Esmaü'l-Hüsna etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Esmaü'l-Hüsna etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Nisan 2020 Cuma

Bencilin adaleti ‘adalet’ değildir

İkincisi, hususî rububiyetidir ve has iltifat ve imdad-ı Rahmânîsidir ki, umumî kanunların tazyikatı altında tahammül edemeyen fertlerin imdadına, Rahmânü'r-Rahîm isimleri imdada yetişirler, hususî bir surette muavenet ederler, o tazyikattan kurtarırlar.” Risale-i Nur’dan.

Merhamet adaletle dengesini bulur. Adalet de merhametle kemale erer. Hak Teala'nın hem 'el-Âdil' hem de 'er-Rahman' oluşu Onun kemalinin bir ifadesidir. Zira, el-Âdil celalî bir isimdir, er-Rahman cemalî bir isimdir. Celal ve cemalin birlikteliğinden 'kemal' görünür. Sözgelimi: Bir insan sadece yumuşak huylu olmakla 'mükemmel' sayılmaz. (Çünkü böylesinin koruması gereken şeyleri koruyamadığı çok görülmüştür.) Fakat sırf celalli bir tabiata sahip olana da 'kamil insan' denilmez. (Çünkü böylesinin de nedensiz kalp kırdığı sık yaşanmıştır.) Demek 'celal' ile 'cemal' tek başlarına 'kemal' ifade etmiyorlar. Kemal bu ikisinin beraberliğinden doğuyor. Tıpkı Aleyhissalatuvesselamın ahlakında olduğu gibi. Ki onu mürşidim bir yerde şöyle anlatıyor:

"Mu'cize-i Muhammedî ayn-ı Muhammed’dir. (...) Kur'ân'ın tazammun ettiği bütün ahlâk-ı haseneye câmi' idi. (...) Bunların içindeki nokta-yı i'câz şudur ki: Ahlâk-ı hasene çendan birbirine mübâyin değil fakat derece-i kemâlde birbirine müzahamet eder. Biri galebe çalsa öteki zaifleşir. Mesela: Kemâl-i hilm ile kemâl-i şecaat. Hem kemâl-i tevâzu ile kemâl-i şehâmet. Hem kemâl-i adalet ile kemâl-i merhamet ve mürüvvet. (...) gibi mecâmi-i ahlâk-ı mütezahime birden derece-i âliyede bir zâtta içtimâı, müzayakasız inkişafları, mu'cizelerin mu'cizesidir.”

Evet, öyledir, çünkü sıradan bir insanda böylesi meziyetler zirvelerde buluşmazlar. Başkalarda üzerlerinde tecelli eden hâkim isimlerin tezahürleri/ahlakları daha net okunur. Diğerleri varsa da gölgede kalırlar. Cömert olanın iktisadı zayıflar. Celalli olanın hilmi tökezler. Cesur olanın temkini dağılır. Fakat Aleyhissalatuvesselam en âzâm mertebede bütün isimlerin tecellisine mazhar olduğundan ahlakında da bu mazhariyetin kemali seyredilir. Elhamdülillah. Karakterinin güzellikleri, o güzelliklerin tezahürleri, o tezahürlerin şahitlikleri adedince Zat-ı Şerifine salat u selam olsun. Âmin. Âmin. Âmin.

Buradan şuraya geçeceğim: Rahman sûresinde iki yerde Cenab-ı Hak kendisini Zü’l-Celal-i ve’l-İkram olarak tanıtıyor. Bu, gayet özet bir anlamıyla, ‘celal ve ikram sahibi’ demek. Dikkat buyurursanız bu terkipte dahi ‘celal’ ve ‘cemal’ birlikteliği gönlümüzü ferahlandırmaktadır. Çünkü ‘celal’in içine ‘ikram’ konulmuştur. İlkinin korkusuyla gerilen kalplere ikincisinin tahatturuyla bir su serpilmiştir. Gürleyen göklere, karanlık bulutlara, haşmetli şimşeklere yağmur yüklenmiştir. Ayetlerin geneli de bu dikkatle incelendiğinde hep böyle ‘celalin peşinde bir cemal’ veya ‘cemalin ardında bir celal’ kendisini hissettirir. Cehennem ayetleri ile cennet ayetlerinin yakınlığı dahi buna bir delil olarak zikredilebilir. Fakat bu zaten açıkta olanlardandır. Payımıza düşen has güzelliklerse örtünenlerin keşfindedir. Mehirleri olan dikkatin verilmesi şartıyla elbette.

Ben de geçenlerde Nahl sûresinin 90. ayetini tefekkür ederken kendimce bir tanesini farkettim. Nedir? Hemen kısacık bir mealini alıntılayalım: “Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalığı ve azgınlığı da yasaklar. O düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” Esmaü’l-Hüsna konusunda okuma yapanlar bilirler. ‘Allah’ ism-i şerifi diğer bütün isimleri de kapsar. Hepsinin manasını kendisinde toplar. Tek seferde ifade eder. Bediüzzaman da bu sadedde der: “Allah bir ism-i câmi’ olduğundan Esmâ-i Hüsnâ adedince tevhidler içinde bulunur.” Bu nedenle Allah ismi kemalin de ifadesi olur. Yani ‘bütün güzel isimlerin tek tek ve de tastamam sahibi’ ancak ‘Allah’ olur. Hepsini birden taşıyamayan sözde/şirkli ‘tanrıcık tanımları’ varlığın/varoluşun gerektirdiği ve İslam’ın öğrettiği ‘Allah’ı karşılayamazlar.

İşte yukarıdaki ayet-i kerimenin manasında da böyle bir zenginlik bize gözkırpıyor. “Allah’ın adaleti nasıl olur?” sorumuza cevap veriyor. Açalım: 1) Allah’ın adaleti, iyiliği ve yardımı emrederek cemalin manasını da kucaklar. 2) Allah’ın adaleti, hayâsızlığı, fenalığı ve azgınlığı yasaklayarak celalin manasını da kuşanır. Yani kemaldedir. Burada adaletin ardından anılan ‘emredilenler’ ve ‘yasaklananlar’ sanki ilk emredilen şey olan ‘adalet’in açılımını bize öğretirler. “Allah adaleti emreder ama adaletle beraber şunları da…” Ve bir de birşeyin üzerini çizerler: Adalet kendi bireyselliğine kapanarak sahip olunacak birşey değildir. Yani ki bencilin adaleti ‘adalet’ değildir. Eğer bir insan, Cenab-ı Hakkın ihsanıyla zengin olmuşsa, iyiliğine muhtaç olan kardeşi-akrabası hakkında “Ben çalıştım da kazandım. O da kendisi çalışsın kazansın. Benim varlığımı yemesi adalete uygun mu hiç…” diye karşılık veremez. Çünkü ta bu ayeti ilk okuduğu gün öğrenmiştir ki: Allah adaleti ‘iyilikle’ ve ‘akrabaya yardım etmekle’ birlikte emretmiştir. Bu ikisinin kuşanılmadığı bir adalet anlayışı, her ne kadar kapitalist düzene uygun görünse de, Allah’ın uygun gördüğü adalet anlayışı olmaz.

Burayı çok önemsiyorum. Çünkü bugün küresel (m)edeniyetin öğretisiyle hepimizde bir parça kendi bencilliğine kapanmak var. O duvarların içinde de İblis bizi birçok demagojiyle oyalıyor. Mantığını kabullendiriyor. Duvarlarını sevdiyor. Karun gibi “Bu bana ilmimle verildi!” dememek için, adaletten değil amma, şu şeytanî adalet anlayışından uzaklaşmalıyız. Adaleti sadece ‘benim payım-senin payın’ düzleminden çıkarmalıyız. İçine ‘iyilik etmeyi’ ve ‘kötülükten sakındırmayı’ da koymalıyız. Hayâsızlıklar, fenalıklar ve azgınlıklar bizim bireysellik kalemizin dışında da kalsalar; tabir-i caizse “Alan memnun, satan memnun, bana ne?” noktasında da görünseler; biz bunları sinemize alıp ‘meşruiyet’ etiketini yapıştırmamalıyız. ‘Bana dokunmayan yılan’ muamelesi yapmamalıyız. Çünkü adalet Allah’ın adaletidir. Elbette evveliyetle Onun buyurduğu gibidir. Zaten Onun malıdır. Ve de yine mahlukatına karşı uygulanmaktadır.

Meramımı inşaallah anlatabilmişimdir. Bugün seküler düzen bize adaleti bambaşka bir çerçevede öğretiyor. Tevhid eseri olduğu için bir bütün şeklinde ele alınması gereken varlığı kompartımanlara bölüyor. Bu bölünmeden bir bencillik/bireysellik gelişiyor. Onlar da daha başka birşeyi beraberlerinde geliştiriyorlar: Duyarsızlaşma. Hem iyiliğe hem de kötülüğe karşı “Bana ne canım!” demeye başlama. Üstelik bunu Karun gibi bir tür ‘adalet söylemi’ içine yedirme. Bu ayette sanki bu sapkınlığın da önü tıkanıyor. Allahu’l-a’lem. Eğer izahımda sürç-i lisan ettimse Rabbimden affımı dilerim. Âmin. Bitirirken: Emeviyenin Ehl-i Beyt’e okuttuğu laneti hutbelerden kaldırarak yerine bu güzel ayetin tilavetini hediye eden, ümmetin nuru, Ömer b. Abdülaziz Hazretlerine de rahmetler dilerim. Çünkü o akrabasına iyilikle adaletin belini tekrar doğrultmuştur.

15 Mayıs 2019 Çarşamba

Sen hergün bin karadelikten geçiyorsun

Bilim kurgu filmlerini sen de çok izlemişsindir arkadaşım. Hani şu boyutlar arası geçişler yapılanları. Bir karadeliğe girip, bir kapı açıp veya bir eşikten geçip âlemden âleme seyredişleri. Uzun mesafeleri bir anda alışları. Uzun zamanları bir anda geçişleri. Bana öyle geliyor ki: Aslında insanın içinde böylesi pekçok karadelik, kapı ve eşik vardır. Onlara uğradığı zaman herşey bir anda değişir. Bu bazen bu bir müjdedir (ki keder âleminden neşe âlemine ışınlar), bazen bir musibettir (ki neşe âleminden keder âlemine gönderir), bazen de çok etkilenilen birtek kelimedir (bunun yapacağı tesirler muhteliftir). Nihayetinde hepsinde olan şey bir tür berzahiyettir. Ayağı-aklı-kalbi berzaha alışan geçişlerde zenginleşir. Pratik kazanır. Ferahlar. Kuvvetlenir. Yanında sevdiğinin ismi anılınca içinde oynayan taşlar da böyledir.

İsimler nasıl birer berzaha dönüşürler? Şimdilerde biraz buna kafa yoruyorum arkadaşım. Çünkü Esma-i Sitte Risalesi namı ile meşhur 30. Lem'a'yı her okuyuşumda şunu farkediyorum: Mürşidim de onları birer 'berzah' olarak kullanıyor. Berzah nedir? Sözlükler 'kıstak' diye bir karşılık veriyorlar ya ona daha da yabancıyız. İzahlarına izah gerek. Deneyelim:

Berzah en temelde 'iki şey arasındaki engel' anlamına geliyor. Ve bir yan anlam olarak da 'geçiş bölgeleri' manasında kullanılıyor. 'Kıstak' da zaten buna yakın birşey. Nasıl? Sözgelimi: Bir kara parçası var. Bu kara parçasının bir kısmı iki deniz arasında epeyce inceliyor. Yani sanki iki kara birbirine buradan, bu geçiş bölgesinden, boğumdan bağlanıyor. İşte ona da 'berzah' deniyor.

Bir de 'berzah âlemi' olarak ifade edilen 'kabir âlemi' var. Ölülerimizin gittiği yer. Peki ona neden 'berzah' deniyor? Çünkü o da bir ara âlem. Ahiret ile dünya arasında bir geçiş. Bir koridor. Bir köprü. Bir geçicilik. Mürşidimse Mesnevî-i Nuriye'sinde berzah kavramını şöyle genişletiyor:

"İ'lem eyyühe'l-aziz! İnkılâplar neticesinde her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki âlemle münasebettar köprüler lâzımdır ki her iki âlem arasında gidiş geliş olsun. Lâkin o köprülerin inkılâbat cinslerine göre şekilleri, mahiyetleri mütebayin, isimleri mütenevvi olur. Meselâ, uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprüdür. Berzah, dünya ile âhiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misal âlem-i cismaniyle âlem-i ruhanî arasında bir köprüdür. Bahar, kış ile yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür. Kıyamette ise inkılâp bir değildir. Pekçok ve büyük inkılâplar olacağından, köprüsü de pek garip, acip olması lâzım gelir."

Bediüzzaman'ın 'berzah' ile isimlendirdiği çok şey var. Mesela: Bir yerde tarikatlara berzah diyor. Bir yerde ölüler âlemine berzah diyor. Bir yerde akla berzah diyor. Bir yerde kalbe berzah diyor. Bir yerde vicdanı berzah olarak anıyor. Hepsini topladığınızda vardığınız sonuç yukarıdakinin aynısı: Birşey başka şeyler arasında geçişi sağlıyorlarsa onlara 'berzah' denilebilir.

İşte, arkadaşım, Ahmed kardeşin de buradan cür'et bulup isimlere 'berzah' diyebilir veya ileride diyecektir. Çünkü mürşidi ona farkettirmiştir: Esma tefekkürü sayesinde insanlar da bir yerden başka yerlere, bir bakıştan başka bakışlara, bir okumadan başka okumalara geçerler veya geçebilirler. Onların 'birbirine bakar' marifetlerinden faydalanabilirler. İsimlerde bu sır vardır. İçlerinde şu potansiyel vardır. Peki şu sözümün delili nedir?

Başta dedim ya: Esma-i Sitte Risalesi buna güzel bir örnek. Bediüzzaman orada Cenab-ı Hakkın isimleri ile şuunatı arasında, şuunatı ile kainat arasında, kainat ile isimler arasında, isimleri ile amellerimiz arasında, amellerimiz ile yine şuunat arasında, şuunatı ile rububiyeti arasında birçok köprü kuruyor. Ve bütün bunları aynı el-Esmaü'l-Hüsna berzahıyla yapıyor.

Mesela: İsm-i Kuddüs bahsinde, kainatı sürekli temizlenen bir oda gibi görmeyi öğrettikten sonra, ister istemez bizi "Bir temizleyen olmalı!" demeye götürüyor. Buradan bir isme varıyoruz: Temizleyen. Temizleyen ismi ise sahibinin pâklığına götürüyor bizi. Çünkü kirli olanın temizleyiciliği yoktur. Pis suyla tabak yıkanmaz. Kötü ahlaklıdan toplumu düzeltmesi beklenemez. Demek o nihayetsiz temizleyici her türlü kirden-kusurdan da nihayetsiz münezzehtir. Kuddüs'tür. Kendisinin subhaniyetidir ki varlığa 'sürekli bir temizlenme ihtiyacı' içinde yansımıştır. Varlık 'onun yaratığı olmaya layık olmak' için çalışmaktadır.

Bu yansımayı farkettik de iş bitti mi? Bitmedi. Temizleyiciliğin nihayetsizliği bize Kuddüs isminin sahibinin şuunatına dair de birşeyler söylüyor. Cenab-ı Hak, kainatı böylesine sürekli bir temizlik faaliyeti içinde tutuyorsa, nezahete karşı bir tür muhabbet-i münezzehe duyuyor demektir. Kainatın öyle olmasını istediği gibi kullarının da öyle olmasını istiyor demektir. O zaman diyebiliriz ki: Kuddüs isminin bir gereği olarak nübüvvet mutlaka varolmalıdır. Herşeyin kirini türüne yakışır görevlilerle temizleyen Allah, elbette, insanlığın da kirini de bu sûretle temizlemektedir. Temizlemelidir. Şuunatı böyle iktiza eder çünkü.

Bakınız isim bir berzah oldu. Önce bizi kainata bağladı. Sonra yine kendisinden geçirip şuunat-ı İlahîyeye dair konuşturdu. Sonra yine üzerinden geçirip akaide götürdü. Sonra yine üzerinden aşırıp amellere bağladı. Nasıl? Dedik ya: Kainatı temizleyen Allah elbette kullarını da temizlemek ister. Peki sırr-ı imtihan gereğince bu nasıl olacak? Elbette nübüvvet eliyle yapılacak. Nebiler insanlara yaşamın tüm kirlerine rağmen temiz kalmanın yollarını öğretecekler. Mezkûr eserde alıntılanan "Temizlik imanın yarısıdır!" gibi hadis-i şerifler de zaten bunu bize öğütlerler. Hatta 'La ilahe' dahi bir temizliktir ki 'illallah'ı çağırır. Kalpten putların süprüntüleri kovulmadan tevhidin pir u pâk sancağı oraya dikilemez.

Mürşidimin ism-i Adl'in ahirinde 'ölçüde-tardıda doğru davranmayı' öğütleyen ayet-i kerimeye yaptığı atfı da böyle okuyabiliriz. Ve diyebiliriz: Amellerimizin mantığı içimizde bu yolla inşa oluyor. Açmak için soralım: Neden âdil olacağız? el-Cevap: Çünkü kainat adalet üzerine kurulmuş. Çünkü onu yaratan Allah adaletin fiilerini işliyor. Adaletle işliyor. Bu kadar tekrar ettiğine göre aynı şeyi, koruduğuna göre aynı hassasiyeti, seçtiğine göre aynı eyleyişi demek Rabbimiz adaleti seviyor. Seviyor ki eyliyor.

Bütün kainatı böyle bir adalet üzerine kuran bizi ondan ayırır mı? Demek dürüst olmak aynı zamanda 'kainatla uyumlu olmak'tır. Fıtratımızla uyumlu olmaktır. Onları yaratan Allah'la uyumlu olmaktır. Böyle bakılması bir kere öğrenildiği zaman hiçbir amel insan için 'taklidî/dogmatik' kalamaz. Dinin kendisine emrettiği herşeyin izlerini varlıkta görür. Kardeşlik bağlarını tanır. Tefekkürüyle isimleri berzaha dönüştürür. İçlerinden geçip kendine de ulaşır.

Size de önerim bunu kendi dünyanızda bir deneyimleyin. Tecrübe edin. Elimizde bize vahiyle/sünnetle gelmiş müthiş bir Esma bilgisi var. O isimlerin herbirini, tıpkı Bediüzzaman'ın 30. Lem'a'da yaptığı gibi, tefekkür edin. Kainatta izlerini arayın. Bu izleri bulduktan sonra farkedeceksiniz ki: Böyle okumaları arttırdıkça onlar sizde itikada da dönüşüyorlar. Yani artık Allah'ı o sıfatlarıyla birlikte hatırlamaya başlıyorsunuz. Tecellilerinin sıklığını ise şuunatına yoruyorsunuz. Sonra bu durum elbette içinizdeki telleri titretiyor. Yani dedirtiyor: "Ben de onlardan biri değil miyim? Bana nasıl tecelli eder bu isim? Ben nasıl o tecelliye karşı duyulan muhabbetin gölgesi altına girerim?" Bu soruların cevaplarını kolluyorsunuz. Uyum huzurdur çünkü.

İşte buradan da insan ister-istemez takvaya ve salih amellere bağlanıyor. Kainatta okuduğunu kendi hayatına buralardan sokuyor. Artık amelleri 'zorakî/taklidî' olmuyor. Evrenle uygun adım yürümek oluyor. Evet. Arkadaşım bana öyle geliyor ki: Bütün bu geçişler isimler sayesinde. Benden sana geçmek nasıl ki ismini anmakla oluyor. Yani ben seni anınca senin varlığın ortaya çıkmaya çağrılıyor. Ben gizleniyor. Ben denizi bitip sen denizi başlıyor. Öyle de Allah'ın el-Esmaü'l-Hüsnası kuşanıldıkça nazara çağrılan binler âlem var. Şu ayeti de unutma: "Bütün güzel isimler Allah'ındır." O halde isminden geçilmeden varılan yerde güzellik yoktur. Güzelliğe varılmışsa bil ki bir isimden geçilmiştir.

11 Şubat 2019 Pazartesi

Deistlerin cevabını arılar verir

O kadar çok 'keşke'miz var ki arkadaşım. Bir tane daha eklesek ziyadesi belli olmaz. Ben de bendekilerden birisini yazacağım. İşte söylüyorum: Keşke Bediüzzaman'ın Esma-i Sitte Risalesi'nde öğrettiği bakış açısı, üslûp ve içerikle Esmaü'l-Hüsna'nın tamamını çalışabilsek. Evet. Bunu cidden çok arzu ediyorum. Fakat yapmaya kendimde kuvvet bulamıyorum. Bir dilek olarak tutuyorum sadece. Öyle ya. Amellerimiz gibi dileklerimizin de sahibi Allah değil mi? Ağaçlar gibi tohumların da sahibi Allah değil mi? Bakarsın onu yeşertip kocalttığı gibi birgün bunu da yeşertir, kocaltır, göklendirir. Âmin.

Fakat, oraya varmadan, bencileyin Nahl sûresinden feyzlendiğim bir 'el-Hâdî' ism-i şerifi okuması üzerine de konuşmak istiyorum seninle. Malumundur, el-Hâdî, 'hidayet veren, doğru yolu gösteren, hayırlı murada erdiren' gibi manaları saklıyor nurdan bağrında. Ve bu ism-i şerifi duyar duymaz aklımıza 'vahiy' geliyor. Evet. 'Vahiy' ve 'nübüvvet' Cenab-ı Hakkın 'hidayet vericiliğinin' en büyük tezahürlerinden ikisidir. Hak Teala 'doğru yolu gösterici' olduğunu kullarına en berrak tonlarıyla onlarda gösterir. (Peygamberleri sayısınca elhamdülillah.) Ama yine de, Esma-i Sitte Risalesi'nden aldığımız dersle, sormadan geçmeyelim: el-Hâdî isminin kainattaki tecellisi yalnız bu şekilde midir? Farklı izleri/renkleri de yok mudur mübareğin?

Vardır. Hem de çok vardır. Bunu da bize birçok ayetiyle Nahl sûresi söyler. Hatta, sanki daha isminden bu dersi vereceğini ihtar eder gibi, 'nahl/arı' der bu sûre kendine. Çünkü 68. ayetinde kısa bir mealiyle şöyle denir: "Rabbin bal arısına: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendine evler (kovanlar) edin. Sonra meyvelerin her birinden ye ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylım yollarına gir, diye ilham etti. Onların karınlarından renkleri çeşitli bir şerbet (bal) çıkar ki, onda insanlar için şifa vardır. Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük bir ibret vardır."

Burası bana çok heyecanlandırıcı geliyor arkadaşım. Zira 'arı'nın hüneriyle 'nübüvvet'in hüneri arasında bağ kuruluyor. Âdeta bir desenin iki motifi arasında gezilir gibi orası-burası nakışlanıyor. Sûrenin daha başlarında deniyor mesela: "Allah, 'Benden başka ilâh yoktur. Öyle ise bana karşı gelmekten sakının' diye (insanları) uyarmaları için emrini içeren vahiy ile melekleri kullarından dilediğine indirir." Sonra, daha ilerdeki ayetlerde, 'binek hayvanlarının nimetiyeti hatırlatılarak' ekleniyor: "Doğru yolu göstermek Allah’a aittir. Yolun eğrisi de vardır. Allah dileseydi, hepinizi doğru yola iletirdi." Yani, Rabb-i Rahîm, aciz zihinlerimize bir kolaylık olsun diye belki, önce binek hayvanlarıyla bize yolculuklarımızı çağrıştırıyor. Sonra da 'doğru yolu bulmaya' duyduğumuz ihtiyacı…

Mesele burada mı bırakılıyor peki? Hayır. Elbette bu kadar değil. Daha 'doğru yolu bulma kanununun' pekçok mertebesini ders alacağız. Arıya kovanını en uzaklardan bile bulduran Allah'ın daha nice nice şeylere yol gösterdiğini öğreneceğiz. Cenab-ı Hakkın 'el-Hâdî' isminin, salt bir 'kavramlaştırma' değil, 'kainatın her köşesinde tezahürleri görünen bir tecelli mâdeni' olduğunu işiteceğiz. Ve ilerliyoruz: "O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Bütün yıldızlar da O’nun emri ile sizin hizmetinize verilmiştir. Şüphesiz bunlarda aklını kullanan bir millet için ibretler vardır."

Gece, gündüz, güneş, ay, yıldızlar... Bunlar da zamanın ve mekanın içinde 'doğru yolu bulmanın' araçları değil mi? Gece-gündüz döngüselliği sayesinde zaman parçalara ayrılıyor ve sayılabiliyor. Ölçülebiliyor. Tayin edilebiliyor. Güneş-ay-yıldızlar üçlüsü ise yolcuların yön tayin etmede en büyük dostları. Nereye gidildiği en çok onlarla anlaşılıyor. Doğular-batılar, kuzeyler-güneyler, arkalar-önler onlarla saptanabiliyor.

Sadece bu kadar mı? Değil. Devam ediyoruz: "Sizin için yeryüzünde çeşitli renk ve biçimlerle yarattığı şeyleri de sizin hizmetinize verdi. Öğüt alan bir toplum için bunda ibretler vardır..." Düşünelim tam da burada. Bize bir yolu doğru şekilde aldığımızı en çok ne öğretir? Yahut da şöyle güncelleyelim soruyu: Daha önce gittiğiniz bir yolu sonra tekrar nasıl tanırsınız? Bence bunlara verilecek cevap tam da ayetin hatırlattığı şekildedir: 'Çeşitli renk ve biçimlerde yaratılan şeyler' sayesinde. Evet. Bir dağ gördüğünüzde, onu geçip bir başkasına vardığınızda, bir vadiyi geçtiğinizde, onu geçip bir başkasını adımladığınızda, bir nehre uğradığınızda, onu geçip bir başkasına rastladığınızda, hepsinde ama hepsinde 'şeylerin çeşitliliği' sayesinde tanımalarınız olur. Herşeyin aynı olduğu bir yolda insan ne kadar yolu, hangi yöne, ne miktarda aldığınızı tayin edemez. Ancak nüansları sayesinde birbirinden ayırır.

'Nehir' dedik. 'Dağ' dedik. 'Yol' dedik. Nahl sûresi hemen sesimize ses verdi: "Sizi sarsmaması için yeryüzünde sağlam dağlar, yolunuzu bulmanız için de nehirler, yollar ve nice işaretler meydana getirdi. İnsanlar yıldızlarla da yollarını bulurlar." Subhanallah! İşte yukarıda kenarından kenarından yaklaşmaya çabaladığımız sır kendini aşikâr etti. Cenab-ı Hakkın 'el-Hâdî' ismi farklı boyutlardaki tecellileriyle 'tüm yol arayanların' rehberi oldu. Dağlıkta gezenlere dağ yol gösterdi. Nehir güzergâhında gideceklere nehir önayak oldu. Geceleyin seyahat edenlere yıldızlar tayin edildi. Mahlukattan kuş olsun, balık olsun, hayvan olsun, insan olsun, her ne varsa, arayıp bulduğu yolda el-Hâdî isminin gölgesine sığınmış oldu. Hatta bu gölge tüm evreni kuşatıverdi.

Dahası? Ah arkadaşım, yazı çok uzadı, atlayıverelim diğer şeyleri. Ve sonuca gelelim: Nahl sûresi deistleri/ateistleri büyük bir hakikate çağırıyor bence. Nedir o hakikat? Allah, evrenin her köşesinde, her sahnesinde, her karesinde birşeylere 'yol gösteriyor.' Arıya kovanını bulduruyor. Kuşlara yuvasını bulduruyor. İnsana evini bulduruyor. Tohuma toprağını bulduruyor. Derde devasını bulduruyor. Hastaya şifasını bulduruyor. Yani 'doğru yolu gösterme kanunu' tıpkı Esma-i Sitte Risalesi'nde misal verilen diğer 'esma kanuniyetleri' gibi tüm kainatı hükmü altına alıyor.

Peki tüm kainatın hükmü altında kaldığı bir tasarruftan insan hariçte kalabilir mi? Allah onlara da kendi içlerinden hidayet rehberleri göndermez mi? Arıya vahyettiği gibi onlara da vahyetmez mi? Mütehayyir kalanlarını ışığına çağırmaz mı? En nihayet, mürşidimin şu hikmetli sözüne geliyorum arkadaşım, çünkü bence Nahl sûresinin bir dersidir: "Karıncayı emirsiz, arıyı yâsupsuz bırakmayan kudret-i ezeliye, elbette, beşeri de bırakmaz şeriatsiz, nebîsiz. Sırr-ı nizam-ı âlem böyle ister elbette."

16 Eylül 2018 Pazar

Siz hiç 'lades' oynadınız mı?

Siz hiç 'lades' oynadınız mı? Hani şu kemikle oynanan oyun? Dikkatin sınandığı... Bir saniye. Çok bodoslama oldu. Oradan başlamayalım. Şuradan girmek daha doğru olur: Mürşidim bir yerde 'besmele' hakkında diyor ki: "Bismillâhirrahmânirrahîm, yukarıdan nüzûl ile, semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i musağğarası olan insana ucu dayanıyor. Ferşi Arşa bağlar. İnsanî arşa çıkmaya bir yol olur." İşte, ben, bu cümlelerin (ve de içerisinde yeraldıkları 14. Lem'a'nın 2. Makamı'nın) bana sezdirdiği birşeyi, doğruluğunu-yanlışlığını takdirlerinize bırakarak, paylaşmak istiyorum. (Tevfik ise Allah'tan.) Fakat öncesinde yine 'lades' konusuna döneceğiz.

Başka türlü de oynandığı oluyordur belki ama, biz çocukken ladesi tavuğun (aynı ismi taşıyan) kemiğiyle oynardık. Bu lades kemiğini (veya eklemdi) birbirinden ayırırken taraflar karşılıklı olarak 'bu oyunu oynayacaklarına dair' sözleşirlerdi. Oyunun kuralları ise belliydi: Taraflardan birisi diğerine uzattığı herhangi birşeyi aldırmayı başarabilirse kazanırdı. Fakat işin bir de inceliği vardı: Alan taraf o nesneyi 'Aklımda!' demeden almalıydı. Eğer diyerek alırsa oyunu kaybetmiş sayılmazdı. Bu yüzden yarışmacılar sürekli birbirlerinin dalgınlık anlarını kollarlardı. Rakibin dikkati uyanık olduğu sürece bu yarışmayı kazanmak zordu.

Her neyse... Burada çok oyalanmadan asıl konumuz olan 'besmele'ye geçelim. Ve soralım: "Besmele bize neyi anlatıyor? Neyi kazandırıyor? Söylerken neyi kastediyoruz?" Bu sorulara dair yazılmış belki binlerce mübarek metin vardır. Ve hepsi de hazineyi bir mücevherinden yakalamıştır. Biz de Bediüzzaman'ın ifadeleri üzerinden payımız olan bir mücevheri yakalamaya çalışacağız.

Peki bunu nasıl yapacağız? Bunu 'besmele'deki 'ferşi arşa bağlayan yolu' anlamaya çalışarak yapacağız. Ve evveliyetle şunu göreceğiz: Besmelenin iki parçasında birbirlerini gerektirir bir 'ilgi' var. Nasıl bir ilgi? 'Bismillah/Allah adıyla' ile 'Rahman ve Rahim isimleri' arasındaki bir 'gereklilik ilgisi.' Daha mı karmaşık oldu? Doğrudur. Ben de yazarken toparlamaya çalışıyorum. O halde şöyle yapalım. Bir soru eşliğinde açmayı deneyelim: 'Allah' ne demektir? 'Allah' dediğinde bir müslüman nasıl bir anlam dünyasını kasteder?

Sizi bilmem ama, ben bu kelimeyi andığım anda, yanına hemen 'ekber' kelimesi geliveriyor. O kadar birbirlerini gerektiren şeyler ki! Birisini söylemek hemencecik diğerini çağrıştırıyor.

Evet. Allah herşeyden önce 'ekber' olandır. Yani aşinası olduğumuz bütün büyüklük kıyaslamalarının üstünde olandır. Yani 'sonsuz' olandır. Sınırlıların (yani bizlerin) yoktan varlığa çıkışını açıklayacak sonsuzluklar ondadır. Kudreti sonsuzdur. İlmi sonsuzdur. İhsanı sonsuzdur. Cömertliği sonsuzdur. Zaten ancak bu 'sonsuzluğu' sayesinde cevabını bulamadığımız soruların cevabı 'o' olur. Açıklanamayanlar onunla açıklanır. Yanıtı verilemeyenler onunla yanıtlanır. İçinden çıkılamayanlar onunla 'çözülebilir' olur. Yani, içinde yaşadığımız âlem sınırlı olsa da, onda yaşananları, yapılanları, yaratılanları açıklayabilmek ancak bir sonsuzluk ile mümkündür.

Bu, bir açıdan, 'matematik' ile 'varoluş' arasındaki ilgiye benzer. Sayısal sistem nereye kadar uzanır? Rakamlar nerede biter? En son sayı kaçtır? Biz, biliyoruz ki, 'en son sayı' diye birşey yoktur. Rakamsal sistem, kaçınılmaz bir kabulleniş olarak, sonsuza uzandığını söyler. (Basamakların isimleri ise işlem seviyelerine çıkıldıkça verilir.) Ve bu sonsuza uzanma sayesinde evrende olan herşeyi formülize etmek mümkün olur. Hatta, bırakınız evrenin sonuna doğru gitmeyi, Pi sayısının virgülden sonraki kısmının durumu açıklamak için bile sonsuzluğun varlığının kabulü gerekir. Yani, sonsuzluk, rastladığımız her nesnenin ardında öylece durmaktadır. Belki "Herşeyin hazineleri bizim yanımızdadır!" ayetinin bir sırrını, ism-i Kayyum penceresinden, bize böylece fısıldamaktadır.

Yine dağıtıyorum. Asıl meselemize dönelim. Peki, isimleri/sıfatları böylece sonsuz olan bir ilahın, bizi yaratmasının sebebi nedir? İhtiyaç? Hâşâ. Sonsuz olanın eksikliği yoktur ki tamamlamak için birşeylere/birilerine ihtiyaç duysun. Mahlukatının ne 'varlığına' ne de 'ibadetine' ihtiyacı yoktur.

Fakat onun, masivasına karşı, 'sonsuzluğunun kemalinden gelen' bir ilgisi vardır. Ne ilgisidir bu? Yaratılmış, dolayısıyla sınırlı, dolayısıyla sınırlarının ötesine aciz, dolayısıyla muhtaç, dolayısıyla herdaim yardım dileyen mahlukatına karşı bir rahmet ilgisi. İhsanlarla sevindirebilmek için masivasının vücudlarını yokluktan varlığa çıkaracak kadar şefkatli bir ilgi. Büyüklüğünün kemalini, kemalinin güzelliğini, güzelliğinin mükemmelliğini, mükemmelliğinin kusursuzluğunu isbat eden bir ilgi. Her isminin, ilminin, dikkatinin güneş ışığı misali tüm detaylara nüfuz ettiğini gösterir bir ilgi.

Evet. Cenab-ı Hakkın bize dikkatinin 'zatının kemaliyle' ilgisi büyüktür. Yoksa, hâşâ, onun bize muhtaçlığı yoktur. Bizim ona 'onun yaratamadığı/yaratmadığı' birşeyi verebilme imkanımız yoktur. Zaten, Samed olan Allah'ın, karşılayabileceğimiz bir ihtiyacı da yoktur. O, ilah olması hasebiyle, ihtiyaçlara muhtaç olmaktan münezzehtir. Fakat kemalinden gelen bir fazlı olarak bizimle ilgilenir.

İşte, Cenab-ı Hakkın bu kemalî ilgisini, en çok 'rahmet' üzerinden okuruz şu dünyada. Yani, rahmet, hiçbirşeye muhtaç olmayanın fazl u keremi olarak, âdeta üzerimize titrer. Ve sanki besmele, içinde Rahman ve Rahim isimlerinin anılışıyla, şu manayı ifade ediyor olur:

"Allah'ın yaptığım herşeyde anmalıyım. Çünkü Allah yaptığım herşeyle ilgili. Bunu nereden çıkarıyorum? Çünkü o Rahman ve Rahim. Her işinde kereminin izleri var. Herşeye rahmet tecellileri olduğu gibi bana özel rahimiyet tecellileri de var. Vahidiyetle herşeyin sahibi o olduğu gibi Ehadiyet ile benim sahibim olduğunu gösteriyor. Nuru bana da dokunuyor. Ben de, işte, 'besmele'yi söylediğimde bu ilginin 'Aklımda!' olduğunu ifade etmiş oluyorum. Hem o ilgiyi hatırlıyorum hem de çevreme hatırlatıyorum. Çünkü 'insanî arşa' ancak böyle çıkılıyor. Yani, Allah'ın Rahman ve Rahim oluşu benimle ilgilenmesini, benimle ilgilenmesi ise (şuurlu bir canlı olarak) benim de bu ilginin farkında olduğumu beyan etmemi gerektiriyor. İnsan arşına 'farkındalığından' çıkıyor."

Bu bir tür 'şuur/dikkat geliştirme eğitimi' gibi de düşünülebilir bence arkadaşlar. Hani Cibril Hâdisi'nde geçen 'ihsan makamı'nı yakalamanın, yani Allah'ı görüyor gibi yaşamanın, bir güzel eğitimi. Mü'min her işinde 'besmele'yi söyledikçe, hatırladıkça, hatırlattıkça Allah'ın kendisine olan ilgisini de hatırlamış/hatırlatmış oluyor.

Oyunu kaybetmemek için bu şuur gerekiyor. Çok kusurlu bir benzetme oldu fakat zihne yaklaştırdığı için kullanmasını seviyorum. Besmele, bir açıdan, dünya imtihanında şeytana, nefsimize veya her türden gaflete karşı 'Aklımda!' demenin bir yolu gibi görünüyor: "Evet. Onun adı aklımda! Dolayısıyla, ey imtihan, Rabbimin bana karşı olan ilgisini unutmadım." Ve Kur'an-ı Hakîm'de de buyruluyor: "Üzerine Allah'ın adının anılmadığı kesilmiş hayvanları yemeyin!"

8 Ağustos 2018 Çarşamba

Boşa gitmedikçe insan sevildiğini anlar

"Hâlık-ı Rahîm nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor. İsraf ise, şükre zıttır, nimete karşı hasâretli bir istihfaftır. İktisat ise nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır." İktisad Risalesi'nden.

İktisad Risalesi'ni yeniden okumaya başladım. Daha başlardayken farkettiğim şey şu oldu: İktisad 'muhtaç olunanın kıymetini bilmek'tir. Durun. Durun. Bir saniye. Çabuk sonuca geldik. Biraz öncesinden alalım: Muhtaç olmak nedir? Muhtaç olmak, varlığını (veya varlığının bir parçasını), devam ettirebilmek için birşeye/şeylere ihtiyaç duymaktır. İhtiyaç duyan, bellidir ki, varlığını kendi başına devam ettiremez. Kendine yetemez. Kendiyle yetinemez. Evet. Bu böyledir. Ve bu noktadan hareketle denilebilir ki: Birşeye ihtiyaç duymak, ister-istemez, ona muhtaç olduğumuzu gösterir.

'Muhtaç olarak varolmak' aslında varoluş şeklimizi Allah'ın varlığından ayıran en önemli ayraçtır. Biz arızîleriz. Varız ama arızîdir varlığımız. Allah'ın, anlara dahi sirayet eder bir şekilde, yeniden yeniden, tekrar be tekrar, varlık lütfetmesine muhtacız. Sonraya ancak böyle taşınır önceki varlığımız. Vermeyi sevdiğim o misalle fehmimize yaklaştırırsak: Bir çizgifilmin içerisinde varolan karakterlerden birisi gibiyiz. Çizerimiz, bir sonraki karede tekrar filme dahil etmezse bizi, filmdeki diğer detaylar aynı kaldığı halde, yiteriz. Yani demem o ki arkadaşım: Kayyum isminin penceresinden bakılınca bir silgilik canımız vardır.

Ancak biz, yaşarken, hayatı daha çok Hayy isminin gölgesinde müşahade ediyoruz. Onun tecellileriyle okuyoruz. Ve Hayy ismi bize şunu söylüyor: Muhtaç oldukların karşılanmazsa hayatın devam edemez. Bu nedenle hayatımız devam ettiği sürece muhtaç olduklarımızın kıymetini tastamam idrak edemiyoruz. Belki, hasbelkader (kaderin bir hesabıyla) birazcık tehlikeye düştüğünde, uyanır gibi oluyoruz. Lakin tehlike geçince uyanıklık da hemencecik yitiveriyor. İlla, inayet-i ilahîyle, kalbimize bir 'farkındalık' ihsan oluna. Bu farkındalığın adı da 'ihsan'dır.

İhsan makamı, meşhur Cibril Hadisinin haber verdiği üzere, ism-i Hayy'dan ism-i Kayyum'a doğru uzanmaktır. Şuur açmaktır. Derinleşmektir. Hayat sahibinin her an kendisini Allah'ın huzurunda hissetmesi, varlığını, 'her an yeniden varedilmeye muhtaç olduğu hissiyle' doldurmasına bağlıdır. Fakat her hissedişimizde olduğu gibi bu da öncelikle bir imandır. Yani 'tanımlama'dır. Tanımlarımız imanımızdır. Eğer bir insan, varlığını, 'akışına bırakılmış' bir 'hayat sahipliği' olarak görüyorsa, korktuğu tek şey ölümü olur. Fakat bir insan, varlığını, 'her an devam ettirilmeye muhtaç' bir 'varlık sahipliği' olarak görüyorsa, o zaman her anından ötürü Allah'a şükretmeye, dua etmeye, iletişimde kalmaya ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç da onu Kayyum ismine götürür.

Yolculuğumuzun başına geri dönelim. Muhtaç olduğumuzu anlamamız bizde nasıl bir uyanış sağlıyor? Elbette, herbirimiz, ihtiyaçlarımızın giderilmesi için Cenab-ı Hakka duada bulunuyoruz. (Genel anlamda) eriştiğimiz her nimetin ondan geldiğini biliyoruz. Bu bilginin, büyük resimde, farkındayız. Ancak ne kadarımız, elinden alınmadığı sürece, 'düzenli nimetlere' karşı şükretmeye ihtiyaç gösteriyoruz? Veya onların varlığının 'varlığımızın devamını sağladığına' dair bir uyanış sahibiyiz? Veyahut daha net bir şekilde yüzleşelim: Ne kadarımız Allah'ın yaratılışımıza her an dahil olması gerektiğini düşünüyoruz? Üç öğün yemek. Hastalanınca şifa. Her ay maaş... Hepsi bu kadar mı? Hatta bazılarımız belki bunları dahi kendi kendine halledeceğini düşünüyor. Allah'ın yardımına dünyaya yaklaşan bir göktaşına rastladığında ihtiyaç duyuyor.

Ben şimdilerde, iktisad şuurunun kalpte yerleşmesinin, 'Hayy' isminin, kardeşi 'Kayyum' ismine bağlanmasıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Yani: Nasıl ki, Hayy ve Kayyum isimleri kudsî metinlerde kardeştir, beraber anılırlar. Birisi anılınca diğerini de insanın kulağı (alışkanlık gereği) arar. Aynen öyle de: 'Muhtaçlık' ile 'iktisad' arasında da böyle bir kardeşlik bağı var. (Yani birisinin yanında diğeri olmazsa hikmetleri yara alır.) Peki bununla ne demek istedim?

İnsan, sırf muhtaç olmakla, muhtaç olduğunun kıymetini takdir et(e)miyor. Çünkü kıymet 'ihtiyaç duymak'tan ziyade 'gerekliliğinin sürekliliğe' inanmaktan besleniyor. Yani, bir insan, güneşin her sabah yeniden doğmasına dair bir ihtiyacı yeterince hissetmezken (zira varlığı bir yeknesaklığa sahiptir) yağmur gibi 'belirli bir düzenliliği olmayan' nimetlere daha fazla şükredebiliyor. Çünkü 'yokluğunun mümkünlüğü' varlığına duyulan ihtiyacın hatırlatıcısı oluyor.

Peki iktisadın buradaki kilit fonksiyonu ne? İktisad, bize verilen her nimetin, velev yakın zamanda 'mümkün bir yokluğu' olmasın, sanki yokolabilecekmiş gibi tadılmasını sağlıyor. Binlerce yıldır akan bir nehirden, hadis-i şerifte buyrulduğu gibi, israf etmeden abdest almaya çalışan bir insan, normalde hiç uyanmayacağı bir farkındalığı şuur olarak sinesinde taşıyor: "Bunun varlığının da korunması lazım." Birşeye 'ihtiyaç duymakla' onda 'iktisad etmenin' arasındaki ayrım da tam bu bence: İhtiyaç duyan muhtaçlığı giderilene kadar muhtaç olduğunun varlığıyla ilgilidir. Fakat, iktisad eden, ihtiyacı bir hissediş olarak arkasında kalsa bile, o şeyin varlığının devamlılığı ile ilgilidir.

Ve tam da bu noktada, iktisad, bizi 'Hayy' isminin yamacından alıp 'Kayyum' ismine yaklaştırır. Kıymet sürekliliğe duyulan ihtiyaçtır. Duyarlılıktır. Yani 'acz/fakr' ile 'iktisad' arasında Hayy ile Kayyum isimleri arasındakine benzer bir kardeşlik vardır. İktisad sayesinde insan salt acziyle/fakrıyla ulaşamayacağı bir üst farkındalığa ulaşır. Bu farkındalık nedir peki? el-Cevap: "İhtiyaç duyduklarının sürekliliğine de ihtiyacı vardır." Devamlılık yalnız ferdin ihtiyaçlarının karşılanmasıyla ilgili değildir. Şeyler 'şeyler' olarak kalmaya devam etmesiyle ilgilidir. Nimetlerin sürekliliği ise ancak iktisadlarıyla mümkündür. İsraf edilenler elden çabuk giderler.

Evet. Binler kere evet. Birşey hakkında iktisad etmek "Senin varlığının devam etmesini istiyorum!" demektir. "Senin kıymetini biliyorum!" demektir. "Seninle arkadaşlığım sürsün istiyorum!" demektir. Bu yüzden bencileyin derim ki: Kıymet vermek 'varlığının devamını istemek'tir. Varlığı devamlı olanlar kıymetli olurlar. Hiçbir mutluluk masalı 'sonsuza dek...' demeden final yapmaz. Bu, yukarıdaki mevzularda böyle olduğu gibi, evliliklerde/dostluklarda da aynıyla geçerlidir. Hiçbir âşık mâşukunun kalbini israf ederek sevdiğine inandıramaz. Boşa gitmediğini anladıkça insan sevildiğini anlar. Vesselam.

18 Nisan 2018 Çarşamba

Bazı yaralar hep kanasınlar diye verilmiştir

Abarttığımı düşüneceksiniz ama söylemekten çekinmeyeceğim: Ben edebiyatı 'fiziksel olanın kırıldığı' bir alan gibi görürüm. 'İçim' ile 'dışım' arasında bir berzah bulurum onda. Tekdüzeliğimi kırarım. En sevdiğim yanı ise şudur: Bana kelimelerin 'anlatacakları bitmeyecek' şeyler olduğunu öğretir. "Herşeyde Allah'a gidecek yollar vardır!" diyen mısraı yeni bir gözle okutur. Kelimelerde de sonsuzluğa giden yollar vardır.

Evet. Öyle. Onunla meşgul olurken hiçbir kelimeyi arkamda bırakamadığımı görüyorum. Çünkü bitiremiyorum. "Artık kullanılmaz!" sandığım terkipler tekrar karşıma çıkıyor bazen. Yeniden (tıpkı ilk kez karşılaşmışız gibi) bir tat alıyorum. Veya eskidiğini sandığım bir kelimeyle yeni bir cümle içinde buluşuyorum. Sanki birbirimizi arıyormuşuz gibi bundan memnun oluyorum. Yani edebiyat, bir açıdan, kelimelerimi bilim olmaktan kurtarıyor. Arkada bırakılmalarını engelliyor.

Bilim hayreti isimlerle öldürür. Edebiyatın hayreti isimlerle başlar. Şaşırma sözlerime. İsimler yol da açar yol da tıkar. 'Adı konulmamış şeyler' yaşamamız gönlümüzü caddeleştirir. Birçok tuhaflık geçmeye başlar kaldırımlarından. Yeni çakralar açılır. Yaşanır. Yazdırılır. Yazılır. Eğer onları teşhis edebilseydik muhtemelen böyle olmayacaktı. Çünkü ismi konulanlar bilinir.

İnsanoğlu çoğu zaman isim koymayı 'arkada bırakma'nın aracı olarak kullanır. Tıpkı basit bir raf sistemi gibi. Ürünün ne olduğu anla. Etiketini yapıştır. Doğru yeri bul. Ve koy. Sonra? Sonra tekrar ihtiyaç duyduğunda çağırırsın. Geliverir. Fakat dondurduğun kadarıyla geliverir. Veyahut da sen gidersin rafına. Bulursun. Fakat dondurduğun kadarıyla bulursun.

İşte her isim koyuş böyle değildir. Bazı isimler vardır ki onlar sadece kapıdır. Tekrar yürünmek istenen (hep yürünmek istenen) yolların ilk adımıdır. Edebiyat isimlere böyle bakar. Anıldıklarında caddeyi hatırlatırlar. Caddenin sonunu ifade etmezler. Birinci Söz'de denildiği gibi: 'Her hayrın başıdır' ve 'ona başlanır.' Bir saniye. Kalbimdeki size çok uzak kaldı. Yakınlaştıracak bir misalle anlatmaya çalışalım. Mesela: Bazı tanıdıklar vardır. Sevilmezler. Varlıkları/yoklukları birdir. Onların isimlerini anmak caddelerinin sonuna gelmektir. Yargılar kesinleşmiştir. Bilinmesi gerekenler öğrenilmiştir. Yeni birşeye merak yoktur. Tanı/teşhis konulmuştur. İşte böylesi isimlerdir yolu öldürenler. Hatta belki 'isim' bile denilmez onlara. Onlar isim görünümlü yargılardır. Yeni birşey öğretmezler. Yol tıkarlar.

Ancak bir de hep sevileceklerin isimleri vardır. Merak edilenlerin. Unutulamayanların. Sonuna gelinemeyenlerin. Hep hatırlananların. Örneğin: Üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin, bir zamanlar âşık olduğu kişinin ismini duymak, insanın göğsündeki caddeyi yeniden trafiğe açar. Yol yeniden adımlanır. Daha önce basılmamış kaldırımlar düşünceye yayılır. Şimdi ne yapıyordur? Nasıldır? Neler hissetmektedir? Neleri hatırlamaktadır? İşte böylesi isimleri andığımızda dalıp gitmemiz onların 'yol açıcı' olmasındandır. Hatta bazen böylesi isimlerden sonra dostlarınız uyarır: "... dedik daldın gittin?"

Ben 'bilimin isim koyuş tarzı'yla 'dinin isim veriş tarzı' arasında da böyle bir nüans hissediyorum. Bilim daha fazla tanımak için değil 'tanı koymak' için isimlendiriyor. Onun yapmak istediği 'şeyleri rafa dizmek.' Yolu kesmek. Arkasında bırakıp yenisine geçmek. Fakat insanın içi hep böyle çalışmıyor.

Bazı başlıklar var, tıpkı Esmaü'l-Hüsna gibi, biz onların asla sonuna gelemeyiz. Çünkü gelmek istemeyiz. Enfüsî tefekkürün özü de zaten bu 'sonuna gelemeyişler'e dayanır. İnsan sonsuzluğa buralarından inanır. Bu bahçedeki çiçekler aslında sonsuzluğa doğru yapılan çağrılardır. Tekrar cennete gireriz. Tekrar düşünmeye başlarız. Tekrar dalından bir meyve koparırız. Ve meyve, sanki biz hiç koparmamışız gibi, yerine gelir. Âdemoğlu/kızı cennete dair anlatılan 'sonsuzluk kıssalarına' böylesi tefekkürler eşliğinde iman eder. Çünkü bu isimler ne kadar anılırsa anılsınlar yeni şeyler getirirler.

Kur'an ayetlerini, hadis-i şerifleri, hatta mübarek insanların hikmetli sözlerini düşünün mesela. Hangisindeki bilginin sonuna gelmeyi başardık? Hangisinden ders almayı bitirdik veya bıraktık? Kur'an-ı Kerim üzerine yazılmış binlerce kitap var fakat hiçbirisi onun sonuna gelememiş. Kur'an bir o kadarını daha dallarından meyve verse büyümesi bitmeyecek bir cennet ağacı gibi. Dipdiri. Taptaze. Dünyada bir sonsuzluk. Bir cennet. Bir de sonuna gelinmiş şeyler var. Anmasıyla yeni bir lezzete varılamayan. Bilgisi eskiyen. Yeni birşey öğrenilmeyen. Yeni bir fikir edinilmeyen. Bilim bize sürekli böyle isimler üretiyor. Yollarımızı tıkıyor. Her hayreti bir an sürüyor. Sonra geçiliyor.

İçimizde bir dalgalanma yaşıyoruz mesela. Oradan, o dalgalanmadan, Allah'a giden bir yol bulmaya niyet etmişken (yani onu sonsuzlaştıracakken) araya bilim giriyor. Bizi teşhis ediyor. Bizi öldürüyor: "Depresyondur o."

Böylesi bir isimlendirmenin arkasında yürümeyi cesaretlendirir bir yanı var mı? Bu bir tanı. Yolun sonuna geldiğini söyler birşey. Bilindi. Bitti. Fakat İslam bize, özellikle iç meselelerimize, arkasından yürünecek isimlerle bakmayı öğütlüyor. Manevî depremlerimizden de Allah'ı bulduruyor. Yüreği daralanımız Allah'ı Esmaü'l-Hüsna'sıyla çağırıyor. Sıkıntısını tefekkür ediyor. Hayatına/geçmişine bakan izdüşümlerini düşünüyor. Ve, inşaallah, daralmasından çıktığı ferahla sonsuzlaşmış bir marifete de ulaşıyor.

Mürşidim 14. Söz'de diyor ki: "İşte, gel, belâhet ve hamâkatin nihayetsiz derecelerine bak ki, yüz sahife ile tarif edilse ve hikmetleri beyan edilse ancak tamamıyla bilinecek derin ve geniş bir hakikat-i meçhuleye bir nam takar; malûm bir şey gibi, 'Bu budur' der. Meselâ, 'Güneşin bir maddesi, elektrikle çarpmasıdır.' Hem birer irade-i külliye ve birer ihtiyar-ı âmm ve birer hâkimiyet-i nev'iyenin ünvanları bulunan ve 'âdetullah' namıyla yad edilen fıtrî kanunların birisine, hususî ve kasdî bir hadise-i Rububiyeti ircâ eder. O ircâ ile, onun nisbetini irade-i ihtiyariyeden keser; sonra tutar, tesadüfe, tabiata havale eder, Ebu Cehil'den ziyade muzaaf bir echeliyet gösterir."

Hatamız şu arkadaşım: Bazı yaralar kanaması için verilmiştir. Kurutulması için değil. İsim verişimiz de bununla ilgilidir. Ahirzaman isimleri öldürmek için kullanıyor. Ad koyup arkada bırakmayı öğütlüyor. Çünkü bu düzende yalnız yeni olan makbul. Her yeninin efendiliği ise sadece bir anlık. Sonra o da ölüyor. Yerine yenisi geliyor. Sonra gelen önce gelene 'anlık sultanlık' ediyor. (Kur'an ise besmeleden itibaren isimleri 'başlamanın' eşiği yapıyor.) Bazen soruyorum kendime: Böyle bir bıçakla budanan gençlerden zikrullahı anlamasını nasıl bekleyebiliriz ki? Nihayetinde bindörtyüz yıllık isimleri/kelimeleri tekrar tekrar anmaya dayanan birşey zikrullah. Bitmeyeceğine inandıramazsınız ki. Belki edebiyat, kelimelere dair öğütlediği derinlikle, şu hastalığa bir deva olabilir. Kur'an'ın kitap olarak gelmesinde ne çok hikmet var.

27 Mart 2018 Salı

Bilmek bile güçlüdür acizliğimizden

Yaşlanmak neyin delili olabilir acaba? Düşünsenize: Küçüğüz. Bebeğiz. Ağzımıza verilmese emziğe bile güç yetiremeyiz. Sonra çocuğuz. Yine hayatımızı idame edemeyecek kadar aciziz. Sonra genciz. Kendimizi çok güçlü biliriz. Yumruklarımızla duvarları delebiliriz. Daha sonra ortayaşlıyız. Sınırlarımızın farkındayız. En nihayet ihtiyarız. Yani yeniden bebeğiz. Mülkümüz sandığımız bazı şeyleri gelecek kuşaklara devretmişiz. Zayıflamışız. Güçsüzleşmişiz. Hatta bildiklerimizi unutmaya başlamışız. Belki de bunamışız. Söyleneni zor duyarız. Duyduğumuzu zor anlarız. Anlasak da hafızamızda tutamayız. Suya yazılmış bir yazı gibi kayıp gider zihnimizden. Bilmek bile güçlüdür acizliğimizden.

Bence, bu döngünün insana veriliş hikmeti, tıpkı Rum sûresinin haber verdiği gibi. Ne diyor 54. ayetinde hatırlayalım: "O Allah ki, sizi güçsüz bir halde yarattı; güçsüzlükten sonra size kuvvet verdi; kuvvetin ardından yine bir güçsüzlük ve ihtiyarlık verdi. O dilediğini yaratır. Çünkü O herşeyi bilen, herşeye gücü yetendir." Ve hüve'l-Alîmü'l-Kadîr. Ayet-i kerime böyle bitiyor. Cenab-ı Hak, buyurduğu yadsınamaz hakikatlerin ardından iki mübarek ismine dikkatlerimizi çekiyor: Alîm ve Kadîr. Ne demek Alîm? "Herşeyi bilen." Ne demek Kadîr? "Herşeye gücü yeten."

Özetle böyle söyleniyor. Ancak mezkûr ayet-i kerimeyi daha nitelikli bir şekilde anlayabilmek için biraz daha derin okumak gerekiyor bu iki ismi. Nasıl? Alîm: "Bütün arızî bilmeler Onun sonsuz bilgisinin birer bahşı olan." Kadîr: "Bütün arızî güç yetirmeler Onun sonsuz kudretinin birer delili olan." Yani bu iki isimde sadece Allah'ın bilişini ve kudretini tarif yok. Aynı zamanda kainattaki bilişin ve kudretin kaynağına da işaret var.

Kusurlu bir örnekle zihnimize yaklaştırmaya çalışalım. Elimizde üç tane bez parçası olsun. Bunlardan bir tanesini su kovamıza batırıp sıkabildiğimiz kadar sıkalım ve güneşin karşısına koyalım. Diğerini kovamıza batırıp sadece sıkalım. Üçüncüsü ise suya batırıp çıkaralım. Yani ne sıkalım ne de asalım. Ve şimdi bu üçünün ıslaklığını karşılaştıralım. Nasıl cevaplar verebiliriz? 1) Az ıslak. 2) Islak. 3) Çok ıslak. Veya: 1) Islak. 2) Daha ıslak. 3) Çok ıslak. Veya: 1) Nemli. 2) Islak. 3) Sırılsıklam. Bu üç bez arasında böylesi sıralamalar yapabiliriz. Fakat iş ıslaklığın kaynağına (yani suyun bizzat kendisine) geldiğinde ona bu tür bir soru soramazsınız: "Su ne kadar ıslak?" Saçma olur. Çünkü su ıslaklığın kendisidir. Sonsuzluğudur. Yani suyun ıslaklığı, tabir-i caizse, zâtîye misaldir. Bezlerdeki ıslaklık ise arızîye misaldir.

Bu nedenle biz dünyada, varlıklar arasında, zeki-daha zeki-çok zeki veya güçlü-daha güçlü-çok güçlü gibi sıralamalar yapabiliriz. Arızîler arasında böyle sıralamalar yapabilmek mümkündür. Fakat zâtî olan böyle bir sıralamaya tâbi olmaz. (İhlas sûresini hatırlayalım.) Olursa zâtî olmaz. Birşeyin zâti olması aynı zamanda kaynağın o olması anlamına gelir. Birşey kaynağı olduğu şeyde acze düşmez. Bu yüzden müslümanlar olarak inanırız ki: Cenab-ı Hakkın tüm isimleri ve sıfatları sonsuzdur. Misli, şebihi, naziri yoktur. Çünkü bizdeki kıyaslanabilir izler sonsuz bir asla işaret ederler. Sonsuzluk asloluşun gerekliliğidir.

Geri dönelim. Ayette, dikkatimizi çektiği üzere, önce iki gelip-geçicilikten ve sonra da iki asıldan bahsediliyor bize. Yani önce çocukluktan büyüklüğe ve büyüklükten ihtiyarlığa değişen şeylerden örnekler veriliyor ve sonra da değişmeyen iki şeye işaret ediliyor. Evet, biz, tıpkı kovaya batırılıp çıkarılan bir bez gibi, önce ıslaklığın zirve noktasına doğru koşuyoruz. Sonra da kovadan uzaklaşan bez gibi zamanla kuruyoruz. Bu gelgitler işaret ediyor ki: Bizdeki bu meziyetler, mesela çok çok bilmekler, mesela çok çok kuvvetli hafızalar, mesela çok çok ağır şeyleri kaldırabilmeler, mesela çok çok çalışabilmekler, bütün bunlar aslında arızî şeyler. Ve biz bunların arızî olduğunu, yani bizim kendi üretimimiz/malımız değil bizde emanet olduğunu, onların elimizden gitmesiyle anlayabiliyoruz. Ve ihtiyarlık da bu noktada Alîm ve Kadîr isimlerinin iki şahidi oluveriyor. Yani ayet-i kerimenin ilk kısmı hemen peşinden gelen Esmaü'l-Hüsna'ya delil fonksiyonu görüyor.

Öyle ya! Bütün bu gelgitler bizden bağımsız olarak bin yıllar boyunca devam ediyorsa, o halde kova başka yerde, su başka yerde, asıl başka yerde. Bizim varlığımız yalnızca bir bezdir. Arızîdir. Islaklığın sahibi bize bahşettiğinde, bahşettiği kadar, biz de ıslanırız. Islaklığın sahibi bizden bahşını kestiğinde, bahşısı kestiği kadar, biz de kururuz. Değişenler değişmeyenin delilidir. Değişen herşey değişmeyen tekin delilidir.

Hem sadece bu da değil. İhtiyarlıkla gelen unutkanlığın Alîm ismine başka bir delaleti daha var. O da mürşidimin şu satırlarında bana gülümseyen birşeydir: "Tesemmüm vesilesiyle nisyan-ı mutlak hastalığının musibeti, benim hakkımda bir nimet ve merhamet hükmüne ve bazı hakaikin keşfine bir anahtar olduğunu, bana çok acımamak için haber veriyorum. (...) Ülfet ve âdet ve yeknesaklık perdeleri altında çok harika hakikatler gizleniyor gördüm."

Metnin devamını da düşünerek benim anladığım şudur: İnsan bildiğini unuttuğunda yeni bilmekler için kafasında yer açılır. Cehaletin tazelenmesi bir açıdan ilmin ziyadeleşmesidir. Bitirdiğini sandığı şeyi unuttuğunda bitmediğinin farkına varır insan. "Vardım!" sanrısını terkettiğinde yolun devam ettiğini anlar. Hafızası zayıf olanların yorum gücünün yüksekliği belki de buradandır. Onlar herşeyle yeniden yeniden muhatap olduklarından sürekli en başa dönerler. Ve bu da Alîm isminin bitmeyen hazinelerinin kapısını tekrar tekrar çalmak olur. Elhamdülillah. Cenab-ı Hak hiçbir hazinesinden bizi mahrum bırakmasın. Âmin.

19 Temmuz 2017 Çarşamba

Hayy ve Kayyum neden kardeştir? (7): Neden tekrar tekrar vahiy geliyor?

Âl-i İmran sûresinin üçüncü ve dördüncü ayetlerinin kısa bir meali şöyle: "(Resûlüm!) O, sana Kitab'ı hak ve önceki kitapları tasdik edici olarak tedricen indirmiş, daha önce de, insanlara doğru yolu göstermek üzere Tevrat ile İncil'i indirmişti. Furkan'ı da indirdi. Bilinmeli ki Allah'ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah suçlunun hakkından gelen mutlak güç sahibidir."

Bu ayetlerin kendilerinden bir önceki ayet-i celilede zikredilen 'Hayy' ve 'Kayyum' isimleriyle yakın bir ilgisi olduğunu düşünüyorum. Yani bu ayetlerde birbirlerine bakar pencereler olduğunu görüyorum. Nasıl? Belki biraz şöyle: Vahyin tedriciliği de bir açıdan Hayy ve Kayyum isimlerinin tecellisi. Ve bir açıdan delili. Veya Hayy ve Kayyum isimlerinin işaret ettiği/dayandığı şuunat-ı ilahî her ne ise 'vahyin tedriciliği' arkasında da aynı şuunat-ı ilahîyenin sırrı var.

Öyle ya! Bizler, bir saat ustasının yapıp, çalıştırıp, kendi haline bıraktığı saatler gibi değiliz. Değişiyoruz. Çarklarımız her an yepyeni hareketler yapmak zorunda kalıyor. Gelişiyoruz. Hayat dediğimiz şey zaten bu yüksek değişkenlik içindeki devamlılıkta tezahür ediyor. Değişken devamlılık hayat oluyor. Ahmed otuz yıldır Ahmed'dir ama her an başka bir Ahmed'dir. Bunu kendisi de bilir. Bir saat bilmiyor. Bir saat büyümüyor. Ama bir canlı büyüyor. Bir saat üremiyor. Ama bir canlı ürüyor. Bir saat hareket edemiyor. Ama bir canlı ediyor.

Böylesi detayların her biri saati her an yeniden saat ustasının elinde olmaya zorluyor. Saat her an yaratılmalı. Saat her an kollanmalı. Saat her an değişen şartlara uydurulmalı. Hem duvara, hem masaya, hem kola, hem daha sonsuz sayıda yere yakışmalı. Uyum sağlamalı. İşe yaramalı. Çalışmalı. Ustamız bizi kurup bırakmış olamaz. Bizimle ilgisi sürüyor. Aynı saatin girdiği farklı haller. Aynı saatin yaşadığı farklı değişimler. Bu anı anına uymayan tezahürler! Düşünüşler, hissedişler, yönelişler, keşfedişler, vazgeçişler... Mürşidimin tabiriyle zerrenin girdiği her yerde sanki bütün sistemi biliyormuş gibi kolaylıkla işlemesi. Bize, Ustamızın ilgisinin hiç kesilmediğini, her an bizi eylemekte ve bizde eylemekte olduğunu, onun elini çektiği bir anın yokluğa düşeceğini hatırlatıyor.

"Herbir zerrede, Vâcibü'l-Vücudun vücuduna ve vahdetine iki şahid-i sadık vardır. Evet, zerre, acz ve cumuduyla beraber, şuurkârâne büyük vazifeleri yapmakla, büyük yükleri kaldırmakla Vâcibü'l-Vücudun vücuduna kat'î şehadet ettiği gibi; harekâtında nizamat-ı umumiyeye tevfik-i hareket edip, her girdiği yerde ona mahsus nizamatı müraat etmekle, her yerde kendi vatanı gibi yerleşmesiyle Vâcibü'l-Vücudun vahdetine ve mülk ve melekûtun mâliki olan Zâtın ehadiyetine şehadet eder. Yani, zerre kimin ise, gezdiği bütün yerler de onundur."

Nasıl ki, canlılığımız, bir kerede canlı olarak yaratılmamıza ve sonra kendi halimize bırakılmamıza bakmıyor. Onu ayakta tutan hassas dengeler her anımızı ve her değişimi kuşatır bir şekilde korunuyor. Vücudumuzda bu dengenin korunması için her an büyük bir mücadele yaşanıyor. Büyük bir yardımlaşma görülüyor. Büyük bir hikmet işliyor. Büyük bir kudret çalışıyor... Aynen öyle de, insanın dünyaya gönderilişi, zamanı kuşatan varlığının devam ettirilişi ve küfrün ölümüyle ölmeyip vahyin nefesiyle hayatta tutuluşu da bir 'devamlı gözetişi' içeriyor. Sen, nasıl nefes alıyorsan, bu nefes seni nasıl canlı tutuyorsa, insanlık da vahyin nefesiyle canlı tutuluyor.

Vahyin bildirdiği hakikat de 'her zaman devam eden bu ilgiyle' ayakta tutuluyor. Seni, nefes nefes canlı ve yaratış yaratış var kılan Hayy ve Kayyum'dur ki, yine bu isimlerinin muktezası ve şanıyla, zamana yayılmış bir düzlemde, vahiy vahiy beşerin kalbini hayatta tutuyor, peygamber peygamber İslam'ın varlığını devam ettiriyor. Hem Kur'an'ı da ayet ayet, parça parça, kısım kısım indiriyor. Hem insanlığı da nesil nesil yaratıyor. Hem bir bebeği dokuz ayda dünyaya hazır hale getiriyor. Hem bir çocuğu onbeş yılda bülûğa erdiriyor. Hem... Hem... Hem...

Bu Hem hem'ler sayısınca Hayy ve Kayyum isimlerinin tecellilerini âleme yağdırıyor. Elhamdülillah. Biz de görüyoruz. Cenab-ı Hakkın isim ve sıfatlarıyla ilgimizin asla kesilmediğini, asla kesilmeyeceğini, asla başıboş bırakılmayacağımızı, asla kör noktaya düşmeyeceğimizi, asla unutulmayacağımızı, asla tam bağımsız olamayacağımızı, hep abdullah kalacağımızı bu değişimlerden ders alıyoruz. Sabit birşeyin yapılıp bırakılması kesilen bir ilginin delili olabilirdi belki. Ama sürekli değişen birşeyin kırılgan tekdüzeliği, her an yeniden yaratılmaya duyduğu ihtiyaç, her an ona yeni yeni güncellemeler yapılması, her an yeni yeni aksesuarlar eklenmesi, her an yeni yeni özellikler, bilgiler, yetenekler kazandırılması, her gün yeni şiirler yazması...

Bütün bunlar şefkatli Ustasının ona ilgisini kesmediğine delildir. Sonsuz bir rahmet kesilmeyen bir ilgiyi iktiza eder. Kelamıyla kalbine her an ilhamlar yağdırdığı gibi, Semi ismiyle de her an duyar, Basir ismiyle de her an görür, Rezzak ismiyle her an başka başka şekillerde doyurur.

Zaten Hayy ve Kayyum isimlerinin bu kesintisiz ilgiyle olan ilgisini anlamakta en güzel bir örnek de annelerin çocuklarının her anını kuşatmaya çalışan şefkatleri değil midir? En nihayet yine yüzümü ayete dönerek bitiririm: "(Resûlüm!) O, sana Kitab'ı hak ve önceki kitapları tasdik edici olarak tedricen indirmiş, daha önce de, insanlara doğru yolu göstermek üzere Tevrat ile İncil'i indirmişti. Furkan'ı da indirdi. Bilinmeli ki Allah'ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah suçlunun hakkından gelen mutlak güç sahibidir." Evet, sonsuz delilerle sana ilgisinin asla kesilmediğini isbat eden o Allahtır ki, zaten haberdar olduğu hatalara karşı kayıtsız kalmayacaktır. Günahlarımızın hakettiğinden o Rahman'ın lütfuna sığınırız. Âmin.

8 Haziran 2017 Perşembe

Arrival'dan Esmaü'l-Hüsna'ya: Kaç şekilde düşünebiliriz?

- Senin kelamın böyle midir?
- Ben bütün kelamların kuvvetine sahibim.
Sözler, 15. Söz'ün Zeyli'nden.


Kütüb-i Sitte'de yeralan "Allah'ın 99 ismi vardır. Kim bunları ezberlerse cennete girer. Allah tektir. Teki sever!" hadis-i şerifinin bana sezdirdiği birşey var. Onu paylaşmak istiyorum bu yazıda sizinle. Tabii becerebilirsem. Şöyle bir yerden başlayayım: Cenab-ı Hakkı bilmenin, onu yalnızca bir ismiyle bilmek değil, ulaşabildiğimiz her türlü marifetiyle bilmenin, insanı cennete götürücü bir yanı var.

Üstelik bu cennet için ahireti beklemeye de gerek yok. Daha bu dünyada gidiyorsunuz. O isimlerin size öğütlediği bakış açısı, o bakış açısının öğrettiği varlık algısı, bu algı ile seyredilen manzara, o manzaradan alınan zevk... Bütün bunlar daha bu dünyada girilen bir cennetin parçaları/adımları. Fakat bu cennetin koridorlarında gezebilmenin bir şartı var. Allah'ın isimlerini bilmek kadar onlar arasında seyahat edebilmeyi de bilebilmek. Manzara karıştığında veya değiştiğinde doğru gözlüğü takabilmek. İşte, bu yüzden, Cenab-ı Hakkın yalnızca bir ismini bilen değil, 99 ismini ezberleyen cennete giriyor. Daha çok merceği olan daha çok rahat ediyor. Yani, mutlu olmak için, bu bakış açılarının tamamına ihtiyacımız var.

Bir yerde mürşidim diyor ki: "Belki, herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir..." Biz buna benzer ayak kaymalarına sık rastlıyoruz. Bugün de kimi ağızlardan dökülen "Allah şerri yaratmaz!" yanlış hükmü yine böyle bir muvazenesizliğin resmi olarak ortaya çıkıyor. Allah'ı tenzihte böylesi bir ifrat, eğer o Subhaniyet içinde Vahidiyet unutulursa, sanki ondan başka yaratıcılar varmış da kötülüğü de onlar yaratıyormuş gibi bir yanılgıya sebep oluyor.

Tarihte, mutezilî kimi isimlerde bu ifrat görüldüğü gibi, bugün de kimi modernist/ehl-i bid'a isimlerden aynı lakırdılar dökülüyor. Dillerine baksanız niyetleri güzel. Aforizmaları harika. Sesleri gür çıkıyor. Hakikate dokunan bir yanı da var söylediklerinin. Fakat muvazeneden yoksun. Güzelliği kemale erdirense muvazenedir. Ölçüsüz olduğunda her güzellik zulme dönüşür. Sesinin yüksekliği katlanılmaz olduğunda en sevdiğimiz şarkılar bile kulağa eziyettir.

İşte, bu arıza da, tıpkı yazının ilk kısmında ifade ettiğimiz gibi, 99 ismi birden kuşanamamaktan kaynaklanıyor. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın mezkûr hadisiyle bizi yönlendirdiği bilme şekli, aslında varlığı veya bilgiyi veya tecrübeyi veya şey diye dünyamızda tarif edebildiğimiz herşeyi daha farklı/çok açılardan görebilmenin dersi... Her isim yeni bir penceredir. Her pencere farklı bir perspektiftir. Her perspektif yeni bir okumadır. Yeni bir yorumlamadır. Yeni bir değerlendiriştir. Yeni bir kıstastır. İsimleri çoğaltmak bakış açılarımızı da çoğaltmaktır.

Yakın zamanda Arrival/Geliş filminde de hatırlatılan bir hipotez vardı. Sapir Whorf hipotezi. Şöyle söyleniyor o hipotezde: "Dilin farklıysa düşünme biçimin de farklıdır." Biz daha kolay bir düzlemde 'isim değiştirmek suretiyle' başarabiliyoruz bunu. Bir müslüman, Kur'an'ın ve sünnetin kendisine öğrettiği isimler sayesinde, Allah ve eserleri hakkında düşünme biçimini kolaylıkla değiştirebilir. Esmaü'l-Hüsna'nın en büyük kolaylığı budur. Her isim müslümana farklı bir dil, bir bakış açısı, bir okuma-düşünme-yorumlama biçimi öğretir.

Yine mürşidimin bir yerde dediği gibi: "Ezel ve Ebed Sultanı olan Rabbü'l-Âlemîn için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe'n ve namları vardır. Ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve alâmetleri vardır. Ve haşmetli icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer tecellî ve cilveleri vardır. Ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları vardır. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhuratı vardır. Ve ef'âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmâl eder tasarrufâtı vardır. Ve rengârenk san'atında ve masnûatında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rububiyeti vardır."

Hatırlayalım: Arrival/Geliş filminde uzaylılar 12 ayrı bölgeye iniyor ve insanlığın kendilerinden/dillerinden alabilecekleri bilginin de ancak bu 12 bölgenin beraber çalışmasıyla mümkün olabileceğini söylüyorlardı. (Filmin sonunda bu başarılıyordu insanlar tarafından.) Biz bundan da aşkın birşeyi söylüyoruz: Allah'ı anlamak "Bütün güzel isimler Allah'ındır!" sırrını anlamakla mümkündür. Onların, kuşatabildiğimiz kadar çoğunu kuşatma, bilebildiğimiz kadar çoğunu bilme, okuyabildiğimiz kadar çoğunu okuma... Bunlar bizi daha bu dünyada cennete götürecek olan bahtiyar yaşayışın anahtarlarıdır. Cennete, inşaallah, açılan kapılardır.

"Bununla beraber, kâinatın herbir âleminde, herbir taifesinde Esmâ-i Hüsnâdan bir ismin ünvanı tecellî eder. O isim o dairede hâkimdir; başka isimler orada ona tâbidirler, belki onun zımnında bulunurlar..." Zımnında bulunanlar... Bu yan kapılara neden ihtiyaç var? Belki biraz şundan dolayı var: Bir çiçeğe baktığınızda ilk gördüğünüz isim Cemîl'dir. Fakat çiçeğin başına çok haller gelir. Belki küser. Belki solar. Belki bir fırtına da dağılır. Belki bir ceylanın rızkı olur. O zaman, çiçeğe olan aşkınızdan kafayı yemek noktasına gelmemek için, gideceğiz yol bellidir:

Yan koridora geçersiniz. Yan koridor, diğer ismin koridoru, aşamadığınız olaylar karşısında 'onları okuyuşunuzu değiştirerek' sizi çıldırmaktan kurtarır. Dilini anlayamadığınız olaylar karşısında size yeni bir anlama şekli ve dil öğretir. Allah'ın Hakîm olduğunu hatırlayarak ism-i Cemîl'in zımnındaki bir isimde yolculuk edersiniz. O çiçek o ceylana bir hikmetle yedirildi. O fırtına bu bahçeyi bir hikmetle dağıttı. Hakîm ismi sizi oluşlar arasında kabul edilebilir bir seyahate davet eder. Oradan ilerleyince bu sefer ceylanın güzelliği ile tekrar Cemîl ismine varırsınız. Hakîm ismi bir berzah olmuştur Cemîl'den Cemîl'e varabilmek için. Sonra bir gün ceylan da ölür...

En nihayet bütün bu yazı boyunca söylemek istediğim şu idi: Allah Resulü aleyhissalatuvesselam bizim Allah'ın bütün isimlerini öğrenmemizi istiyor. Çünkü, her bir isim bize farklı bir dili, farklı bir düşünme biçimini, eşyayı veya kendimizi farklı bir algılayış şeklini öğütleyecek. Aşamadıklarımızı aşmayı, kaldıramadıklarımızı kaldırmayı, barışamadıklarımızla barışmayı bu isimler sayesinde, inşaallah, başaracağız. Bir pencereden görünen kanlı yara diğer pencereden bakınca mis kokulu güle dönüşecek. Dilini bilmediğimiz kelimeleri yanlış anlamaktan kurtulacağız.

Allah isimleri sayısınca dilde konuşuyor varlık âleminde. Şifreleri Esmaü'l-Hüsna'sı. İsmini, anlamını, öğütlediği bakış açısını öğrendiğimiz an dili de çözmeye başlayacağız. O dilde söylenenleri de anlamayı öğreneceğiz. Okumamız renklenecek. Bu isimler sayesinde amacı bilinmeyen harflerin hepsinin bir anlamı, amacı ve hikmeti olacak. Bize kattığı, bizi götürdüğü, bize öğrettiği birşey olacak.

Ancak pencerelerin sayısını arttırırken hadisin ikinci kısmını da unutmamalıyız. "Allah tektir. Teki sever." Bütün bu dağılışlarımızın ardından yine tevhid ile bütün isimleri Allah'a vereceğiz. Düşünüşlerimiz birbirini tamamlayacak. Yorumlarımız aynı merdivenin basamakları olacak. Bir binanın tuğlaları gibi yükseleceğiz. Parçalar birbirini bulacak. Bu bulmaktan daha büyük bir kemale ereceğiz. Benim Rabbim'den Rabbü'l-Âlemîn'de koşacağız. Bu, bizi, dağılışlarımız içinde şirkten de koruyacak.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...