Üslûb etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Üslûb etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Ocak 2020 Pazar

Talebe ne işe yarar?

Yıllar önce bir dostum 'çok beğendiğini' söyleyerek okuduğu kitabı göstermişti. Benim de kitaplara az-buçuk merakım var. Malum. Okumaya başladım. Tek diyebileceğim şu: Hiçbirşey anlamadım. Abartmıyorum. Cidden hiçbirşey anlamadım. Çünkü metinde kullanılan 'yeni Türkçe'ye hiçbir aşinalığım yoktu. Oradaki 'salt'lar, 'ilgin'ler, 'ivedi'ler, 'içkin'ler kafamda hiçbir taşı yerinden oynatmıyordu. Fakat dostum 'çok beğendiğini' söylemişti. Sözünde de samimiydi. O zaman Türkiye'de, cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte boyverip gelişen, 'iki Türkiye' olduğunu anladım. Bir 'biz' vardık. Bir 'onlar' vardı. Bir 'bizim kelime dağarcığımız' vardı. Bir de 'onların kelime dağarcığı' vardı. Muhtemelen, ben de ona Risale-i Nur'dan bir bölümü okutmak istesem, aynı reaksiyonu alacaktım. Aynı dili konuşuyorduk. Lakin aynı dilde yazmıyorduk.

Bu farkedişi yaşadıktan sonra hayatımdaki birkaç şeyi değiştirmeye karar verdim. Birincisi: Onların kitaplarını da okuyacaktım. Okumak zorundaydım. Zira onlarla konuşmaya çalışıyordum. Halihazırda İslamî kaynakları okuyanlar muhataplarım değillerdi. Onlar zaten berzahlığım gerekmeden bilgiye ulaşıyorlardı. Bana ihtiyaçları yoktu. Ben, eğer bir tebliğ dili yakalamayı amaçlıyorsam, ötekilerin diline alışacaktım. Alışmalıydım. Konuşacaktım. Konuşmalıydım. Onlarla hakikat arasında bir berzahlık oluşturmalıydım. Yapabildiğimce. Bundan kaçınamazdım. Çünkü bilgiyi taşırken kuş değil koyun olmayı bizzat mürşidim bana nasihat ediyordu. Bu nasihati görmezden gelemezdim. Koyun dediğin aynı zamanda yediğinin berzahıydı. Otu alıp süte çevirirdi. Kuş berzahlık yapmıyordu. Yediğini yediriyordu.

İkincisi: Yazım dilimi değiştirdim. En azından elverdiğince denedim. Zorladım. Bunu yaparken 'Osmanlıca kelimeleri kullanmayı büsbütün bıraktım' diyemem. Öyle olmadığını okurken görüyorsunuz. Fakat azalttım. Konuşma diline yaklaştım. Yaklaştıkça da okurlarımın arttığını farkettim. Eskiden yazdıklarıma bakıp "Aferin bizim oğlana!" diyen abilerden/ablalardan mesajlar alırken, yeni üslûbunu oturttukça, "Abi aynen katılıyorum!" diyen kardeşlerden/bacılardan mesajlar gelmeye başladı. Bu beni mutlu etti. Ancak herşey güllük-gülistanlıktı diyemem. Çünkü mezkûr dönemde yeni düşmanlarım da ortaya çıktı. Kimdi peki onlar? "Kamus namustur!" diyen emekli nurcular. Onlar peşimi hiç bırakmadı.

Bugün bile yazılarıma böyle yorumlar gelir. Bir namussuzluk yapmışım gibi hissettirmek için de ellerinden geleni yaparlar. Onlara cevap veremiyorum. Çünkü cevaplarımın bir işe yarayacağını sanmıyorum. Reflekslerini anlıyorum. Cumhuriyet kurulduğundan beri kaybolagelen bir dili ellerinden geldiğince tutmaya çalışıyorlar. Ben de tutmayı istiyorum. Ancak şunu da reddedemiyorum: Artık bu dili, en azından bir yazım dili olarak, unutan bir gençlik yetişti. Sol yayınevlerinin yeni Türkçesi çoğusunun dimağına bizden önce ulaştı. Yıkılanı tekrar ayağa kaldırmak büyük bir sermaye, hikmet ve gayret işi. Hatta hükümet işi. Yalnız yayıncılık değil siyaset işi. Evet. Şu açık: Bu şekilde dilimizin üzerine kapandıkça sahada kazanamıyoruz. Çünkü yayılamıyoruz. Yayılanlar kazanıyorlar. Yazdıklarımıza da 'ufo görmüş masum köylü' edasıyla bakan gençler yetiştiriyorlar. Bu gençliğin miktarı artmakta. Sokağı inkâr edenlerin tebliği başarısızlığa mahkûmdur.

Bir de şöyle bir rahatsızlık var: Belki dindar camianın geneli adına da aynı şey söylenebilir ama ben daha çok nurcular içre söyleyeceğim. Birbirimize metinlerimiz üzerinden nurculuk satıyoruz. Evet. Yaşananın en acı tasviri bu. Ulaşmamız gereken dışarısını unuttuk. 'Biz' diye tarif ettiğimiz şöyle-böyle bir kitle var. Onlara rüştümüzü isbat etmeye gayret ediyoruz. Kullandığımız dilin her yanı "Beni farkedin!" diye bağırıyor. Neyi farkedecekler peki? Ne kadar çok Osmanlıca kelime biliyorum baaak. Ne kadar çok Risale-i Nur diline hâkimim baaak. Ne kadar çok nurcuyum baaak. Bütün mevzu bu gibi. O ötekine bol miktarda alıntıyla birşeyler birşeyler söylüyor. Öteki ondan daha fazlasıyla birşeyler birşeyler beyan ediyor. Fakat bakıyorsunuz: Risale-i Nur'un dili bile onlarınkinden daha anlaşılır. Üstelik bu metin en aşağı yetmiş-seksen sene önce yazılmış cümlelerden oluşuyor.

Bir talebe eğer 'müstakbel talebeleri' ile 'mürşidi' arasında berzahlık yapmayacaksa ne işe yarıyordur? Yazdıklarıyla mürşidinin metinlerinin üzerine mi çıkacaktır? Böyle birşey mümkün müdür? Alelekser değildir. Mürşidini geçen talebe nadir bulunur. O zaman yapılmaya çalışılan ne? Yapılmaya çalışılan yukarıda söylediğim şey işte. Bir iç avuntu. Bir kendine kapanma. Bir cemaat içre kendini tatmin. Ben bunun bir varta olarak serpildiğini düşünüyorum. Tepki de buradan doğdu. Peki bunun karşısında gelişen her dil doğru mu? Değil elbette. Bazılarımız da işi fazla laubalîleştiriyoruz. Genciz. Hata yapıyoruz. Lakin bizi istikamete çağıracak 'ara bölge'yi de bulamıyoruz. Çerçeveyi konuşmak cesaret istiyor. Bu cesareti göstermek kolay değil. Büyüklerimiz "Aman Ali Rıza Bey ağzımızın tadı kaçmasın!" der gibi kaçıyor da kaçıyor. Ya kızıyor ya başını çeviriyor. Ne diyelim? Allah büyük. Deneye deneye yeni dilimizi de buluruz elbet. Kıvamımızı buluruz. Sahibi davasını yerde bırakmayacaktır. Eh, bu yazı da 'derdini şikayet etmekte' bir yazı oldu, affolsun.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...