Dil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Ocak 2020 Pazar

Talebe ne işe yarar?

Yıllar önce bir dostum 'çok beğendiğini' söyleyerek okuduğu kitabı göstermişti. Benim de kitaplara az-buçuk merakım var. Malum. Okumaya başladım. Tek diyebileceğim şu: Hiçbirşey anlamadım. Abartmıyorum. Cidden hiçbirşey anlamadım. Çünkü metinde kullanılan 'yeni Türkçe'ye hiçbir aşinalığım yoktu. Oradaki 'salt'lar, 'ilgin'ler, 'ivedi'ler, 'içkin'ler kafamda hiçbir taşı yerinden oynatmıyordu. Fakat dostum 'çok beğendiğini' söylemişti. Sözünde de samimiydi. O zaman Türkiye'de, cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte boyverip gelişen, 'iki Türkiye' olduğunu anladım. Bir 'biz' vardık. Bir 'onlar' vardı. Bir 'bizim kelime dağarcığımız' vardı. Bir de 'onların kelime dağarcığı' vardı. Muhtemelen, ben de ona Risale-i Nur'dan bir bölümü okutmak istesem, aynı reaksiyonu alacaktım. Aynı dili konuşuyorduk. Lakin aynı dilde yazmıyorduk.

Bu farkedişi yaşadıktan sonra hayatımdaki birkaç şeyi değiştirmeye karar verdim. Birincisi: Onların kitaplarını da okuyacaktım. Okumak zorundaydım. Zira onlarla konuşmaya çalışıyordum. Halihazırda İslamî kaynakları okuyanlar muhataplarım değillerdi. Onlar zaten berzahlığım gerekmeden bilgiye ulaşıyorlardı. Bana ihtiyaçları yoktu. Ben, eğer bir tebliğ dili yakalamayı amaçlıyorsam, ötekilerin diline alışacaktım. Alışmalıydım. Konuşacaktım. Konuşmalıydım. Onlarla hakikat arasında bir berzahlık oluşturmalıydım. Yapabildiğimce. Bundan kaçınamazdım. Çünkü bilgiyi taşırken kuş değil koyun olmayı bizzat mürşidim bana nasihat ediyordu. Bu nasihati görmezden gelemezdim. Koyun dediğin aynı zamanda yediğinin berzahıydı. Otu alıp süte çevirirdi. Kuş berzahlık yapmıyordu. Yediğini yediriyordu.

İkincisi: Yazım dilimi değiştirdim. En azından elverdiğince denedim. Zorladım. Bunu yaparken 'Osmanlıca kelimeleri kullanmayı büsbütün bıraktım' diyemem. Öyle olmadığını okurken görüyorsunuz. Fakat azalttım. Konuşma diline yaklaştım. Yaklaştıkça da okurlarımın arttığını farkettim. Eskiden yazdıklarıma bakıp "Aferin bizim oğlana!" diyen abilerden/ablalardan mesajlar alırken, yeni üslûbunu oturttukça, "Abi aynen katılıyorum!" diyen kardeşlerden/bacılardan mesajlar gelmeye başladı. Bu beni mutlu etti. Ancak herşey güllük-gülistanlıktı diyemem. Çünkü mezkûr dönemde yeni düşmanlarım da ortaya çıktı. Kimdi peki onlar? "Kamus namustur!" diyen emekli nurcular. Onlar peşimi hiç bırakmadı.

Bugün bile yazılarıma böyle yorumlar gelir. Bir namussuzluk yapmışım gibi hissettirmek için de ellerinden geleni yaparlar. Onlara cevap veremiyorum. Çünkü cevaplarımın bir işe yarayacağını sanmıyorum. Reflekslerini anlıyorum. Cumhuriyet kurulduğundan beri kaybolagelen bir dili ellerinden geldiğince tutmaya çalışıyorlar. Ben de tutmayı istiyorum. Ancak şunu da reddedemiyorum: Artık bu dili, en azından bir yazım dili olarak, unutan bir gençlik yetişti. Sol yayınevlerinin yeni Türkçesi çoğusunun dimağına bizden önce ulaştı. Yıkılanı tekrar ayağa kaldırmak büyük bir sermaye, hikmet ve gayret işi. Hatta hükümet işi. Yalnız yayıncılık değil siyaset işi. Evet. Şu açık: Bu şekilde dilimizin üzerine kapandıkça sahada kazanamıyoruz. Çünkü yayılamıyoruz. Yayılanlar kazanıyorlar. Yazdıklarımıza da 'ufo görmüş masum köylü' edasıyla bakan gençler yetiştiriyorlar. Bu gençliğin miktarı artmakta. Sokağı inkâr edenlerin tebliği başarısızlığa mahkûmdur.

Bir de şöyle bir rahatsızlık var: Belki dindar camianın geneli adına da aynı şey söylenebilir ama ben daha çok nurcular içre söyleyeceğim. Birbirimize metinlerimiz üzerinden nurculuk satıyoruz. Evet. Yaşananın en acı tasviri bu. Ulaşmamız gereken dışarısını unuttuk. 'Biz' diye tarif ettiğimiz şöyle-böyle bir kitle var. Onlara rüştümüzü isbat etmeye gayret ediyoruz. Kullandığımız dilin her yanı "Beni farkedin!" diye bağırıyor. Neyi farkedecekler peki? Ne kadar çok Osmanlıca kelime biliyorum baaak. Ne kadar çok Risale-i Nur diline hâkimim baaak. Ne kadar çok nurcuyum baaak. Bütün mevzu bu gibi. O ötekine bol miktarda alıntıyla birşeyler birşeyler söylüyor. Öteki ondan daha fazlasıyla birşeyler birşeyler beyan ediyor. Fakat bakıyorsunuz: Risale-i Nur'un dili bile onlarınkinden daha anlaşılır. Üstelik bu metin en aşağı yetmiş-seksen sene önce yazılmış cümlelerden oluşuyor.

Bir talebe eğer 'müstakbel talebeleri' ile 'mürşidi' arasında berzahlık yapmayacaksa ne işe yarıyordur? Yazdıklarıyla mürşidinin metinlerinin üzerine mi çıkacaktır? Böyle birşey mümkün müdür? Alelekser değildir. Mürşidini geçen talebe nadir bulunur. O zaman yapılmaya çalışılan ne? Yapılmaya çalışılan yukarıda söylediğim şey işte. Bir iç avuntu. Bir kendine kapanma. Bir cemaat içre kendini tatmin. Ben bunun bir varta olarak serpildiğini düşünüyorum. Tepki de buradan doğdu. Peki bunun karşısında gelişen her dil doğru mu? Değil elbette. Bazılarımız da işi fazla laubalîleştiriyoruz. Genciz. Hata yapıyoruz. Lakin bizi istikamete çağıracak 'ara bölge'yi de bulamıyoruz. Çerçeveyi konuşmak cesaret istiyor. Bu cesareti göstermek kolay değil. Büyüklerimiz "Aman Ali Rıza Bey ağzımızın tadı kaçmasın!" der gibi kaçıyor da kaçıyor. Ya kızıyor ya başını çeviriyor. Ne diyelim? Allah büyük. Deneye deneye yeni dilimizi de buluruz elbet. Kıvamımızı buluruz. Sahibi davasını yerde bırakmayacaktır. Eh, bu yazı da 'derdini şikayet etmekte' bir yazı oldu, affolsun.

8 Temmuz 2017 Cumartesi

Gördüğün rüya kimin?

Arrival'ın akıllarda kalan sahnelerinden birisiydi. İzleyenler anımsayacaktır. Fizikçi Ian Donnelly (Jeremy Renner) filmin bir yerinde dilbilimci Dr. Louise Banks'e (Amy Adams) şöyle soruyordu: "Onların dilinde de rüya görüyor musun?" Bu sorunun bana ilginç gelen yanı (yahut da bende çağrışımlar uyandıran yanı demeliyim) okuduklarımın rüyalarıma etkisiyle ilişkiliydi. Örneğin: Üslûbunu çok beğendiğim bir kitabın rüyamdaki karakterlerin diyaloglarına tesiri oluyordu. Bunu sık sık yaşıyordum.

Karakterlerim kitaptaki yazış tarzıyla konuşmaya başlıyorlardı. Yahut da ben olayları izlerken kendime yaşananları o üslûpla anlatıyordum. Kendim gibi değil de okuduğum kitaplardaki gibi... Uyanınca güldüğüm bu tip hâdiselere bakışım şu cümleden sonra bir nebze değişti. Peşine düşülesi bir derinlik kazandı. Rüyalar bu açıdan da bir laboratuvar olabilir miydi?

Mürşidimin kendisinden daha meşhur bir sözü var. Kimin söylediğini bilmeyenler bile (hatta Bediüzzaman'ı sevmeyenler bile) yeri geldiğinde alıntılıyorlar. O cümle de şudur: "Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır." Fakat bu cümlenin ona nazaran az bilinen bir başka versiyonu daha vardır Risale-i Nur külliyatında. O da şöyledir: "Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen güzel rüya görür. Güzel rüya gören hayatından lezzet alır."

"İnsanlığın sürümü nasıl yükselir?" yazımda da aynı maralı avlamaya çalışmıştım. Bu yazıda başka bir şekilde yaklaşmaya çalışacağım. (Yazar bu şekilde o yazının da okunmasını istirham eder.) Şahit olduğumuz düşünme biçimleriyle kurduğumuz hayaller arasında büyük bir ilgi var. Türkçeden başka dil bilmeyen bir insanın yabancı bir dilde rüya görmesi mümkün değildir. Hiç ezan duymamış bir insan rüyalarında ezanı duyamaz. (İlla ki bu ona Allah'ın bir fazlı olarak ikram edilsin.) Ancak 'edinilmiş bilgiler' ve 'öğrenilmiş bakış açıları' üzerinden yeni dünyalara uzanabiliyoruz. Uzandığımız dünya her ne kadar bir yönüyle 'yeni' de olsa aslında bizim kendimize özgü 'eski'lerimizden besleniyor. Herkesin dayandığı eskiye göre yenisi değişiyor. Kendi eskisi yine kendisinin sayılabilecek yenisi için bir sıçrama tahtası işlevi görüyor.

Bu açıdan Bediüzzaman'ın, 20. Söz'de, 'peygamber mucizeleri' ile 'modern teknoloji' arasında kurduğu ilgi hiç de yersiz değil. Hakikat ile hayalin ilişkisini hatırlatıcı bir mahiyeti var. Öyle ya! Bütün bu gelişmeler nihayetinde keşşaflarının gördüğü bir rüyanın ürünüydü. O keşiflere ulaşanlar malumatları olan şeyler üzerinden hayallerini geliştirdiler. Yeni tasavvurlara kaynak olabilecek bir 'olabilecekler' algısından faydalandılar. 'Olamaz' diyenlerden onları ayıran buydu. Onların olabilecekler çıtası farklı bir yükseklikte konumlanıyordu. "Vahiy, bu yönüyle, olabilecekler dediğimiz şeyin çıtasını beşerin yeni şeyler hayal edebileceği kadar yukarıya kaldırmıştır!" diyebiliriz. Ancak bu konuyu ismini andığım yazıya havale ederek daha ileri gitmeyeceğim.

Rüyaların laboratuvar oluşuna geri dönelim. Biz, hayatımıza yeni dahil olmuş sevinçlerin, vehimlerin, korkuların veya arzuların 'ben'deki tesirinin sandığımızdan fazla olduğunu nasıl anlarız? En çok rüyalarımızdan. Öyle değil mi? Eğer, gördüğümüz birisini sandığımızdan daha fazla önemsediysek, o kişi rüyalarımızda da bize görünmeye başlar. Yaşadığımız bir olay bizi tahmin ettiğimizden daha fazla etkilediyse rüyalarımızda da bu etkinin izleri görülür.

Bu açıdan bakıldığında, rüyalar, düşünce aynaları veya turnusollarıdır. Bizim bile farkında olmadığımız veya baskıladığımız veya yanlış okuduğumuz o karmaşık dünyanın asıl renginden (veya asıl rengin sandığımızdan farklı olabileceğinden) rüyalarımız bizi haberdar eder. Bu da, elhamdülillah, uykunun bahşettiği bir uyanıklıktır. "İnsanlar uykudadır. Ölünce uyanırlar!" hakikatinin 'uykunun da bir nevi ölüm olması' hasebiyle görünen bir ucudur. Allahu'l-A'lem.

Peki düşüncelerimizin rengini ne belirler? Ben bu noktada itikadın asıl belirleyici olduğunu düşünüyorum. 'Neye, ne kadar ve nasıl inanacağız' bilgisi 'nasıl düşüneceğiniz' bilgisinin de mimarıdır. Düşünce ancak onun açtığı yolda ilerler. Ali Şeriatî'nin İslam Bilim'de dikkatleri çektiği gibi, tevhide iman eden bir mü'min, varlıkta yaşanan hiçbir hâdiseyi birbirinden koparamaz. Adacıklara dönüştüremez. Hepsinin aynı Usta'nın (c.c.) kudret elinden çıktığına iman etmesiyle itikadının onu yönlendirdiği bakış açısı 'uyum'dur. Aradığı budur. O kainatta çelişki, çatışkı değil uyum arar. Ve uyuma dönük tefekkürler üretir. Kadere iman da aslında bu uyumun en büyük resmini ifade eder onun için.

Tekrar çizmek lazım altını: Tevhid kadersiz olmaz. Kader tevhide imanın zamanüstü boyutudur. Anları tevhid ile yaratan Hak Teala'nın zamanüstü şekilde bütün anların da yaratıcısı olduğunu görmek kadere inanmayı kaçınılmaz kılar. Yoksa, hâşâ, Allah kendi yarattığı zamanla sınırlandırılmış olur. Mahlukatından birisini aşamıyor olur. Kendi yarattığı sonraların öncesine hapsedilmiş olur. Ressam tabloyla sınırlandırılmış olur. Sen şu aptallığın zirvesine bak! Sınırlı olan nasıl ilah olabilir? Sonsuz kudret sahibi nasıl sınırlı olabilir? Ressam tablosuna nasıl sığar veya sıkışabilir? Allah böyle diyen şaşkınları ıslah etsin.

Tablonun bütününden çıkacak uyum ancak parçalarının tamamının yaratıştan önce bilinmesiyle mümkündür. Çünkü bu tablonun parçaları, birbirinden bağımsız varlıklar değil, öncelerin sonralarıdır. Hepsi girildiğinde ancak kapıyı açacak şifre gibidir. Tablodaki her bir detayın büyük tablonun içinde bir anlamı vardır. Eğer bir ressam tablosunun nereye varacağını bilmeden çizmeye başlarsa bundan uyum ve anlam çıkmaz.

Arrival'da dil ile zaman arasında kurulan bağı tekrar hatırlayalım. Cümle kurmak sırayla kelime seçmek değildir. Cümle kurmak, önceden bilinen ve hedeflenen bir anlama yönelik olarak, kelimeleri düzenle kullanmaktır. Bütünü 'ulaşılması gereken' olarak zihinde evvelen bulunmazsa parçaları anlamlı bir şekilde biraraya gelmez. Herbirisi dilbilimci olan, ancak birbirlerinden habersiz, beş kişinin kendilerine göre seçecekleri kelimeleri biraraya toplasanız, kelimelerin tek tek seçiminde gösterilen bütün meslekî inceliğe rağmen, ondan anlamlı bir cümle çıkaramazsınız. (Aynı dilde olmaları bile zor bir ihtimaldir.) Çünkü o beş kişi ulaşılması gereken bir bütünden haberdar değildir.

Dolayısıyla; şunun itikattan düşünceye, düşünceden rüyaya, rüyadan lezzete bakan yönü kendiliğinden ortaya çıkıyor. Lezzet ancak görülenle görülmek istenenin uyumundan ortaya çıkar. Bir insan ancak pasta yemekten umduğu lezzeti alacaksa pasta yemekten lezzet alır. Görünüşü tamamıyla aynı, ancak tadı berbat bir pastayı 'pasta' diye önüme koysanız, ben umduğum ile bulduğum arasındaki uyumsuzluktan dolayı pasta yemiş olmam. Veyahut da şöyle söyleyeyim: Ben'liğim lezzet açısından onun pasta olduğunu inkâr eder. Ben'den başlayıp ben'e uzanan döngü tamamlanmamıştır çünkü.

Burada, zannımca, 'görülmek istenen' imana tekabül ediyor. İman ettiğiniz zaman 'varlığı nasıl görmek istediğinizi' de seçmiş oluyorsunuz. Bu seçimden sonra düşünce biçiminiz ve ona bağlı olarak rüyalarınız da değişiyor. Hayalleriniz inandıklarınızdan bir şekil alıyor. Onlardan yaratılan hakikat de renk değiştiriyor. Azlar çoğalıyor. Çoklar azalıyor. Umulanlar farklılaşıyor. Rüyalarınızın renginde bir gelecek görüyorsunuz. Allah'ı "Ben kulumun zannı üzereyim!" buyurduğu gibi buluyorsunuz.

Aleyhissalatuvesselamın, mü'min olduktan sonra az yemeye başlayan birisinin bahsi sadedinde söylediği "Kafir yedi mideyle, mü'min bir mideyle yer!" hakikati buradan da bize gözkırpıyor. Eskiden varoluşu 'elinden geldiğince sahip olmak' sanırdınız. Şimdi 'elinden geldiğince asıl sahibine bırakmak' olarak tanımlıyorsunuz. Amaç değişti. Rüya değişti. Daha çok tüketmek hayal edilmez oldu. Yedi mide bire düştü. Çünkü varlık tanımınız değişti.

Hep verdiğim bir örnektir. Burada da vereyim: Otobüs gibi bir toplu taşıma aracını takvayı önemseyen bir müslüman icat etseydi ne gibi farklılıklar olurdu? Bence bugünkü gibi kadınların ve erkeklerin (İslam kültürüyle yetiştikleri için) rahatsız oldukları karmaşa yerine mahremiyetin de korunduğu bir tasarım o teknolojiye eşlik ederdi. Yine şakayla verdiğim bir örnek olarak zikredeyim:

Postal tarzı giymesi ve çıkarması müşkül bir ayakkabı türünü günde beşvakit abdest alması ve namaz kılması gereken bir mü'min (hem de evlere ve ibadet yerlerine ayakkabıyla girmeyen bir mü'min) icat eder miydi? Atom bombası gibi suçlu-suçsuz ayırmadan binlerce kişiyi katleden bir silahı 'bir masumun ölümünü insanlığın ölümü' olarak gören bir müslüman yapar mıydı? Bana yapmazdı gibi geliyor. Çünkü o böyle bir rüya görmezdi. Onun dünyasında böyle bir hayal 'görülmesi meşru bir hayal' değildi. 'Teknolojiyi alalım ama ahlakını almayalım!' teorisinin ne ölçüde başarılı olabileceği buradan da okuyorsunuz. Teknoloji ancak onun rüyasını siz gördüğünüz zaman size zarar vermez oluyor. Öteki türlü her zaman bir risk var. Başkalarının gerçekleşmiş rüyaları sizin düşünce biçiminizi kötü şekilde etkileyebilir.

Bu yazı tam bir aşure oldu. Bir sorgulamayla toparlamaya çalışalım: Rüyalarımızı kimin dilinde görüyoruz? Kimin dilinde gördüğümüz rüyalar hayatımıza giriyor? Bu rüyalar bizim içimizde konuştuğumuz asıl dille ne kadar uyumlu? Her dilin, düşünce sistemini beraber getirdiği bir düzlemde, eylem-söylem tutarsızlığı dediğimiz şeyin bir 'dil karmaşası' olduğu söylenemez mi?

İçimizde bir kavga var. Medeniyetin kaşıdığı arzular ve İslam'ın öğütlediği ahlak rüyalarımız için kavga ediyor. Nefsin doğruları ile vicdanın doğruları çatışıyor. Diller karışıyor. Başkalarının rüyalarını yaşıyoruz. Yusuf kuyudan da zindandan da çıkar. Çünkü o güzel rüyalarını kimseye satmadı. Sen gökdelenlerin tepesindeyken bile kuyularından çıkamazsın. Çünkü kuyu üzerine görülmüş rüyalar satın aldın. Umduğun değişmeden bulduğun değişmeyecek.

1 Temmuz 2017 Cumartesi

Arrival'dan Mesnevî-i Nuriye'ye: Hangi dilimiz eksik?

"O'nun ayetlerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için (alınacak) dersler vardır." (Rûm sûresi, 22)

Arrival'da uzaylılar dünyaya 12 ayrı noktadan iniş yapmışlardı. 12 ayrı bölge, 12 farklı kültür ve 12 farklı dil ailesi... Her bölge harıl harıl uzaylıların dilini çözmeye çalışıyordu. Bir noktada iş öyle bir yarışa dönüştü ki ülkeler birbirleriyle bilgi paylaşımını bıraktılar. Filmin ilerleyen kısımlarında misafirlerimiz konuyla ilgili olarak dünyalı uzmanlara şöyle bir uyarıda bulunmuşlardı: "Bizi ancak yardımlaşarak anlayabilirsiniz." Bunun elbette senaryonun üzerine inşa edildiği Sapir Whorf hipotezi ile bir ilgisi vardı. Ne diyordu o meşhur hipotez? Hatırlayalım: "Her dil farklı bir düşünme biçimidir." Dilin farklıysa düşünme biçimin de farklıdır! Daha çok bakış açısına sahip olmak için, yani hakikatin bütününü bütüncül-kuşatıcı bir gözle görebilmek için, daha fazla düşünce biçimine ihtiyacımız var. Hatta düşünce biçimlerinin hepsine ihtiyacımız var.

Ben bu bakış açısına Arrival'dan önce dilbilimci David Crystal'ın kaleme aldığı Dillerin Katli (Profil Yayınları) kitabıyla sahip olmuştum. Hatta Kur'an'da dillerin farklılığının birer ayet olarak ifade edilmesinden mülhem şu başlıkta yazmıştım hakkında: "Ayetlerin katli!" Oradan bir alıntı yapayım: "Dillerin Katli: Bir Dilin Ölümü Bir Milletin Ölümüdür kitabının yazarı dilbilimci Prof. David Crystal, Guardian’da yayınlanan bir makalesinde dillerin hızlı yokoluş sürecinin bizi götüreceği karanlık nokta hakkında şöyle bir öngörüde bulunuyor: 'Belki de bir gün öğrenilecek dil olarak sadece İngilizce kalır. (…) Eğer bu gerçekleşirse, bu gezegenin yaşadığı en büyük entelektüel felaket olur.'" Arrival filmi, o kitabı okumamdan seneler sonra, bu fikri destekleyen ve daha çok bilinen bir materyal oldu sadece. Ancak yine de dil konusunu yeterince tefekkür edebildiğimi düşünmüyorum. Kaçırdığım birşeyler olduğu kesin. Fakat ne?

Bugün, bu kayıp parçalardan 'bulduğumu sandığım' birisini daha, sizinle paylaşmak istiyorum. Şöyle başlayalım: Okuyanlar bilirler. Bediüzzaman, Allah'ın, bir yerde 'üç büyük küllî muarif' bir yerde de 'dört burhan-ı küllî' ile bize varlığını anlattığını söyler. Mesnevî-i Nuriye'de geçen şekline küçücük dokunalım:

"Birinci burhan: Muhammed aleyhissalâtüvesselâmdır. Şu burhan-ı neyyirimiz Şuâat'da tenevvür ettiğinden, tenvir-i müddeâmızda münevver bir mir'attır. İkinci burhan: Kitab-ı kebîr ve insan-ı ekber olan kâinattır. Üçüncü burhan: Kitab-ı mu'cizü'l-beyan, Kelâm-ı Akdestir. Dördüncü burhan: Âlem-i gayb ve şehadetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki âlemden birbirine gelen seyyârâtın mültekası, vicdan denilen fıtrat-ı zîşuurdur. Evet, fıtrat ve vicdan akla bir penceredir; tevhidin şuâını neşrederler."

Dikkat edilirse buradaki dört burhan (delil) aynı zamanda birer dildir. Anlaşılma şeklidir. Yani; Cenab-ı Hakkın, akıl-şuur sahibi mahlukatı ile konuşmasının yollarından birisidir herbiri bu burhanların. Rahman ve Rahim olan Allah, kulları ile, yalnız bir dil üzerinden değil, bu dört dilin tamamı üzerinden konuşur.

Bu yüzden Bediüzzaman'ın kainata da Kur'an gibi 'kitap' demesi veya tefsir kelimesini "Kur'an kainatı" veya "kainat Kur'an'ı" şekillerinde değişen özne ve nesnelerle kullanması bir mü'mine tuhaf gelmez. İşte şimdi de ikinci metni alıntılamanın zamanı geldi: "Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var: Birisi şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini 13 Lem'a ile Arabî Nur Risalesinden 13. Dersten işittik. Birisi şu kitab-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü'l-Enbiyâ aleyhissalâtü vesselâmdır. Birisi de Kur'ân-ı Azîmüşşandır."

Kur'aniyyûnların sağır kulakları çın çın çın çınlasın. Ben de bugünlerde, tıpkı Arrival'da dikkat çekildiği gibi, 'eksik dille anlamaya çalışma'nın zararlarına kafa yoruyorum. (Filme gönderme yaparsak: 'Hediye'yi 'silah' diye okutan eksiklik.) Yani Crystal'ın 'entelektüel fakirlik' dediği şeyi anlamaya çalışıyorum. Bu yoruş, bir açıdan, sahip oldukları tüm bilgi ve birikime rağmen hidayeti elde edemeyenlerin yoksunluğunu da bana fısıldıyor.

Diğer bir açıdan da tasavvufî eğitimin insanın iç dilini anlamaya çalışmakta neden bu denli ileriye gittiğini (önemsediğini) idrak etmemi sağlıyor. Yalnız bu kadar mı? Değil. Fazlası da var elbette: Mürşidimin, özellikle 'tefekkür'den önce andığı, 'acz, fakr ve şefkat' üçlüsünün bende nasıl bir iş eylediğini de anlıyorum buradan. Demek benim, diğer dilleri anlamadan önce, bende konuşan 'ilk dili' öğrenmem lazım. Bana konulan ilk dili anlamam lazım. Kendilik (veya insanlık) dilimi öğrendiğim zaman ancak, onun yardımıyla, diğer dilleri doğru bir şekilde anlamaya başlayacağım.

İnsanın aslını idrak etmesi ondaki ilk dil gibi. Diğer bütün dilleri doğru anlamasını sağlayan ilk dil o. Beni bencillikten uzaklaştıran bir ben bilişi. En çok yaralarımız bunu sağlıyor. Zayıflıklarımız bizi diğer dillerin anlattıklarını doğru okumaya yaklaştırıyor. Çünkü tarafımızdan kurgulanmayan tek gerçek bu. Kibir bir kurgudur. Güç bir kurgudur. Yalan bir kurgudur. Şöhret bir kurgudur.

Yaralarımız dışında övündüğümüz herşey kurgudur. Arızî olan ancak muhtaçlığıyla övünürse gerçekçidir. Firavun için 'hayatı boyunca hastalık görmediğine' dair birşey duymuştum. Ne feci! İnsan hastalık görmeli. Her zayıflığımız aslında insanlığımızın parçası. Bize evimizi de en çok duvarları anlatıyor. Onlara çarpmalıyız. Onlar bize sınırlarımızı öğretmeli. Öğretmeli ki, içinde kalan o yere, o çerçeveye 'ev' diye iltifat/ülfet edilmeli. Duvarlar içinde gördükçe evimizi idrak ediyoruz. İçimizde derinleştikçe dışımızdaki okumalar gelişiyor.

Amr b. Hişam ve Ömer b. Hattab (r.a.). İki Ömer'i birbirinden ayıran ne? Birisini Ebu Cehil ötekisini Ömerü'l-Faruk (r.a.) kılan ne? Daha genel konuşalım: Kur'an'dan yalnız birkaç ayet işitmekle İslam'a giren mühtedi ile bir İslam âlimi kadar Kur'an üzerine araştırmalar yapmasına rağmen hidayetten teberri eden oryantalisti birbirinden ayıran ne? Bence bu ayrımın en özünde şu var:

Onlar kendi içdillerini bilmiyorlar. Asl-ı insanı okumuyorlar. Hakkında düşünmüyorlar. Zaaflarıyla yüzleşmiyorlar. Nefisleriyle yüzleşmiyorlar. Yaralarıyla yüzleşmiyorlar. Gafletle yüzleşmiyorlar. Gaflet nedir? Gaflet sadece Allah'tan kaçınmak mıdır? Hayır. Gaflet hem Allah'tan hem de ona götürecek olan kendindeki boşluklardan kaçınmaktır. Hidayet nurunun ancak 'dillerin yardımlaşmasıyla' kalpte yakıldığını görmek için en uygun örnek işte şunlardır. Ne demeli? Kendi aczini ve fakrını görmeyen, mahlukata ve nefsine şefkat etmeyen, tefekkürle de bir yere ilerleyemiyor. Hatta, aksine, tefekkürü karanlığını arttırıyor. Yol açacağına yol kapıyor. Karanlığıyla başkalarına da zulmediyor. Karanlıkta bırakıyor. Zaten zalim o değil midir: 'Karanlığı kendisini aşan'dır.

Biraz daha has dairemize gelirsek: "Kur'an okuyorum. Hadis okuyorum. Tefsir okuyorum. Fıkıh okuyorum. Evrad u ezkar okuyorum. Fakat onlardan nur almadığımı hissediyorum..." diyenlerimizin de devası burada. Onu okudun, maşaallah, ama yalnızca onu mu okudun? Kendi içindeki yaraları da kolladın mı?

Hiç mi ağlamıyorsun? Hiç mi canın sıkılmıyor? Hiç mi boşluğa düşmez ayakların? Hiç mi duvarlar üzerine gelmez? Hiç mi dostun ihanet etmez? Hiç mi düşmezsin düşenleri kınadığın bir çukura?

Sende, sadece 12 değil, kimbilir kaç bölge var kıymetli misafirler indirilmiş hayatına. Seninle konuşmak isteyen misafirler. "Bizi duy!" diyen misafirler. "Beni gör!" diyen misafirler. "Hakkımda düşün!" diye yakaran misafirler. Kendini eksik hissetiğin anlarda onları bulabilirsin. Bu eksikler sen onları tamamlayacak uygun parçaları ara diye hayatına bırakılmış. Bu açlıklar kendi rızıklarını araman için.

Onları aramaya kapatarak sofrada lezzet bulamazsın. İştahı kapanana sunulacak lezzet en mükellef sofrada bile yoktur. Önce onlarla yüzleş. Kaçtığın yanlarınla yüzleş. Karanlık yanlarınla yüzleş. Zayıf düştüğün yanlarınla yüzleş. Deşebildiğin kadarını deş. Kendine numara yapma. Bu iyi gelmiyor. Ne ağlamaktan sıkıl ne yardım dilemekten! Gözünün biri kalbine bakmıyorsa diğeri esrarı okuyamayacak. Nur istiyorsan, eşyaya, kendi içinden geçen gözlerle bakmalısın. Dillerin hepsini konuşmalısın. Seni bu dillerden yalnız birisini işitmeye çağıranlardan sakın. Mana bütündedir çünkü.

8 Haziran 2017 Perşembe

Arrival'dan Esmaü'l-Hüsna'ya: Kaç şekilde düşünebiliriz?

- Senin kelamın böyle midir?
- Ben bütün kelamların kuvvetine sahibim.
Sözler, 15. Söz'ün Zeyli'nden.


Kütüb-i Sitte'de yeralan "Allah'ın 99 ismi vardır. Kim bunları ezberlerse cennete girer. Allah tektir. Teki sever!" hadis-i şerifinin bana sezdirdiği birşey var. Onu paylaşmak istiyorum bu yazıda sizinle. Tabii becerebilirsem. Şöyle bir yerden başlayayım: Cenab-ı Hakkı bilmenin, onu yalnızca bir ismiyle bilmek değil, ulaşabildiğimiz her türlü marifetiyle bilmenin, insanı cennete götürücü bir yanı var.

Üstelik bu cennet için ahireti beklemeye de gerek yok. Daha bu dünyada gidiyorsunuz. O isimlerin size öğütlediği bakış açısı, o bakış açısının öğrettiği varlık algısı, bu algı ile seyredilen manzara, o manzaradan alınan zevk... Bütün bunlar daha bu dünyada girilen bir cennetin parçaları/adımları. Fakat bu cennetin koridorlarında gezebilmenin bir şartı var. Allah'ın isimlerini bilmek kadar onlar arasında seyahat edebilmeyi de bilebilmek. Manzara karıştığında veya değiştiğinde doğru gözlüğü takabilmek. İşte, bu yüzden, Cenab-ı Hakkın yalnızca bir ismini bilen değil, 99 ismini ezberleyen cennete giriyor. Daha çok merceği olan daha çok rahat ediyor. Yani, mutlu olmak için, bu bakış açılarının tamamına ihtiyacımız var.

Bir yerde mürşidim diyor ki: "Belki, herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir..." Biz buna benzer ayak kaymalarına sık rastlıyoruz. Bugün de kimi ağızlardan dökülen "Allah şerri yaratmaz!" yanlış hükmü yine böyle bir muvazenesizliğin resmi olarak ortaya çıkıyor. Allah'ı tenzihte böylesi bir ifrat, eğer o Subhaniyet içinde Vahidiyet unutulursa, sanki ondan başka yaratıcılar varmış da kötülüğü de onlar yaratıyormuş gibi bir yanılgıya sebep oluyor.

Tarihte, mutezilî kimi isimlerde bu ifrat görüldüğü gibi, bugün de kimi modernist/ehl-i bid'a isimlerden aynı lakırdılar dökülüyor. Dillerine baksanız niyetleri güzel. Aforizmaları harika. Sesleri gür çıkıyor. Hakikate dokunan bir yanı da var söylediklerinin. Fakat muvazeneden yoksun. Güzelliği kemale erdirense muvazenedir. Ölçüsüz olduğunda her güzellik zulme dönüşür. Sesinin yüksekliği katlanılmaz olduğunda en sevdiğimiz şarkılar bile kulağa eziyettir.

İşte, bu arıza da, tıpkı yazının ilk kısmında ifade ettiğimiz gibi, 99 ismi birden kuşanamamaktan kaynaklanıyor. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın mezkûr hadisiyle bizi yönlendirdiği bilme şekli, aslında varlığı veya bilgiyi veya tecrübeyi veya şey diye dünyamızda tarif edebildiğimiz herşeyi daha farklı/çok açılardan görebilmenin dersi... Her isim yeni bir penceredir. Her pencere farklı bir perspektiftir. Her perspektif yeni bir okumadır. Yeni bir yorumlamadır. Yeni bir değerlendiriştir. Yeni bir kıstastır. İsimleri çoğaltmak bakış açılarımızı da çoğaltmaktır.

Yakın zamanda Arrival/Geliş filminde de hatırlatılan bir hipotez vardı. Sapir Whorf hipotezi. Şöyle söyleniyor o hipotezde: "Dilin farklıysa düşünme biçimin de farklıdır." Biz daha kolay bir düzlemde 'isim değiştirmek suretiyle' başarabiliyoruz bunu. Bir müslüman, Kur'an'ın ve sünnetin kendisine öğrettiği isimler sayesinde, Allah ve eserleri hakkında düşünme biçimini kolaylıkla değiştirebilir. Esmaü'l-Hüsna'nın en büyük kolaylığı budur. Her isim müslümana farklı bir dil, bir bakış açısı, bir okuma-düşünme-yorumlama biçimi öğretir.

Yine mürşidimin bir yerde dediği gibi: "Ezel ve Ebed Sultanı olan Rabbü'l-Âlemîn için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe'n ve namları vardır. Ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve alâmetleri vardır. Ve haşmetli icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer tecellî ve cilveleri vardır. Ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları vardır. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhuratı vardır. Ve ef'âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmâl eder tasarrufâtı vardır. Ve rengârenk san'atında ve masnûatında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rububiyeti vardır."

Hatırlayalım: Arrival/Geliş filminde uzaylılar 12 ayrı bölgeye iniyor ve insanlığın kendilerinden/dillerinden alabilecekleri bilginin de ancak bu 12 bölgenin beraber çalışmasıyla mümkün olabileceğini söylüyorlardı. (Filmin sonunda bu başarılıyordu insanlar tarafından.) Biz bundan da aşkın birşeyi söylüyoruz: Allah'ı anlamak "Bütün güzel isimler Allah'ındır!" sırrını anlamakla mümkündür. Onların, kuşatabildiğimiz kadar çoğunu kuşatma, bilebildiğimiz kadar çoğunu bilme, okuyabildiğimiz kadar çoğunu okuma... Bunlar bizi daha bu dünyada cennete götürecek olan bahtiyar yaşayışın anahtarlarıdır. Cennete, inşaallah, açılan kapılardır.

"Bununla beraber, kâinatın herbir âleminde, herbir taifesinde Esmâ-i Hüsnâdan bir ismin ünvanı tecellî eder. O isim o dairede hâkimdir; başka isimler orada ona tâbidirler, belki onun zımnında bulunurlar..." Zımnında bulunanlar... Bu yan kapılara neden ihtiyaç var? Belki biraz şundan dolayı var: Bir çiçeğe baktığınızda ilk gördüğünüz isim Cemîl'dir. Fakat çiçeğin başına çok haller gelir. Belki küser. Belki solar. Belki bir fırtına da dağılır. Belki bir ceylanın rızkı olur. O zaman, çiçeğe olan aşkınızdan kafayı yemek noktasına gelmemek için, gideceğiz yol bellidir:

Yan koridora geçersiniz. Yan koridor, diğer ismin koridoru, aşamadığınız olaylar karşısında 'onları okuyuşunuzu değiştirerek' sizi çıldırmaktan kurtarır. Dilini anlayamadığınız olaylar karşısında size yeni bir anlama şekli ve dil öğretir. Allah'ın Hakîm olduğunu hatırlayarak ism-i Cemîl'in zımnındaki bir isimde yolculuk edersiniz. O çiçek o ceylana bir hikmetle yedirildi. O fırtına bu bahçeyi bir hikmetle dağıttı. Hakîm ismi sizi oluşlar arasında kabul edilebilir bir seyahate davet eder. Oradan ilerleyince bu sefer ceylanın güzelliği ile tekrar Cemîl ismine varırsınız. Hakîm ismi bir berzah olmuştur Cemîl'den Cemîl'e varabilmek için. Sonra bir gün ceylan da ölür...

En nihayet bütün bu yazı boyunca söylemek istediğim şu idi: Allah Resulü aleyhissalatuvesselam bizim Allah'ın bütün isimlerini öğrenmemizi istiyor. Çünkü, her bir isim bize farklı bir dili, farklı bir düşünme biçimini, eşyayı veya kendimizi farklı bir algılayış şeklini öğütleyecek. Aşamadıklarımızı aşmayı, kaldıramadıklarımızı kaldırmayı, barışamadıklarımızla barışmayı bu isimler sayesinde, inşaallah, başaracağız. Bir pencereden görünen kanlı yara diğer pencereden bakınca mis kokulu güle dönüşecek. Dilini bilmediğimiz kelimeleri yanlış anlamaktan kurtulacağız.

Allah isimleri sayısınca dilde konuşuyor varlık âleminde. Şifreleri Esmaü'l-Hüsna'sı. İsmini, anlamını, öğütlediği bakış açısını öğrendiğimiz an dili de çözmeye başlayacağız. O dilde söylenenleri de anlamayı öğreneceğiz. Okumamız renklenecek. Bu isimler sayesinde amacı bilinmeyen harflerin hepsinin bir anlamı, amacı ve hikmeti olacak. Bize kattığı, bizi götürdüğü, bize öğrettiği birşey olacak.

Ancak pencerelerin sayısını arttırırken hadisin ikinci kısmını da unutmamalıyız. "Allah tektir. Teki sever." Bütün bu dağılışlarımızın ardından yine tevhid ile bütün isimleri Allah'a vereceğiz. Düşünüşlerimiz birbirini tamamlayacak. Yorumlarımız aynı merdivenin basamakları olacak. Bir binanın tuğlaları gibi yükseleceğiz. Parçalar birbirini bulacak. Bu bulmaktan daha büyük bir kemale ereceğiz. Benim Rabbim'den Rabbü'l-Âlemîn'de koşacağız. Bu, bizi, dağılışlarımız içinde şirkten de koruyacak.

18 Mart 2016 Cuma

Bediüzzaman bizi defansa çağırıyor

Hiçbirimiz hiçbirşeyin tamamı değiliz. Tevhide iman etmek bir açıdan da insanın ‘bütünü değil parçayı ifade ettiğini’ kabul etmesi demektir. Müstakilliğinden soyunması demektir. Buzunu havuza atması demektir. Daha has dairede ümmet bütünlüğüdür bu. Mana-i harfi ile bakılabilir yalnız bize artık. 'İsim' olmayacağımızı/olamayacağımızı yola çıkarken kabul etmişizdir. O vakit kendimizle başlayıp bitmek için kasılmaya da gerek yoktur. ‘Bize özel’ saydığımıza kapılmaya gerek yoktur. Muteber olan kardeşliktir.

Vaktiyle Mevlana'ya (k.s.) atfedilen şöyle bir ifade duymuştum: "Aynı dili konuşanlar değil aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir." Hakikaten öyledir. 'Duyuş'la lisanın ilgisi 'ses'le ilgisinden yoğundur. Lakin burada bir de parantez açmam gerek arkadaşım: Ben ‘duygu’ ile ‘duyu’ arasındaki mesafenin beden-kalp-ruh arasındaki mesafeyle ilgili olduğunu düşünmekteyim. Bedenin farkındalığı duyuştur. Duyuları vasıtasıyla olur bu. Bu bedenî farkındalıklar kalp denilen beden-ruh arası berzahta duyguya dönüşür. Yani maddi olan manevi olana kalpte dönüşür. Burada kastettiğimiz elbette et parçası kalp değil. Kalp daha aşkın birşey. Bedensel olanla ruhla ilgili olanın birbirleriyle irtibat kurdukları bir ayna/alan. Hem bir yansıtıcı hem bir dönüştürücü.

İşte, duyularla gelen bilgiler eğer kalbe kadar tesir edebilirlerse, o zaman o duyuşumuz duyguya dönüşür. Düşünün bir kere. Onca yüz içinde sevdiğinizin yüzünü farklı kılan nedir? Nedir o detay ki başka hiçbir yüz onunki gibi dalgalanma yapmaz yüreğinizde? Buna benzer dostluk/kardeşlik bağları hemen hemen bütün mahlukatla aramızda vardır. En temel düzeyde tevhiddir sizi varlıkla ilişkili kılan. Aynı Ustanın eseri olduğunuzu hissedersiniz herşeyle. Bu ülfetimizin başıdır. Ve dahi kardeşliğinizin. Belki aynı Esma’ya ayna olmak dahi böylesine aşinalıklar madenidir.

İşin fıtrata bakan yanı böyle. Ama bir de irademize bırakılmış tarafı var. Nasıl? Dünyayı anlamlandırışımızı etkileyen en önemli şey imanımız. Aynı âlemde yaşıyor olabiliriz. Fakat aynı imanı paylaşmadığımız insanlarla farklı varlık telakkilerine sahip olduğumuzu kabul etmemiz gerek. Bu zeminde olay biraz karışıyor. İradeyle çağırdığımız nur o kadar tesirli bir surette kalbimize işliyor ki varlık algımızın da farklılaşması kaçınılmaz oluyor. Fıtrattaki benzerlikler artık kardeşliğe yetmiyor.

Bediüzzaman "Zaman, tarikat zamanı değil, iman kurtarmak zamanıdır..." derken ne demek istedi? Ben bunun yukarıda bir miktar konuştuğum ‘duyu, duygu ve iman’ meselesiyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Açayım: Bir müslümanın İslamî lafızlarına dönük kalbî uyanıklığı bir kafirde bulunmaz. Çünkü onlara karşı bir duygulanımı yoktur. Çağrıştırdığı bir duygu hafızası yoktur. Duygu hafızası nasıl oluşur peki? Daha evvel Ahmed isminde birisi size büyük bir iyilik mi yaptı? O zaman tanıştığınız her yeni Ahmed'e karşı iyimser olmanız normaldir. Sivaslı birisinin sizde kötü bir anısı mı var? O zaman tanıştığınız bütün Sivaslılarda bu temkininizin izleri kalacaktır.

Evet. İmanımız neyi/nasıl tarif ettiğimiz kadar neyden/ne kadar duygulanacağımızı da belirliyor. Bunu son zamanlarda yaşanan olaylarla daha yakından gördük. Bazılarımız, aynı dili konuştuğumuz bazılarımız, en bariz acılarımızda bile bizim gibi acılanmıyorlar. Çünkü onun 'kötü' veya 'olmaması gereken' olduğuna inançları zayıf. Veya hatta 'olmaması gereken' olduğuna dair bir düşünceleri de yok. Böylesi hisler ister istemez insanın imanı ile ilgilidir. İman farklılaştığında hisler de farklılaşır.

Hayatımızdaki her kelimeye/nesneye tesir eden birşeydir kastettiğim. Aynı dili konuşmaya, aynı tepkileri vermeye devam etmek istiyorsak, aynı imanı duymaya da devam etmeliyiz ve bu da siyaset/ekonomi konuşarak olmaz. Kendi has dairemizi konuşarak da olmaz. Ya? Ortak yanlarımızı/yaralarımızı konuşarak olur. İmanın üzerinde daha fazla durmakla olur. Çünkü müslümanların anadili de, anayolu da, anayasası da odur. Ehl-i Sünnet dairesi bizim cadde-i kübramızdır. Bu yönüyle “Zaman tarikat zamanı değildir!” ifadesi mü’minler için bir tür “Defansa gelin!” çağrısıdır.

İran hükümeti acaba neden Suriye'de şehid olan sünni masumlara mesafeli? Batılılar neden müslümanların başına gelen büyük katliamlar karşısında sessiz? Peki neden içimizden birileri ‘zahiren bizden olmalarına rağmen’ onlarla hisdaş? Çünkü varlık algımızda imanımızdan kaynaklı farklar var. İman farklılaştıkça varlık algımız da farklılaşıyor. Varlık algımız farklılaştıkça duygularımız da farklılaşıyor. Kardeşlik zeminimiz imanımızla beraber kayboluyor. Yani kuyrukları birbirine bağlı şeyler bunlar.

Bu eşikten artık diyebilirim ki: Mürşidim bizi ‘imanı kurtarmaya’ çağırırken aynı zamanda ittihadın dayanağı olacak dili de kurtarmaya çalışıyor. Çünkü bu zemin ayağımızdan kaydıktan sonra aynı kelimeleri konuşuyor olsak da aynı duygulara kapılmayacağız. Aynı şeylere aynı tepkileri vermeyeceğiz. Kavramların altı boşalacak. Manalar ölecek. Bakışlar değişecek. Türevlerini çoğaltabiliriz. Ancak sonuç değişmez. Bizim aynı dili konuşmaktan daha çok aynı şeylere, aynı şekilde inanmaya ve aynı hislerle duygulanmaya ihtiyacımız var. İttihad ancak böylesi bir tevhid-i kulub ile mümkün. Çünkü tevhid-i kulub biraz da ‘ortak duygu hafızasına sahip olmak’tır.

27 Kasım 2014 Perşembe

Kibritinden kork arkadaşım

İnsanın ‘yaratma’ hususunda kafasını en çok karıştıran budur: Yıkmak kolay ama yapmak zordur. İkisi de eylemsel durdukları halde, birisinde tek bir parmak dokunuşuyla, bir bombanın düğmesine bakmakla mesela, korkunç büyüklükte sonuçlar elde edilebilirken diğerinde bir parmakçık ileriye gidilemez. Ne bileyim? Bir tuşla toprak yaratılamaz. Çiçek açtırılamaz. Bahar getirilemez. Birşeyi varetmek, sırf niyet-dua-dilek olarak arkasında durmaktan öte, sahada da her anlamda arkasında durabilmeyi gerektirir. Varoluşu için lüzümlu bütün yükü çekmeyi gerektirir. Varetmenin her yönüne kifayet edebilmeyi zaruri kılar.

Evet. ‘Hayır’ her zaman vücudî-varlıksal olana bakar ve bir tasarım-organizasyon işidir. Yıkmanın eylemsel yönü yapmaya benzese de özünde o ademîdir. Düzen, kaosun aksine, ‘kuvvet’le ilişkisinden önce ‘ilimle’ ve ‘irade’ ile ilişki kurar. Sebeplerin vehmettiğimiz gücüyse böyle bir süreci kaldıramaz. Arı balın kimyasını bilemez. Güvercin haritacılık yapamaz. İnekler biyolog değildir. Bulutlar merhameti bilmez. Bir fiili yaratmaya bir ‘Allah’ gerekir.

Her fiili yaratmaya ‘bir Allah’ gerekir. Çünkü hiçbir fiil yalnız değildir. Kainatı kuşatan düzenin parçasıdır. Kargaşaya dönüşmemesi için de düzenleyen ‘bir’ olmalıdır. Ancak, tek yaratan Allah olduğu halde, sahada sebeplere de müracaat edilir. Çünkü sebeplere müracaat yaratılışın teşrifatıdır. Edebine ittibadır. Uygun dilde edilmiş duadır. Arkadaşım, işte bu nedenle, tek yaratanın O olduğuna iman etmek, yani tevhide iman etmek, sebepler perdesini inkâr etmeyi gerektirmez. Sadece ‘yaratılışı kaldıramayacaklarını’ bilmeyi gerektirir.

Peki insana hayali neden verilmiştir arkadaşım? Benim buna cevabım “Allahu’l-a’lem!” kaydıyla şöyle: Hayalgücümüz bir nevi bizim 'mevhum rububiyet' dairemizdir. Orada kendimizce birşeyler kurgulayarak sahadakiyle kıyaslarız. Malımızı mülkümüz tahayyül ederek Allah’ın mâlikiyetini kavrarız. Fakat, kurguyu sahada da aynısıyla beklemek, Allah'ın hakiki Rububiyeti ile mevhum rububiyetimizi karıştırmak demektir. Allah o mikyası, ‘Onu anlayabilelim’ diye vermiştir, ‘Hakikaten öyle olduğumuzu düşünelim’ diye değil. Öyle ya: Elindeki cetveli ölçü olarak kabul etmezsen başkasını nasıl ölçeceksin? Vehim birçok şekilde böylesi ölçüler sahibi olmamıza yarar. Düşünsene: Kimse dünya üzerine kalemle çizgiler çekmiş değil. Ama paralellerin-meridyenlerin varlığını vehmetmezsek ‘koordinat’ diye birşeyin varlığından da bahsedemeyiz.

Buradan şuraya geçelim: Üzerine konuşarak epeyce vaktinizi aldığım şeyin evlenecek çiftler açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü hepimiz ahirzamanda pek hayalperest dünyalarda yaşıyoruz. Hassaten çağın en büyük hayalgücü sömürücüsü-manipülatörü sinema sektörünün kadın-erkek ilişkisini sıkça malzemesi olarak kullanması, ellerindeki yalancı cennetler sayesinde, evliliği veya aşkı sahadakinden farklı şekillerde algılamamıza neden oluyor bence.

Her zaman yakışıklı/güzel olan, her zaman çok sıkı espriler yapan, her zaman nihayeti tatlıya bağlanan ve her zaman karşılığını bulan aşkların dünyası o dünya. Film icabı bir karakter başına gelen her kötü olayı unutabilir veya kötü bir sözü arkasında bırakabilir. Siz de bir seyirci olarak bundan memnun olursunuz. Fakat hakikatte insan ne kadar arkasında bırakmaya müsaittir? Bu nedenle kalp kristalini beraber tuttuğumuzu bilip ona göre dikkatlice yürümenin istikametli olacağını düşünüyorum. Bununla hayalgücü evreninden fıtratın gerçeğine daha sık yüz çevirmemiz gerektiğini söylemek istiyorum. Evet. Arzumun özü bu. Üstelik kristalin taşınması boyunca ayağınıza çelme takan birdolu insan/durum da olacak. Yani perimasallarında 'Sonsuza dek mutlu yaşadılar...' şeklinde öğretilen aşk, sahada pekçok sıkıntıyla karşılaşacak, gelecek de sorunsuz olmayacak. Sebepler dairesi ortadan kalkmayacak. Bu sebeble burada da mevhumu hakiki olanından farkedebilmeliyiz. Mevhum bizi şevklendirmek içindir. Hakiki sanılmak için değil.

İşte, bu eşikte hayrın varlıksallığı şerrin yokluksallığı, yıkmanın kolay yapmanınsa zor olduğu hiç aklınızdan çıkmamalı. Siz bir bütünlüğe, yani parça parça sahip olduğunuzun daha üstü bir varlığa, hayatlarınızdan kurulacak bir binaya ulaşmaya karar veriyorsunuz. Evlilik bu. Ayrıyken muhatap olduğunuz dünyadan daha fazla sebeple, daha fazla iradeyle ve daha sıkı bir organizasyonla bu iş yürüyecek. Destekler artabilir ama sorun çıkma ihtimali de artıyor. Eserin sanatı yükseldikçe onun için omuzlanması gereken emeğin miktarı da çoğalıyor. ‘Ben’den ‘biz’e dönüşmenin illa ki insana yüklediği bedeller var.

Böylesi bir sürece girdiğinizin şuurunda olup, yaptığınız şeyin bir yapmak, dolayısıyla kolay kırılabilir bir kristal olduğunu bilmek, dönülmez noktalara gelmekten koruyucu olabilir. Biraz da bundan Bediüzzaman’ın ‘hayrın vücudîliği’ ve ‘şerrin ademîliği’ üzerinde bu kadar sık durmasını manidar buluyorum. Öyle ya: Varlığı nasıl algıladığımız onda ne bulduğumuzla yakından ilintili. Bir kristali elinizde tuttuğunuzu bilmek, eşsiz bir düzene dahlolduğunuzun farkında olmak, elbette bir plastik topu taşımaktan daha dikkatli davranmaya zorlar sizi. Büyük resmin gösterdiği manzaraya uyanmak işgal ettiğin izi bozmaktan daha fazla korkutur. Güzel bir endişe verir. Nihayetinde zarar verdiğin tek sen değilsindir. Bazen bir kibrit alevi koca bir binayı mahveder. Kibritinden kork arkadaşım. Fırsatını bulursan kendi ademîliğinden de ‘her hayır elinde olana’ sığın.

13 Mayıs 2014 Salı

Fight Club’ın gör dediği

Bizim neslimizin hiç Büyük Buhranı ya da Dünya Savaşı olmadı. Televizyonlar tarafından milyoner, sinema tanrısı, rock yıldızı olacağımıza inandırılarak büyüdük. Ama bunların hiçbirisi olmayacağız ve bunu yeni yeni anlamaya başlıyoruz. Ve çok, çok kızgınız."

Fight Clup filminden…


Solomon Asch’ın 1951’de yaptığı deney, bireyin ‘grubun kanaatine’ ne kadar bağlı olduğunu göstermesi açısından ilginçtir. Yedi kişinin bir masanın etrafında oturduğu, karşıdaki tahtaya ise dört çizginin çekildiği deneyde; orta uzunlukta bir A ve hedef çizgisi, kısa bir B çizgisi ve uzun bir C çizgisi bulunuyordu. Soru şuydu: “Hangisi hedef çizgisiyle aynı boyda?” Siz gönül rahatlığıyla A cevabını vermeye hazırlanırken diğer altı kişi sizden önce davranıyor ve C diyordu.

Asch deneyi göstermişti ki; böylesi bir durumda, deneklerin yüzde yetmişdördü, kendi kanaatini terkedip grubun kanaatini seçmişti. Yüzde yirmisekizi ise birçok denemede bile grubun kararından ayrılmamıştı. Fakat bu deneyle ilgili ilginç bir ayrıntı daha var: 1980’lerde tekrarlanan deney tamamiyle başka sonuçlar veriyor. "Ben" Nesli isimli kitabın yazarı Dr. Jean M. Twenge göre netice bu: “Artık kimse, grupla uyum sağlamayı düşünmüyordu.”

"Ben" Nesli biraz da Amerikan toplumunun değişen yapısı ve bunun nedenleri üzerine teoriler üreten bir kitap. Değişen paradigmaları ve sonuçlarını saptamaya çalışıyor. (Elbette saha çalışmaları da yaparak.) Yazarın en büyük keşfi ise şu: “Sonuçlar bana, toplumsal onaya karşı azalan gereksinimin yaygın olduğunu söylüyor. 9 yaşındaki çocuklar bile bu akımın özelliklerini taşıyor…” Bir açıdan bakıldığında, elbette bu iyi birşey. Fakat yazarın ciddi endişeleri de var. Bu serbestilerini ‘topluma rağmen vicdanını dinlemek’ olarak değil ‘kendinden başkasını önemsememe’ şeklinde teşhis ediyor. Gizli bir narsizmin özsaygı ve özgüven kavramları içinde Ben Nesline aşılandığını düşünüyor. Bunu ifade etmek için yine bu neslin bir şarkısının meşhur sözlerini alıntılıyor: “Kendinize olan sevginiz, ‘ilk aşkınız’ olmalı.”

1970’lerden sonra doğum kontrol yöntemlerinin artması, kürtajın çoğu eyalette yasallaşması, Amerika’nın hiçbir büyük kriz ve savaş yaşamaması, ailelerin her zaman ‘istenen bebeklere’ sahip olmasını sağlamış. İstenen bebeklere sahip olan aileler, çocuklarına yüksek miktarda özsaygı aşılaması yapıyorlar: “Diğer bir deyişle; kendinizden memnun olmanız, iyi bir iş çıkarmanızdan daha önemlidir. (…) Koşulsuz onaylama, davranış biçiminiz ya da birşey öğrenip öğrenmediğiniz dikkate alınmadan kendinizden memnun olmanız anlamına gelir.”

Bunun, büyüdükleri dönemde, gençlerde yaptığı en büyük zayiat, gerçek hayatla yüzleştiklerinde ‘birer harika’ olmadıklarını farketmeleriyle meydana geliyor. Bu neslin gençleri eleştiri kabul etmeyen, çabuk incinen, kolay motive olamayan çalışanlara dönüşüyorlar. “Eğer bir çocuk hiçbir şey yapmadan kendini mükemmel bulacaksa neden birşey yapsın ki? Temeli olmayan özsaygı çalışkanlığı değil, tembelliği teşvik ediyor.”

İstedikleri herşey olabilecekleri söylenerek büyütülen bu çocuklar; istedikleri şey olamayacaklarını, çünkü bunun için emek ve yetenek gibi öğelerin yanısıra başka etkenlere de sahip olmanın gerektiğini anlayınca hemen karamsarlığa kapılıyorlar. “Çok fazla seçeneği olan bir dünyaya adım atıyoruz ve çok küçük yaşlarda depresyona giriyoruz.” Ben Neslinin kendilerine yapılan nasihatlere karşı genel tavrı bu: “Bütün yaşamları boyunca kendilerine çok özel oldukları söylenen gençler, çaresizce özsaygılarını korumaya çalışıyor ve birçoğu da eleştirelliği ve karamsarlığı zırh olarak bürünüyor.”

Bencilleşme, gelecek endişesi, intihara temayül, bağlanma korkusu, şiddete meyil, sinizm, eğlence dışındaki herşeye karşı ilgisizlik, agnostizm, bugünü için ebeveyni suçlama ve ebeveyne karşı şiddet, okul arkadaşlarına yönelik şiddet, hayalcilik gibi birçok dışavurumu olan bu durum; aslında amaçsızlaşmadan ziyade, bireyin tek yaşam amacını ‘kendisini gerçekleştirmekten’ ibaret görmesi sorunu. (Fakat kendisi nedir?) Yazar bu noktada bir tedavi yöntemi olarak bireyin kendisi dışında amaçlara yönelmesini öğütlüyor: “Yine bu kadar önemli olan bir diğer konu da pek çok insanın kaybettiğini farkettiği ‘hayatın anlamını’ keşfetmesi. Bu boşluk, çoğunlukla insanın sadece kendisine odaklanmasından kaynaklanıyor.”

Bu kısım bana nedense Bediüzzaman’ın “Gaye-i hayâl olmazsa, veyahut nisyan veya tenâsi edilse; ezhan enelere dönüp, etrâfında gezerler…” tesbitini hatırlattı. Sanıyorum Ben Neslinin en büyük problemi bu: Hayatın merkezinde kendisinin olduğu telkini ile yetiştirilmesi. “Amerika’da yetişen bir neslin bizimle ne alakası var?” demeyin, kitapta bu zihniyetin aşılandığı kültürel öğeler olarak zikredilen dizi ve filmlerin tamamı Türkiye’de de gösterilmiş veya gösterimde olan şeyler. Bahsettiği ‘özgüven’ merkezli kitapların çoğu dilimize de tercüme edilmiş ve çok satanlar listesine girmiş durumda. Bu açıdan, Amerika bizim uzağımız değil; lümme-i şeytaniyemiz gibi. Dünyaya oradan fısıldanan şeyler iletişim çağında bütün bedene yayılıyor.

Kitaptaki verilere göre Amerika’daki agnostik sayısını geçmiş nesle göre iki katına çıkaran, intiharları katlayan, depresyonu zirveye çıkaran bu dalga, belki bütün gücüyle Türkiye’ye girmemiş olabilir; fakat yine de benmerkezciliğin yükseldiği, bireyin kendisi dışında herşeye yönelik ilgisinin azaldığı bir döneme hazırlıklı olmalıyız. Geçmişin nasihatleri manasıyla değil, ama uslûbuyla geride kaldı. Her nesil, kendi zamanının çocuğudur ve ona göre bir dil geliştirilmesi lazımdır. Bu noktada KAGEM ile SETA’ın birlikte organize ettiği “Gençlik Forumu Aidiyet, Dönüşüm, Gelecek” konulu panelde açılış konuşması yapan Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in; “Bugünkü gençlik, bir nesil öncesinin dünyasını kendisi için dar görüyor. Bunu dikkate alarak yeni bir dil ve üslup üzerinde çalışmalıyız!” tesbiti çok kıymetliydi.

Bu yeni dil ihtiyacının altını yıllar önce çizen ve paradigmaların artık değiştiğinden haber veren Metin Karabaşoğlu’na ait “Değişen Paradigmalar ve Risale-i Nur” isimli makaleyi de okumanızı tavsiye ederim. Aynı eksenden bakınca çok şeyler söyleyebilir.

Bitirirken, kendimize bir çuvaldızı: Dünyada komünizm tehlikesi diye bir tehlikenin kalmadığı bir çağda, hâlâ “Türkiye’de komünizm tehlikesini Risale-i Nur engelledi!” sloganıyla yapılacak bir tebliğin, gençlere tesir edebilir ne yanı var? SSCB’nin yıkılışını bile görmemiş bir nesil büyüdü artık. Yeni bir dil geliştirmenin zamanı gelmedi mi? Risaleler, bu noktada çalışırsak, bize, yeni dilin metodunu da kazandıracak zenginliğe sahip. Ama çalışırsak…

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...