Zenginlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Zenginlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Ocak 2023 Pazartesi

Risale-i Nur yeter mi?

"Bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti miktarında bir buz parçası olan enaniyetini eritmeyip bozmuyor, kendini mazur biliyor; ondan nizâ çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder; ehl-i dalâlet istifade ediyor." Kastamonu Lahikası'ndan. 

"Risale-i Nur yeter!" diyenlere şefkatli bir dikkatle yaklaşmak lazım. Ne niyetle söylediklerini doğru teşhis etmek şart. Yanlış teşhis yanlış suçlamayı doğurabilir. Sözgelimi: "Başka hiçbir esere ihtiyaç yoktur. Hiçbirini okumaya gerek yok. Başka bütün eserler boş çabalardır..." gibi insafsız/iz'ansız bir noktaya gidiyorsa cidden teessüf etmek gerek. O kişi Risale-i Nur'u da doğru anlamamış demektir. Yahut da sekir halindedir. Ama şunu diyorsa: "Benim, elhamdülillah, işimi görecek kadar İslamî altyapım var. Bundan sonra sadece Risale-i Nur'la meşgul olsam kalbimi tatmin ediyor. Manevî/şahsî ihtiyacımın görüldüğünü hissediyorum. Gayretimi buna hasrediyorum." Mevzuun bu tarafına muhalefet etmeyi de yanlış buluyorum. Kalbe karışılamayacağını düşünüyorum. Fakat, durum böyle bile olsa, yine de meseleye Bediüzzamanca bir şerh düşmek gerek.

Rahmetin de bir kanunu var arkadaşım. Kendisini eksik göreni tamamlıyor. Tamam göreni eksiltiyor. Avuçlarını açana yağıyor. Kalbini kapatana kapanıyor. Hatta kırk kere kâfir olsun. Eğer kendisini noksan bulup tamamlamaya çalışırsa lûtfa mazhar oluyor. Fakat aksi durumda, isterse kırk kere müslüman olsun, sanrısı mahrumiyete dönüşüyor. O halde diyebiliriz ki: Rahmetin mü'mini aczini bilendir. Aczini bilmeyen, kendi aslını tanımadığı gibi, Rabb-i Rahîminin de marifetine hakkıyla ulaşamamıştır. Evet. Bu öyle bir makamdır ki, mürşidimin tabiriyle, "Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır." Kendisini var bilse yokolur. Yok bilse varolur. Varoldukça yokolur. Yokoldukça varolur.

"Kendini bilse, vücut verse, kâinat kadar bir zulümat-ı adem içindedir. Yani, vücud-u şahsîsine güvenip Mûcid-i Hakikîden gaflet etse, yıldız böceği gibi bir şahsî ziya-yı vücudu, nihayetsiz zulümât-ı adem ve firaklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enâniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakikînin bir âyine-i tecellîsi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudatı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zira, bütün mevcudat, esmâsının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcibü'l-Vücudu bulan, herşeyi bulur."

 Demek 'herşeyi bulmak' için 'herşeysiz kalmak' lazım. Hiçbirşeyin hakiki yokluğunu çekmek istemiyorsan hiçbirşey olman gerek. Kelime oyunu yapmıyorum. Sahiden durum böyle. İstersen misallendireyim: Çok cahil olduğumu düşünüyorum mesela. (Ki gerçekten öyle düşünüyorum.) Bu cahillik beni öğrenmeye aç kılıyor. Eğer cahilliğimin şuuruna varmazsam öğrenmeye açlığım da olmaz. Öyle değil mi? "İnsan azgınlaşır kendisini müstağni gördükçe!" buyuran Âlâk sûresini hatırla hem. Hem 'emanet ayeti'ni de düşün. Ahirinde 'çok zalim' ve 'çok cahil' olduğumuzun buyrulmasını 'bir başlangıç noktası' olarak tasavvur edebilirsin. Yani yükleneceğimizi yüklendik. Şimdi yarış başlıyor. Fakat, bir saniye, bu yarış yüklendiğimizle yükseldiğimiz bir varlık noktasında başlamadı. Hayır. Kibre kapılmak hatadır. Aksine bize bahşedilen şey tam tersiydi: Emaneti yüklenmekle karanlığımızı idrak imkanıyla ikramlı kılındık. Hediye buydu. Elçi, asıl değil, detaydı. Emanetçi kendi adına sıfırlanandı. Allah Teala, emanetçi kılmakla bizi, sahipliği anlattı.

Varlığı varlığından çok yokluğundan öğreniyoruz arkadaşım. Başka türlü olamaz. Çünkü yaratıcısı değiliz. Emanetçiyiz. Ne kadar verilirse o kadar bulunduruyoruz. Ne kadar taşımamıza izin verilirse o kadar tutuyoruz. Sonra çekilip alınıyor. Yerine aynısını koyamıyoruz. Dikenleri ellerimizi parçalıyor. "Keşke toprak olsaydım!" diyoruz. "Keşke hiç tanışmasaydım!" Ne sıhhat kalıyor bizde, ne gençlik, ne de güzellik. Yoksunlukları ise, evet, kalıyor. Zeval-i lezzetin elemi terketmiyor. Zeval-i elemin lezzeti de bâkidir. Varlık yokeldiğinde yok kalır. Yokluk yokeldiğinde varolur. Bizim yokluğu yoketmemiz lazım.

Mürşidim Sünuhat'ında diyor ki: "Lâkayt Emevîlik, nihayet sünnet cemaate, salâbetli Alevîlik, nihayet Râfizîliğe dayandı." Mektubat'ta ise sözünü şöyle tamamlıyor: "Eğer Hazret-i Ali olmasaydı, dünya saltanatı, mülûk-u Emeviyeyi bütün bütün yoldan çıkarmak muhtemeldi. Halbuki, karşılarında Hazret-i Ali ve Âl-i Beyti gördükleri için, onlara karşı muvazeneye gelmek ve ehl-i İslâm nazarında mevkilerini muhafaza etmek için, ister istemez, Emeviye devleti reislerinin umumu, kendileri olmasa da, herhalde teşvik ve tasvipleriyle, etbâları ve taraftarları, bütün kuvvetleriyle hakaik-i İslâmiyeyi ve hakaik-i imaniyeyi ve ahkâm-ı Kur'âniyeyi muhafazaya ve neşre çalıştılar. Yüz binlerle müçtehidîn-i muhakkikîn ve muhaddisîn-i kâmilîn ve evliyalar ve asfiyalar yetiştirdiler. Eğer karşılarında Âl-i Beytin gayet kuvvetli velâyet ve diyanet ve kemâlâtı olmasaydı, Abbasîlerin ve Emevîlerin âhirlerindeki gibi, bütün bütün çığırdan çıkmak muhtemeldi."

Yani, Âl-i Beyt de bu ümmete emanet edilmekle, başkalar 'onlar gibi olamamak' nimetiyle tanışmış oldular. Şaşırma söylediğime arkadaşım. Onlar gibi olamadığını bilmek de bir nimetti. Çünkü onlar gibi olmaya teşvik etti. Kendisi Âl-i Beyt karşısında yarım bulanlar, büsbütün gözden düşmemek için, gayretleriyle tamam olmaya çalıştılar. Bundan istiğna etselerdi daha fena olacaklardı. Nasıl ki biz öyle oluyoruz. Cenab-ı Hakkın bahşettiği emanetçiliği sahiplik sanrılayarak dibin dibine iniyoruz. Kibirlenmekle derecelerini düşürüyoruz. İstiğnayla batırıyoruz. Üstelik tekebbür ettikçe rahmet de bizden uzaklaşıyor. Zira rahmet kendi yarımlığının farkında olmayanlardan uzaklaşır. Onun mehri fakirliktir. Sultan oturacak yer bulamadığı, yani ki kendisine yer gösterilmeyen, meclise neden uğrasın? Fakirliğini daha az hissettikçe insanoğlu rahmete liyakatini kaybeder. Evet. Öyledir. Rafızîliğe giden her yolun zemini "Ben kendime yeterim!" taşlarından örülmüştür. Kendi kabına kapanmak rahmetten eder daima. 

Aynı bahsin bir de Hakikat Çekirdekleri'ndeki versiyonunu alıntılayalım:

"Sevâd-ı âzama ittibâ edilmeli. Ekseriyete ve sevâd-ı âzama dayandığı zaman, lâkayt Emevîlik, en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adetçe ekalliyette kalan salâbetli Alevîlik, en nihayet az bir kısmı Râfızîliğe dayandı."

Bediüzzaman, bu metnin Sünuhat'taki versiyonun başında, (onu ilk alıntılamıştım) bir ayet de zikrediyor. (Rum sûresinin 19. ayeti.) Kısa bir mealiyle buyruluyor ki orada: "Ölüden diriyi, diriden ölüyü, O çıkarıyor!" Hemen altında da bu ayete bir açıklama yapıyor: "Pekçok desatir-i külliye ve bir kısım desatir-i ekserîyi tazammun eder. Ferde, cemaate, nev'e, mesleğe şâmildir." (Emevî-Rafizî kıyaslaması işte bunun misali olarak geliyor. Daha başka misaller de var. Fakat yazıyı uzatmak istemedim.) 

Öyleyse soralım: İçimizden bir dirilik doğurmak öncesinde bir parça ölmeye mi bağlıdır? Öldüğümüzü kabullendiğimiz zaman mı Allah bize katından bir diriliş bahşeder? Ya tam tersi olursa? Ya kendimizi rahmetin lütfundan müstağni dirilikte görürsek? O zaman da geleceğimiz bir ölüme mi gebedir? Soruları çoğaltabiliriz. Ancak 'gör' dedikleri değişmez. İstiğnada bir tehlike vardır. Sahibini rahmete köreltir. Nice lütuftan eder. Doğru yerde başlayanı dahi yanlışa sürükler. Bunları düşünmekle ben de korkuyorum arkadaşım. "Allah ölüm fikrini almasın asla içimizden!" diyorum. Çünkü alırsa sahiden öleceğiz. Kalırsa, inşaallah, bize hayat var. Ademinde vücudu vardır, vücudunda adem var. Demek asıl vücud ademdir. Evet. Ehl-i Sünnet'in parçası olanlar, kendilerini bütünden müstağni görmezlerse, isabet ederler. Çünkü parçanın hayatı bütünün hayatıyla mümkündür. Hiçbir parça bütüne rağmen yaşamaz. Bütünle yaşar. Nur talebelerine de yakışan bütüne karşı müstağnilik değil mütevaziliktir, vesselam.


12 Ekim 2018 Cuma

Zenginlerin iyiliğine ne zaman inanırız?

Takipçilerim bilirler. Hayrın vücudî yanına nazar edip ona sık sık 'varlıksallık' derim. Elbette gayet eksik bir karşılıktır bu. Fakat manasını fikre yaklaştırmak için bunu yaparım. Özündeyse hayrın Allah'ın razı olduğu şeylerden ibaret olduğunu bilirim. Şunu da kabul ederim: İmtihan âleminde her cevap 'çantada keklik sorular'a karşı aranmaz. Bediüzzaman'ın ifadesiyle 'ademî görünen vücudîlikler' ve 'vücudî görünen ademîlikler' de vardır. Ve onlar 'iki kere iki dört eder'e alışmış akıllarımıza zaman zaman takla attırmaktadırlar.

Takla attırmak ne demek? Hep verdiğim örnekleri tekrar edersem: Bir mü'min zekat/sadaka türünden bir hayırda bulunduğunda malının artacağına iman eder. Halbuki, zâhirde, verdiği şey malından eksilmektedir. Varlıksallığı azalmaktadır. Fakat, Cenab-ı Hak, Kur'an'da vaadetmiştir. Hayra harcanan mal artar. İşte, burada, kalb-i selim sahibi mü'min, İslamiyetinin gereği olarak, Allah'ın buyruğunu kendi gördüğüne tercih eder. Aklının o an için kuşatabildiğini terkedip nassa teslim olur. "Ben görünürde malımın azaldığını sanıyorsam da Cenab-ı Hakkın buyurduğu haktır. Bu mal artacaktır. Bakış açımın darlığı nedeniyle şu an bana görünmüyordur!" der.

Bu sayede yeni okuma-anlama imkanları açılır önünde. Verdiği şeyin ahireti adına bir 'varlıksallık artımı' olduğunu; kalbine bağışlanan 'birine yardım etme mutluluğunun' da bir 'varlıksallık artımı' sayılabileceğini; Cenab-ı Hakkın, o hayır hürmetine, kendisini çeşitli musibetlerden koruyarak (bir tür 'müstakbel maliyetlerden kurtarma' ile) varlığını arttırmış olabileceğini ve böyle daha nice ihtimalleri düşünür, tahlil eder, idrak eder. Artışın 'hak' ancak keyfiyetinin kendisinin kuşatamayacağı şekillerde de 'mümkün' olduğunu kabul eder.

Bunun tam tersi riba/faiz için geçerlidir. Faiz de zahiren malın artımıdır aslında. Bir insan faize para yatırdığında malının artacağını umar ve öyle de görür. Fakat kudsî metinler, ayetler ve hadisler, bize hakikatte durumun tam tersi olduğunu söyler. Faiz malın bereketini kaçırır. Musibeti çağırır. Bu durumda da mü'minin tavrı "Nasıl olur ya öyle şey?" diye itiraz etmek yerine nasların söylediğine teslim olmaktır. Onların geldiği yüce makamın kendi aklının durduğu yerden çok yüce olduğunu, onların güneş kendisininse ancak ateş böceği sayılabileceğini kabul ettiğinde, ışıklarının altında dolaşmayı daha çok sever. Bizim 'tevekkül' dediğimiz şeyin özünde yatan 'teslimiyet' budur. Tefekkür de gücünü bu hüsnüzandan alır. Biz, kendi sınırlılığımızı kabul ile, Allah'ın sonsuz ilminin, hikmetinin, rahmetinin kanatları altına sığınırız.

Sonuçta da hep o haklı çıkar zaten. Hatta yazıya misal olarak seçtiğimiz zekat-faiz ikilisinin bu açıdan önemli bir örnekliği de vardır. Lakin burada ben sözü, onun gibi güzelce ifade etmekten aciz olduğum için, mürşidime bırakıyorum. O İşaratü'l-İ'caz adlı eserinde diyor ki:

"Arkadaş! Heyet-i içtimaiyenin hayatını koruyan intizamın en büyük şartı, insanların tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır. Havas kısmı avamdan, zengin kısmı fukaradan hatt-ı muvasalayı kesecek derecede uzaklaşmamaları lâzımdır. Bu tabakalar arasında muvasalayı temin eden zekât ve muavenettir. Halbuki vücub-u zekât ile hurmet-i ribaya müraat etmediklerinden, tabakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahim kalmaz. Bu yüzdendir ki, aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilâl sadâları, haset bağırtıları, kin ve nefret vâveylâları yükselir. Kezalik, yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor."

Peki zekat ve faiz arasında bu zıtlaşma neden yaşanıyor? Ben bunu, bencileyin, 'iyiliğin ölümü' ile açıklıyorum. Ne demek peki iyiliğin ölümü? Belki biraz şu demek: Bizi birbirimize katlanır kılan şeylerden birisi de sevgimizdir. (Ancak sevdiği şeylerle beraber yaşayabilir insan.) Bu sevginin aktığı, can aldığı, güçlendiği oluklardan birisi de muhatabının 'iyiliğine inanma'dır.

İnsan iyi olduğuna inandığı şeyin varlığını gerekli görür. Hayatına saygı duyar. Tehlikelerden korumaya çalışır. Ancak iyiliğine inanmıyorsa, o zaman onun varlığıyla ilişkisi böyle olmaz, 'Olsa da olur olmasa da olur' kıvamına gelir. Hatta eğer olmamasında bir menfaati varsa 'Olmasa daha iyi olur!' noktasına da gelebilir. İşte, kanaatimce, mürşidimin bahsettiği 'tabakalar arası boşluk' böylesi bir sevgisizliğin tezahürü olarak ortaya çıkar.

Bir insanın diğer bir insanın varlığından mutlu olması için illa ondan bir menfaat görmesi gerekmez. İyi olduğuna inandığımız şeylerin bize erişen menfaatleri olmasa da varlıklarından mutlu oluruz. Ömründe hiç balina görmemiş, etini yememiş, yağını kullanmamış bir insanın televizyonda yavru bir balinayı gördüğünde yaşadığı mutluluğu düşünün. Bunu menfaatle açıklamanın bir yolu var mıdır? Yahut da soyu tükenme tehlikesi yaşayan hayvanlara karşı duyduğumuz ızdırabı nazara alalım. Bunlar hakikaten menfaatle mi ilişkilidir?

İyilik düşüncesi varlıkla ilişkimizi menfaatten aşkın kılar. Biz iyiliğine inandığımızın bir zenginin varlığından mutlu olmayı, ondan hiçbir menfaat görmesek de, başarabiliriz. Çünkü fayda görenler vardır. Çünkü o dünyaya güzel şeyler katmaktadır. Çünkü o bir güzelliktir. Ve güzellik sevilmek için ikinci bir nedene ihtiyaç duymaz. Cemal zatında sevilir.

Faiz, bence, işte bu iyilik düşüncesini öldürdüğü için zekatın zıttı ve kardeşliğin düşmanı oluyor. Peki nasıl yapıyor bunu? Biz, modern zaman çocukları olduğumuz için, ribanın hep 'paranı yatıracaksın faiz gelecek' tarafını düşünüyoruz. Fakat riba aslında 'faizle borç verme' esasına dayanıyor. Hatta Veda Hutbesi'ni okumuşlar hatırlayacaktır, Efendimiz aleyhissalatuvesselam, orada faizi yasaklarken amcası Hz. Abbas'ın (r.a.) 'faizle aldığı-verdiği borçları' anıyor. İlk onu kaldırdığını söylüyor. Yani riba, öncelikle, insanların birbirlerine 'hiçbir kâr gütmeden' verecekleri maddi yardımları öldürüyor.

Ribanın olmadığı bir âlemde insanlar ancak birbirlerine 'aşkın bir manayı murad ederek' yardımda bulunabilirler. Borç verebilirler. Borç alabilirler. Ve bu aşkın manadan dolayı da içlerinde bir minnettarlık, bir sevgi, bir şefkat, bir saygı hissederler. Fakat faizin dirildiği bir toplumda maddi yardımların sûreti büyük ölçüde değişir. Borçlar faizle alınır. Alacaklar faizle tahsil edilir. Ve bu alışverişi yaşayanlar arasında duygusal bir etkileşim olmaz. Hatta, daha kötüsü, 'fazladan alınan' yavaş yavaş muhtaç tarafta bir öfkenin birikmesine de sebep olur. Tefecileri bu hayatta seven kim vardır?

İşte ben de diyorum ki: Ribanın yasaklanıp zekatın yollarının iyiden iyiye açılmadığı hiçbir yerde fakirler zenginlerin iyiliğine inanmazlar. Hep bir menfaat ile yapıldığını düşünürler varlıksal görünen şeylerin. Okul yaptırıyorsa kesin vergiden düşecektir. İkramiye dağıttıysa kesin fazla mesai yaptıracaktır. Bir yerden veriyorsa kesinlikle başka bir yerden alacaktır.

Ancak zekatın normalleştiği bir toplumda 'aşkınlık' alışıldık birşey olur. Allah emretmiştir. Hep öyle yapılagelmiştir. Ve insanlar seküler bir menfaatleri olmadan da yardım edildiğine/edilebildiği fikrine alışmışlardır. Bu nedenle menfaatlerini görmedikleri zenginlerin dahi iyiliğine inanırlar. Madem ki zekatını veriyordur. O halde o da iyiliğin bir parçasıdır. İyiliğin parçası olan da iyidir. Ve iyi olan sevilir.

Çok uzattım. Toparlayıp bitireyim. Özetle söylemek istediğim şu: Zekatın varlığı ve ribanın yasaklanması toplumda büyük bir varlıksallığı diriltiyor. Büyük bir boşluk dolduruyor. İnsanların kalplerinde iyilik düşüncesinin yeşermesine büyük bir faydada bulunuyor. Böylece hüsnüzannı ve sevgiyi arttırıyor. Olmadığında ise kimse kimseye 'Menfaati olmadan selam vermez!' bir dünyada yaşamaya çalışıyoruz. Ve tabii mutlu olmuyoruz. Çünkü mutluluk önce kalplerde başlar.

13 Nisan 2018 Cuma

İnsan kendisinden de Allah'a sığınır mı?

Hep bir yoksunluğa sancıyarak yazıyorum en güzel yazılarımı. Yokluğun en şiddetlisi varlığın en güzeline dönüşüyor. Muradı içinde bir dua bu. Yaralarımdan güller açıyor. Demek fakirlik her zenginliğin başlangıcıdır. Fakir olduğumda elde edebileceklerimi/edebilirliğimi de öğrenmiş oluyorum. Bir açıdan zenginlikten haberdar edilmektir bu. Onu koklamaktır. Ona dokunmaktır. Hem zenginlikten haberdar edilmek de bir tür zenginliktir. Zenginliktendir. Çünkü habersiz olanların zengin olduğu görülmemiştir. Demek 'marifet' ile 'ikram' bir yerde kardeşleşiyor. Kime 'bilmek' veriliyor ona 'hayır' veriliyor. Kime hikmet veriliyor ona pekçok hayır veriliyor. Zira varlığa ulaşmak önce varlığın bilinciyle oluyor.

Fakat tuzakları var. Nasıl? Mesela: Benim gibi cahiller başlarda 'yetenek' ile 'istikamet'i birbirine karıştırıyorlar. "Kime hikmet verilmişse ona pekçok hayır verilmiştir!" ayetini "Kime yetenek verilmişse ona pekçok hayır verilmiştir!" gibi anlıyorlar. 'Bilmek' ile 'elde etmek' arasındaki ilişkiyi imtihansız bir alan sanıyorlar. Halbuki onun da imtihanı var. Ta İblis'ten beri, Samiri'den beri, Karun'dan beri, cahiliye döneminde lakabı Ebu'l-Hikem olan Ebu Cehil'den beri, yetenek sahipleri de bir imtihan yaşıyorlar. Onların imtihanları 'ortaya çıkmak'la olmuyor. 'İstikamette kalmak'la sınanıyorlar.

İstikamet, bir açıdan, Allah'ın seni kendinden gelebilecek zararlardan da korumasıdır. Çünkü yetenekler, Bediüzzaman'ın 'had konulmayan kuvveler' bahsiyle birlikte düşünülürse, 'varolmanın her şeklini' doğru olarak algılarlar. Ellerindeki 'istemek-amel etmek-elde etmek' düzeneğini ve bu düzenekteki işlevliği, hâşâ, Allah'ı aradan çıkaracak kadar deterministçe okurlar. Madem ki başka insanların ellerinden çıkmayan şeyler onların elinden çıkmaktadır; ve madem ki bu durum tekrar tekrar talep etmeleriyle tekrar tekrar vukû bulmaktadır; "O halde" derler, "ancak sayemde olabilir." Seküler sanatlarda sıklıkla şahit olduğumuz 'sınır' tartışmaları yeteneğin bu yanından ileri gelir.

Ah, arkadaşım, şunu da bilmek lazım: Allah'ın her istediğimizi bize vermeyişi de onun bize nimetidir. Her istediğini elde eden insan sınırlarını karıştırmaya başlar. Kendi dilemesiyle varoluş arasındaki Allah'ın ilim, irade ve kudretini seçememeye başlar. Tekdüzelik körleştirir. Kimse güneşin her sabah doğduğuna şükretmez de, işleri biraz kötü gitsin, duaya başlar. Bunun misali karanlıkta yolunu şaşırmış bir adama fener yakıp-söndürerek işaret vermek gibidir. Allah'ın nimetlerini bir verip-bir alması da (istikamet arayanlar için) nimettir. Yanıp-sönmesi ardındaki asıl ilimden, iradeden, kudretten haber verir. Tekdüzelikte insan asıl failin farkındalığına kolayca ulaşamaz. Çünkü, insandır, kabı küçüktür, farkındalığı farklılıklarla kuşanır. Bir dolar bir boşalır.

Biz Allah'tan hep istikamet dilemeliyiz. Çünkü selametimiz orada. Yeteneklerimizle kendimize verebileceğimiz zararların ilacı orada. Dehamızla insanları kandırıp günahlarına girebiliriz. Sesimizle kulakları yanlış yerlere yönlendirebiliriz. Güzelliğimizle nice gözleri alıkoyabiliriz. Bizim kendimizden de Allah'a sığınmamız gerek. İşte, her Fatiha okumamızda, "İhdina's-sırata'l-mustakîm/Bizi doğru yola hidayet et!" demekle şunu yapıyoruz. Yalnız başkalarının şerlerinden değil kendimizden de Allah'a kaçıyoruz. Çünkü görüyoruz: Kendisinden Allah'a kaçmayanlar pekçok saçmalıyorlar. Hatta yansımasına âşık olup göle atlayan meczup gibiler. Kendilerinde boğuluyorlar.

13 Ocak 2018 Cumartesi

İstiğna iktidarın düşmanıdır

Kur'an'ın ilk nazil olan ayetleri Alak sûresinin başındadır. Malum. Aleyhissalatuvesselamın Cebrail'e (a.s.) "Ne okuyayım?" sorusu üzerine nazil olmuşlardır. Bu ilk beş ayetin beşincisi şöyle der: "İnsana bilmediğini O öğretti." Altıncı-yedinci ayet ise şöyledir: "İnsan kendisini müstağni sayarak azgınlık eder." Başlarken belirtelim. Ayette geçen 'istiğna' kelimesine şu anlamları verenler var: 1) Kendisi yeterli görme. 2) İhtiyaçtan uzak bulma. 3) Zenginlik. Fakat tüm anlam katmanlarının özünde aynı kokuyu alıyorum ben: İnsan için dışakapalılık bir maraz. Kendisini gerek 'bilme' gerekse 'e-bilebilme' durumu açısından 'ihtiyaçtan uzak' görünce azgınlaşıveriyor insanoğlu.

Meseleyi 'fıtrat' düzleminden 'siyaset' düzlemine taşıyalım: Demokrasiye taraftarlığımın en önde duran sebeplerinden birisi iktidarları 'seçmene muhtaç' hale getirmesidir. Bir iktidar, ne kadar güçlü olursa olsun, en nihayet seçim sandığından çıkacak sonuca göre muktedirliğini devam ettirebileceği için 'halkına müstağni kalmamak' zorundadır. 'Oyunu arttırmak' veya 'aynıyla korumak' veya 'kayıbını az tutmak' bağlamında hükümetler halklarının rızasını gözetmeye meylederler/zorlanırlar. Eğer seçim sistemi olmasa hükmedicilerin 'gücün sarhoşluğuna kapılarak' istiğna ile azgınlaşmalarından korkulur. En azından ben bundan korkarım. Bu korku doğru bir korkudur.

Tabii iktidarların meşruiyetlerini devşirdiği tek şey 'sandık' değildir. Sandığın olmadığı dönemlerde de, muktedirler, halkın teveccühünü çeşitli yollarla korumaya çalışırlar. Çoğunluğun teveccühünün korunmadığı iktidarlarda muktedirlerin iç karışıklıklarla uğraşmaları ise kaçınılmazdır. Çünkü en nihayetinde iktidarlar 'halk için ama halka rağmen' başta kalamazlar. 'Halk için ve halk ile' olursa iktidarların ömrü uzar. Bu sandık ötesi/üstü diyebileceğimiz meşruiyet kaynaklarından en önemlisi ise adalettir.

Bir iktidarın adaleti halkının genel kabulü ise, o iktidar seçimle başa gelmese bile, hükmünü sürdürebilir. Zira sessiz bir onaylayış vardır. Hatta diyebiliriz ki: Sandık dediğimiz şey de aslında bunun sağlamasından ibarettir. Elbette hiçbir iktidar mutlak bir şekilde adaleti sağlayamaz. Adaleti sağlamak için yaptığı hamlelerin bile değişimin ortaya çıkardığı yeni durumdan mutsuz mağdurları oluşur. Sözgelimi: Sadece kamyonculardan alınan bir köprü vergisinin terkedilmesiyle o köprüde kamyon trafiği artacağı için sair kullanıcılarda sızlanmalar olur: "O vergiyi kaldırmayacaktı be kardeşim! Ne rahat kullanıyorduk bu yolu. Şimdi kamyondan geçilmez oldu."

İşte, bu noktada, iktidarın meşruiyetini korumaktaki ikinci hamlesi/yolu halkı ile iletişimidir. Yani iktidar, adalet için yaptığı hamlelerin mevcuda alışık topluluklarda oluşturduğu rahatsızlığı gidermek için, halka bir iletişime girer. Bu iletişim iki yönlüdür. Hem kendisini anlatır. Hem onları dinler. Onları dinlediği ise serzenişlerinin iktidardan cevap alabilmesiyle ölçülür. Eğer bir iktidar, kendisini büyük bir medya gücüyle anlatıyor, ama halkı aynı büyüklükte bir şikayet masası gücüyle dinlemiyorsa iletişimi istibdada dönüşür. Bu gerçek bir iletişim değildir. Bir tür dayatmadır. Bir endoktrinasyondur.

Bu noktadan sonra 'diyalog' denilen şey aslında 'monolog'dur. Kendi kendisini över. Kendi kendisini meşrulaştırır. Kendi kendisini ikna eder. Kendi kendisini haklı bulur. Ancak bütün bu illüzyonların dağılacağı/yutulacağı Musa (a.s.) asâsı sandıktır. İş o kutudan çıkacak sonuca geldiğinde halk duyulmadığını muktedirlere hissettirir. Ses çıkarabildiği tek yerden güçlü bir ses çıkarır. Bunu öfkeyle yapmaz. Bunu derin ve güçlü bir akarsunun sessiz dönüşümüyle yapar. Öyle ki, kendi monoloğunun gücüyle körleşen iktidar dahi, sonuçlardan büyük bir şaşkınlığa düşer. Belki öfkeye asıl kapılan de o olur. Ancak öfkesi haksızdır. Haksız öfkesi onu halkından daha da uzaklaştırır.

Olağanüstühal sürecinin geldiğin noktada benim de hissettiklerim yukarıdakiler gibi. Olağanüstühali 15 Temmuz'dan sonra gerekli buluyor muydum? Kesinlikle! Özellikle ilk altı ay olağanüstühal olmadan atlatılamazdı gibi geliyor bana. Tehdit bastırılmıştı ama yokolmamıştı. Hızlı hareket etmek şarttı. Yaşanan hakikaten olağanüstü birşeydi. Fakat gelinen noktada birşeyler ters gidiyor. Kulağındaki açıklıktan dolayı sevdiğimiz iktidarımızın kulakları duvarlaşıyor. Devlete sesimizi ulaştıramıyoruz. Babamız yabancıya dönüşüyor. En çok abim Murat Ay'ın tutukluluk sürecinde gördüm bunu.

Bunu "AK Parti'yi artık desteklemiyorum!" bağlamında yazmıyorum. Hayır. Ben hâlâ özelde Erdoğan'ı genelde AK Parti'yi destekliyor ve Türkiye'nin bahtı adına varlıklarını önemsiyorum. 16 yılda başardıklarını da Allah'ın inayetiyle eriştiği büyük muvaffakiyetler olarak görüyorum. Ama hem Erdoğan'ı hem AK Parti'yi 'kulağı bendeyken' daha çok seviyorum. Çünkü beni de (ister istemez parçası olduğum) süreçlere dahil etsin istiyorum. Benim için en doğruyu, en hikmetliyi, en güzeli ve en ideal olanı uzaklarımda belirlemesin istiyorum. Bu yabancılaşma hissi seçmenden nasıl giderilir? Elbette iletişim kanallarıyla.

Soğuk yüzlü savcıların/hakimlerin, yargılama süreçlerinin, hapishanelerin duvarlarıyla beni daha fazla muhatap ederek değil. Bana açık olarak. Beni dikkate alarak. Beni işiterek. Bunu buraya iyiliğini istediğim insanların ellerindeki fırsatları heba etmemesini dileyerek yazıyorum. İstiğna iktidarın düşmanıdır. Hem bireysel anlamda hem yönetimsel anlamda, insan, kendisini sınamaya ve sınanmaya açık tutmak zorundadır. Bu iletişim ve özeleştiri mekanizması işlerse ancak azgınlaşmaktan korunuruz. Cenab-ı Hakkın 'insana bilmediğini öğreten' olduğunu buyurmasının hemen ardından istiğnayı bir tuzak olarak anması boşuna değil. Gücümüz merhametle karışsın ki kulaklarımız kapanmasın. Unutmayalım ki, Hz. Süleyman'ı (a.s.) büyük bir hükümdar yapan sadece ordusu değil, kuşların dilini bile anlaması ve karıncanın dahi sesini işitmesiydi.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...