12 Ekim 2018 Cuma

Zenginlerin iyiliğine ne zaman inanırız?

Takipçilerim bilirler. Hayrın vücudî yanına nazar edip ona sık sık 'varlıksallık' derim. Elbette gayet eksik bir karşılıktır bu. Fakat manasını fikre yaklaştırmak için bunu yaparım. Özündeyse hayrın Allah'ın razı olduğu şeylerden ibaret olduğunu bilirim. Şunu da kabul ederim: İmtihan âleminde her cevap 'çantada keklik sorular'a karşı aranmaz. Bediüzzaman'ın ifadesiyle 'ademî görünen vücudîlikler' ve 'vücudî görünen ademîlikler' de vardır. Ve onlar 'iki kere iki dört eder'e alışmış akıllarımıza zaman zaman takla attırmaktadırlar.

Takla attırmak ne demek? Hep verdiğim örnekleri tekrar edersem: Bir mü'min zekat/sadaka türünden bir hayırda bulunduğunda malının artacağına iman eder. Halbuki, zâhirde, verdiği şey malından eksilmektedir. Varlıksallığı azalmaktadır. Fakat, Cenab-ı Hak, Kur'an'da vaadetmiştir. Hayra harcanan mal artar. İşte, burada, kalb-i selim sahibi mü'min, İslamiyetinin gereği olarak, Allah'ın buyruğunu kendi gördüğüne tercih eder. Aklının o an için kuşatabildiğini terkedip nassa teslim olur. "Ben görünürde malımın azaldığını sanıyorsam da Cenab-ı Hakkın buyurduğu haktır. Bu mal artacaktır. Bakış açımın darlığı nedeniyle şu an bana görünmüyordur!" der.

Bu sayede yeni okuma-anlama imkanları açılır önünde. Verdiği şeyin ahireti adına bir 'varlıksallık artımı' olduğunu; kalbine bağışlanan 'birine yardım etme mutluluğunun' da bir 'varlıksallık artımı' sayılabileceğini; Cenab-ı Hakkın, o hayır hürmetine, kendisini çeşitli musibetlerden koruyarak (bir tür 'müstakbel maliyetlerden kurtarma' ile) varlığını arttırmış olabileceğini ve böyle daha nice ihtimalleri düşünür, tahlil eder, idrak eder. Artışın 'hak' ancak keyfiyetinin kendisinin kuşatamayacağı şekillerde de 'mümkün' olduğunu kabul eder.

Bunun tam tersi riba/faiz için geçerlidir. Faiz de zahiren malın artımıdır aslında. Bir insan faize para yatırdığında malının artacağını umar ve öyle de görür. Fakat kudsî metinler, ayetler ve hadisler, bize hakikatte durumun tam tersi olduğunu söyler. Faiz malın bereketini kaçırır. Musibeti çağırır. Bu durumda da mü'minin tavrı "Nasıl olur ya öyle şey?" diye itiraz etmek yerine nasların söylediğine teslim olmaktır. Onların geldiği yüce makamın kendi aklının durduğu yerden çok yüce olduğunu, onların güneş kendisininse ancak ateş böceği sayılabileceğini kabul ettiğinde, ışıklarının altında dolaşmayı daha çok sever. Bizim 'tevekkül' dediğimiz şeyin özünde yatan 'teslimiyet' budur. Tefekkür de gücünü bu hüsnüzandan alır. Biz, kendi sınırlılığımızı kabul ile, Allah'ın sonsuz ilminin, hikmetinin, rahmetinin kanatları altına sığınırız.

Sonuçta da hep o haklı çıkar zaten. Hatta yazıya misal olarak seçtiğimiz zekat-faiz ikilisinin bu açıdan önemli bir örnekliği de vardır. Lakin burada ben sözü, onun gibi güzelce ifade etmekten aciz olduğum için, mürşidime bırakıyorum. O İşaratü'l-İ'caz adlı eserinde diyor ki:

"Arkadaş! Heyet-i içtimaiyenin hayatını koruyan intizamın en büyük şartı, insanların tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır. Havas kısmı avamdan, zengin kısmı fukaradan hatt-ı muvasalayı kesecek derecede uzaklaşmamaları lâzımdır. Bu tabakalar arasında muvasalayı temin eden zekât ve muavenettir. Halbuki vücub-u zekât ile hurmet-i ribaya müraat etmediklerinden, tabakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahim kalmaz. Bu yüzdendir ki, aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilâl sadâları, haset bağırtıları, kin ve nefret vâveylâları yükselir. Kezalik, yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor."

Peki zekat ve faiz arasında bu zıtlaşma neden yaşanıyor? Ben bunu, bencileyin, 'iyiliğin ölümü' ile açıklıyorum. Ne demek peki iyiliğin ölümü? Belki biraz şu demek: Bizi birbirimize katlanır kılan şeylerden birisi de sevgimizdir. (Ancak sevdiği şeylerle beraber yaşayabilir insan.) Bu sevginin aktığı, can aldığı, güçlendiği oluklardan birisi de muhatabının 'iyiliğine inanma'dır.

İnsan iyi olduğuna inandığı şeyin varlığını gerekli görür. Hayatına saygı duyar. Tehlikelerden korumaya çalışır. Ancak iyiliğine inanmıyorsa, o zaman onun varlığıyla ilişkisi böyle olmaz, 'Olsa da olur olmasa da olur' kıvamına gelir. Hatta eğer olmamasında bir menfaati varsa 'Olmasa daha iyi olur!' noktasına da gelebilir. İşte, kanaatimce, mürşidimin bahsettiği 'tabakalar arası boşluk' böylesi bir sevgisizliğin tezahürü olarak ortaya çıkar.

Bir insanın diğer bir insanın varlığından mutlu olması için illa ondan bir menfaat görmesi gerekmez. İyi olduğuna inandığımız şeylerin bize erişen menfaatleri olmasa da varlıklarından mutlu oluruz. Ömründe hiç balina görmemiş, etini yememiş, yağını kullanmamış bir insanın televizyonda yavru bir balinayı gördüğünde yaşadığı mutluluğu düşünün. Bunu menfaatle açıklamanın bir yolu var mıdır? Yahut da soyu tükenme tehlikesi yaşayan hayvanlara karşı duyduğumuz ızdırabı nazara alalım. Bunlar hakikaten menfaatle mi ilişkilidir?

İyilik düşüncesi varlıkla ilişkimizi menfaatten aşkın kılar. Biz iyiliğine inandığımızın bir zenginin varlığından mutlu olmayı, ondan hiçbir menfaat görmesek de, başarabiliriz. Çünkü fayda görenler vardır. Çünkü o dünyaya güzel şeyler katmaktadır. Çünkü o bir güzelliktir. Ve güzellik sevilmek için ikinci bir nedene ihtiyaç duymaz. Cemal zatında sevilir.

Faiz, bence, işte bu iyilik düşüncesini öldürdüğü için zekatın zıttı ve kardeşliğin düşmanı oluyor. Peki nasıl yapıyor bunu? Biz, modern zaman çocukları olduğumuz için, ribanın hep 'paranı yatıracaksın faiz gelecek' tarafını düşünüyoruz. Fakat riba aslında 'faizle borç verme' esasına dayanıyor. Hatta Veda Hutbesi'ni okumuşlar hatırlayacaktır, Efendimiz aleyhissalatuvesselam, orada faizi yasaklarken amcası Hz. Abbas'ın (r.a.) 'faizle aldığı-verdiği borçları' anıyor. İlk onu kaldırdığını söylüyor. Yani riba, öncelikle, insanların birbirlerine 'hiçbir kâr gütmeden' verecekleri maddi yardımları öldürüyor.

Ribanın olmadığı bir âlemde insanlar ancak birbirlerine 'aşkın bir manayı murad ederek' yardımda bulunabilirler. Borç verebilirler. Borç alabilirler. Ve bu aşkın manadan dolayı da içlerinde bir minnettarlık, bir sevgi, bir şefkat, bir saygı hissederler. Fakat faizin dirildiği bir toplumda maddi yardımların sûreti büyük ölçüde değişir. Borçlar faizle alınır. Alacaklar faizle tahsil edilir. Ve bu alışverişi yaşayanlar arasında duygusal bir etkileşim olmaz. Hatta, daha kötüsü, 'fazladan alınan' yavaş yavaş muhtaç tarafta bir öfkenin birikmesine de sebep olur. Tefecileri bu hayatta seven kim vardır?

İşte ben de diyorum ki: Ribanın yasaklanıp zekatın yollarının iyiden iyiye açılmadığı hiçbir yerde fakirler zenginlerin iyiliğine inanmazlar. Hep bir menfaat ile yapıldığını düşünürler varlıksal görünen şeylerin. Okul yaptırıyorsa kesin vergiden düşecektir. İkramiye dağıttıysa kesin fazla mesai yaptıracaktır. Bir yerden veriyorsa kesinlikle başka bir yerden alacaktır.

Ancak zekatın normalleştiği bir toplumda 'aşkınlık' alışıldık birşey olur. Allah emretmiştir. Hep öyle yapılagelmiştir. Ve insanlar seküler bir menfaatleri olmadan da yardım edildiğine/edilebildiği fikrine alışmışlardır. Bu nedenle menfaatlerini görmedikleri zenginlerin dahi iyiliğine inanırlar. Madem ki zekatını veriyordur. O halde o da iyiliğin bir parçasıdır. İyiliğin parçası olan da iyidir. Ve iyi olan sevilir.

Çok uzattım. Toparlayıp bitireyim. Özetle söylemek istediğim şu: Zekatın varlığı ve ribanın yasaklanması toplumda büyük bir varlıksallığı diriltiyor. Büyük bir boşluk dolduruyor. İnsanların kalplerinde iyilik düşüncesinin yeşermesine büyük bir faydada bulunuyor. Böylece hüsnüzannı ve sevgiyi arttırıyor. Olmadığında ise kimse kimseye 'Menfaati olmadan selam vermez!' bir dünyada yaşamaya çalışıyoruz. Ve tabii mutlu olmuyoruz. Çünkü mutluluk önce kalplerde başlar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...