İyilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İyilik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Nisan 2020 Cuma

Bencilin adaleti ‘adalet’ değildir

İkincisi, hususî rububiyetidir ve has iltifat ve imdad-ı Rahmânîsidir ki, umumî kanunların tazyikatı altında tahammül edemeyen fertlerin imdadına, Rahmânü'r-Rahîm isimleri imdada yetişirler, hususî bir surette muavenet ederler, o tazyikattan kurtarırlar.” Risale-i Nur’dan.

Merhamet adaletle dengesini bulur. Adalet de merhametle kemale erer. Hak Teala'nın hem 'el-Âdil' hem de 'er-Rahman' oluşu Onun kemalinin bir ifadesidir. Zira, el-Âdil celalî bir isimdir, er-Rahman cemalî bir isimdir. Celal ve cemalin birlikteliğinden 'kemal' görünür. Sözgelimi: Bir insan sadece yumuşak huylu olmakla 'mükemmel' sayılmaz. (Çünkü böylesinin koruması gereken şeyleri koruyamadığı çok görülmüştür.) Fakat sırf celalli bir tabiata sahip olana da 'kamil insan' denilmez. (Çünkü böylesinin de nedensiz kalp kırdığı sık yaşanmıştır.) Demek 'celal' ile 'cemal' tek başlarına 'kemal' ifade etmiyorlar. Kemal bu ikisinin beraberliğinden doğuyor. Tıpkı Aleyhissalatuvesselamın ahlakında olduğu gibi. Ki onu mürşidim bir yerde şöyle anlatıyor:

"Mu'cize-i Muhammedî ayn-ı Muhammed’dir. (...) Kur'ân'ın tazammun ettiği bütün ahlâk-ı haseneye câmi' idi. (...) Bunların içindeki nokta-yı i'câz şudur ki: Ahlâk-ı hasene çendan birbirine mübâyin değil fakat derece-i kemâlde birbirine müzahamet eder. Biri galebe çalsa öteki zaifleşir. Mesela: Kemâl-i hilm ile kemâl-i şecaat. Hem kemâl-i tevâzu ile kemâl-i şehâmet. Hem kemâl-i adalet ile kemâl-i merhamet ve mürüvvet. (...) gibi mecâmi-i ahlâk-ı mütezahime birden derece-i âliyede bir zâtta içtimâı, müzayakasız inkişafları, mu'cizelerin mu'cizesidir.”

Evet, öyledir, çünkü sıradan bir insanda böylesi meziyetler zirvelerde buluşmazlar. Başkalarda üzerlerinde tecelli eden hâkim isimlerin tezahürleri/ahlakları daha net okunur. Diğerleri varsa da gölgede kalırlar. Cömert olanın iktisadı zayıflar. Celalli olanın hilmi tökezler. Cesur olanın temkini dağılır. Fakat Aleyhissalatuvesselam en âzâm mertebede bütün isimlerin tecellisine mazhar olduğundan ahlakında da bu mazhariyetin kemali seyredilir. Elhamdülillah. Karakterinin güzellikleri, o güzelliklerin tezahürleri, o tezahürlerin şahitlikleri adedince Zat-ı Şerifine salat u selam olsun. Âmin. Âmin. Âmin.

Buradan şuraya geçeceğim: Rahman sûresinde iki yerde Cenab-ı Hak kendisini Zü’l-Celal-i ve’l-İkram olarak tanıtıyor. Bu, gayet özet bir anlamıyla, ‘celal ve ikram sahibi’ demek. Dikkat buyurursanız bu terkipte dahi ‘celal’ ve ‘cemal’ birlikteliği gönlümüzü ferahlandırmaktadır. Çünkü ‘celal’in içine ‘ikram’ konulmuştur. İlkinin korkusuyla gerilen kalplere ikincisinin tahatturuyla bir su serpilmiştir. Gürleyen göklere, karanlık bulutlara, haşmetli şimşeklere yağmur yüklenmiştir. Ayetlerin geneli de bu dikkatle incelendiğinde hep böyle ‘celalin peşinde bir cemal’ veya ‘cemalin ardında bir celal’ kendisini hissettirir. Cehennem ayetleri ile cennet ayetlerinin yakınlığı dahi buna bir delil olarak zikredilebilir. Fakat bu zaten açıkta olanlardandır. Payımıza düşen has güzelliklerse örtünenlerin keşfindedir. Mehirleri olan dikkatin verilmesi şartıyla elbette.

Ben de geçenlerde Nahl sûresinin 90. ayetini tefekkür ederken kendimce bir tanesini farkettim. Nedir? Hemen kısacık bir mealini alıntılayalım: “Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalığı ve azgınlığı da yasaklar. O düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” Esmaü’l-Hüsna konusunda okuma yapanlar bilirler. ‘Allah’ ism-i şerifi diğer bütün isimleri de kapsar. Hepsinin manasını kendisinde toplar. Tek seferde ifade eder. Bediüzzaman da bu sadedde der: “Allah bir ism-i câmi’ olduğundan Esmâ-i Hüsnâ adedince tevhidler içinde bulunur.” Bu nedenle Allah ismi kemalin de ifadesi olur. Yani ‘bütün güzel isimlerin tek tek ve de tastamam sahibi’ ancak ‘Allah’ olur. Hepsini birden taşıyamayan sözde/şirkli ‘tanrıcık tanımları’ varlığın/varoluşun gerektirdiği ve İslam’ın öğrettiği ‘Allah’ı karşılayamazlar.

İşte yukarıdaki ayet-i kerimenin manasında da böyle bir zenginlik bize gözkırpıyor. “Allah’ın adaleti nasıl olur?” sorumuza cevap veriyor. Açalım: 1) Allah’ın adaleti, iyiliği ve yardımı emrederek cemalin manasını da kucaklar. 2) Allah’ın adaleti, hayâsızlığı, fenalığı ve azgınlığı yasaklayarak celalin manasını da kuşanır. Yani kemaldedir. Burada adaletin ardından anılan ‘emredilenler’ ve ‘yasaklananlar’ sanki ilk emredilen şey olan ‘adalet’in açılımını bize öğretirler. “Allah adaleti emreder ama adaletle beraber şunları da…” Ve bir de birşeyin üzerini çizerler: Adalet kendi bireyselliğine kapanarak sahip olunacak birşey değildir. Yani ki bencilin adaleti ‘adalet’ değildir. Eğer bir insan, Cenab-ı Hakkın ihsanıyla zengin olmuşsa, iyiliğine muhtaç olan kardeşi-akrabası hakkında “Ben çalıştım da kazandım. O da kendisi çalışsın kazansın. Benim varlığımı yemesi adalete uygun mu hiç…” diye karşılık veremez. Çünkü ta bu ayeti ilk okuduğu gün öğrenmiştir ki: Allah adaleti ‘iyilikle’ ve ‘akrabaya yardım etmekle’ birlikte emretmiştir. Bu ikisinin kuşanılmadığı bir adalet anlayışı, her ne kadar kapitalist düzene uygun görünse de, Allah’ın uygun gördüğü adalet anlayışı olmaz.

Burayı çok önemsiyorum. Çünkü bugün küresel (m)edeniyetin öğretisiyle hepimizde bir parça kendi bencilliğine kapanmak var. O duvarların içinde de İblis bizi birçok demagojiyle oyalıyor. Mantığını kabullendiriyor. Duvarlarını sevdiyor. Karun gibi “Bu bana ilmimle verildi!” dememek için, adaletten değil amma, şu şeytanî adalet anlayışından uzaklaşmalıyız. Adaleti sadece ‘benim payım-senin payın’ düzleminden çıkarmalıyız. İçine ‘iyilik etmeyi’ ve ‘kötülükten sakındırmayı’ da koymalıyız. Hayâsızlıklar, fenalıklar ve azgınlıklar bizim bireysellik kalemizin dışında da kalsalar; tabir-i caizse “Alan memnun, satan memnun, bana ne?” noktasında da görünseler; biz bunları sinemize alıp ‘meşruiyet’ etiketini yapıştırmamalıyız. ‘Bana dokunmayan yılan’ muamelesi yapmamalıyız. Çünkü adalet Allah’ın adaletidir. Elbette evveliyetle Onun buyurduğu gibidir. Zaten Onun malıdır. Ve de yine mahlukatına karşı uygulanmaktadır.

Meramımı inşaallah anlatabilmişimdir. Bugün seküler düzen bize adaleti bambaşka bir çerçevede öğretiyor. Tevhid eseri olduğu için bir bütün şeklinde ele alınması gereken varlığı kompartımanlara bölüyor. Bu bölünmeden bir bencillik/bireysellik gelişiyor. Onlar da daha başka birşeyi beraberlerinde geliştiriyorlar: Duyarsızlaşma. Hem iyiliğe hem de kötülüğe karşı “Bana ne canım!” demeye başlama. Üstelik bunu Karun gibi bir tür ‘adalet söylemi’ içine yedirme. Bu ayette sanki bu sapkınlığın da önü tıkanıyor. Allahu’l-a’lem. Eğer izahımda sürç-i lisan ettimse Rabbimden affımı dilerim. Âmin. Bitirirken: Emeviyenin Ehl-i Beyt’e okuttuğu laneti hutbelerden kaldırarak yerine bu güzel ayetin tilavetini hediye eden, ümmetin nuru, Ömer b. Abdülaziz Hazretlerine de rahmetler dilerim. Çünkü o akrabasına iyilikle adaletin belini tekrar doğrultmuştur.

12 Ekim 2018 Cuma

Zenginlerin iyiliğine ne zaman inanırız?

Takipçilerim bilirler. Hayrın vücudî yanına nazar edip ona sık sık 'varlıksallık' derim. Elbette gayet eksik bir karşılıktır bu. Fakat manasını fikre yaklaştırmak için bunu yaparım. Özündeyse hayrın Allah'ın razı olduğu şeylerden ibaret olduğunu bilirim. Şunu da kabul ederim: İmtihan âleminde her cevap 'çantada keklik sorular'a karşı aranmaz. Bediüzzaman'ın ifadesiyle 'ademî görünen vücudîlikler' ve 'vücudî görünen ademîlikler' de vardır. Ve onlar 'iki kere iki dört eder'e alışmış akıllarımıza zaman zaman takla attırmaktadırlar.

Takla attırmak ne demek? Hep verdiğim örnekleri tekrar edersem: Bir mü'min zekat/sadaka türünden bir hayırda bulunduğunda malının artacağına iman eder. Halbuki, zâhirde, verdiği şey malından eksilmektedir. Varlıksallığı azalmaktadır. Fakat, Cenab-ı Hak, Kur'an'da vaadetmiştir. Hayra harcanan mal artar. İşte, burada, kalb-i selim sahibi mü'min, İslamiyetinin gereği olarak, Allah'ın buyruğunu kendi gördüğüne tercih eder. Aklının o an için kuşatabildiğini terkedip nassa teslim olur. "Ben görünürde malımın azaldığını sanıyorsam da Cenab-ı Hakkın buyurduğu haktır. Bu mal artacaktır. Bakış açımın darlığı nedeniyle şu an bana görünmüyordur!" der.

Bu sayede yeni okuma-anlama imkanları açılır önünde. Verdiği şeyin ahireti adına bir 'varlıksallık artımı' olduğunu; kalbine bağışlanan 'birine yardım etme mutluluğunun' da bir 'varlıksallık artımı' sayılabileceğini; Cenab-ı Hakkın, o hayır hürmetine, kendisini çeşitli musibetlerden koruyarak (bir tür 'müstakbel maliyetlerden kurtarma' ile) varlığını arttırmış olabileceğini ve böyle daha nice ihtimalleri düşünür, tahlil eder, idrak eder. Artışın 'hak' ancak keyfiyetinin kendisinin kuşatamayacağı şekillerde de 'mümkün' olduğunu kabul eder.

Bunun tam tersi riba/faiz için geçerlidir. Faiz de zahiren malın artımıdır aslında. Bir insan faize para yatırdığında malının artacağını umar ve öyle de görür. Fakat kudsî metinler, ayetler ve hadisler, bize hakikatte durumun tam tersi olduğunu söyler. Faiz malın bereketini kaçırır. Musibeti çağırır. Bu durumda da mü'minin tavrı "Nasıl olur ya öyle şey?" diye itiraz etmek yerine nasların söylediğine teslim olmaktır. Onların geldiği yüce makamın kendi aklının durduğu yerden çok yüce olduğunu, onların güneş kendisininse ancak ateş böceği sayılabileceğini kabul ettiğinde, ışıklarının altında dolaşmayı daha çok sever. Bizim 'tevekkül' dediğimiz şeyin özünde yatan 'teslimiyet' budur. Tefekkür de gücünü bu hüsnüzandan alır. Biz, kendi sınırlılığımızı kabul ile, Allah'ın sonsuz ilminin, hikmetinin, rahmetinin kanatları altına sığınırız.

Sonuçta da hep o haklı çıkar zaten. Hatta yazıya misal olarak seçtiğimiz zekat-faiz ikilisinin bu açıdan önemli bir örnekliği de vardır. Lakin burada ben sözü, onun gibi güzelce ifade etmekten aciz olduğum için, mürşidime bırakıyorum. O İşaratü'l-İ'caz adlı eserinde diyor ki:

"Arkadaş! Heyet-i içtimaiyenin hayatını koruyan intizamın en büyük şartı, insanların tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır. Havas kısmı avamdan, zengin kısmı fukaradan hatt-ı muvasalayı kesecek derecede uzaklaşmamaları lâzımdır. Bu tabakalar arasında muvasalayı temin eden zekât ve muavenettir. Halbuki vücub-u zekât ile hurmet-i ribaya müraat etmediklerinden, tabakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahim kalmaz. Bu yüzdendir ki, aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilâl sadâları, haset bağırtıları, kin ve nefret vâveylâları yükselir. Kezalik, yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor."

Peki zekat ve faiz arasında bu zıtlaşma neden yaşanıyor? Ben bunu, bencileyin, 'iyiliğin ölümü' ile açıklıyorum. Ne demek peki iyiliğin ölümü? Belki biraz şu demek: Bizi birbirimize katlanır kılan şeylerden birisi de sevgimizdir. (Ancak sevdiği şeylerle beraber yaşayabilir insan.) Bu sevginin aktığı, can aldığı, güçlendiği oluklardan birisi de muhatabının 'iyiliğine inanma'dır.

İnsan iyi olduğuna inandığı şeyin varlığını gerekli görür. Hayatına saygı duyar. Tehlikelerden korumaya çalışır. Ancak iyiliğine inanmıyorsa, o zaman onun varlığıyla ilişkisi böyle olmaz, 'Olsa da olur olmasa da olur' kıvamına gelir. Hatta eğer olmamasında bir menfaati varsa 'Olmasa daha iyi olur!' noktasına da gelebilir. İşte, kanaatimce, mürşidimin bahsettiği 'tabakalar arası boşluk' böylesi bir sevgisizliğin tezahürü olarak ortaya çıkar.

Bir insanın diğer bir insanın varlığından mutlu olması için illa ondan bir menfaat görmesi gerekmez. İyi olduğuna inandığımız şeylerin bize erişen menfaatleri olmasa da varlıklarından mutlu oluruz. Ömründe hiç balina görmemiş, etini yememiş, yağını kullanmamış bir insanın televizyonda yavru bir balinayı gördüğünde yaşadığı mutluluğu düşünün. Bunu menfaatle açıklamanın bir yolu var mıdır? Yahut da soyu tükenme tehlikesi yaşayan hayvanlara karşı duyduğumuz ızdırabı nazara alalım. Bunlar hakikaten menfaatle mi ilişkilidir?

İyilik düşüncesi varlıkla ilişkimizi menfaatten aşkın kılar. Biz iyiliğine inandığımızın bir zenginin varlığından mutlu olmayı, ondan hiçbir menfaat görmesek de, başarabiliriz. Çünkü fayda görenler vardır. Çünkü o dünyaya güzel şeyler katmaktadır. Çünkü o bir güzelliktir. Ve güzellik sevilmek için ikinci bir nedene ihtiyaç duymaz. Cemal zatında sevilir.

Faiz, bence, işte bu iyilik düşüncesini öldürdüğü için zekatın zıttı ve kardeşliğin düşmanı oluyor. Peki nasıl yapıyor bunu? Biz, modern zaman çocukları olduğumuz için, ribanın hep 'paranı yatıracaksın faiz gelecek' tarafını düşünüyoruz. Fakat riba aslında 'faizle borç verme' esasına dayanıyor. Hatta Veda Hutbesi'ni okumuşlar hatırlayacaktır, Efendimiz aleyhissalatuvesselam, orada faizi yasaklarken amcası Hz. Abbas'ın (r.a.) 'faizle aldığı-verdiği borçları' anıyor. İlk onu kaldırdığını söylüyor. Yani riba, öncelikle, insanların birbirlerine 'hiçbir kâr gütmeden' verecekleri maddi yardımları öldürüyor.

Ribanın olmadığı bir âlemde insanlar ancak birbirlerine 'aşkın bir manayı murad ederek' yardımda bulunabilirler. Borç verebilirler. Borç alabilirler. Ve bu aşkın manadan dolayı da içlerinde bir minnettarlık, bir sevgi, bir şefkat, bir saygı hissederler. Fakat faizin dirildiği bir toplumda maddi yardımların sûreti büyük ölçüde değişir. Borçlar faizle alınır. Alacaklar faizle tahsil edilir. Ve bu alışverişi yaşayanlar arasında duygusal bir etkileşim olmaz. Hatta, daha kötüsü, 'fazladan alınan' yavaş yavaş muhtaç tarafta bir öfkenin birikmesine de sebep olur. Tefecileri bu hayatta seven kim vardır?

İşte ben de diyorum ki: Ribanın yasaklanıp zekatın yollarının iyiden iyiye açılmadığı hiçbir yerde fakirler zenginlerin iyiliğine inanmazlar. Hep bir menfaat ile yapıldığını düşünürler varlıksal görünen şeylerin. Okul yaptırıyorsa kesin vergiden düşecektir. İkramiye dağıttıysa kesin fazla mesai yaptıracaktır. Bir yerden veriyorsa kesinlikle başka bir yerden alacaktır.

Ancak zekatın normalleştiği bir toplumda 'aşkınlık' alışıldık birşey olur. Allah emretmiştir. Hep öyle yapılagelmiştir. Ve insanlar seküler bir menfaatleri olmadan da yardım edildiğine/edilebildiği fikrine alışmışlardır. Bu nedenle menfaatlerini görmedikleri zenginlerin dahi iyiliğine inanırlar. Madem ki zekatını veriyordur. O halde o da iyiliğin bir parçasıdır. İyiliğin parçası olan da iyidir. Ve iyi olan sevilir.

Çok uzattım. Toparlayıp bitireyim. Özetle söylemek istediğim şu: Zekatın varlığı ve ribanın yasaklanması toplumda büyük bir varlıksallığı diriltiyor. Büyük bir boşluk dolduruyor. İnsanların kalplerinde iyilik düşüncesinin yeşermesine büyük bir faydada bulunuyor. Böylece hüsnüzannı ve sevgiyi arttırıyor. Olmadığında ise kimse kimseye 'Menfaati olmadan selam vermez!' bir dünyada yaşamaya çalışıyoruz. Ve tabii mutlu olmuyoruz. Çünkü mutluluk önce kalplerde başlar.

24 Nisan 2017 Pazartesi

İyilik ruhun lezzetidir

Birşeyin bize mürşidlik yapması için bizzat kendisinin buna azmetmesi gerekmez. Bazen biz de kast-ı nazarla birşeyi mürşidimiz haline getirebiliriz. Hatta diyebilirim ki:

Onun vesilesiyle ondan ötesini görmeye çalıştığımız herşeyde bir irşad ararız/yaşarız. Bu nesnenin ne söylediği kadar bizim neye açlık duyduğumuzla da ilgilidir. Nazar, duyduğu açlıklarla, kendisine has âlemin renklerini değiştirme yeteneğine sahiptir. Arayışlarıyla, âlemi değil, fakat âlemin ondaki izdüşümlerini etkileyebilir. Bakış açısı sihirbazlıkları yapabilir. Şunu en baştan kabul etmeli: İnsan kendisinde yansıyacaklara karşı nötr yaratılmamıştır. Fıtratı, yaşadıkları, onun bu yaşadıklarını anlamlandırışı, açlıkları, aç olmadığı halde arzuladıkları ve bunlarla bağlantılı olarak geliştirdiği nazarları sayesinde dış dünya ile seçici-geçirken ve hatta bazen seçici-değişken bir bağ kurar.

Serinin (Hayy ve Kayyum neden kardeştir?) önceki yazılarında inşa etmeye çalıştığım varlık algısının üzerinden konuşmaya devam edersem: Duyularımızla ancak eksik boyutta algılayabildiğimiz âlemin aslını gösteren üstboyuta yaklaşabilmek için onda derinleşmemiz gerekir. Derinleşmeden muradımız derinleştiğimiz şeyde daha fazla boğulmamızı sebep olacak bir dalgıçlık değildir. Bunu arzulamıyoruz. Etrafımızdaki eksik boyutlu şeylerin sayısını arttırmak istemiyoruz.

Aksine bundan kaçıyoruz. Eksiklik zatında olanı arttırmak onu tamam yapmaz. Eksiklik miktarında olanı arttırmak onu tamam yapar. Bizse daha başlarken varlığın zatında eksik boyutlu olduğunu söyledik. O yüzden miktarını arttırmamız bize fayda vermez. Bu derinleşme kabuğun ondan daha aşkın birşey murad edilerek arkada bırakılmasıyla mümkündür. Bakılan yine kabuktur, çünkü duyularımız ondan yukarısını göremez, ancak aklın ve kalbin ulaşmaya çalıştığı ardıdır. Çünkü onlar, mürşidimin tabiriyle, "Âlem-i gayb ve âlem-i şehadet ortasında insanî berzahlardır." Geçiş noktalarıdır.

"Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur!" buyuran Kur'an'ın dikkatlerimizi çağırdığı hakikat, bir açıdan da, budur bence. Madde olarak, şöhret olarak, zenginlik olarak, tatmışlık olarak, görmüşlük olarak, yaşanmışlık olarak dünyayı arttırmak aslında sadece miktarı arttırmaktır. Onların ardındaki kemal manayı kavramak ise Allah'ın zikrine ulaşmaktır. Allah'ın zikri, şükrü, farkındalığı, marifeti ve imanı kalbi tatmin eder. Ama ona ulaşmamıza vesile olan nesnenin kendisi etmez. Arttırmakla da etmez. Amacı o değildir zaten.

Bunu şöyle bir örnekle daha açıklayıcı hale getirebiliriz: Deniz suyunun kendisi susuzluğu geçirme yönüyle eksiktir. Bu eksiklik zatındadır. Ne kadar deniz suyu içerseniz için susuzluğunuz geçmez. Fakat o deniz suyunu rafine ederek ulaşmanız gereken saf suya varırsanız, evet, o su susuzluğunuzu giderir. Çünkü saf su susuzluğu gidericidir. Zatında bu yönde arıza yoktur.

İşte, bizim şu eksik boyutlu dünya ile ilişkimiz de aslında 'doyurmayacak muhatabiyetlerle' örülüdür. Az önce saf suyun susuzluğumuzu geçirdiğini söyledik. Nereye kadar? Tekrar su içmek zorunda kalmayacak mıyız? Demek: Onun da tatmini deniz suyundan bir adım ileride, daha yavaş, daha uzun, ama geçici. Yemek, acıkmayı bastırsa da, ortadan kaldırmıyor. Kaldı ki: İnsanın dünyadaki eksik boyutlu nesnelerle doyuramadığı duyuları ve duyguları da var. Bunu da felsefe, sanat, estetik veya bilim gibi şeylerle bastırmaya çalışıyor. Ancak bunların hepsi deniz suyuna kıyasla saf su gibidir. Susuzluk geçirici değildir. Susuzluk bastırıcıdır. 'Tatmin edici' değildir 'yatıştırıcı'dır.

Kevser sûresinde de haber verilen 'cennet havuzu' hakkındaki bazı rivayetlerde, Efendimiz aleyhissalatuvesselam, ondan bir kere içenlerin bir daha susuzluk çekmeyeceğini bildiriyor. Bence bu tarz rivayetler, sadece cennet nimetlerinin büyüklüğünü anlatma noktasında değil, dünyadaki tadışlarımızın ne kadar eksik olduğunu hatırlatma noktasında da önemli. Ve şu da önemli:

Birşeyi bizzat kendisi için tükettiğinizde ondan duyduğunuz yatıştırıcı etki (isterseniz buna geçici tatmin deyin) azalıyor. Fakat vesileliğinin hakkını verdiğinizde, bu vesile kılışın amacıyla doğru orantılı olarak, etkisi uzuyor. Bir sevdiğinizle buluşup yemek yediğinizi düşünün. Yemek burada nedir? Muhabbetin vesilesidir öyle değil mi? Bu yemeğin vesileliğinde yaşanılanların etkisi mi daha uzun sürer, yoksa, sırf karnınızı doyurmak için atıştırdıklarınızın mı? Ben oyumu birincisinden yana kullanıyorum.

Yine cebinizdeki bir miktar parayı düşünün. Sözgelimi: Bu para bir kilo baklava alacak kadar olsun. O parayı bir ihtiyaç sahibine verdiğinizde mi daha uzun süreli bir tatmin yaşarsınız, yoksa, baklava alıp yediğinizde mi? Ben yine oyumu birincisinden yana kullanırım. Çünkü o bir iyiliktir. İyilik ruhun tattığı bir lezzettir. Ruhun tattığı lezzetler, bedenin tattıklarına göre, daha uzun ömürlüdür. Hatta bazen ölümsüzdür. Siz bin yıl yaşasanız yine yüreğinizde kalır.

Demek: Her neyi, sadece kendisi için değil, aşkın amaçlar için yapsak ömrü uzuyor. Tatmin ediciliği artıyor. Bu da o şeyin bizzat kendisini derinleşmeye çalışarak veya onla meşguliyeti arttırarak değil, onu 'ondan ötesini' elde etmenin vesilesi yaparak mümkün oluyor. Belki de bu yüzden Kur'an'da "O takva sahipleri ki gayba iman ederler!" denilerek mü'minler övülüyor.

Çünkü onlar duyuların tattığından ötesine iman etmişler. Şeylerin kendilerinden ibaret olmadıklarını biliyorlar. Ötesini arıyorlar. Ötesine inanıyorlar. Ötesini kolluyorlar. Gözleri aynada değil aynada yakalayabilecekleri aşkın görüntüde. Zaten o takvaları ki, hem aynada takılıp kalmadıklarının delilidir, hem takılıp kalmama eğitimidir. Aynanın 'kendi'liğinden veya 'bizzat'lığından veya 'kusur'larından gelecek zararlardan sakınmayı âdet edinenlerin, aynadaki görüntüyü daha net görmesi/yakalaması normal değil mi? Refleksleri açık çünkü onların... Karıştırmamaya daha yatkınlar.

22 Mart 2017 Çarşamba

Kötülük neden var?

"Bahçıvan fidanlar yücelsin ve meyve versin diye muzır dalları budar. Sevgilinin ağrıdan ve hastalıktan kurtulması için hekim çürük dişi çekip çıkarır. Ben, birisini ağlatırsam rahmetim coşar, ağlayıp taşan da nimetine erişir. Rahmetim o ağlamalara bağlıdır. Kul ağladı mı, rahmet denizi kabarmaya, dalgalanmaya başlar." Mevlana Celaleddin-i Rumî (k.s.)

Gizli Güzellik (Collateral Beauty) filminde, kızını kanserden kaybetmiş ve bunu atlatamamış bir babayı (Howard) canlandıran Will Smith ile sevgiyi canlandıran Keira Knightley arasında geçen bir diyalog var. Sevgi ondan 'kendisine tekrar güvenmesini' istediğinde Howard şöyle cevap veriyor:

"Güveneyim mi? Güvenmiştim zaten. Ama bana ihanet ettin. Seni her gün kızımın gözlerinde gördüm. Her gülüşünde seni duydum. Bana her 'baba' deyişinde seni hissettim. Ama bana ihanet ettin. Kalbimi kırdın." Sevginin buna cevabı ise şöyle: "Ben her yerdeyim. Karanlığım, ışığım, güneşim, fırtınayım. Evet, haklısın, kızının gülüşlerinde vardım. Ama şu an acında da varım. Ben herşeyin sebebiyim. Tek neden benim. Bensiz yaşamaya çalışma. Lütfen çalışma."

Risale-i Nur'dan "Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer ise cüz'îdir..." dersini almış bizler için, sanırım, şu diyalog ilginç şeyler söylüyor. (En azından ben kalbimde ve kulağımda öyle hissediyorum.) Hakikaten de 'kötülük' dediğimiz şey aslında 'kuşatamadığımız iyiliklerin' nazarımıza sığan ve pek de hoşumuza gitmeyen kısımlarından oluşuyor gibi. Gözümüz küllî olana ulaşamayıp cüz'îde boğulduğunda kötülüğü görüyoruz. Ne demek bu? Bir gül örneğiyle zihinlerinize yakınlaştırmaya çalışacağım:

Gülü güzel yapan nedir? Çiçekleri, tomurcukları, yaprakları, dikenleri, dalları ve onların birbiriyle uyumundan oluşan 'bütünlükteki sanat' öyle değil mi? Gül bu bütünlükle güzeldir. Ve ancak bu bütünlükle devam eder. (Dalından koparılmış gülün ömrü kısadır.) Peki bu bütünün parçalarının ayrı ayrı güzelliği yok mudur? Vardır. Hele bazılarının güzelliği bütünün güzelliği ile yarışacak cinstendir. Örneğin: Gülün tamamı ne kadar güzelse çiçeği de o kadar güzeldir. Hatta o bütünün güzelliği büyük oranda şu parçanın güzelliğine mütevakkıftır. İtibarı ondandır. Yaprakları, dalları ve tomurcukları yine bu güzelliğe birçok güzellik katar. Bu güzelliğin bütünlüğünden birer parça taşır. Bu, en azından, gülü hissettirdikleriyle değerlendirenler için böyledir.

Ancak her parçanın birbirinin eşiti olduğunu, en azından hissediş boyutunda, söylemek mümkün değildir. Örneğin: Dikenin güzelliği gizli bir güzelliktir. Çiçeğinki kadar bariz görünmez. Dokunulduğunda onunki gibi kadifemsi bir şekilde hissedilmez. Koklansa rayiha vermez. Bu parça da bütünün güzelliğinin lazımıdır, devamı için gereklidir, ama bütünün güzelliğini tastamam üzerinde taşı(ya)maz. Varlığının amacı bu değildir. Hatta biraz haddini bilmezlikle denilebilir ki: Gül güzel fakat dikeni çirkindir. Bu dar düşünce dilimize/zihnimize o kadar sirayet etmiştir ki denilir: "Gülü seven dikenine katlanır." Demek: Seven gülü sever. Diken sadece gül adına katlanılandır.

Bu hissediş boyutunda böyledir, ama aklediş boyutunda da böyle midir? Akıl, hikmet okumayı öğrendiği zaman, onun hissin zevkedişlerinden ayrı/üstün birşey olduğunu kavrar. Kur'an buyurur: "Kime hikmet verilmişse ona pekçok hayır verilmiştir." Çünkü Kur'anî hikmet 'parçayı' değil 'bütünü' okumayı öğütler. Mana-i ismî değil mana-i harfî ile bakmasını öğretir. İnsan oradan baktığında gülün hiçbir parçasını diğerinden ayırıp önceleyemez olur. Hatta, dikenden okuduğu hikmet çiçekten okuduğu hikmetten fazlaysa, akleden kalbinin hesabına, dikeni çiçeğe önceleyebilir. Diyebiliriz ki: Aklın nazarında, hikmeti iyice okunmuş bir diken, hikmetine dair uyanış bulunmayan gülden yeğdir, yani o şundan daha güzeldir. Elhamdülillah.

İşte, bu noktada, 'kötülük ve iyilik' veya 'şer ve hayır' arasındaki ilişki başkalaşıyor. Biz, bütüne/küllîye baktıkça (büyük resmi gördükçe) iyiliğe ve hayra yaklaşıyoruz. Aslolanın o olduğunu görüyoruz. Taziye Risalesi'nde mürşidimin dikkatimizi çektiği gibi, küçük yaşta vefat eden çocuklar, cennette kavuştukları nimetler düşünüldüğü zaman, bütünde erişilen bir güzelliği ediniyorlar. Bakanın kalbi de rahatlıyor. Diken gülüyle beraber görülmüş oluyor. Ahiret boyutu herşeyin bütünlüğünü/vücudunu bu âlemde görünenden aşkın hale getiriyor. Aşkınlaşan artık sadece bu dünyadaki bilişlerle açıklanmaz oluyor. Minik cesetleri bomba ile parçalanmış olsun, canınızı o kadar da yakmıyor, çünkü o parçalanış sonsuz bir cennette birleşmek için. Tohumun toprakta çürümesi, yeşermek için, kocaman bir ağaç olabilmek için.

Bir kitap hakkında yapacağınız yorumlar, o kitabın sadece yarısı veya birkaç sayfası elinizdeyken, epey haksızlık ve eksiklik içerebilir. İşte, bu parçalılıklar/kuşatamazlıklar içinde, bizim eksik gördüklerimizdir kötülükler. Kötülük iyiliğin eksik görünüşüdür. Bütüne uyanamayışımızla yaşadığımız düşünsel arızalardır stresler ve gerilimler. Kaçırdığımız uçağa üzülürüz, ta ki, o uçağın kaza yaptığını öğrenene kadar. Hakikatin bütününe dair edindiğimiz hikmet, bizi, yaşadığımız parçalara dair okumalarımızda zengin kılar.

"Malûmdur ki, insan kendi saadetiyle mütelezziz olduğu gibi, alâkadar olduğu zatların saadetleriyle dahi mütelezziz oluyor. Ve kendini belâdan kurtaranı sevdiği gibi, sevdiklerini de kurtaranı öyle sever."

Kocamanız. Hatta koskocamanız. Hepimiz birer deviz. Sevdiğimiz herşey kadar vücudumuz var. Sevdiğimiz herşeyle ilgiliyiz. Sevdiğimiz herşeyin yarası bizim yaramız. Bu anlamda varlığımızı 80 kilo bir etten/kemikten ibaret görmemeliyiz. Sevdiklerimizin yaralarına kadar uzanır yaralarımız.

Buzullar arasında sıkışmış balinalar, nesli tükenen hayvanlar ve hatta ışıklarının dünyamıza gelmesi yüzyıllar süren yıldızlar hakkında telaşlarımız var. Dikkat edersek: Aslında onlar hakkındaki her duygulanımımız onlara duyduğumuz sevgiden ve ilgiden kaynaklanıyor. Mürşidimin 11. Lem'a'daki ifadesiyle; "Fıtrat-ı beşeriyede cemâle karşı bir muhabbet ve kemâle karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek vardır. Cemal ve kemal ve ihsan derecâtına göre o muhabbet tezayüd eder. Aşkın en müntehâ derecesine kadar gider. Hem bu küçük insanın küçücük kalbinde kâinat kadar bir aşk yerleşir."

Cemal, kemal ve ihsanları bizi onlara ilgili ve sevgili kılıyor. Bu sevginin bir tezahür ediş şekli 'sevmekse' bir tezahür ediş şekli de 'üzülmek.' İnsan sevgisiyle tanıştırılmadığı hiçbirşey hakkında hüzünlenemez. Ayrılık acısını çekmeyi öğrendiğimiz herşeyin önce sevmesini öğrendik. Sevmesini öğrendiğimiz herşeyin bedeli endişesi oldu. Tatmak yoksunluğun kardeşiydi.

Anne çocuğu için endişelendi. Âşık yâri için endişelendi. Bugün yarın için endişelendi. Bu endişeler bizi gayretli kıldı. Mutluluğumuz varlığının şahidi olduğu gibi hüznümüz de yokluğunun şahidi oldu. Ve bu anlamda, yokluğuna şahid olmak da aslında yoksunluğuna şahid olmaktı, yani varlığına şahid olmaktı. Çünkü yoksunluğu çekilen şey mutlaka bir zamanlar vardı. O artık bir ihtiyaçtı. Mutlak yokun şahitliği olmazdı.

Sorsana bir kalbine: Bir zamanlar varolan, Allah'ın hikmetine ve rahmetine yakışır mı ki, yokluğa atılarak 'boşuboşunalığa' indirgensin? Böyle hikmet sahibi bir Allah boşuboşuna yaratır mı? Cennette yedirmeyeceği helvayı bu dünyada tattırır mı? Diken güzel görünmeyebilir. Ama gülün bütünlüğü, o bütünlüğün güzelliği ve o güzelliğin devamı için varlığına gerek var. Gülüşümüz de sevgiden, gözyaşımız da... Sevgiden başka âlemde ne var?

"İşte bundandır ki, Vedûd ismine mazhar olan muhakkıkîn-i evliya, 'Bütün kâinatın mayası muhabbettir. Bütün mevcudatın harekâtı muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizap ve cezbe ve cazibe kanunları muhabbettendir' demişler."

2 Temmuz 2015 Perşembe

Çiçek güneşe nasıl yaklaşır?

Çağrışımları çok olumlu değil. Fakat tanıdık gelmesinden dolayı kullanmaktan çekinmeyeceğim: Allah 'sıradanlıklarla/hep olagelenlerle' bize birşey öğretir. 'Sıradışılıklarla/bazen olanlarla' başka birşey öğretir. Kanunlarla birşey öğretir. Şuzuzat-ı Kanuniye ile başka birşey öğretir. Bu noktada insanın fiiler üzerinden tesbit ettiği farklılık, zıtlık veya beraber olmazlık, failin zatında da böylesi farklılıklar olmasını gerektirmez. Çünkü büyük resme bakarken herşey değişir. Bir bütünün parçası olan şeyler, velev zıtlık gibi görünsünler, aslında devamlı bir düzenin içinde yeralmakla bize şunu öğretirler: Failimiz aynıdır.

Bazen zıt zıttının tamamlayıcısıdır. Hatta zıtlığın iki kutbu aynı amacın sonucu olarak ortaya çıkmış olabilir. Tıpkı 'özlem' ve 'vuslat' gibi. (Özlemsiz vuslat lezzetsiz. Vuslatsız özlem kahredicidir.) Fakat âlemi parçaları üzerinden okuyanın gözünde zıtlıkların tamamı kavga sebebi, hayatın kendisi mücadele, dolayısıyla da varlık 'anlaşmazlığın tezahürü'dür. Teolojisi de bu yüzden şirkten hali kalamaz. Aynı âleme tevhid ile bakmakta olan mü'minin nazarında ise zıtlıklar birbirlerine güzellik katmak için yaratılmış parçalardır. Tabloda hem beyaz hem siyah olabilir. Hem kırmızı hem sarı bulunabilir. Bütünlüğe bakmayı aklında tutanlar için farklılıklar ancak katkıdır. Çünkü her ne olsa bir yanıyla bütüne dairdir.

Bütüncül bakanlar için kelimelerin karşılığı da değişiyor. Oyunbozanlık ortadan kalkıyor. Onlar için sıradışılar 'bütünbozanlar' değil. Cümle bir anlam ifade ettiğine göre harflerin herbirisinin durduğu yerde bir hikmeti var. Ne kadar alışılmadık olurlarsa olsunlar. Bütünü anlamlı olan parçalar anlamsız olamazlar.

İşte, Allah'ın, 'hep öyle yapmak zorunda' olmadığını, 'bazen öyle bazen böyle' yapabildiğini bu sıradışılıklar vasıtasıyla anlayabiliyoruz biz. İradesinin kudretinden farkını uğradığımız şoklarla seziyoruz. Hayretimizle ayırıyoruz.

Dualarımızın her defasında gerçeğe dönüştüğünü düşünün mesela. Bunu sağlayan kudretin, nereye kadar Onun, nereye kadar bizim olduğunu nasıl ayırabilirdik? Her istediğimizin yerine getirildiği bir âlemde 'bize ait olan' ile 'Allah'ın mülkü olanın' sınırları karışırdı. 'Ol!' emretmesiyle olduruverenin kim olduğu netleştirilemezdi. Öyle ya! Dileklerimizin yaratışımız olmadığını her istediğimizin elimize geçmemesiyle anlayabiliriz ancak. Aralarındaki mesafenin açılmasıyla tanırız. Yoksunluğumuz asıl failin kim olduğunu öğretir. Yani arkadaşım, biz, Allah'ın Allah olduğunu kabul edilmeyen dualarımızla da anlarız.

İşte, sıradışılık dediğimiz şeyin, kabul edilmeyen dualarımız gibi, yapabilme gücünü Allah'a teslim eden bir yanı var. İnsanın 'hep öyle olan şeyler' için fail farkındalığı oluşturması kolay birşey değil. Determinist bir âlem algısına kapılması mümkün. Zorunluluk sanması kabil. Aksinin mümkün olmadığını düşünmesi tabii. Fakat, her vakit gözümüz önünde gerçekleşen sıradışılıklar, bizi Allah'ın iradesini farketmeye adım adım yaklaştırıyor. Tokat tokat uyarıyor.

Zaten kulun Allah'a yaklaşması maddi mesafeler aşmakla değildir. Allah, hâşâ, maddeden değildir ve mekanla kayıtlı da değildir. Marifetine yeni pencereler açmakladır Ona yaklaşmak. Daha çok teveccüh etmekledir. Çiçek güneşe ancak böyle yaklaşır. Hak Subhanehu ve Teala dünyevi gözlerimize sığmaz. Fakat sonsuzun anlamı insanın uhrevi kalbine sığar. Çünkü kalb bir ayna gibidir. Bütünün bütün detaylarını kuşatamaz ama hakkında fikir sahibi olma yetisine sahiptir. Evet. Sezgi biraz buna da bakıyor. Yani kuşatılamayanın bilinmesi...

Bu meselenin bir yanı. Diğer yanı: Allah'ın esması olarak okuduğumuz veya sıfatı, şe'ni olarak tarif ettiğimiz şeylerin de ancak şuzuzat sayesinde görülebilir olmasıdır. Allah, eğer seçim yapabilen bir iradeye sahip olmasaydı, Zat'ının esması, sıfatları ve şe'ni hakkında nasıl marifet sahibi olabilirdik? Öyle ya! Fiileri yaratmasında iradesiyle bir seçim yapmasından ve o seçimin niteliği hakkında bir tefekkürden biz marifet-i ilahîye sahibi oluyoruz. "Şu, şu, şu seçenekler de vardı ama hep bunu seçti. Demek ki Allah bunu seçen, böyle seçmek sıfatı olan, bunu seçmeyi seven bir Allah. Böyle bir Allah..." diyebiliyoruz. Yani: İradesinin varlığını bilmemiz fiilerinden şuunatına kadar uzanan bir okuma yapabilmemizi sağlıyor. Yaratışını 'zatındaki kemalden gelen bir kasıtla' süslenmiş kılıyor.

Şunu da söyleyip bitireyim arkadaşım: Bence biz Ramazan'da kainattan aldığımız bu sıradışılık dersine kendi irademizle de dahil oluyoruz. Tabir-i caizse kendi sıradanlığımızı oruçla bozuyoruz. Bu iradeli bozuşla, her zaman öyle olmak zorunda olmadığımızı görüp alışkanlıkların köleliğinden kurtulduğumuz gibi, determinist âlem algısından da sıyrılıyoruz. Ve bu iradeli sıradışılık deneyimi âlemdeki sıradışılıklara daha uyanık hale getiriyor bizi. Birşeyleri değiştirebileceğimizi hissettiriyor. Tıpkı mürşidimin dediği gibi:

"Mütefekkirâne ve ciddî bir surette ibadet ve tesbih eden adam, mevcudatın hakikaten mevcut ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür. Gafletle veya inkârla ibadeti terk eden adam, mevcudatı, hakikat-i kemâlâtına tamamıyla zıt ve muhalif ve hata bir surette tevehhüm eder ve mânen onların hukukuna tecavüz eder."

Abartı bulma sözlerimi. Buna dair her oruçlunun anlatacağı birşeyler vardır. Ramazan, pekçok insan için, bir/birçok kötü alışkanlığın terki zamanıdır. Değişim zamanıdır. Başkalaşım zamanıdır. Kendi adıma konuşayım: Namaza bir Ramazan ayında başladığımı söyleyebilirim. Ve yine, yaşadığım her Ramazanın, duyarlılığıma birşeyler kattığını ilave edebilirim. Nihayetinde söylemek istediğim şu ki: İnsanî yanımızın hayvanî yanımıza galip gelişi, bir açıdan da, o hayvanî alışkanlıkları iradeli yoksunluklarla terbiye etmekte yatıyor. Seçilmiş sıradışılıklar hem âleme hem bize zenginlikler katıyor. Ve belki bu yüzden, beşerin binlerce yıllık ömründe yaşadığı en sıradışı şeyler, peygamberlerin zamanında yaşanıyor.

4 Nisan 2014 Cuma

Ya hepimiz dönüşüyorsak?

"Evinde duvarlar bile yardım eder insana." Anton Pavloviç Çehov, Köylüler öyküsünden.

Zerre Risalesi okumaları yaparken gelmişti aklıma bu sorular: Belki de âleme eğitilmek için gönderilmiş olanlar yalnız biz değiliz? Belki âlem de bizimle birlikte bir tedris içinde. Beraber terbiye olunuyoruz. Onların bizden farkı: Emaneti kabul etmeyişleri. "Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir..." ayeti hem kabul edenlerden hem etmeyenlerden bahsediyor. Emanetsiz terbiye olmaz mı peki?

Biz kabul etmişiz. Şuurundayız yaşananların olabildiğimiz kadar. Onlar değiller. Belki de seçeneklerin varlığını bile bilmiyorlar. Ne mutlu! Hep doğruyu seçiyorlar. Çünkü fıtratları onları doğruya götürüyor. Tıpkı Fussilet sûresinde dendiği gibi: "Bundan başka, duman halindeki göğe yöneldi ve hem ona, hem de yeryüzüne 'İsteseniz de, istemeseniz de gelin' buyurdu. İkisi de 'İsteyerek geldik' dedi." İsteyerek yapıyorlar onlar da herşeyi. Coşkularından belli. Durmamalarından belli. Tembellik yok. Hikmetli bir bekleyişten başka dinlenmek yok. Tembellik bize. İhtiyar bize. İrade bize. Sırf bunlara sahip olduğumuz için tek hazırlananın kendimiz olduğunu iddia etmek doğru mu? Hazırlanmak için sınanıyor olmak şart mı?

Dedim ya; ilk kez Zerre Risalesi'ni tefekkür ederken gelmişti bunlar aklıma. Mürşidimiz, Hatemü'l-Enbiya'dan dersini almış bize diyordu ki:

"Tahavvülât-ı zerrâtın ve zîhayat cisimlerde zerrât harekâtının binler hikmetlerinden bir hikmeti dahi, zerreleri nurlandırmaktır ve âlem-i uhreviye binâsına lâyık zerreler olmak için, hayattar ve mânidar olmaktır. Güyâ cism-i hayvanî ve insanî, hattâ nebâtî, terbiye dersini almak için gelenlere bir misafirhâne, bir kışla, bir mektep hükmündedir ki, câmid zerreler ona girerler, nurlanırlar. Âdetâ bir tâlim ve tâlimâta mazhar olurlar, letâfet peydâ ederler. Birer vazifeyi görmekle, âlem-i bekâya ve bütün eczâsıyla hayattar olan dâr-ı âhirete zerrât olmak için liyâkat kesb ederler."

Ne demek bu 'nurlandırmak' veya 'âlem-i uhreviye binasına layık zerreler' olmak? 'Letafet peyda etmek' ne demek? Bunların tam karşılığını ben de bilmiyorum. Fakat öyle hissediyorum ki: Hepimiz bir büyük dönüşümün içindeyiz.

Ol'uyoruz sürekli o büyük 'ol'un içinde. Zamanla mukayyetiz. Sınırlar bizden. O büyük ol'u ancak küçük ol'lara şahitliğimizle görebiliyoruz. Bu yüzden şahadet getirip müslüman oluyor ve şahitler olarak yaşıyoruz dünyada. Kıymetimiz herşeyi bilmemizden değil, zaten bu mümkün de değil, yanından geçtiğimiz ol'lara şahitlik etmemizden. Bizler büyük kâinat dönüşümünün şahitleriyiz. İbrahim sûresinde buyrulduğu gibi: "Yeryüzünün başka bir şekle çevrileceği gün..." Sahi, yeryüzü, her an başka bir şekle çevrilmiyor mu? Allah Resulü aleyhissalatuvesselam "Dünya ahiretin tarlasıdır..." derken ya sadece bizi, toprağımızı veya ektiklerimizi kastetmemişse?

"Sâni-i Hakîm anâsırı tahrik edip tavzif ederek (onlara bir ücret-i kemâl hükmünde) mâdeniyât derecesine çıkarmasıyla ve mâdeniyâta mahsus tesbihâtları onlara bildirmesiyle; ve mâdeniyâtı tahrik ve tavzif edip nebâtât mertebe-i hayatiyesinin makamını vermesiyle; ve nebâtâtı rızık ederek tahrik ve tavzif ile hayvanât mertebe-i letâfetini onlara ihsan etmesiyle; ve hayvanâttaki zerrâtı tavzif edip rızık yoluyla hayat-ı insaniye derecesine çıkarmasıyla; ve insanın vücudundaki zerrâtı süze süze tasfiye ve taltif ederek tâ dimâğın ve kalbin en nâzik ve latîf yerinde makam vermesiyle bilinir ki, harekât-ı zerrât hikmetsiz değil, belki kendine lâyık bir nevi kemâlâta koşturuluyor."

İmam-ı Mübin olan büyük 'ol'u, kayıtlarımız nedeniyle ancak Kitab-ı Mübin'in küçük oluşları şahitliğiyle görebiliyoruz. Kudretle giydirilen suret kuşatamadığımız ilme şahit kılıyor bizi. Sanki ilim bölündükçe kudret oluyor. Yahut da ilim, kudret vasıtasıyla, bizim yutabileceğimiz küçük parçalara bölünüyor. Ve dünya, canlı-cansız varlıklarla karışık evren, giderek nurlanıyor, hayatlanıyor, canlanıyor. Ankebut sûresi de bu dersi veriyor: "Asıl hayata mazhar olan ise âhiret yurdudur." Demek can var canın üstünde. Biz hayatın nihayetinde değiliz. Daha daha canlanıyoruz. Gerçekten yaşayacağımız günlerin eğitimindeyiz.

Hani pikniğe gidersin, çalı çırpı toplarsın, ateş yakmaya niyetlenirsin. Ama birden yanmaz o ateş. Üflersin, üflersin, üflersin. Kısım kısım parlamalar olur. Yanıp yanıp sönmeler olur. Sonra birden tutuşur. Yani sürekli değişir birşeyler o müstakbel yangının içinde. Yavaş yavaş dönüşür. Kimyada buna 'aktivasyon enerjisi' diyorlar. Tepkimenin başlaması için gerekli olan enerji. Âlem de belki kendi büyük dönüşümünün aktivasyon enerjisini topluyor. Dönüşümünü biriktiriyor. Kıyamet tepkime noktamız. Ama bizim tutuşmamız hayat ile. Allah bizi Hayy ismi şerifinde yandıracak. O yüzden bu dünyaya sürekli ondan üflüyor. Ölenler, dirilenler, yananlar, sönenler. Sanki büyük bir yangının eşiğinde gibiyiz. Bir kısmımız ateş olup nurlanacak. Şu anda da iman iman nurlanıyorlar işte. Bir kısmımız kül olup öyle değersiz kalacak. Onlar da küfür küfür topluyorlar işte.

Cennetlikler ve cehennemlikler. Herkes orada karşılaşacağı muameleyi burada yetiştiriyor. Ahiretin tarlası olan dünyayı yalnız insanın hasenatı-seyyiatı olarak düşünme. Yalnız iyilik ve kötülük toplamıyorsun bu âlemde. Aynı zamanda orada karşılaşacağın zerreleri de dönüştürüyorsun. Dönüştüreceğini götüreceksin yanında. Büründürdüğün manayı orada bulacaksın. İncitmediklerin seni gözetmeye gelecek. Duhan sûresi neden "Gök ve yer onlara ağlamadı" buyuruyor kafirler için. Neden? Güzel birşeye dönüştürmüyorlar ki onu. Neden üzülsün onlar yer ve gök için? Aksine nurlanmalarını engelliyorlar onlar.

"Leziz taamlara, hoş meyvelere şâkirâne muhabbet-i meşrûanın uhrevî neticesi, Kur'ân'ın nassıyla, Cennete lâyık bir tarzda leziz taamları, güzel meyveleridir ve o taamlara ve o meyvelere müştehiyâne bir muhabbettir. Hattâ dünyada yediğin meyve üstünde söylediğin Elhamdülillâh kelimesi, Cennet meyvesi olarak tecessüm ettirilip, sana takdim edilir. Burada meyve yersin, orada elhamdülillâh yersin! Ve nimette ve taam içinde in'âm-ı İlâhîyi ve iltifat-ı Rahmânîyi gördüğünden, o lezzetli şükr-ü mânevî, Cennette gayet leziz bir taam sûretinde sana verileceği, hadîsin nassıyla, Kur'ân'ın işârâtıyla ve hikmet ve rahmetin iktizâsıyla sabittir."

Gördün mü şahitliğin ne kadar kıymetli. O zaman şahitliğine dikkat et. An'ını yaşama. An'ına şahit ol. Tefekkürle incel. An'ını yaşayacaksan böyle yaşa. Bu hayatta gördüklerini iyi anlamlarla sar ve üzerine ismini yaz ki ahirette onları gördüğünde paketinden tanıyasın. Üzerine Ahmed'in 'bismillah' dediği elmalar bulsun seni. İnsan kendi cümlelerini başkalarından iyi tanır. Belki Bakara sûresinde nicedir aklını kurcalayan sır da budur: "İman edip iyi davranışlarda bulunanlara, içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele! O cennetlerdeki bir meyveden kendilerine rızık olarak yedirildikçe: 'Bundan önce dünyada bize verilenlerdendir bu!' derler. Bu rızıklar onlara (bazı yönlerden dünyadakine) benzer olarak verilmiştir. Onlar için cennette tertemiz eşler de vardır. Ve onlar orada ebedî kalıcılardır."

Şu, benzetip hayret edişin, sakın dünyada dönüştürdüğünü orada bulmaktan olmasın? Üzerine Allah'ı anmak, rızasını aramak, tefekkürünü yapmak nesneleri işaretlemek olmasın? Ve arkadaşım, buradan bakmakla belki, Bediüzzaman'ın kırık bir çay kaşığına neden onu çöpten çıkarttıracak kadar düşkün olduğunu veyahut Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın ağlayan hurma kütüğünü nasıl cennete diktiğini de anlayabilirsin. Demek ki giderler. Şahit olanlar şahit olduklarıyla birlikte giderler...

Günahtan sakınmakta da bu sır olabilir. Şahitlik bir nevi aitlik. Güzel şeylere şahit olalım. Yoksa bizi şahidi olduğumuz kötülüklerin yanına çağıracaklar. Allah korusun.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...