fakirlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
fakirlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Ağustos 2022 Perşembe

Huri daha güzel ama cadının da evi şekerden be kardeşim

Ahirzamanın dehşeti yokluktan değil varlıktan çıkıyor arkadaşım. "Herkes zengindir!" demek istemiyorum. Yanlış anlama. Fakat, evet, herkes herşeyden zengin kadar haberlidir. Yani yoksulluğunu en az zengin kadar tanır. (Hatta ondan da fazla tanır.) Nelerden nelerden mahrum edildiğini(!) bilir. Deccal'in seküler cehennemi en çok bundan besleniyor işte. Bu yaşanılmamış ama öğrenilmiş fakirlikten. Sözgelimi: Geçmişte, değil bir yoksul, zengin dahi bu kadar yoksunlukla tanışmamıştı. Bu kadar varlık çeşidi bilmiyordu. Lüks bilmiyordu. Şatafat bilmiyordu. Yani nelere 'ulaşabileceği halde ulaşamadığını' öğrenmemişti. Tüketim gibi üretim de sınırlıydı. Cahillik nefse bir hayal edebilme sınırı çiziyordu. 

Bediüzzaman'ın bir yerde misallendirdiği gibi, köylü, padişahı ancak 'kendi pilavını pişirir bir ağa' cesametinde hayal edebiliyordu. Fazlasından malumatlı değildi. Bu nedenle özlemiyordu. Aramıyordu. Düşlemiyordu. Artık o noktada değiliz. Artık hepimiz her zenginin nelere ulaşabildiğini-ulaşabileceğini biliyoruz. Medya-sosyalmedya bu hususta epey bir göz açıklığı kazandırdı bize. Dahası: Ulaşılmamış olanların da methini/reklamını işitiyoruz. Bunların herbirisi nefsimize bir açlık öğretiyor. 'Açlık öğretiyor' ne demek? Yani nefis bu bilgi akışı nedeniyle yeni yeni yoksunluklarla tanışıyor. Hep 'ne kadar geride kaldığını' duyuyor. Sanıyor ki aşağılanıyor. Öteleniyor. İtiliyor. Ondan hırslanıyor. Kompleksleniyor. İsyankârlaşıyor. 

Bunlar hâcât-ı gayr-ı zarurî dahi olsa öğrenildi bir kere. Nefis varlığından haberdar oldu. Olmayanı bildi. Bebeğin uçan balonu görmesi gibi. Onsuz ölecek değil ama ağlaması için yeterli. Haberdarlığı aynı arzusudur onun. Şunu da ıskalamayalım: Eskiden zaruri olup olmayanı yaşamın kendisi içinde ders alıyorduk. Zaruret tanımını ihtiyacını bizzat duyarak sınırlayabiliyorduk. Şimdi o sınır kalmadı. Kırıldı.

Karmaşık mı anlattım? Şöyle toparlayayım arkadaşım: Galiba Mektubat'ta okumuştum. İmam-ı Rabbanî rahmetullahi aleyh der ki: Hak Teala ruhu bedene koyduğu zaman ruh bedende durmak istemedi. Mahbub-u Hakiki bâki ruhu fâni bedene nefisle âşık etti. Yani nefis bekaya bakan yanlarımızı dünyaya tutunur kılar. Bir yanı arzda bir yanı semada, bir yanıyla hayvan bir yanıyla melek, âdemler oluruz böylece. Evet. Nefsin gücü arzulatmasındadır. Ruha dünyevî şeyleri de arzulatır. Bu sûretle bedeni hayatta tutar. Mekanizması böyledir. Arzulaya arzulaya da güçlenir. Onun ne kadar çok şey arzulamasına izin verirsen o kadar güçlenmesini sağlarsın. Bir yerden sonra, Allah muhafaza, kontrolü tamamen ona devredersin. Arzîleşirsin. Bu nedenle tasavvuf büyüklerimiz 'nefsin bendini kırma' diye bir metod geliştirmişler. Bu ne demektir? Yani, nefse istediklerini (meşru dahi olsalar) yasaklaya yasaklaya ihtiyaç dairesini öyle bir zaruret cenderesine sıkıştırırsın ki, ümidi kalmaz. Arzulamayı bırakır. Pes eder. 'Nefsin bendini kırmak' bu demektir. Say ki, nefsin, iradenin önüne koyduğu seti yıkıyor Allah dostları bir nevi. Kemter direnişini kırıyorlar yani.

Fakat günümüzde öyle acip bir durumun içindeyiz ki sorma gitsin. Biz nefsi kafeslemeden nefis bizi kafesliyor. Daha doğar doğmaz zincirleri boynumuza dolanmaya başlıyor. Bir kere 'reklamlar' diye birşey var arkadaşım. Her yanımızı saran rek-lam-lar. Hergün karşımıza birçok yoksunluk bilgisi çıkarıyorlar. "Sende bu da yok! Sende şu da yok! Sende o da yok! Bunu da elde edebilirsin. Şunu da eline geçirebilirsin. Ona da ulaşabilirsin." Bu yoğun akış nedeniyle nefis yerinde duramaz hale geliyor. Tıpkı sakin sakin oturan köpeğin kışkırtılması gibi. Biz bu kışkırtmayı, farkında olalım-olmayalım, hergün yaşıyoruz. Kışkırtıldığından ötürü de köpek hırlıyor. Zincirini geriyor. Tellere saldırıyor. Havadan ısırık almaya çabalıyor. Mü'min bir yere kadar dinî terbiyesiyle bu coşkunluğu bastırabiliyor. Oruç tutuyor. Namaz tutuyor. Zekat tutuyor. Ama ne zamana kadar? Tutamadığı yerde İbrahim sûresindeki hakikat yüzümüze tokat gibi çarpıyor işte: 

"Onlar dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler." 

Mürşidimin bu ayeti tefsir ederken bakınız neler söylüyor: "O bedbahtlar, bazı ehl-i imanın (imanları beraber olduğu halde) ve bir kısım ehl-i ilmin (âhireti tam bildikleri halde) onlara iltihak delâletiyle, bilerek ve severek hayat-ı dünyeviyeyi dine ve âhirete, yani elması tanıdığı ve bulduğu halde beş paralık şişeyi ona tercih etmek gibi sefahet-i hayatı, dinî hissiyata muannidâne tercih edip dinsizlikle iftihar ederler." 

Yani ahireti bilmiyor değiller. Fakat ahirete temayül edecek güçleri kalmamış. Bitmişler. Tükenmişler. İradeleri pert olmuş. Nefisleri bütün hamiyetlerini alıp dünyaya çevirmiş. Devam edelim: "Bu cümlenin bu asra bir hususiyeti var. Çünkü hiçbir asır böyle bir tarzı göstermemiş. Sair asırlarda o ehl-i dalâlet âhireti bilmiyor ve inkâr ediyor. Elması elmas bilmiyor, dünyayı tercih ediyor." Ayetin devamındaki "Halkı Allah'ın yolundan alıkoyan ve doğru yolu eğri göstermeye çalışanlardır..." ifadeleri de şöyle izah ediyor mürşidim: 

"O bedbahtların dalâleti, muhabbet-i hayattan ve temerrüdden neş'et ettiği için kendi halleriyle durmuyorlar, tecavüz ediyorlar. Bildikleri ve onunla ecdatları bağlı olan dine, adavetkârâne, menbalarını kurutmak ve esasatını bozmak ve kapılarını ve yollarını kapatmak istiyorlar. (...) Onların dalâleti fenden, felsefeden geldiği için acip bir gurur ve garip bir Firavunluk ve dehşetli bir enâniyet onlara verip nefislerini öyle şımartmış ki, kâinatı idare eden İlâhî kanunların şuâlarını ve insan âleminde o hakaikin düsturlarını süflî hevesatlarına ve müştehiyatlarına müsait görmediklerinden—hâşâ—eğri, yanlış, noksan bulmak istiyorlar."

Evet. Mezkûr ayetin haber verdiği haleti yaşıyor haldeyiz. İçten dışa doğru sapıyoruz. Baştan değil dalaktan kokuyoruz. Öğrendiğimiz sunî açlıklarla direncimizi yitiriyoruz. Nefsimizin kontrolüne geçiyoruz Sonra Allah'ın helal dairesinde durmak gücümüze gittiğinden yoldan çıkıyoruz. Kendi çıkmamız yetmiyor. Hiçbir günah tek başına işlenmez çünkü. Ortaklarımızı arttırarak payımızı çoğaltmaya gayret ediyoruz. Bunun iki yolu var: 1) Doğrunun yollarını kapamak. 2) Doğruyu eğri göstermek. Evet. Dünyevîleşmeyle birlikte İslam dünyasını saran modernist-reformist akımların yaptıkları bu değil mi arkadaşım? Büsbütün irtidat etmeyenlerimizin bile kalbi çoktan tarafını değiştirmiş oluyor. Cümle maraz ilk sapmadan çıkıyor.

Sözü uzattık. Ama sıkılmayalım. Bediüzzaman'ın aynı ayeti tefsir ettiği başka bir metne daha bakalım: 

"Bu asrın bir hassası şudur ki: Hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı bakiyeye bilerek tercih ettiriyor. Yani, kırılacak bir cam parçasını, baki elmaslara bildiği halde, tercih etmek bir düstur hükmüne geçmiş. Ben bundan çok hayret ediyordum. Bugünlerde ihtar edildi ki: Nasıl bir uzv-u insanî hastalansa, yaralansa, sair âzâ vazifelerini kısmen bırakıp onun imdadına koşar. Öyle de, hırs-ı hayat ve hıfzı ve zevk-i hayat ve aşkı taşıyan ve fıtrat-ı insaniyede derc edilen bir cihaz-ı insaniye, çok esbapla yaralanmış, sair letâifi kendiyle meşgul edip sukut ettirmeye başlamış; vazife-i hakikiyelerini onlara unutturmaya çalışıyor. (...) Evet, insaniyetin yaşamak damarı ve hıfz-ı hayat cihazı, bu asırda israfatla ve iktisatsızlık ve kanaatsizlik ve hırs yüzünden bereketin kalkmasıyla ve fakr u zaruret, maişet ziyadeleşmesiyle o derece o damar yaralanmış ve şerait-i hayatın ağırlaşmasıyla o derece zedelenmiş ve mütemadiyen ehl-i dalâlet nazar-ı dikkati şu hayata celb ede ede o derece nazar-ı dikkati kendine celb etmiş ki, ednâ bir hâcât-ı hayatiyeyi büyük bir mesele-i diniyeye tercih ettiriyor."

Bu maraza nasıl karşı koyacağız peki? Dünyanın albenisini karşıt bir propagandayla kırmamız gerektiği muhakkak. Yapabilecek potansiyelimiz var mı? Var. İslam buna da muktedir. Lakin yeterince organize değiliz. "İman bir mânevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor." Bu doğru arkadaşım. Deccal'in cennetinin sadece sûreti cennet. Aslı cehennem. Fakat çekirdeği-tohumu çalışıp "İşte böyle!" diye sunacak kadar sanat dillerine hâkim değiliz ki. Maalesef değiliz. Küfür kendi cadı masalını bin güzelin sûretine sokup satıyor. Biz huri hakikatimizi yırtık libastan çıkarabilmiş değiliz. Çocuklar şekerden evleri yemek için koşuyorlar. Sonra onlar yenecekler. Yazık. Gözlerinin açılması için cadının fırınını görmeleri lazım. Pişenlerin kokularını almaları lazım. Şekerden evin zehrine uyanmaları lazım. Ne diyelim. Cenab-ı Hak muvaffak edecek rüşdü cümlemize ilham eylesin. Âmin.


9 Şubat 2017 Perşembe

Yoksunluk da bir farkındalıktır

Klavyeyi tıklatmaya başladığımda akıp gider cümleler. Ki genelde o cümleler akıp giderken oturmuş olurum bilgisayarın başına. Sayfalar açarım boşa akmasın diye. Bu nedenle benim için yazmak, bir açıdan, akıntının tersine yüzen balıkları yakalamak gibidir. Fakat bugünlerde öyle değil. Bugünlerde akıntının tersine yüzen balık yok. Balıkçı gergin. Yeni birşey mi bu? Değil. Bazen, hesap etsem belki periyotlar içinde, oluyor bu. Böyle zamanlarda farkediyorum: Allah istemese, yani musluğu açmasa veya sürüyü salmasa içimde bir yerlerde, ben kendim balık yaratabilecek güçte değilim. Zaten hiç olmadım. Ne diyor Gabor Mate 'Vücudunuz Hayır Diyorsa'da: "Reçeteler dışarıdan gelir, dönüşüm ise içeride yaşanır." Bunun reçetesi yok fakat dönüşümü var. Bal gibi. Ne olduğunu biliyorum. Nasıl olduğunu bilmiyorum. Tatsam tanırım. Yapsam yapamam.

Yeknesaklık, bir yönüyle, şirk fikrinin ortaya çıktığı cerbezeye müsait bir yerdir. Birşey tam bir düzenlilik içinde oluyorsa, orada, Allah'ı ve isimlerini görmezden gelmeye başlayabilirsiniz. (Bu tehlike yakındır.) Tekdüzelik dikkati failden alıkoyar. Ama onun gerçekleşmesi (sizce) bir gelişgüzelliğe sahip olduğunda, yani kaideleri sıradanlığı sarstığında (matematikselliğini okuyamaz olduğunuzda), hapı yutarsınız. (Ne güzel bir haptır o!) İşte o zaman içinizde bir yer "Bir Allah olmalı!" diye bağırmaya başlar. "Ben elimde-aklımda tutamıyorum, gidiyorlar, Rahman ve Rahim olan biri ilminde ve kudretinde tutmalı! Güzellikler boşa akmamalı!"

Latife-i Rabbaniye denilen şey bu mu? İhtimallerden ve o ihtimallerin gönlüne yüklediği sıkletten korkan bir yer. Latif olanı, hep olanı, ilmiyle ve kudretiyle her yerde hazır ve nazır olanı hisseden latife. Bir duyu, bir his, bir eksik parça, ama onsuz eksikliğinin de şuurunda olan bir parça. Hepimizin içinde düştüğü o tanımsız boşluk. Yalnız korku değildir insanları Allah'a çağıran kanaatimce. İhtimallerin heybetidir. Olanlardaki cemal kadar olabileceklerdeki celaldir. Demem o ki: Bu açıdan baktığında, perde arkasını görememek, perdenin önündeki mesajı daha güçlü kılıyor. Fakat perde yalnız bundan ibaret değil. Bir de tehlikelisi var.

İşte yeknesaklık, herşeyin matematiksel bir düzende işlemesi, güneşin her sabah doğması ve her akşam batması, bizi, bir yanıyla Allah'a yaklaştıran, bir yanıyla da Allah'tan uzaklaştıran şeyler bunlar. Alındınız mı bu sözüme? Alınmalısınız, evet. Çünkü bunu yeknesak olana yitirdiğiniz hayret yapıyor. Düzen, faili daha şiddetli göstermesi gereken bir ayna iken, salt kendisine edilen hasr-ı nazarla şeffafiyetini yitiriyor. Perde oluyor. Hayret edilesi olanı sadece 'sıradışı olan' olarak tayin ettiğimiz günden beri 'sıradan' perdeli. Hiç sordun mu kendine: Kur'an neden arıdan, sinekten, taştan, inekten, aydan, güneşten bahsediyor? Neden sana karadeliklerin, Bermuda şeytan üçgeninin veya iki başlı yılanların haberleriyle gelmiyor? Çünkü hastasın arkadaşım. Harika olanı sıradanlaştırmakla hastasın. Tedavi olman lazım.

Kur'an da sana sırlı bir şekilde bu hatanı hatırlatıyor: "Allah bir sinekle veya ondan daha aşağı birşeyle misal vermekten çekinmez.(...) Verdiği misallerle Allah ancak fasıkları saptırır." Fasıklığı yalnız amellerde arama, bakışaçında da olabilir fasıklık. Mesela; hep olanı basit, arada bir olanı harika görmeye başlamışsan; bu da bir nazar hastalığıdır. Nitekim güneş doğdu diye şükreden pek bulunmaz da, yağmur yağmayınca duaya çıkan çok olur. Halbuki; harika olan, zarlar her atıldığında altı gelmesi midir, yoksa her atıldığında değişmesi midir? Yoksa ikisi de eşit midir harikalıkta? Belki de tesadüf ve tevafuk aynı şey. Görürsen tevafuk göremezsen tesadüf oluyor. Düzenini kuşatamadığında tesadüf diyorsun. Yakaladığında tevafuk.

Ben de tam bunu diyecektim sana. Bu sıralar zarlarımı atıyorum ama altı gelmiyor. Yazamıyorum. Demek evvelden de getiren ben değilmişim. "Kalemle yazmasını öğreten" ve hatta "insana bilmediğini öğreten" birisi varmış. Hep olsaydı, yani her istediğimde yazabilseydim, yazdıklarımı kendimden sanabilirdim. Derler ki: Firavun ömründe hiç hastalık görmemiş biriymiş. Calut'un bileği bükülmezmiş. Nemrut'un ordusu yenilmezmiş. Keşke bir kere hasta olsaydı. Keşke bir kere bükülseydi. Keşke bir kere yenilseydi. O zaman Allah'a ne kadar muhtaç olduğunu anlamaz mıydı? Hep olan, aynı olan, sıradan olan bazen böyle nefsi kandırıyor işte. Yoksunluk var ya, böylesi tefekkürler eşliğinde bakınca, o da bir nimet. Hem mürşidim de demiyor mu: "Senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar."

1 Eylül 2016 Perşembe

Yazmak ama neden yazmak?

'Neden yazmak?' diye her sorulduğunda (koltuklarımızın altına birer büyük karpuz girmiş gibi) kasılmamıza gerek yok. Kimseyi esirgemiş, kimseye lutfetmiş, hazinemizden bağışta bulunmuş değiliz. Alan eliz, veren el değiliz. Asıl fakir biziz, esas zengin değiliz. Hiçbirimizin birden fazla yolu yoktu. Yazmak veya yazmamak diye iki seçeneği yoktu. Üzerine yaratıldığımız şey, aynı zamanda bir açlık olarak içimize bırakıldığından dolayı, buyurgan ve karşıkonulmaz tavrıyla bizi büktü. Mecburduk ve öyle yaptık. Öyle yapmak bize sevdirildi. Öyle yapmak karşıkonulmaz kılındı bizler için. Öyle yapmak kaçınılmazdı. Ve öyle yaptık.

Donan suyun demiri parçalaması kadar safça ve başkası olamazca işlenmişti bu fıtratımıza. Biz de şükür ki taraf tuttuk, iştiyakla ve hatta aşkla yaptık. Fussilet sûresinde kulağımıza fısıldanan birşeydi bu: "Bundan başka, duman halindeki göğe yöneldi ve hem ona, hem de yeryüzüne 'İsteseniz de, istemeseniz de gelin' buyurdu. İkisi de 'İsteyerek geldik' dedi!"

Şu kibre hiç gerek yok: Şıklar birden fazlaydı da birisini seçmiş değiliz. Sırf seçmekle olsun dünyaya bir bağışta bulunmuş değiliz. Çaresizdik. Başka şey beceremiyorduk. Başka herşey hayatımızda iğreti duruyordu. Ondan yazdık. Yazmaya kaçtık. Bunun için yaratılmışız gibi geliyordu. Çünkü ancak bunu yaparken rahattık. Yazarken iyiydik ve gerçek hayat yaşıtlarımıza göründüğü kadar cazibedar/güleryüzlü görünmüyordu bize. En gerçeği ve de samimisi: Beceremiyorduk. Daha fazla alınıyor ve daha çabuk güçten düşünüyorduk. Kollarımızın gücünü değil hayallerimizin öcünü sevdik bu yüzden. Yazarak öç aldık dünyadan. Dünyadan, yine çok sonraları uyandığımız bir nimet olarak, soğutulmuştuk.

O nedenle; mezkûr sorunun sorulduğu andan itibaren böbürlenip, sonra ağırca 'yazmak:...' deyip, sonuna benim koyduğum iki noktadan koyup, sonra derin derin izahata girişmenin anlamı yok. Yazmaya verdiğin anlamların hiçbirisi o iki noktanın ardında olmasaydı da sen yine yazacaktın. Hatta o iki noktanın ardından söylediklerinin çoğunu yazdıktan sonra farkettin. (Alınma ama, uydurdun hatta.) Önce felsefesini yapmış, sonra yazmış değilsin. Yazmanın kaderini senden başkası yazdı. Bu çok belli. Sen kaderinin bıraktığı ekmek kırıntılarını takip ettin meraklı bir güvercin gibi. O sebepten numarayı kesmemiz gerektiğini düşünüyorum. Tasannu ta buralarda bitmeli. Yazdıklarımız da daha fazla yapmacık olmadan.

Bu meseleye dair her ne yazsak veya söylesek başlangıcımız-sonumuz acz. Güçsüzdük, yazdık. İhtiyacımız vardı, yazdık. Açtık, yazdık. Muhtaçtık, yazdık. Herşey tastamam mürşidinin dediği gibi oldu: "Hem deme ki: 'Halk içinde ben intihab edildim. Bu meyveler benim ile gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.' Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyâde sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi." Halimiz hep böyle. Fazlası değil. Fazlası yalan. Niye kendimizi daha fazlasıymış gibi yaparak sıkıyoruz ki? Olmadığın şey gibi görünmekten büyük çile var mı dünyada?

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...