı Arşivi’nde bulunmaktadır.) Ancak zaman geçtikçe kanaatleri belirginleşmiştir.

Asıl konumuza gelelim: Bediüzzaman neden başka bir padişahı değil de Sultan Selim Han’ı misal vermeyi seçmiştir? Bu seçimin kendisinin etnik kimliği ile bir bağı var mıdır? Şunu unutmayalım ki: İttihat ve Terakki yöneticileri Kürtlerin Abdülhamid Han’la olan bağından hep çekinmiştir. Hatta II. Meşrutiyet'in ilanından sonra Kürdistan’da çıkabilecek bir kargaşadan korktukları bilinmektedir. (Bediüzzaman'ın daha sonra aşiretleri gezerek meşrutiyeti anlatma ihtiyacı duyması da bu durumun delillerinden birisi sayılabilir.)

Üstelik Hamidiye Alayları üzerinden Abdulhamid Han’ın Kürtlerle organik bir ilişkisi de bulunmaktadır. Bu noktada Bediüzzaman da dönemin Divan-ı Harp kafasınca bir tür ‘etnik önyargıyla’ değerlendiriliyor olabilir. Osmanlı'yla ilişkisini Yavuz Sultan Selim üzerinden ifade etmesiyse bu önyargıyı kırmaya dönük bir seçim gibi görülebilir. “Burada ‘biat’a dair yaptığı hatırlatma da aynı amaca dönük bir çağrışım taşıyor!” denilebilir.

Fakat tam da burada bir soru daha karşılıyor bizi: Neden Fatih Sultan Mehmed Han gibi bir İstanbul fatihi 'selef' olmamıştır? Halbuki hem doğu hem de batı tarafına seferleri vardır. Şah İsmail'in anne tarafından dedesi olan Uzun Hasan'ı Otlukbeli'de o mağlup etmiştir. Yahut da neden Kanuni bir 'selef' olarak anılmamıştır? Onun döneminde de İslam coğrafyasının pekçok beldesi Osmanlı topraklarına katılmıştır.

Teorim şu: Bediüzzaman'ın gözünde Sultan Selim Han’ı diğerlerinden ayıran ve 'selef' kılan şey, sadece doğuya dönük fetihlerde bulunması değil, Ehl-i Sünnet kimliğinin Osmanlı'nın kodlarında ne denli önemli bir yer tuttuğunu da anlamasıydı. Fatih Sultan Mehmed'in kendisini 'Yeni Roma İmparatoru' ve Osmanlı'yı 'Yeni Roma' olarak tanımladığı aktarılırken; Yavuz Sultan Selim'in Osmanlı'yı tastamam bir İslam devleti olarak gördüğü kesindir. Hatta Balkanlardaki gayrimüslimlerin cebren İslamlaştırılmasına dönük düşünceleri olduğu fakat dönemin şeyhülislamı tarafından vazgeçirildiği söylenmektedir. (Neredeyse aynı yıllarda, İspanya'da müslümanlar zorla hristiyanlaştırılıyor, İran'da da sünniler zorla şiileştiriliyordu.)

Bunun yanısıra, Dulkadiroğlu Beyliği ile akrabalık bağı ve dolaylı ilgisi/iletişimi; Trabzon valiliği yapmasından dolayı doğuda artan şii etkisine ve sünnilere yapılan katliamlara karşı haberdar/duyarlı oluşu; şehzadelik dönemine dair yazılmış metinlerde de altı çizilen bir konudur. Hatta, daha ileriye gidelim, Kürtleri karşısında birleşmeye çağırdığı Avrupalı düşmanları değil, birçok sünni Kürt şehrinde katliam yapan Şah İsmail taraftarlarıdır. Bu noktada, mukaddes beldelerle arasında kurmak istediği bağ, 'tehlikede olduğunu anlayan gövdenin kalple yeniden kurmak istediği bağ' gibi, yani bir nevi ‘damar açma’ gibi anlaşılabilir.

Uzatmayayım. Meramımı anladınız. Belki bu yazımı da bazıları yine 'ehl-i sünnetçilik' olarak görecekler. Eh, ne yapalım, gören görsün. Ben yine de Sultan Selim Han’ın ayrı bir hassasiyete sahip olduğundan dolayı seçildiğini düşünüyorum. Bediüzzaman'ın 'selef' tayinini de böyle anlıyorum. Yazdıklarım elbette ki zanlarımdır. En doğrusunu Alîm-i Mutlak olan Allah bilir. Cenab-ı Hak bu İslam binasına taş koyan herkese rahmet eylesin. Âmin. Âmin. Âmin.

Rolex'i Bahadır Yenişehirlioğlu'nun ne zaman 'helali' olur?

  "Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. '...