Nahl sûresi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nahl sûresi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Nisan 2020 Cuma

Bencilin adaleti ‘adalet’ değildir

İkincisi, hususî rububiyetidir ve has iltifat ve imdad-ı Rahmânîsidir ki, umumî kanunların tazyikatı altında tahammül edemeyen fertlerin imdadına, Rahmânü'r-Rahîm isimleri imdada yetişirler, hususî bir surette muavenet ederler, o tazyikattan kurtarırlar.” Risale-i Nur’dan.

Merhamet adaletle dengesini bulur. Adalet de merhametle kemale erer. Hak Teala'nın hem 'el-Âdil' hem de 'er-Rahman' oluşu Onun kemalinin bir ifadesidir. Zira, el-Âdil celalî bir isimdir, er-Rahman cemalî bir isimdir. Celal ve cemalin birlikteliğinden 'kemal' görünür. Sözgelimi: Bir insan sadece yumuşak huylu olmakla 'mükemmel' sayılmaz. (Çünkü böylesinin koruması gereken şeyleri koruyamadığı çok görülmüştür.) Fakat sırf celalli bir tabiata sahip olana da 'kamil insan' denilmez. (Çünkü böylesinin de nedensiz kalp kırdığı sık yaşanmıştır.) Demek 'celal' ile 'cemal' tek başlarına 'kemal' ifade etmiyorlar. Kemal bu ikisinin beraberliğinden doğuyor. Tıpkı Aleyhissalatuvesselamın ahlakında olduğu gibi. Ki onu mürşidim bir yerde şöyle anlatıyor:

"Mu'cize-i Muhammedî ayn-ı Muhammed’dir. (...) Kur'ân'ın tazammun ettiği bütün ahlâk-ı haseneye câmi' idi. (...) Bunların içindeki nokta-yı i'câz şudur ki: Ahlâk-ı hasene çendan birbirine mübâyin değil fakat derece-i kemâlde birbirine müzahamet eder. Biri galebe çalsa öteki zaifleşir. Mesela: Kemâl-i hilm ile kemâl-i şecaat. Hem kemâl-i tevâzu ile kemâl-i şehâmet. Hem kemâl-i adalet ile kemâl-i merhamet ve mürüvvet. (...) gibi mecâmi-i ahlâk-ı mütezahime birden derece-i âliyede bir zâtta içtimâı, müzayakasız inkişafları, mu'cizelerin mu'cizesidir.”

Evet, öyledir, çünkü sıradan bir insanda böylesi meziyetler zirvelerde buluşmazlar. Başkalarda üzerlerinde tecelli eden hâkim isimlerin tezahürleri/ahlakları daha net okunur. Diğerleri varsa da gölgede kalırlar. Cömert olanın iktisadı zayıflar. Celalli olanın hilmi tökezler. Cesur olanın temkini dağılır. Fakat Aleyhissalatuvesselam en âzâm mertebede bütün isimlerin tecellisine mazhar olduğundan ahlakında da bu mazhariyetin kemali seyredilir. Elhamdülillah. Karakterinin güzellikleri, o güzelliklerin tezahürleri, o tezahürlerin şahitlikleri adedince Zat-ı Şerifine salat u selam olsun. Âmin. Âmin. Âmin.

Buradan şuraya geçeceğim: Rahman sûresinde iki yerde Cenab-ı Hak kendisini Zü’l-Celal-i ve’l-İkram olarak tanıtıyor. Bu, gayet özet bir anlamıyla, ‘celal ve ikram sahibi’ demek. Dikkat buyurursanız bu terkipte dahi ‘celal’ ve ‘cemal’ birlikteliği gönlümüzü ferahlandırmaktadır. Çünkü ‘celal’in içine ‘ikram’ konulmuştur. İlkinin korkusuyla gerilen kalplere ikincisinin tahatturuyla bir su serpilmiştir. Gürleyen göklere, karanlık bulutlara, haşmetli şimşeklere yağmur yüklenmiştir. Ayetlerin geneli de bu dikkatle incelendiğinde hep böyle ‘celalin peşinde bir cemal’ veya ‘cemalin ardında bir celal’ kendisini hissettirir. Cehennem ayetleri ile cennet ayetlerinin yakınlığı dahi buna bir delil olarak zikredilebilir. Fakat bu zaten açıkta olanlardandır. Payımıza düşen has güzelliklerse örtünenlerin keşfindedir. Mehirleri olan dikkatin verilmesi şartıyla elbette.

Ben de geçenlerde Nahl sûresinin 90. ayetini tefekkür ederken kendimce bir tanesini farkettim. Nedir? Hemen kısacık bir mealini alıntılayalım: “Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalığı ve azgınlığı da yasaklar. O düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” Esmaü’l-Hüsna konusunda okuma yapanlar bilirler. ‘Allah’ ism-i şerifi diğer bütün isimleri de kapsar. Hepsinin manasını kendisinde toplar. Tek seferde ifade eder. Bediüzzaman da bu sadedde der: “Allah bir ism-i câmi’ olduğundan Esmâ-i Hüsnâ adedince tevhidler içinde bulunur.” Bu nedenle Allah ismi kemalin de ifadesi olur. Yani ‘bütün güzel isimlerin tek tek ve de tastamam sahibi’ ancak ‘Allah’ olur. Hepsini birden taşıyamayan sözde/şirkli ‘tanrıcık tanımları’ varlığın/varoluşun gerektirdiği ve İslam’ın öğrettiği ‘Allah’ı karşılayamazlar.

İşte yukarıdaki ayet-i kerimenin manasında da böyle bir zenginlik bize gözkırpıyor. “Allah’ın adaleti nasıl olur?” sorumuza cevap veriyor. Açalım: 1) Allah’ın adaleti, iyiliği ve yardımı emrederek cemalin manasını da kucaklar. 2) Allah’ın adaleti, hayâsızlığı, fenalığı ve azgınlığı yasaklayarak celalin manasını da kuşanır. Yani kemaldedir. Burada adaletin ardından anılan ‘emredilenler’ ve ‘yasaklananlar’ sanki ilk emredilen şey olan ‘adalet’in açılımını bize öğretirler. “Allah adaleti emreder ama adaletle beraber şunları da…” Ve bir de birşeyin üzerini çizerler: Adalet kendi bireyselliğine kapanarak sahip olunacak birşey değildir. Yani ki bencilin adaleti ‘adalet’ değildir. Eğer bir insan, Cenab-ı Hakkın ihsanıyla zengin olmuşsa, iyiliğine muhtaç olan kardeşi-akrabası hakkında “Ben çalıştım da kazandım. O da kendisi çalışsın kazansın. Benim varlığımı yemesi adalete uygun mu hiç…” diye karşılık veremez. Çünkü ta bu ayeti ilk okuduğu gün öğrenmiştir ki: Allah adaleti ‘iyilikle’ ve ‘akrabaya yardım etmekle’ birlikte emretmiştir. Bu ikisinin kuşanılmadığı bir adalet anlayışı, her ne kadar kapitalist düzene uygun görünse de, Allah’ın uygun gördüğü adalet anlayışı olmaz.

Burayı çok önemsiyorum. Çünkü bugün küresel (m)edeniyetin öğretisiyle hepimizde bir parça kendi bencilliğine kapanmak var. O duvarların içinde de İblis bizi birçok demagojiyle oyalıyor. Mantığını kabullendiriyor. Duvarlarını sevdiyor. Karun gibi “Bu bana ilmimle verildi!” dememek için, adaletten değil amma, şu şeytanî adalet anlayışından uzaklaşmalıyız. Adaleti sadece ‘benim payım-senin payın’ düzleminden çıkarmalıyız. İçine ‘iyilik etmeyi’ ve ‘kötülükten sakındırmayı’ da koymalıyız. Hayâsızlıklar, fenalıklar ve azgınlıklar bizim bireysellik kalemizin dışında da kalsalar; tabir-i caizse “Alan memnun, satan memnun, bana ne?” noktasında da görünseler; biz bunları sinemize alıp ‘meşruiyet’ etiketini yapıştırmamalıyız. ‘Bana dokunmayan yılan’ muamelesi yapmamalıyız. Çünkü adalet Allah’ın adaletidir. Elbette evveliyetle Onun buyurduğu gibidir. Zaten Onun malıdır. Ve de yine mahlukatına karşı uygulanmaktadır.

Meramımı inşaallah anlatabilmişimdir. Bugün seküler düzen bize adaleti bambaşka bir çerçevede öğretiyor. Tevhid eseri olduğu için bir bütün şeklinde ele alınması gereken varlığı kompartımanlara bölüyor. Bu bölünmeden bir bencillik/bireysellik gelişiyor. Onlar da daha başka birşeyi beraberlerinde geliştiriyorlar: Duyarsızlaşma. Hem iyiliğe hem de kötülüğe karşı “Bana ne canım!” demeye başlama. Üstelik bunu Karun gibi bir tür ‘adalet söylemi’ içine yedirme. Bu ayette sanki bu sapkınlığın da önü tıkanıyor. Allahu’l-a’lem. Eğer izahımda sürç-i lisan ettimse Rabbimden affımı dilerim. Âmin. Bitirirken: Emeviyenin Ehl-i Beyt’e okuttuğu laneti hutbelerden kaldırarak yerine bu güzel ayetin tilavetini hediye eden, ümmetin nuru, Ömer b. Abdülaziz Hazretlerine de rahmetler dilerim. Çünkü o akrabasına iyilikle adaletin belini tekrar doğrultmuştur.

11 Şubat 2019 Pazartesi

Deistlerin cevabını arılar verir

O kadar çok 'keşke'miz var ki arkadaşım. Bir tane daha eklesek ziyadesi belli olmaz. Ben de bendekilerden birisini yazacağım. İşte söylüyorum: Keşke Bediüzzaman'ın Esma-i Sitte Risalesi'nde öğrettiği bakış açısı, üslûp ve içerikle Esmaü'l-Hüsna'nın tamamını çalışabilsek. Evet. Bunu cidden çok arzu ediyorum. Fakat yapmaya kendimde kuvvet bulamıyorum. Bir dilek olarak tutuyorum sadece. Öyle ya. Amellerimiz gibi dileklerimizin de sahibi Allah değil mi? Ağaçlar gibi tohumların da sahibi Allah değil mi? Bakarsın onu yeşertip kocalttığı gibi birgün bunu da yeşertir, kocaltır, göklendirir. Âmin.

Fakat, oraya varmadan, bencileyin Nahl sûresinden feyzlendiğim bir 'el-Hâdî' ism-i şerifi okuması üzerine de konuşmak istiyorum seninle. Malumundur, el-Hâdî, 'hidayet veren, doğru yolu gösteren, hayırlı murada erdiren' gibi manaları saklıyor nurdan bağrında. Ve bu ism-i şerifi duyar duymaz aklımıza 'vahiy' geliyor. Evet. 'Vahiy' ve 'nübüvvet' Cenab-ı Hakkın 'hidayet vericiliğinin' en büyük tezahürlerinden ikisidir. Hak Teala 'doğru yolu gösterici' olduğunu kullarına en berrak tonlarıyla onlarda gösterir. (Peygamberleri sayısınca elhamdülillah.) Ama yine de, Esma-i Sitte Risalesi'nden aldığımız dersle, sormadan geçmeyelim: el-Hâdî isminin kainattaki tecellisi yalnız bu şekilde midir? Farklı izleri/renkleri de yok mudur mübareğin?

Vardır. Hem de çok vardır. Bunu da bize birçok ayetiyle Nahl sûresi söyler. Hatta, sanki daha isminden bu dersi vereceğini ihtar eder gibi, 'nahl/arı' der bu sûre kendine. Çünkü 68. ayetinde kısa bir mealiyle şöyle denir: "Rabbin bal arısına: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendine evler (kovanlar) edin. Sonra meyvelerin her birinden ye ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylım yollarına gir, diye ilham etti. Onların karınlarından renkleri çeşitli bir şerbet (bal) çıkar ki, onda insanlar için şifa vardır. Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük bir ibret vardır."

Burası bana çok heyecanlandırıcı geliyor arkadaşım. Zira 'arı'nın hüneriyle 'nübüvvet'in hüneri arasında bağ kuruluyor. Âdeta bir desenin iki motifi arasında gezilir gibi orası-burası nakışlanıyor. Sûrenin daha başlarında deniyor mesela: "Allah, 'Benden başka ilâh yoktur. Öyle ise bana karşı gelmekten sakının' diye (insanları) uyarmaları için emrini içeren vahiy ile melekleri kullarından dilediğine indirir." Sonra, daha ilerdeki ayetlerde, 'binek hayvanlarının nimetiyeti hatırlatılarak' ekleniyor: "Doğru yolu göstermek Allah’a aittir. Yolun eğrisi de vardır. Allah dileseydi, hepinizi doğru yola iletirdi." Yani, Rabb-i Rahîm, aciz zihinlerimize bir kolaylık olsun diye belki, önce binek hayvanlarıyla bize yolculuklarımızı çağrıştırıyor. Sonra da 'doğru yolu bulmaya' duyduğumuz ihtiyacı…

Mesele burada mı bırakılıyor peki? Hayır. Elbette bu kadar değil. Daha 'doğru yolu bulma kanununun' pekçok mertebesini ders alacağız. Arıya kovanını en uzaklardan bile bulduran Allah'ın daha nice nice şeylere yol gösterdiğini öğreneceğiz. Cenab-ı Hakkın 'el-Hâdî' isminin, salt bir 'kavramlaştırma' değil, 'kainatın her köşesinde tezahürleri görünen bir tecelli mâdeni' olduğunu işiteceğiz. Ve ilerliyoruz: "O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Bütün yıldızlar da O’nun emri ile sizin hizmetinize verilmiştir. Şüphesiz bunlarda aklını kullanan bir millet için ibretler vardır."

Gece, gündüz, güneş, ay, yıldızlar... Bunlar da zamanın ve mekanın içinde 'doğru yolu bulmanın' araçları değil mi? Gece-gündüz döngüselliği sayesinde zaman parçalara ayrılıyor ve sayılabiliyor. Ölçülebiliyor. Tayin edilebiliyor. Güneş-ay-yıldızlar üçlüsü ise yolcuların yön tayin etmede en büyük dostları. Nereye gidildiği en çok onlarla anlaşılıyor. Doğular-batılar, kuzeyler-güneyler, arkalar-önler onlarla saptanabiliyor.

Sadece bu kadar mı? Değil. Devam ediyoruz: "Sizin için yeryüzünde çeşitli renk ve biçimlerle yarattığı şeyleri de sizin hizmetinize verdi. Öğüt alan bir toplum için bunda ibretler vardır..." Düşünelim tam da burada. Bize bir yolu doğru şekilde aldığımızı en çok ne öğretir? Yahut da şöyle güncelleyelim soruyu: Daha önce gittiğiniz bir yolu sonra tekrar nasıl tanırsınız? Bence bunlara verilecek cevap tam da ayetin hatırlattığı şekildedir: 'Çeşitli renk ve biçimlerde yaratılan şeyler' sayesinde. Evet. Bir dağ gördüğünüzde, onu geçip bir başkasına vardığınızda, bir vadiyi geçtiğinizde, onu geçip bir başkasını adımladığınızda, bir nehre uğradığınızda, onu geçip bir başkasına rastladığınızda, hepsinde ama hepsinde 'şeylerin çeşitliliği' sayesinde tanımalarınız olur. Herşeyin aynı olduğu bir yolda insan ne kadar yolu, hangi yöne, ne miktarda aldığınızı tayin edemez. Ancak nüansları sayesinde birbirinden ayırır.

'Nehir' dedik. 'Dağ' dedik. 'Yol' dedik. Nahl sûresi hemen sesimize ses verdi: "Sizi sarsmaması için yeryüzünde sağlam dağlar, yolunuzu bulmanız için de nehirler, yollar ve nice işaretler meydana getirdi. İnsanlar yıldızlarla da yollarını bulurlar." Subhanallah! İşte yukarıda kenarından kenarından yaklaşmaya çabaladığımız sır kendini aşikâr etti. Cenab-ı Hakkın 'el-Hâdî' ismi farklı boyutlardaki tecellileriyle 'tüm yol arayanların' rehberi oldu. Dağlıkta gezenlere dağ yol gösterdi. Nehir güzergâhında gideceklere nehir önayak oldu. Geceleyin seyahat edenlere yıldızlar tayin edildi. Mahlukattan kuş olsun, balık olsun, hayvan olsun, insan olsun, her ne varsa, arayıp bulduğu yolda el-Hâdî isminin gölgesine sığınmış oldu. Hatta bu gölge tüm evreni kuşatıverdi.

Dahası? Ah arkadaşım, yazı çok uzadı, atlayıverelim diğer şeyleri. Ve sonuca gelelim: Nahl sûresi deistleri/ateistleri büyük bir hakikate çağırıyor bence. Nedir o hakikat? Allah, evrenin her köşesinde, her sahnesinde, her karesinde birşeylere 'yol gösteriyor.' Arıya kovanını bulduruyor. Kuşlara yuvasını bulduruyor. İnsana evini bulduruyor. Tohuma toprağını bulduruyor. Derde devasını bulduruyor. Hastaya şifasını bulduruyor. Yani 'doğru yolu gösterme kanunu' tıpkı Esma-i Sitte Risalesi'nde misal verilen diğer 'esma kanuniyetleri' gibi tüm kainatı hükmü altına alıyor.

Peki tüm kainatın hükmü altında kaldığı bir tasarruftan insan hariçte kalabilir mi? Allah onlara da kendi içlerinden hidayet rehberleri göndermez mi? Arıya vahyettiği gibi onlara da vahyetmez mi? Mütehayyir kalanlarını ışığına çağırmaz mı? En nihayet, mürşidimin şu hikmetli sözüne geliyorum arkadaşım, çünkü bence Nahl sûresinin bir dersidir: "Karıncayı emirsiz, arıyı yâsupsuz bırakmayan kudret-i ezeliye, elbette, beşeri de bırakmaz şeriatsiz, nebîsiz. Sırr-ı nizam-ı âlem böyle ister elbette."

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...