yoksulluk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yoksulluk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Ocak 2023 Pazartesi

Risale-i Nur yeter mi?

"Bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti miktarında bir buz parçası olan enaniyetini eritmeyip bozmuyor, kendini mazur biliyor; ondan nizâ çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder; ehl-i dalâlet istifade ediyor." Kastamonu Lahikası'ndan. 

"Risale-i Nur yeter!" diyenlere şefkatli bir dikkatle yaklaşmak lazım. Ne niyetle söylediklerini doğru teşhis etmek şart. Yanlış teşhis yanlış suçlamayı doğurabilir. Sözgelimi: "Başka hiçbir esere ihtiyaç yoktur. Hiçbirini okumaya gerek yok. Başka bütün eserler boş çabalardır..." gibi insafsız/iz'ansız bir noktaya gidiyorsa cidden teessüf etmek gerek. O kişi Risale-i Nur'u da doğru anlamamış demektir. Yahut da sekir halindedir. Ama şunu diyorsa: "Benim, elhamdülillah, işimi görecek kadar İslamî altyapım var. Bundan sonra sadece Risale-i Nur'la meşgul olsam kalbimi tatmin ediyor. Manevî/şahsî ihtiyacımın görüldüğünü hissediyorum. Gayretimi buna hasrediyorum." Mevzuun bu tarafına muhalefet etmeyi de yanlış buluyorum. Kalbe karışılamayacağını düşünüyorum. Fakat, durum böyle bile olsa, yine de meseleye Bediüzzamanca bir şerh düşmek gerek.

Rahmetin de bir kanunu var arkadaşım. Kendisini eksik göreni tamamlıyor. Tamam göreni eksiltiyor. Avuçlarını açana yağıyor. Kalbini kapatana kapanıyor. Hatta kırk kere kâfir olsun. Eğer kendisini noksan bulup tamamlamaya çalışırsa lûtfa mazhar oluyor. Fakat aksi durumda, isterse kırk kere müslüman olsun, sanrısı mahrumiyete dönüşüyor. O halde diyebiliriz ki: Rahmetin mü'mini aczini bilendir. Aczini bilmeyen, kendi aslını tanımadığı gibi, Rabb-i Rahîminin de marifetine hakkıyla ulaşamamıştır. Evet. Bu öyle bir makamdır ki, mürşidimin tabiriyle, "Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır." Kendisini var bilse yokolur. Yok bilse varolur. Varoldukça yokolur. Yokoldukça varolur.

"Kendini bilse, vücut verse, kâinat kadar bir zulümat-ı adem içindedir. Yani, vücud-u şahsîsine güvenip Mûcid-i Hakikîden gaflet etse, yıldız böceği gibi bir şahsî ziya-yı vücudu, nihayetsiz zulümât-ı adem ve firaklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enâniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakikînin bir âyine-i tecellîsi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudatı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zira, bütün mevcudat, esmâsının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcibü'l-Vücudu bulan, herşeyi bulur."

 Demek 'herşeyi bulmak' için 'herşeysiz kalmak' lazım. Hiçbirşeyin hakiki yokluğunu çekmek istemiyorsan hiçbirşey olman gerek. Kelime oyunu yapmıyorum. Sahiden durum böyle. İstersen misallendireyim: Çok cahil olduğumu düşünüyorum mesela. (Ki gerçekten öyle düşünüyorum.) Bu cahillik beni öğrenmeye aç kılıyor. Eğer cahilliğimin şuuruna varmazsam öğrenmeye açlığım da olmaz. Öyle değil mi? "İnsan azgınlaşır kendisini müstağni gördükçe!" buyuran Âlâk sûresini hatırla hem. Hem 'emanet ayeti'ni de düşün. Ahirinde 'çok zalim' ve 'çok cahil' olduğumuzun buyrulmasını 'bir başlangıç noktası' olarak tasavvur edebilirsin. Yani yükleneceğimizi yüklendik. Şimdi yarış başlıyor. Fakat, bir saniye, bu yarış yüklendiğimizle yükseldiğimiz bir varlık noktasında başlamadı. Hayır. Kibre kapılmak hatadır. Aksine bize bahşedilen şey tam tersiydi: Emaneti yüklenmekle karanlığımızı idrak imkanıyla ikramlı kılındık. Hediye buydu. Elçi, asıl değil, detaydı. Emanetçi kendi adına sıfırlanandı. Allah Teala, emanetçi kılmakla bizi, sahipliği anlattı.

Varlığı varlığından çok yokluğundan öğreniyoruz arkadaşım. Başka türlü olamaz. Çünkü yaratıcısı değiliz. Emanetçiyiz. Ne kadar verilirse o kadar bulunduruyoruz. Ne kadar taşımamıza izin verilirse o kadar tutuyoruz. Sonra çekilip alınıyor. Yerine aynısını koyamıyoruz. Dikenleri ellerimizi parçalıyor. "Keşke toprak olsaydım!" diyoruz. "Keşke hiç tanışmasaydım!" Ne sıhhat kalıyor bizde, ne gençlik, ne de güzellik. Yoksunlukları ise, evet, kalıyor. Zeval-i lezzetin elemi terketmiyor. Zeval-i elemin lezzeti de bâkidir. Varlık yokeldiğinde yok kalır. Yokluk yokeldiğinde varolur. Bizim yokluğu yoketmemiz lazım.

Mürşidim Sünuhat'ında diyor ki: "Lâkayt Emevîlik, nihayet sünnet cemaate, salâbetli Alevîlik, nihayet Râfizîliğe dayandı." Mektubat'ta ise sözünü şöyle tamamlıyor: "Eğer Hazret-i Ali olmasaydı, dünya saltanatı, mülûk-u Emeviyeyi bütün bütün yoldan çıkarmak muhtemeldi. Halbuki, karşılarında Hazret-i Ali ve Âl-i Beyti gördükleri için, onlara karşı muvazeneye gelmek ve ehl-i İslâm nazarında mevkilerini muhafaza etmek için, ister istemez, Emeviye devleti reislerinin umumu, kendileri olmasa da, herhalde teşvik ve tasvipleriyle, etbâları ve taraftarları, bütün kuvvetleriyle hakaik-i İslâmiyeyi ve hakaik-i imaniyeyi ve ahkâm-ı Kur'âniyeyi muhafazaya ve neşre çalıştılar. Yüz binlerle müçtehidîn-i muhakkikîn ve muhaddisîn-i kâmilîn ve evliyalar ve asfiyalar yetiştirdiler. Eğer karşılarında Âl-i Beytin gayet kuvvetli velâyet ve diyanet ve kemâlâtı olmasaydı, Abbasîlerin ve Emevîlerin âhirlerindeki gibi, bütün bütün çığırdan çıkmak muhtemeldi."

Yani, Âl-i Beyt de bu ümmete emanet edilmekle, başkalar 'onlar gibi olamamak' nimetiyle tanışmış oldular. Şaşırma söylediğime arkadaşım. Onlar gibi olamadığını bilmek de bir nimetti. Çünkü onlar gibi olmaya teşvik etti. Kendisi Âl-i Beyt karşısında yarım bulanlar, büsbütün gözden düşmemek için, gayretleriyle tamam olmaya çalıştılar. Bundan istiğna etselerdi daha fena olacaklardı. Nasıl ki biz öyle oluyoruz. Cenab-ı Hakkın bahşettiği emanetçiliği sahiplik sanrılayarak dibin dibine iniyoruz. Kibirlenmekle derecelerini düşürüyoruz. İstiğnayla batırıyoruz. Üstelik tekebbür ettikçe rahmet de bizden uzaklaşıyor. Zira rahmet kendi yarımlığının farkında olmayanlardan uzaklaşır. Onun mehri fakirliktir. Sultan oturacak yer bulamadığı, yani ki kendisine yer gösterilmeyen, meclise neden uğrasın? Fakirliğini daha az hissettikçe insanoğlu rahmete liyakatini kaybeder. Evet. Öyledir. Rafızîliğe giden her yolun zemini "Ben kendime yeterim!" taşlarından örülmüştür. Kendi kabına kapanmak rahmetten eder daima. 

Aynı bahsin bir de Hakikat Çekirdekleri'ndeki versiyonunu alıntılayalım:

"Sevâd-ı âzama ittibâ edilmeli. Ekseriyete ve sevâd-ı âzama dayandığı zaman, lâkayt Emevîlik, en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adetçe ekalliyette kalan salâbetli Alevîlik, en nihayet az bir kısmı Râfızîliğe dayandı."

Bediüzzaman, bu metnin Sünuhat'taki versiyonun başında, (onu ilk alıntılamıştım) bir ayet de zikrediyor. (Rum sûresinin 19. ayeti.) Kısa bir mealiyle buyruluyor ki orada: "Ölüden diriyi, diriden ölüyü, O çıkarıyor!" Hemen altında da bu ayete bir açıklama yapıyor: "Pekçok desatir-i külliye ve bir kısım desatir-i ekserîyi tazammun eder. Ferde, cemaate, nev'e, mesleğe şâmildir." (Emevî-Rafizî kıyaslaması işte bunun misali olarak geliyor. Daha başka misaller de var. Fakat yazıyı uzatmak istemedim.) 

Öyleyse soralım: İçimizden bir dirilik doğurmak öncesinde bir parça ölmeye mi bağlıdır? Öldüğümüzü kabullendiğimiz zaman mı Allah bize katından bir diriliş bahşeder? Ya tam tersi olursa? Ya kendimizi rahmetin lütfundan müstağni dirilikte görürsek? O zaman da geleceğimiz bir ölüme mi gebedir? Soruları çoğaltabiliriz. Ancak 'gör' dedikleri değişmez. İstiğnada bir tehlike vardır. Sahibini rahmete köreltir. Nice lütuftan eder. Doğru yerde başlayanı dahi yanlışa sürükler. Bunları düşünmekle ben de korkuyorum arkadaşım. "Allah ölüm fikrini almasın asla içimizden!" diyorum. Çünkü alırsa sahiden öleceğiz. Kalırsa, inşaallah, bize hayat var. Ademinde vücudu vardır, vücudunda adem var. Demek asıl vücud ademdir. Evet. Ehl-i Sünnet'in parçası olanlar, kendilerini bütünden müstağni görmezlerse, isabet ederler. Çünkü parçanın hayatı bütünün hayatıyla mümkündür. Hiçbir parça bütüne rağmen yaşamaz. Bütünle yaşar. Nur talebelerine de yakışan bütüne karşı müstağnilik değil mütevaziliktir, vesselam.


11 Temmuz 2017 Salı

Çok öfke yoktur. Az yorgunluk vardır

Sonra insan yaşamındaki herşeyle barışmanın bir yolunu buluyor. Yaşlanmak barışmaktır. Omuz atacak gücün azaldıkça kapılarda daha sık anahtar arıyorsun. Unutmak yok ama. O yalanı söylemem. Dertlerinle uzlaşıyorsun. Huysuzluklarına alıştığın birer ihtiyarcık da onlar oluyor. Kavgası sevilen bir arkadaş. Verdiği rahatsızlık özlenen. Yoksunluklarla bile barışıyorsun. Onları anlamlandırarak var kılıyorsun. Nihayetinde anlam da bir varlıktır. Maddesi elimize geçmeyeni bir parça bizim kılar. Leyla'ya âşık olduktan sonra Mecnun, Mecnun'un olmasa da Leyla, Leyla bir parça Mecnun'undur. Leyla'nın düşmanlığı bile bunu Mecnun'un elinden alamaz.

İnsan, o kadar acizdir ki, kendi varlığını düşmanlarının elinden bile kurtaramaz. Sûretini sevmediği hafızalardan çekip alamaz. Bir şarkıya bile karşı koyamaz. Aldırdıklarımızın varlıkları karşıkonulmaz hale gelmiştir bizim için. Mecnun da bir parça Leyla'nındır. Çünkü düşmanın da sende varolur. Şahit olduğumuz herşeye bir parça ait oluruz. Duygularımız mülkiyet hukukunu aşkınlaştırır da aşkınlaştırır. Herşeyi birbirinden bir parça kılar. Neye dair duygulanırsak bir parça onun oluruz ve onun da bir parçası bizim. Sahip olduğun senin malındır. Şahit olduğun sana sahip olan.

Yorgunluk, bizi, kavgalı olduğumuz herşeyle uyuma zorlayan ve nihayetinde başaran bir zincir. Ben de şöyle söylerim: Çok öfke yoktur. Az yorgunluk vardır. Yeterince yumruk attıktan sonra, en büyük düşmanına bile, varlığıyla barışmış gözlerle bakarsın. En büyük hakaretleri bile duymazdan gelirsin. O zaman yendiğin kimdir? Kendi gücün mü? Üstündeki toprağı kazıdığın aczin mi?

Güçsüzlük güce göre daha çok uyumdur. Acizlik bizi uyuma zorlar. İnsana Allah'ı aratan da kuvveti değil acizliğidir. Pişmanlıklar da acizliğin dili geçmiş zamanı değil midir? O halde Aleyhissalatuvesselamın "Tevbe pişmanlıktır!" demesini hatırlanmış bir acizlik olarak da tefekkür et. Çünkü tevbe de geçmişe dönük bir acz öğretmenidir.

Kimliğimin büyük bir kısmını pişmanlıklar oluşturur. Kendimi 'keşke'lerimden tanırım. Ne kadar çok keşke o kadar çok iz. Yüzümü yüz yapan kırışıklık gibidir. Benzerlerimden ayrılmamı sağlayan bir kusur. Hem mutlu eden hem can sıkan bir çatlak. Ben Ahmed'im. Çünkü yalnız Ahmed'e yakışır yaralarım var. Mutluluk? Mutluluk sadece bir başlıktır. İçeriğine kimse bakmaz. Mutluluğun karizması yoktur. Sadece mutlu olsaydım Ahmed olmazdım. Herhangi biri olurdum.

Detaylardadır hayat denilen şeyin orijinal izleri. Onlar sayesinde karışmam. Unutamadıklarım sayesinde kendimi şaşırmam. Pişmanlıklarım beni fotoğraflarımdan, geçmiş bedenlerimden, evvelimin yüzlerinden ayırır. Neden yalan söyleyeyim? Memnun olduğum şeylere tekrar tekrar dönüp bakıyor değilim. İnsan güvendiklerine daha rahat arkasını dönüyor. O soruya cevap verildi. İlginçliği kalmadı. Yeni sorulara geçmeli. Hatta bazen memnun olduğum şeyleri değiştiririm. Eskiden şunu severdim. Bugün o kadar da peşinde değilim. Arkamda kaldı. Ben değiştim. Çünkü değişmemek ölüm gibi gelir bana. Aynılık bir tür esarettir insan için. Fakat pişmanlıklar neden öyle olmuyor?

Çünkü bıkkınlık bile bir varlık ister. Yoksunluklar kendilerinden bıkmadığımız aynılıklardır. Pişmanlık ise arkada bırakamamanın nükseden sızısı. Varolmadı ki yokolsun. Ancak nasıl varolacağı hayal edilen bir yoksunluk var. Yoku yok edemezsin ki. Ne demişti mürşidim: "Yok yok ise o vardır." Hayal bundan yorulur mu? Aradığı şey zaten. Her gün yeniden kurgulanacak bir masal. Hiç bitmeyen bir düş... Her sabah küllerinden yeniden doğacak anka. Bu da bir çeşit ölümsüzlük değil mi? Hem yine mürşidin sonsuzluk hakkında demez mi: "Vücudun tekerrüründen ibaret olan bekaları için daima Sanie muhtaçtırlar."

İnsan bir kere pişman oldu mu artık her kere pişman oluyor. Dönüp dönüp aynı sokağa uğruyor ayakları. Yaşananları tekrar tekrar kurguluyor. Eskitemiyor. Eritemiyor. Kapatıp kaldıramıyor. Yoksunluk sonsuzluğa daha yakın. Yaşanabilir olup yaşanmamakla yaşananlar ölümsüzlük kazanıyor. En mutlu anlarında bile. Onun yanında bile. Hatta bazen mutluluk sanki zıttına sesleniyor:

"Neredesin keder? Hadi, pişmanlığı da bul, gel. Beraber oynayalım." Mutlulukla kederi bazen oyun arkadaşı olarak düşlüyorum. Benden önce birbirleriyle tanışmışlar. Birinin gözünde diğerinin yerini asla alamam. Keder bizimle oynarken mutluluğu özlüyor. Mutluluk bizimle oyalanırken kederi düşünüyor. Onlar sıkı dostlar. Biz mahalleye yeni gelen çocuğuz. İkisi de bize âşık değil. Biz ikisine de âşığız. Yeni gelen asla diğerleri kadar yerli olamaz. Birbirlerinin gözlerinde tuttukları yeri alamaz. Onlardan daha fazla buna ihtiyaç duyar. Ama olamaz. O fırsat, fırsat olduğu bilinmeden önce, kaçırılmıştır. Demem o ki arkadaşım: Bu yoksunluklar olmasaydı hiç yaramız olmayacaktı. Oysa yara dediğin gönlün varlığıdır. Yoksunluk nedir bilmesen yoksullardan da fakir bir zengin olmaz mıydın?

9 Şubat 2017 Perşembe

Yoksunluk da bir farkındalıktır

Klavyeyi tıklatmaya başladığımda akıp gider cümleler. Ki genelde o cümleler akıp giderken oturmuş olurum bilgisayarın başına. Sayfalar açarım boşa akmasın diye. Bu nedenle benim için yazmak, bir açıdan, akıntının tersine yüzen balıkları yakalamak gibidir. Fakat bugünlerde öyle değil. Bugünlerde akıntının tersine yüzen balık yok. Balıkçı gergin. Yeni birşey mi bu? Değil. Bazen, hesap etsem belki periyotlar içinde, oluyor bu. Böyle zamanlarda farkediyorum: Allah istemese, yani musluğu açmasa veya sürüyü salmasa içimde bir yerlerde, ben kendim balık yaratabilecek güçte değilim. Zaten hiç olmadım. Ne diyor Gabor Mate 'Vücudunuz Hayır Diyorsa'da: "Reçeteler dışarıdan gelir, dönüşüm ise içeride yaşanır." Bunun reçetesi yok fakat dönüşümü var. Bal gibi. Ne olduğunu biliyorum. Nasıl olduğunu bilmiyorum. Tatsam tanırım. Yapsam yapamam.

Yeknesaklık, bir yönüyle, şirk fikrinin ortaya çıktığı cerbezeye müsait bir yerdir. Birşey tam bir düzenlilik içinde oluyorsa, orada, Allah'ı ve isimlerini görmezden gelmeye başlayabilirsiniz. (Bu tehlike yakındır.) Tekdüzelik dikkati failden alıkoyar. Ama onun gerçekleşmesi (sizce) bir gelişgüzelliğe sahip olduğunda, yani kaideleri sıradanlığı sarstığında (matematikselliğini okuyamaz olduğunuzda), hapı yutarsınız. (Ne güzel bir haptır o!) İşte o zaman içinizde bir yer "Bir Allah olmalı!" diye bağırmaya başlar. "Ben elimde-aklımda tutamıyorum, gidiyorlar, Rahman ve Rahim olan biri ilminde ve kudretinde tutmalı! Güzellikler boşa akmamalı!"

Latife-i Rabbaniye denilen şey bu mu? İhtimallerden ve o ihtimallerin gönlüne yüklediği sıkletten korkan bir yer. Latif olanı, hep olanı, ilmiyle ve kudretiyle her yerde hazır ve nazır olanı hisseden latife. Bir duyu, bir his, bir eksik parça, ama onsuz eksikliğinin de şuurunda olan bir parça. Hepimizin içinde düştüğü o tanımsız boşluk. Yalnız korku değildir insanları Allah'a çağıran kanaatimce. İhtimallerin heybetidir. Olanlardaki cemal kadar olabileceklerdeki celaldir. Demem o ki: Bu açıdan baktığında, perde arkasını görememek, perdenin önündeki mesajı daha güçlü kılıyor. Fakat perde yalnız bundan ibaret değil. Bir de tehlikelisi var.

İşte yeknesaklık, herşeyin matematiksel bir düzende işlemesi, güneşin her sabah doğması ve her akşam batması, bizi, bir yanıyla Allah'a yaklaştıran, bir yanıyla da Allah'tan uzaklaştıran şeyler bunlar. Alındınız mı bu sözüme? Alınmalısınız, evet. Çünkü bunu yeknesak olana yitirdiğiniz hayret yapıyor. Düzen, faili daha şiddetli göstermesi gereken bir ayna iken, salt kendisine edilen hasr-ı nazarla şeffafiyetini yitiriyor. Perde oluyor. Hayret edilesi olanı sadece 'sıradışı olan' olarak tayin ettiğimiz günden beri 'sıradan' perdeli. Hiç sordun mu kendine: Kur'an neden arıdan, sinekten, taştan, inekten, aydan, güneşten bahsediyor? Neden sana karadeliklerin, Bermuda şeytan üçgeninin veya iki başlı yılanların haberleriyle gelmiyor? Çünkü hastasın arkadaşım. Harika olanı sıradanlaştırmakla hastasın. Tedavi olman lazım.

Kur'an da sana sırlı bir şekilde bu hatanı hatırlatıyor: "Allah bir sinekle veya ondan daha aşağı birşeyle misal vermekten çekinmez.(...) Verdiği misallerle Allah ancak fasıkları saptırır." Fasıklığı yalnız amellerde arama, bakışaçında da olabilir fasıklık. Mesela; hep olanı basit, arada bir olanı harika görmeye başlamışsan; bu da bir nazar hastalığıdır. Nitekim güneş doğdu diye şükreden pek bulunmaz da, yağmur yağmayınca duaya çıkan çok olur. Halbuki; harika olan, zarlar her atıldığında altı gelmesi midir, yoksa her atıldığında değişmesi midir? Yoksa ikisi de eşit midir harikalıkta? Belki de tesadüf ve tevafuk aynı şey. Görürsen tevafuk göremezsen tesadüf oluyor. Düzenini kuşatamadığında tesadüf diyorsun. Yakaladığında tevafuk.

Ben de tam bunu diyecektim sana. Bu sıralar zarlarımı atıyorum ama altı gelmiyor. Yazamıyorum. Demek evvelden de getiren ben değilmişim. "Kalemle yazmasını öğreten" ve hatta "insana bilmediğini öğreten" birisi varmış. Hep olsaydı, yani her istediğimde yazabilseydim, yazdıklarımı kendimden sanabilirdim. Derler ki: Firavun ömründe hiç hastalık görmemiş biriymiş. Calut'un bileği bükülmezmiş. Nemrut'un ordusu yenilmezmiş. Keşke bir kere hasta olsaydı. Keşke bir kere bükülseydi. Keşke bir kere yenilseydi. O zaman Allah'a ne kadar muhtaç olduğunu anlamaz mıydı? Hep olan, aynı olan, sıradan olan bazen böyle nefsi kandırıyor işte. Yoksunluk var ya, böylesi tefekkürler eşliğinde bakınca, o da bir nimet. Hem mürşidim de demiyor mu: "Senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar."

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...