Nefis etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nefis etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Kasım 2023 Salı

Sen asla tek kişi değilsin

Önce nefsimle konuşmalıyım. O bendeki senden bir nümunedir. Sana anlatacağımın kulağıdır. Senden dinleyeceğimin dilidir. Sendeki bene ulaşmak istiyorsam bunu yapmalıyım. İnsanız. Hamız. Karanlığız. Âdemiz. Havvayız. Benzer yaralara sahibiz. Benzer dertlere düçârız. Cennetten düşmek nasıldır biliriz mesela. Biliriz bir meyveye bedel etmeyi herşeyi. Kandırılmak nasıl can yakar biliriz. Kaybetmek ne kadar kolay. Yeniden başlamak ne kadar mümkün. Yalnızlık ne kadar zor. Tevbe ne kadar tatlı. Umut ne kadar güzel. Pişmanlık ne kadar diri. Hasret ne kadar çok. İmtihan ne kadar acı. Kabil Habil'i öldürdüğünde biliriz. Ciğer de ciğeri yakar. Yakmadan yanmak nedir biliriz. Sevinçlerimizden çok kederlerimiz bizi kardeş kılıyor. Ne yüzden? Sevinmekte bencillik var çünkü. Ne de olsa leziz. İhlasına inanmak zordur. İhlasına inanılmayanın gerçekliğine inanmak da zordur. İçimizin gerçekliği bedel ister.

Ateş yakarsa kurbanın kabul olur. Fakat kederi kimse tekbaşına yemek istemez. Zakkumdur. İlla paylaşacağı damaklar arar. Omuzlar arar. Gözünün yaşını azaltmasa da yaşlı gözler arar. Kederin kardeşliği ihlaslıdır bu yüzden. Kötü gün yâreninin dostluğuna daha çok inanırsın. İyi gününde yanında olmak kolaydır. Niye olmasın? Neyi eksilir? Mutluluğu paylaşmak bilabedel mutluluktur. Paylaşanın da varlığına bir varlık katar. Kederi paylaşmak öyle midir ama? Ya, evet, hiç. Keder bize hiçliği hatırlattığı için kederdir. 'Hiç' paylaşılır mı hiç? Önce nefsimle konuşmalıyım bu yüzden. Hayatına ışık olacakların karanlığına da talip olması gerekiyor. Karanlığına bakıyorsa o ışığın oluyor. Işıksa karanlığını bulur zaten. Göğsü güneş olana herkes çiçeğini çevirir. Ya yanan bir karadelikse? O zaman... Ya o zaman?

Güneş karanlığımıza bakmaya cesaret ettiği için güneştir. Fakat güneşin ilk baktığı karanlık bizimkisi değildir. Güneş önce kendi karanlığına meydan okumuştur. Öyle bir meydan okumuştur ki, yanmıştır, nur kesilmiştir. Yanmadan nur kesilmek mümkün olmamıştır. Allah 'el-Nur' isminin de sahibidir. Şüphesiz, yangını da güneşin, ışığının ancak bahanesidir. Aynanın bahanesi güneşe karşı tutulmaksa güneşin bahanesi de karanlığına karşı tutulmaktır. Karanlığına karşı tutulmayı göze almışın nuru parlatılır. Kendini karanlıkta hissetmeyenin, karanlığını hissetmeyenin, karanlığı hissetmeyenin nuru yoktur. Özgürlüğünden korkmayanın Allah'ı olmaz.

Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur. Karadeliğinin büyüklüğüyle yüzleşmen lazım. Boşluğunu cehennem görmelisin. Ama önce 'boşluğun cehennemini' görmelisin. Boşluğun yanında cehennem bile boşluk değildir. Varlıktır. Hoşluktur. Ademe kıyasla vücuddur. Neticesinde vücudda kalan bir sonsuzluktur. Mekanlı olabilmek için sınırlar gerek. Tanrıyı öldürdüğünü sananlar çoğunluk kendini de öldürüyor. Neden? Düşmesi bitmiyor çünkü. Cennetinden düşmesi bitmiyor. Cehennemden kurtuluyor(!) gerçi. Fakat boşluğu büyüyor. Her ne ki sonsuzca geri dönmüyorsa boşluğadır. Boştur. Düşürür. Çeker. Anlamını bulamadığımız herşeyde bir karadeliğe çekiliyoruz. Sen de farketmişsindir hatıralarının karanlığına bakarken. İçimizin deliklerini ancak sonsuzluk kapatır. Tanrıyı öldürdüğünü sananlar umutlarındaki sonsuzluğu da öldürüyor. Hele sor bakalım: Kalplerini tatmin edecek başka zikirleri var mı?

Mâide sûresindeki o sır: "Kim bir cana kıymamış yahut yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de bir kimsenin hayatını kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibidir..." Şöyle bir yerden de yaklaşabiliyorum ben ona: Kendi hayatını kurtaramayan kimsenin hayatını kurtaramıyor. Nur kesilmeye niyetlenen yanmaya da niyetlenmeli. Ve niyetlenmeli ki kendisinde bir karanlık var. Acz var. Fakr var. Kusur var. Fanilik var. Sınır var. Körlük var. Günah var... Nefsiyle konuşmaya başlamalı. Karanlıklarını karanlık bilerek yüzleşmeli. Eğer muvaffak kılınırsa, yani ki basınçlanırsa, o zaman Rabbi nurundan bahşedecektir. Kendisine bulduğu deva, yaralarının benzerliğinden dolayı, cümlesine deva olacaktır. Fakat, arkadaşım, tersi de vardır: İnsan karanlığını çoğaltmaya yol öğrenirse onun da bütün insanlığa zararı dokunabilir. "Her kim de İslam'da kötü bir çığır açarsa, o kimseye açtığı çığırın günahı yükletildiği gibi, kendisinden sonra o yoldan gidenlerin de günahı yükletilir. Fakat günahlarından da hiçbir şey eksilmez..." buyuran Aleyhissalatuvesselam Efendimiz dikkatlerimizi bu yöne de çeviriyor.

Evet. Ya güneşiz ya karadelik. Ortası yok. İmtihan büyük. Nihayetinde en büyük yıldızlardı bir zamanlar karadelikler. Meleklerin hocasıydı bir zamanlar şeytan. Karanlığını unuttun mu yutuldun. Kaçmadın mı kapıldın. "Vücudunda adem, ademinde vücudu var." Yine öyle buyuruyor ya kısa bir mealiyle Hak Teala: "O kimseler gibi olmayın ki, onlar Allah'ı unutunca, Allah da onlara kendilerini unutturmuştur." İşte, mürşidim de, belki bu sadedde diyor şöyle: "Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez." Kendini tek bulup da azlığına güvenme. Sen asla tek kişi değilsin.

4 Ağustos 2022 Perşembe

Huri daha güzel ama cadının da evi şekerden be kardeşim

Ahirzamanın dehşeti yokluktan değil varlıktan çıkıyor arkadaşım. "Herkes zengindir!" demek istemiyorum. Yanlış anlama. Fakat, evet, herkes herşeyden zengin kadar haberlidir. Yani yoksulluğunu en az zengin kadar tanır. (Hatta ondan da fazla tanır.) Nelerden nelerden mahrum edildiğini(!) bilir. Deccal'in seküler cehennemi en çok bundan besleniyor işte. Bu yaşanılmamış ama öğrenilmiş fakirlikten. Sözgelimi: Geçmişte, değil bir yoksul, zengin dahi bu kadar yoksunlukla tanışmamıştı. Bu kadar varlık çeşidi bilmiyordu. Lüks bilmiyordu. Şatafat bilmiyordu. Yani nelere 'ulaşabileceği halde ulaşamadığını' öğrenmemişti. Tüketim gibi üretim de sınırlıydı. Cahillik nefse bir hayal edebilme sınırı çiziyordu. 

Bediüzzaman'ın bir yerde misallendirdiği gibi, köylü, padişahı ancak 'kendi pilavını pişirir bir ağa' cesametinde hayal edebiliyordu. Fazlasından malumatlı değildi. Bu nedenle özlemiyordu. Aramıyordu. Düşlemiyordu. Artık o noktada değiliz. Artık hepimiz her zenginin nelere ulaşabildiğini-ulaşabileceğini biliyoruz. Medya-sosyalmedya bu hususta epey bir göz açıklığı kazandırdı bize. Dahası: Ulaşılmamış olanların da methini/reklamını işitiyoruz. Bunların herbirisi nefsimize bir açlık öğretiyor. 'Açlık öğretiyor' ne demek? Yani nefis bu bilgi akışı nedeniyle yeni yeni yoksunluklarla tanışıyor. Hep 'ne kadar geride kaldığını' duyuyor. Sanıyor ki aşağılanıyor. Öteleniyor. İtiliyor. Ondan hırslanıyor. Kompleksleniyor. İsyankârlaşıyor. 

Bunlar hâcât-ı gayr-ı zarurî dahi olsa öğrenildi bir kere. Nefis varlığından haberdar oldu. Olmayanı bildi. Bebeğin uçan balonu görmesi gibi. Onsuz ölecek değil ama ağlaması için yeterli. Haberdarlığı aynı arzusudur onun. Şunu da ıskalamayalım: Eskiden zaruri olup olmayanı yaşamın kendisi içinde ders alıyorduk. Zaruret tanımını ihtiyacını bizzat duyarak sınırlayabiliyorduk. Şimdi o sınır kalmadı. Kırıldı.

Karmaşık mı anlattım? Şöyle toparlayayım arkadaşım: Galiba Mektubat'ta okumuştum. İmam-ı Rabbanî rahmetullahi aleyh der ki: Hak Teala ruhu bedene koyduğu zaman ruh bedende durmak istemedi. Mahbub-u Hakiki bâki ruhu fâni bedene nefisle âşık etti. Yani nefis bekaya bakan yanlarımızı dünyaya tutunur kılar. Bir yanı arzda bir yanı semada, bir yanıyla hayvan bir yanıyla melek, âdemler oluruz böylece. Evet. Nefsin gücü arzulatmasındadır. Ruha dünyevî şeyleri de arzulatır. Bu sûretle bedeni hayatta tutar. Mekanizması böyledir. Arzulaya arzulaya da güçlenir. Onun ne kadar çok şey arzulamasına izin verirsen o kadar güçlenmesini sağlarsın. Bir yerden sonra, Allah muhafaza, kontrolü tamamen ona devredersin. Arzîleşirsin. Bu nedenle tasavvuf büyüklerimiz 'nefsin bendini kırma' diye bir metod geliştirmişler. Bu ne demektir? Yani, nefse istediklerini (meşru dahi olsalar) yasaklaya yasaklaya ihtiyaç dairesini öyle bir zaruret cenderesine sıkıştırırsın ki, ümidi kalmaz. Arzulamayı bırakır. Pes eder. 'Nefsin bendini kırmak' bu demektir. Say ki, nefsin, iradenin önüne koyduğu seti yıkıyor Allah dostları bir nevi. Kemter direnişini kırıyorlar yani.

Fakat günümüzde öyle acip bir durumun içindeyiz ki sorma gitsin. Biz nefsi kafeslemeden nefis bizi kafesliyor. Daha doğar doğmaz zincirleri boynumuza dolanmaya başlıyor. Bir kere 'reklamlar' diye birşey var arkadaşım. Her yanımızı saran rek-lam-lar. Hergün karşımıza birçok yoksunluk bilgisi çıkarıyorlar. "Sende bu da yok! Sende şu da yok! Sende o da yok! Bunu da elde edebilirsin. Şunu da eline geçirebilirsin. Ona da ulaşabilirsin." Bu yoğun akış nedeniyle nefis yerinde duramaz hale geliyor. Tıpkı sakin sakin oturan köpeğin kışkırtılması gibi. Biz bu kışkırtmayı, farkında olalım-olmayalım, hergün yaşıyoruz. Kışkırtıldığından ötürü de köpek hırlıyor. Zincirini geriyor. Tellere saldırıyor. Havadan ısırık almaya çabalıyor. Mü'min bir yere kadar dinî terbiyesiyle bu coşkunluğu bastırabiliyor. Oruç tutuyor. Namaz tutuyor. Zekat tutuyor. Ama ne zamana kadar? Tutamadığı yerde İbrahim sûresindeki hakikat yüzümüze tokat gibi çarpıyor işte: 

"Onlar dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler." 

Mürşidimin bu ayeti tefsir ederken bakınız neler söylüyor: "O bedbahtlar, bazı ehl-i imanın (imanları beraber olduğu halde) ve bir kısım ehl-i ilmin (âhireti tam bildikleri halde) onlara iltihak delâletiyle, bilerek ve severek hayat-ı dünyeviyeyi dine ve âhirete, yani elması tanıdığı ve bulduğu halde beş paralık şişeyi ona tercih etmek gibi sefahet-i hayatı, dinî hissiyata muannidâne tercih edip dinsizlikle iftihar ederler." 

Yani ahireti bilmiyor değiller. Fakat ahirete temayül edecek güçleri kalmamış. Bitmişler. Tükenmişler. İradeleri pert olmuş. Nefisleri bütün hamiyetlerini alıp dünyaya çevirmiş. Devam edelim: "Bu cümlenin bu asra bir hususiyeti var. Çünkü hiçbir asır böyle bir tarzı göstermemiş. Sair asırlarda o ehl-i dalâlet âhireti bilmiyor ve inkâr ediyor. Elması elmas bilmiyor, dünyayı tercih ediyor." Ayetin devamındaki "Halkı Allah'ın yolundan alıkoyan ve doğru yolu eğri göstermeye çalışanlardır..." ifadeleri de şöyle izah ediyor mürşidim: 

"O bedbahtların dalâleti, muhabbet-i hayattan ve temerrüdden neş'et ettiği için kendi halleriyle durmuyorlar, tecavüz ediyorlar. Bildikleri ve onunla ecdatları bağlı olan dine, adavetkârâne, menbalarını kurutmak ve esasatını bozmak ve kapılarını ve yollarını kapatmak istiyorlar. (...) Onların dalâleti fenden, felsefeden geldiği için acip bir gurur ve garip bir Firavunluk ve dehşetli bir enâniyet onlara verip nefislerini öyle şımartmış ki, kâinatı idare eden İlâhî kanunların şuâlarını ve insan âleminde o hakaikin düsturlarını süflî hevesatlarına ve müştehiyatlarına müsait görmediklerinden—hâşâ—eğri, yanlış, noksan bulmak istiyorlar."

Evet. Mezkûr ayetin haber verdiği haleti yaşıyor haldeyiz. İçten dışa doğru sapıyoruz. Baştan değil dalaktan kokuyoruz. Öğrendiğimiz sunî açlıklarla direncimizi yitiriyoruz. Nefsimizin kontrolüne geçiyoruz Sonra Allah'ın helal dairesinde durmak gücümüze gittiğinden yoldan çıkıyoruz. Kendi çıkmamız yetmiyor. Hiçbir günah tek başına işlenmez çünkü. Ortaklarımızı arttırarak payımızı çoğaltmaya gayret ediyoruz. Bunun iki yolu var: 1) Doğrunun yollarını kapamak. 2) Doğruyu eğri göstermek. Evet. Dünyevîleşmeyle birlikte İslam dünyasını saran modernist-reformist akımların yaptıkları bu değil mi arkadaşım? Büsbütün irtidat etmeyenlerimizin bile kalbi çoktan tarafını değiştirmiş oluyor. Cümle maraz ilk sapmadan çıkıyor.

Sözü uzattık. Ama sıkılmayalım. Bediüzzaman'ın aynı ayeti tefsir ettiği başka bir metne daha bakalım: 

"Bu asrın bir hassası şudur ki: Hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı bakiyeye bilerek tercih ettiriyor. Yani, kırılacak bir cam parçasını, baki elmaslara bildiği halde, tercih etmek bir düstur hükmüne geçmiş. Ben bundan çok hayret ediyordum. Bugünlerde ihtar edildi ki: Nasıl bir uzv-u insanî hastalansa, yaralansa, sair âzâ vazifelerini kısmen bırakıp onun imdadına koşar. Öyle de, hırs-ı hayat ve hıfzı ve zevk-i hayat ve aşkı taşıyan ve fıtrat-ı insaniyede derc edilen bir cihaz-ı insaniye, çok esbapla yaralanmış, sair letâifi kendiyle meşgul edip sukut ettirmeye başlamış; vazife-i hakikiyelerini onlara unutturmaya çalışıyor. (...) Evet, insaniyetin yaşamak damarı ve hıfz-ı hayat cihazı, bu asırda israfatla ve iktisatsızlık ve kanaatsizlik ve hırs yüzünden bereketin kalkmasıyla ve fakr u zaruret, maişet ziyadeleşmesiyle o derece o damar yaralanmış ve şerait-i hayatın ağırlaşmasıyla o derece zedelenmiş ve mütemadiyen ehl-i dalâlet nazar-ı dikkati şu hayata celb ede ede o derece nazar-ı dikkati kendine celb etmiş ki, ednâ bir hâcât-ı hayatiyeyi büyük bir mesele-i diniyeye tercih ettiriyor."

Bu maraza nasıl karşı koyacağız peki? Dünyanın albenisini karşıt bir propagandayla kırmamız gerektiği muhakkak. Yapabilecek potansiyelimiz var mı? Var. İslam buna da muktedir. Lakin yeterince organize değiliz. "İman bir mânevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor." Bu doğru arkadaşım. Deccal'in cennetinin sadece sûreti cennet. Aslı cehennem. Fakat çekirdeği-tohumu çalışıp "İşte böyle!" diye sunacak kadar sanat dillerine hâkim değiliz ki. Maalesef değiliz. Küfür kendi cadı masalını bin güzelin sûretine sokup satıyor. Biz huri hakikatimizi yırtık libastan çıkarabilmiş değiliz. Çocuklar şekerden evleri yemek için koşuyorlar. Sonra onlar yenecekler. Yazık. Gözlerinin açılması için cadının fırınını görmeleri lazım. Pişenlerin kokularını almaları lazım. Şekerden evin zehrine uyanmaları lazım. Ne diyelim. Cenab-ı Hak muvaffak edecek rüşdü cümlemize ilham eylesin. Âmin.


10 Temmuz 2022 Pazar

Demokrasiyi anladıysan salavat getir!

Bazen latife olsun diye diyorum: "Salat u selam getirmek müslümanların 'temsilî sistemi' ta 14 asır evvelden kavramış olmasındandır." Duyanlar elbette gülümsüyorlar. Gülümsetmenin bir sırrı da beklenmeyeni söylemektir. Fakat bu öyle bir beklenmeyen olacak ki muhataba mutluluk da verecek. Yani farkındalığına eriştiğinde varlığı artacak. Her neyse. Bahsimiz gülücük bahsi değil. Yok. Aslında gülücük bahsi. Varlığıyla yüzümüzü güldüren Aleyhissalatuvesselama dair bir manayı konuşacağız. Onun varlığı, eşyanın yüzünü güldürdüğü gibi, ona dair olanların tefekkürü de şeyliğimizin yüzünü güldürür. Hele anlatayım da bakalım beni güldüren sizi de güldürür mü?

Mevzu Barla Lahikası'ndaki 'Mesail-i Müteferrika' bölümünden çıkıyor. Evet. Burası şöyle bir soruyla başlıyor: "Salâvatın bu kadar kesretle hikmeti ve salâtla beraber selâmı zikretmenin sırrı nedir?" Sualde yadırganacak birşey yok. Teslimiyetin şu denli bozulduğu zamanda hikmetten bu denli sorulması garip değil. Zaten ahirzaman demek 'son tüketim tarihi' geldi-geçiyor demek. Tarihi yaklaşmış gıdalara nasıl muamele ettiğimizse malumdur. "Yesek mi yemesek mi?" Şöyle kaşığın ucuyla bir parça dile dokundursak? Tattan bir sonuca ulaşma çabaları. Kıvamdan birşeyler çıkarmaya çalışma. "Yoksa kokuyor mu?" Emin olamazsam bir de sorarım. Bir değil bin düşünürüm. Tefekkür bir zenginliğimiz. Doğru. Elhamdülillah. Ama aynı zamanda şimdinin mecburiyetidir. Çünkü eğilen kaşık değil Neo. Estağfurullah. Bozulan gıda değil biziz.

İslam bozulmadı. Bozulan biziz. Bu sebepten çok sual ediyoruz. Yediğimiz bizi zehirlemiyor. Hâşâ. Kevser zehirlemez. Esasında şifaya tâlip değiliz. Olur böyle şeyler. Sarhoşlar ayıltıcıları reddeder. Müptela için normali iptiladaki haletidir çünkü. Nefsin bu deliliğine karşı elbette bizde de silahlar var. İşte onlardan birisi tefekkür. Aklı ikna edersek ona karşı bir şansımız olabilir. Yok. Aklı dahi ikna edemiyorsak, o zaman hazırlanalım, nefsin seçtiği artık 'akıllıca' oluverecek.

Sadede dönelim. Mürşidim 'salat' ile 'selam'ın mü'min dillerinin bal u şekeri olmasını şöyle aydınlatıyor: "Hem Resul-i Ekrem hem abd, hem resul olduğundan, ubudiyet cihetiyle salât ister, risalet cihetiyle selâm ister ki: Ubudiyet halktan Hakka gider, mahbubiyet ve rahmete mazhar olur. Bunu es-salât ifade eder. Risalet Haktan halka bir elçiliktir ki, selâmet ve teslim ve memuriyetinin kabul ve vazifesinin icrâsına muvaffakıyet ister ki, selâm lâfzı onu ifade ediyor. Hem biz seyyidinâ lâfzıyla tabir ettiğimizden, diyoruz ki: Ya Rab! Yanımızda elçiniz ve dergâhınızda elçimiz olan reisimize merhamet et ki, bize sirayet etsin."

Hadi bakalım. "Şimdi bunun 'temsilî sistem' ile ne ilgisi var?" Böyle sormakta elbette hakkınız var karilerim. Ben de 'cumhuriyet, demokrasi, seçim' vs. gibi kavramlarla büyümüş bir ahirzaman çocuğu olarak şöyle cevap vereceğim: Aleyhissalatuvesselam Efendimiz, bir yönüyle, Hak Teala Hazretlerinin içimizden seçtiği mebusumuzdur. Yani içimizden seçilen elçisidir. Bu seçiliş bir 'akrebiyet' sırrıyla olmuştur. Biz oy vermiş değiliz. Fakat elbette Alîm u Hakîm olan Allah'ın seçişinden yüce bir seçiş olamayacağından müslüman gönüllerin oyları hep onadır. Biatları tereddütsüz âlemlere rahmet olan Efendilerinedir. (Biatın oydan farkı buradan görünür.) 

Seçerken biz seçmedik. Tamam. Fakat biatımız nasıl ona olacak? İşte bizim biatımız da önce kelime-i şehadetimiz, imanımız; sonra da dilimize bal u şeker kıldığımız salat u selamımızdır. Evet. Elhamdülillah ki elhamdülillah. Biz her salat u selam getirdiğimizde Aleyhissalatuvesselam Efendimize tekrar tekrar biat ederiz. Tekrar mebusluğunu sahipleniriz. Tekrar ümmeti oluruz.

Experimenter filminde Stanley Milgram hani eşine şöyle bir iltifatta bulunuyordu: "Seni hergün yeniden seçiyorum." (Filmi izleyenler veya Milgram deneyleri nedir bilenler mezkûr iltifatın edenin-edilenin gözünde ne denli büyük olduğunu kavrayacaklardır.) Biz de her salat u selam getirişimizde şunu söylemiş oluyoruz belki: "Evet, yâ Rabbenâ, ver, biz dahi istiyoruz."

Şimdi ilk paragrafı hatırlamak da yerinde olacak: "Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm nihayet derecede rahmete mazhar olduğu halde, nihayetsiz salâvata ihtiyaç göstermiştir. Çünkü, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm bütün ümmetin dertleriyle alâkadar ve saadetleriyle nasibedardır. Nihayetsiz istikbalde, ebedü'l-âbâdda, nihayetsiz ahvâle mâruz ümmetin, bütün saadetleriyle alâkadarlığının ihtiyacındandır ki, nihayetsiz salâvata ihtiyaç göstermiştir."

İşte bir 'temsilî sistem' dersi daha. Aleyhissalatuvesselam Efendimiz zaten Allah'ın peygamberi. Bizim biatımız onun bu akrebiyet makamında bir değişiklik yapmayacak. Yani onayımızla-biatımızla nebi olmayacak. Lakin yine de duamıza ihtiyaç gösteriyor. Neden? Çünkü ona dua etmeye bizim ihtiyacımız var. Zaten bihakkın ifa ettiği vazifeyi yapabilmesi ümmetinin 'kurbiyetinin artması yönünde edeceği dua'yla da ilgilidir. Çünkü o 'abduhu ve resuluhu'dur. Hem abddır hem resuldür. Salatın bir manası da yardımdır. Biz Aleyhissalatuvesselama onun Rabbü'l-Âlemîn katında daha büyük mazhariyetlere uğraması için dua ederiz. Ubudiyetine karıncalığımızla iştiraktir bu. Desteğimizi-sevgimizi gösteririz. Tıpkı bir memleket ahalisinin devlet katında nüfuzu tam olsun diye mebuslarına desteklerini gösterdikleri gibi. Temsilî sistemin bir ayağı budur.

Yanlış anlaşılmasın. Aleyhissalatuvesselam Efendimiz seçim bölgelerine beş senede bir uğrayan mebuslara benzemez. Yukarıda deniliyor ya: 'bütün ümmetin dertleriyle alâkadar ve saadetleriyle nasibedardır.' (Hem ayet zaten haber veriyor: "Sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir.") Onun bu şiddetli ilgisidir ki, üzerimizdeki hakkı olarak, bizi de kendisiyle daha dinamik bir ilişki içinde olmaya itmiştir. Biz beş senede bir oy kullanmayız. Her namaz kılışımızda, her tesbihat yapışımızda, hatta her ismi anıldığında ona oyumuzu veririz. Bu oy hem kalbimizin ona olan biatını yeniler hem de onun elçimiz olduğu makama yardım eder. Sünnete ittibamız da yine minvaldedir. Madem o elçinin hayatımızın her anına ilgisi vardır, elbette, endişelendiği her ana rehberliği de olacaktır. İşte o rehberliğin zarureti sünnet-i seniyyesinin aramızdaki itibarıdır. İttibaımızdır.

Peki ya selam? Onu nasıl anlamalıyız? "Risalet Haktan halka bir elçiliktir ki, selâmet ve teslim ve memuriyetinin kabul ve vazifesinin icrâsına muvaffakıyet ister ki, selâm lâfzı onu ifade ediyor." Evet. Bir mebusun hem devlete karşı hem halkına karşı vazifeleri var. Devletten emredileni halkına bildirdiği gibi halkın ihtiyaçlarını da devlete bildiriyor. İhtiyaçlarımızı bildirebilmesi için 'salat' ile yardımda bulunduk. Üzerindeki rahmet tecellilerinin artmasını diledik. Zira o tecelliler arttıkça, Rahman u Rahim'in, onun üzerinden muhtaç olduklarımızı bağışlaması da artacak. Fakat, dedik ya, elçinin görevi yalnızca bir boyutlu değil. Allah'ın emirlerini de bize bildiriyor. Orada da bizden selamet bulması lazım. Devletin gönderdiği elçiye eziyet edenler, mesajını reddedenler, sünnetine hakk-ı hayat vermeyenler elbette selamet de sunmamış olurlar. "Elçiye zeval yok!" denilir. Eğer ona selamet alanı sağlanmazsa irşadının nimetlerinden de faydalanılamaz.

İşte bir 'temsilî sistem' öğretisi daha: Biat ettiğiniz aranızda selamet bulmalı. Bulması için de dua etmelisiniz. Dikkat göstermelisiniz. Fem-i mübarekinden çıkmış sözün kalbimizde selamet bulmasından tutun, en küçük sünnî detayın dahi hayatınızda selamet bulmasına kadar, 'müsaitleşmelisiniz.' Sadece mebustan istemek yok. Öyle değil. Mebusun emrettiklerine de riayet edilecek. (Mebus onunla da elçiliğine destek kazanacak.) Sadece mebusun ihtiyaçlarınızı kollaması yok. Öyle değil. Siz de mebusun aranızdaki emeğini kollayacaksınız. Elçiniz önce sizde selamet bulacak ki elçilik yapabilecek. İttibaınızla muvaffakiyeti artacak. Ve siz de selameti için duaya berdevam olacaksınız. Evet. Bu iki kanadın birlikteliğiyle Hakkın kainatta insana biçtiği fonksiyon yerini bulacak. Nübüvvetin akrebiyeti ile velayetin kurbiyeti birbirleriyle buradan buluşacaklar.

"Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma salâvat getirmek tek başıyla bir tarik-i hakikattır." İlk cümleye en son gelebildik. Sağlık olsun. Eh, evet, bir ahirzaman çocuğunun mürşidini anlamaya çalışmasına şahit oldunuz. Kızmayın. Ve de korkmayın. Olayı "Demokrasiyi önce müslümanlar bulmuştu!" gibi saçma bir noktaya götürmeyeceğim. Sadece şunu söylüyorum: "Müslümanlar 'temsilî sistem' nasıl işler bunu 'peygambere iman' ettikleri günden itibaren biliyorlardı." İnanmayanlar için şahit de tutuyorum: Salavattaki derinlik derinliğimizin ispatıdır, vesselam.


30 Haziran 2017 Cuma

Neden kötü şeyler hep iyilerin başına geliyor?

"(Musa:) Rabbim, gerçekten kendimden ve kardeşimden başkasına malik olamıyorum. Öyleyse bizimle fasıklar topluluğunun arasını Sen ayır, dedi. (Allah) Dedi: Artık orası kendilerine kırk yıl haram kılınmıştır. Onlar yeryüzünde şaşkınca dönüp duracaklar. Sen de o fasıklar topluluğuna üzülme.” (Maide sûresi, 25-26)

Bediüzzaman'ın özellikle Lemeat'ta 'musibetler' ile 'ibadetler' arasında kurduğu bağlantı bana şöyle (bence ilginç) birşeyi düşündürdü: Musibetlerin, özellikle umumî/genel musibetlerin, yaratılış hikmetlerinden birisi de toplumun alışkanlıklarının değişmesi. Ne demek bu? Biraz şu demek: Bir toplumda İslamî (dolayısıyla insanî) emir veya yasaklardan genel bir sapma olduğu zaman bunun salt bir nasihat ile, yani "emr-i bi'l-maruf ve nehy-i ani'l-münker ile" düzeltilmesi çok zor oluyor. Ancak ihsan-ı ilâhî türünden özel akrebî dokunuşlarla bu sağlanabiliyor. (Mümkün lakin sık yaşanan bir durum değil.) Fakat genelde kavimler/topluluklar bu derece alıştıkları bir kem ahlaktan vazgeçmekte zorlanıyorlar. Direniyorlar. Ayak sürüyorlar. Çünkü ona 'kötü' bile demiyorlar. Kötülüğü delillerle izah edilse dahi inkârı iknadan daha kullanışlı görüyorlar.

Peki bu neden yaşanıyor? Onun cevabını da bencileyin şöyle veriyorum: Alışkanlık ikinci bir fıtrattır. Birşey alışkanlık (ve hatta bağımlılık) noktasına geldiğinde, insan, onun emirlerini fıtratının doğal çağrılarından ayıramaz. Sesler karışır. Direnmek güçleşir. Fıtratın çağrıları zaruriyattır. Emmârdır. (Şiddetle emredicidir.) İnsan (veya başka bir canlı/cansız) onlara uzun süre karşı koyamaz. Zaten üzerlerine (yani onları gerçekleştirmek üzere) yaratılmıştır.

Temelinde/esasında onlar vardır. Dolayısıyla onları hayata geçirmemek 'kendisini inkâr etmek' veya 'kendisine karşı koymak' gibi rahatsız eder. Yanlış anlaşılmasın. Bu ömürde bir veya birkaç kere yaşanan bir mücadele de değildir. Her an yeniden bu mücadele yaşanır. (Su içmeye direndiğinizi düşünelim mesela. Bir veya birkaç kere karşı koymakla geçer mi hiç? İçmedikçe artarak sürer.) Yaratılışına konulmuş bu seslere insan uzunboylu kulaklarını tıkayamaz. Çünkü bu ses, hayatın fon müziği gibi, sürekli mesajını tekrar eder.

İşte, biz, bu sesleri bazen alışkanlıklarımızın sesleri ile karıştırırız. (Aslında sıklıkla karıştırırız.) Çünkü her ikisi de mesajlarını tekrar eden şeylerdir. Bir insan herhangi birşeye alışkanlık ile tutulduğunda sahte bir fıtrat sahibi olur. Yahut da şöyle demeli: Fıtratına kaçak kat çıkmış olur. Alışkanlığının terki için mücadele edene kadar da onun 'sürekli kendisini tekrar eden' mesajlarından kurtulamaz. Alışkanlık ile fıtratı da tam bu noktadan ayırabiliriz zaten:

Alışkanlık, kendisine karşı ciddiyetle mücadele verildiğinde seslenmeyi bırakır, sahteliğini kabul eder, geçer. Fakat fıtrat, kendisine karşı ne kadar mücadele verilirse verilsin, sesini kısmaz. Sesini kısma çabaları farklı noktalarda arızalarla yapılanın yanlışlığını ortaya koyar. Örneklendirmeye çalışalım: Bir insan tedavi görerek bonzai kullanmayı bıraksa bundan elbette ferahlık duyar. Ancak su içmeyi bıraksa bundan alacağı bir ferah yoktur. Sonu ölümdür.

Tasavvuf ve tarikat mabeyninde sıklıkla istimal edilen 'nefs-i emmâre' veya 'nefis terbiyesi' veya 'nefsin bendini kırma' gibi tabirler bu şekilde düşünülürse daha kolay anlaşılır. Nefis fıtratın çağrılarını/ihtiyaçlarını bize iletmek, hatta bir açıdan 'bizi onları tatmin etmeye mecbur etmek' için içimize konulmuştur. Onlardaki ihmaller hayatımızı kötü etkileyeceğinden nefis gibi hayata sıkı tutunan birşeyle oyunda kalmaya zorlanırız. (İntihar oranlarını düşüren şeylerden birisinin de nefis olduğunu düşünürüm ben.)

Ancak nefis bazen (hatta çoğu zaman) mesajları karıştırır. İçeriden gelen sesler ile dışarıdan gelen dayatmaları ayıramaz. Bir insanın sürekli yapmakla kendini alıştırdığı şeyleri de fıtrattan saymaya başlar. (Yapılmadığı zamanları unutur çünkü.) Onların da (velev şer, haram, günah olsun) gerçekleştirilmesi için bizi baskılar. Sıkıştırır. Zorlar. İşte nefsin bu hali nefs-i emmâredir. Kötülüğü de emredecek kadar güçlüdür. Tasavvuf (veya daha genel manada İslam diyelim) nefsi terbiye ederek ona 'zaruri' ile 'zaruri olmayan'ı ayırmayı öğretir. Nefisle ilgili mesailerin arkasında yatan en önemli argüman, bana göre, budur. Nefis fıtrat ile kem alışkanlıkların seslerini birbirinden ayırsın diye eğitilir.

Tekrar baştaki meseleye dönersek: İşte, kitlesel anlamda bozulmaların yaşandığı, zaruri ile zaruri olmayanın ayrılmakta zorlandığı zamanlarda umumi musibetler bizi fıtrat noktasında, tabir-i caizse, 'reset'lerler. Fabrika ayarlarımıza döndürürler. Bağımlılığımızı zaruriyattan saydığımız şeylere karşı bizi soğuturlar. Bireysel anlamda da genel anlamda da musibetlerin böyle bir hikmeti de vardır. Özellikle umumi musibetler toplumsal ahlakın topyekün değişiminde büyük bir hizmet görürler. Bediüzzaman'ın I. Dünya Savaşı'nda yaşanan mağlubiyete dair Lemeat'taki izahları da bize bu sırrı fısıldar:

"Beş vakit namaz için yalnız o saati, bizden yine bizim için emretti, hem istedi. Tembellikle terk ettik, gafletle ihmal oldu. Şöyle de ceza gördük: Beş senede, yirmi dört saatte daima tâlim ve meşakkatle tahrik ve koşturmakla bir nevi namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık. Keffâreten beş sene cebren oruç tutturdu. Kendi verdiği maldan, kırkından ya onundan birini zekât istedi. Buhl ile hem zulmettik, haramı karıştırdık, ihtiyarla vermedikti. O da bizden aldırdı müterâkim zekâtı. Haramdan da kurtardı. Amel, cins-i cezadır. Ceza, cins-i ameldir. Salih amel ikiydi: Biri müsbet ve ihtiyarî; biri menfi, ıztırarî. Bütün âlâm, mesâib, a'mâl-i salihadır; lâkin menfidir, ıztırarî. Hadis teselli verdi."

Bu noktada ben artık diyorum ki: 'Menfî ibadet' dediğimiz şey de zaten 'müsbet ibadetleri' yapacak şekilde ahlakımıza verilen balans ayarlarıdır. Cenab-ı Hak, musibetler vesilesiyle, aksi şekilde davranmayı zaruriyat sanan nefsimize, ahlaksızlığın veya ibadetsizliğin zaruriyat olmadığını öğretir. Cepheden cepheye koşmaya alışmış bir askerin nefsi için, namaz, evinde maç izleyen bir insan için olduğu kadar zor değildir. (Ahlakı uyum sağlamıştır.) Malını ve mülkünü dünya musibetleriyle harcamaya alışmış birisi için, zekat vermek, sürekli malına mal katan bir insan için olduğu kadar zor değildir. (Ahlakı uyum sağlamıştır.)

Yaşadığı mahrumiyetlerle aç kalmaya alışmış bir insan için, oruç tutmak, hiç mahrumiyet yaşamamış bir şişgöbek için olduğu kadar zor değildir. (Ahlakı uyum sağlamıştır.) İşte, biz, tam da bu şekilde, ibadetleri yapabilecek bir nefis ayarına kavuşuruz musibetler sayesinde. Mürşidimin, sadece genel belalar anlamında değil, bireysel musibetler noktasındaki yorumları da bu dersi bize söyler: "Eğer sair teellümât-ı ruhaniye ise, sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbanî bir kamçıdır."

Yine bu bakış açısıyla 'musibetlerin neden müslümanlara daha sık geldiğine dair metinler' de kolay anlaşılır olur. Müslümana verilen musibetten murad, arızî zulmünün kesilmesi, yani kem alışkanlığının değişmesidir. Fakat kâfire verilecek olan musibette, böyle bir hayrın ihyasının murad olunabileceği iman temeli mevcut değildir ki, 'ahlak değişiminin' ona bir faydası olsun. Onunki zulüm değil küfür meselesedir. Devam edeceğinden musibete uğramaz.

"Sual: Has dostlarınıza gelen musibetleri, tokat eseri deyip hizmet-i Kur'âniyede füturları cihetinde bir itab telâkki ediyorsun. Halbuki size ve hizmet-i Kur'âniyeye hakikî düşmanlık edenler selâmette kalıyorlar. Neden dosta tokat vuruluyor, düşmana ilişilmiyor? Elcevap: 'Zulüm devam etmez, küfür devam eder!' sırrınca, dostların hataları, hizmetimizde bir nevi zulüm hükmüne geçtiği için, çabuk çarpılıyor. Şefkatli tokat yer, aklı varsa intibaha gelir. Düşman ise, hizmet-i Kur'âniyeye zıddiyeti, mümânaati, dalâlet hesabına geçer. Bilerek veya bilmeyerek hizmetimize tecavüzü zındıka hesabına geçer. Küfür devam ettiği için, onlar ekseriyetle çabuk tokat yemiyorlar."

29 Mart 2017 Çarşamba

Latifleşme çabaları...

Mürşidimin dikkatlerimizi tekrar be tekrar çektiği 'acz ve fakrın makbul bir şefaatçi haline gelmesi' hâdisesi aslında hepimizin şahidi olduğumuz birşey. Çünkü hepimiz varlığa baktığımızda görüyoruz ki: Acizleşmek aslında kuvvetlenmek. Nasıl? Aciz canlıların sahip olduğu yetenekler bize bunu öğretiyor. Biz arıdan zekiyiz, ama arı, bizim modern kimya bilgisiyle dahi başaramadığımız bir balı yapıyor. Biz güvercinden daha kurnazız, ama güvercin, bizim evimizi bulamayacağımız mesafelerden rahatlıkla yuvasını buluyor. Biz ağaçtan daha hareketliyiz, ama ağaç, beslenmek için her sabah işe gitmeye mecbur olmuyor. İktidarla güç ve rahatın doğru orantılı olduğu üzerine kurduğumuz mantık, iş böyle canlılara geldiğinde, hapı yutuyor. Daha aciz olan daha tılsımlı işler başarıyor.

Hem sadece canlılarda mı hapı yutuyor? Hayır. Fazlası var. Maddî olarak latifleşen şeyler kesiflerden daha üst bir boyutta işler yapabiliyorlar. Işık, cisim olarak bir taştan daha latifken, bir taşın başaramayacağı hızda ve harikalıkta işler yapabiliyor. Hava, sudan daha ele gelmez bir haldeyken, ses ve ışık gibi şeylerin iletkenliğinde daha üst bir konuma yükselebiliyor. İnternete yüklediğiniz elektrik letafetinde bir bilgi bir kitapta saklı kalan katı varlığından daha hızlı yayılabiliyor. Bütün bunların verdiği ders ise şu: Kesif olmak 'daha çok varolmak' demek değil. Daha yoğun bir şekilde varolmanız 'daha üst bir düzeyde varolmanız' anlamına gelmiyor. Bir şairin, şiirlerine binen düşünsel varlığı, o şairin bedeninden daha hızlı dünyayı dolaşabiliyor.

Bu farkındalıktan sonra, insanın, cevabı eşliğinde hayatını şekillendireceği soru şu: Varolmam için 'varolmam' gerekir mi? Biraz daha açalım: Varolmam için 'kendim olmam' gerekir mi? Buradaki 'kendilik' ifadesini 'kesafetimizi arttıran sınırlar' anlamında kullanıyorum. (Yoğunluk/kesafet de birim başına düşen daha çok kendilik miktarı değil midir?) Ve hakikaten de insanın 'kendim' dediği şeyi tarifi 'ötekisine' çizdiği sınırlar üzerinden şekilleniyor. Bu sınırları keskinleştirdikçe ve çoğalttıkça daha çok 'kendi' olduğumuzu sanıyoruz biz.

Kendiliğimiz belirginleştikçe kesafetimiz/yoğunluğumuz da artıyor gibi geliyor. Tüm asabiyetlerin çıkış noktası burası. "Beni ötekimden ayıran çizgiler belirginleştikçe ben daha çok ben olurum. Ben daha çok ben olursam hem daha çok varolurum." Bu inanış, bizim, nefsî düzeyde tanımladığımız varlık alanı. Zira nefis, parçası olduğu bütünün değil, bilincinde olduğu parçasının menfaatleri üzerine yaşar. Cebindeki parayı insanlığın ihtiyacına sarfetmektense ihtiyacına harcamayı önemser. Bu, parçanın, varlığını koruması için bağışlanmış bir yetenektir. Şeriat dairesinde kaldığı sürece hikmetlidir.

Bu noktada mürşidimin "Hayvâniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun..." demekle neyi kastettiğine de yaklaşıyoruz. Hayvanlık varolanın kendi parçası adına yaşamasıdır. Kendi parçası adına yaşayanın ancak kendisi kadar bulabildiği varlık yerine, kalp ve ruh farkındalığında, ötesiyle anlam arayan insanın hayatını seçmeliyiz. Biz kalbimizin veya ruhumuzun varlığını en çok neyle hissediyoruz? Bizi, ötekimiz ile ilgili, onun için duygulanır hale getirmesinden değil mi? 'Kalpsiz!' dediğimiz insanların şikayetçi olduğumuz yanları, aslında hissediş yoksunluğu, yani öteye ilgisizlik, ötesi için menfaatleri dışında bir telaş hissetmeme değil mi?

"İnsan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzat yalnız zâtını sever; başka herşeyi nefsine feda eder. Mâbuda lâyık bir tarzda nefsini metheder; mâbuda lâyık bir tenzihle nefsini meâyipten tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez. Nefsine perestiş eder tarzında, şiddetle müdafaa eder."

Burada şu ayrımın da altını çizmeliyim: Birşeyle menfaatlerimiz için ilgilenmemiz aslında onunla ilgilenmek sayılmaz. Onunla dolayısıyla ilgilenmiş oluruz. Asıl ilgilendiğimiz kendimizdir. Varlığı devam etmesi gereken kendimizdir. Çıkarları korunması gereken kendimizdir. Başkalarıyla hakiki ilgilenmek şefkatle başlayan bir yolculuktur. O zaman ötekimizin varlığına kendi varlığımızdan daha fazla ilgili ve taraftar oluruz. "Anam-babam sana feda olsun ya Resulallah!" diyen sahabe efendilerimiz bize en çok bunu ders veriyorlar.

İnsanın annesi ve babası zahiren varlığının kaynağıdır. Fakat Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın varlığı kalp ve ruhun derece-i hayatında öyle bir varlık alanı daha açar ki, maddi ve bedeni varlığımız o düzlemde detaylaşır, 'olmasa da olur' noktasına gelir. Bitirirken baştaki vurguya geri dönelim: Kesif bir şekilde varolmak 'daha çok varolmak' demek değildir. Zayıf bir şekilde varolanların gösterdikleri harikalar bize asıl varlığın bizden daha büyük birşey için latifleşmekle olabileceğini öğretiyor. O zaman başta namaz olmak üzere ibadetlere 'insanın latifleşme çabaları' diyebilir miyiz? Bütünün anlamını hatırlayarak ve hatırlatarak latifleşme çabaları...

27 Eylül 2016 Salı

Kendinden fazlası için ne yaptınsa kendinle hep o kalacak...

Âişe annemizden (r.anhâ) rivayet edildiğine göre: Resûl-i Ekrem’in ailesi koyun kesmişlerdi. Efendimiz aleyhissalatuvesselam bir ara “Ondan geriye ne kaldı?” diye sordu. Hz. Âişe; “Sadece bir kürek kemiği kaldı” cevabını verdi. Bunun üzerine Efendimiz; “(Desene) bir kürek kemiği hariç, hepsi duruyor!” buyurdu. (Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme 35)

Kendimce, nefis düzleminde yaşanan bir hayat ve tadılan lezzetler ile mürşidimin 'kalp ve ruhun derece-i hayatı' veya 'lezzet-i ruhaniye' dediği şeyi şöyle ayırabiliyorum: Diyelim birisine dar gününde iyilik ettiniz. Çok zaruri bir ihtiyacını giderdiniz. Ondan da candan-ciğerden bir "Allah razı olsun!" aldınız. Bunun lezzeti hiç gitmiyor. Huzurlu bir lezzet bu. Bir kilo baklavayı hapır hupur yemek gibi değil. Telaşlı değil. Baklavanın lezzeti, sizin iştahınız geçince veya o bitince, terkedip gidiyor. İyiliğin lezzeti sizi terketmiyor. Çünkü orada eylenen şey kendisiyle başlayıp bitecek bir amaç uğruna eylenmedi. İyilik yaptığınızda kendinizden öte bir bütünlüğe hizmet etmiş olursunuz. Bir başkasının varlığına katkı sağlarsınız. Başkasının varlığına yapılacak katkı aynı zamanda sizden öte birşey adınadır. O parçayla varlığını devam ettiren bütün adınadır. Bencilce değildir. Bencilce olan sizle biter. Bütün adına olan hep devam eder. İyiliği abesten en çok ayıran budur bence: İyilik, bütün adına yapılandır. Abes, parça adına yapılan. Kötülük, parçalamak adına yapılan...

"İnsanda iki vecih var. Birisi, enâniyet cihetinde şu hayat-ı dünyeviyeye nâzırdır. Diğeri, ubûdiyet cihetinde hayat-ı ebediyeye bakar..." diyen mürşidimin dikkatimizi çektiği biraz da budur belki. Sen birşeyin parçasısın. Ve 'benlik' denilen parça bilincine sahipsin. Bu bilinç aynı zamanda sana kendi içinde bir bütünlük olduğunu düşündürüyor. Şuur, parçanın sahip olduğu bütünlük bilincidir. Şuursuzluk, parçanın parça olduğunun farkında olmamasıdır. İnsansın. Parçası olduğun şeyin bütünlüğünü unutmaya yatkınsın. Kendi parçanın varlığını bütünün varlığından daha önemli görmeyi seviyorsun. Seviyorsun, çünkü aynanda yansıyanı gerçekle arandaki tek bağ olarak biliyorsun. Sanıyorsun ki; aynan kırılırsa, o bağ sonsuza kadar kesilecek.

Ölüm bu yüzden korkutuyor seni. Ubudiyet, bu bağın öyle kolay kesilecek birşey olmadığını hatırlatıyor. Varlığını devam ettirebilmen için parçanda bencilleşmene gerek yok. Hodbinlik zorunlu değil. Hüdabinlik mümkün. Bütünün varlığına kendince hizmet etmen, sonsuzluğun içinde pay sahibi olman açısından, kendin kalmaktan daha gerekli ve önemli. Aynan kırılsa da aynanda yansıyanlar hep varolacak. Eğer onların varlığına bir katkı yapabildinse, aynan yüz yerinden kırılmış olsa da, sen de o varlıkla birlikte hep varolacaksın. Eğer onların anlamına iyilikle dahil olabildinse sen de o anlamla beraber yaşayacaksın. Çocuğunun hayatı annenin de hayatı olacak.

"Evet, ebedînin sâdık dostu ebedî olacak. Ve bâkinin âyine-i zîşuuru bâki olmak lâzım gelir." Şuurun sayesinde bütünlüğün farkındasın. Anlamın farkında olmak, anlamın bir parçası olmaktır aynı zamanda. Ubudiyet adına yaptığın herşey sana o bütünlüğü hatırlatıyor ve seni de bir parçası kılıyor. Namaz, oruç, hac, zekat, hamd, salavat, sadaka... Hatta hep söyleyegeldiğin kelimat-ı mübareke... Hepsi, parçan için varolmadığını, 'kendinden ötede bir bütünlüğün parçası olmak için yaratıldığını' hatırlatıyor. Hepsinin manasında bu var. İbadet etmek, varoluşunu, ötende birşeyle anlamlandırmaktır. Hatta bütününü beraber anlamlandırmaktır. Enaniyet ise seni parçanda kör eder. Varlığını, varlığına hapsolmuş bir şekilde tanımlar. Peki, bundan bir kurtuluş yolu yok mudur?

"Demek güvendiğin hayat-ı maddiye, yalnız bir dakikadır. Hattâ bir kısım ehl-i tetkik, 'bir âşiredir, belki bir ân-ı seyyâledir' demişler. İşte, şu sırdandır ki, bazı ehl-i velâyet, dünyanın, dünya cihetiyle ademine hükmetmişler. Madem böyledir. Hayat-ı maddiye-i nefsiyeyi bırak; kalb ve ruh ve sırrın derece-i hayatlarına çık, bak: Ne kadar geniş bir daire-i hayatları var! Senin için meyyit olan mazi, müstakbel, onlar için hayydır, hayattar ve mevcuttur."

O halde bütünde değerli olan şeyler biriktir. Ve seninle hep kalan lezzetlerin peşinde koş. Anlamlı şeyler yap. Anlamın lezzetini ruh saklar. Anların lezzetini nefis ancak tadar. Anları/tadışları biriktiremezsin, ama anlamı biriktirebilirsin. Ömrünü güzel anlamlara adarsan (ki bu güzel anlamların en birincisi imandır) o zaman yaşadığın hiçbirşeyi geride bırakmazsın. İbadetlerinin insanı ahirette nasıl bulacağını anlatan ayet ve hadisler aslında bunu da fısıldıyorlar: Dar gününde arkadaşın için yaptığın iyilik seni terkediyor mu ki; Allah rızası için, onun yarattığı tevhidî bütünlüğün anlamından nasiplenmek için yaptıkların seni terketsin. Ve terketmeyeceğine geçmişteki iyiliklerini her hatırladığında bizzat sen şahit oluyorsun. Bizzat içinde bir doğrulayıcı buluyorsun. Kendinden fazlası için ne yaptınsa kendinle hep o kalacak...

2 Kasım 2015 Pazartesi

Bir ayet kaç mandal eder?

"Onlar dünya hayatını seve seve âhirete tercih ederler." (İbrahim sûresi, 14:3)

Arkadaşım, hatırlarsın, küçüklüğümüzde hurdacılar en değersiz buldukları eşyaya karşılık mandal verirlerdi. Daha değerlisine plastik tabak, belki bir kova veya leğen... O kadar ağırlığı ümitle götürüp şu kadarcık karşılık bulmak çocuk kalbime ağır gelirdi bazen. Yazıklandırırdı. Fakat hurdacı da mesleğinde hasisti. Vazgeçmezdi. Benim gibi üzülenler olduğu gibi eline geçen plastiğin cicisi-bicisine hemen tav olanlar da vardı. Hatta hurdacılar çocukları bu türden oyuncaklarla da kandırırdı. (Benim de kanmışlığım vardır.) Eh, evet, şimdi gülümseyerek anımsıyorum. Ama aynı zamanda 'anlamak' için de kullanıyorum. İşte bir tanesi: Mürşidimin 23. Söz'de kullandığı 'demirciler çarşısı ve antika' benzetmesi sırf bir eser-müessir ilişkisini anlatmıyor kanaatimce. Ya? Bence, Bediüzzaman orada, Küçük Sözler'den itibaren yapageldiği karşılaştırmaları bir tür özet geçiyor. İki farklı varlık algısını ana kodlarıyla fotoğraflıyor.

Nasıl algılardır peki bunlar? Gücümüz yettiğince tarifini deneyelim: Bu algılardan birisi 'dönüştürebildiği' ile meşguldür ve 'dönüştürebildiğine-dönüştürebildiği kadar' kıymet verir. Diğeri ise 'öyle bulduğu' ile meşguldür ve 'öyle bulunmasındaki hikmete saygı duyarak' ve dahi 'anlamaya çalışarak' varlığa bir değer atfeder. Biraz daha Küçük Sözler'in diliyle konuşursam: Bu algılardan birisi hodbin/ben-merkezli bir değer yargısına sahipken diğeri hudabin/O-merkezli bir değerlendirişe sahiptir. Hemencecik küçücük bir açıklama da yapmalıyım tam bu makamda: Buradaki 'O' en sonunda elbette Allah'ı kasteder. Daha genel manada ise 'ben'in senlerle, yani varlıkla, muhatap oluşta masivadan olmayan bir otoriteye karşı 'O' farkındalığı yaşamasıdır kastedilen. Evet. O kadar konuştuk. Bir de temsili hatırlayalım:

"Meselâ, insanların san'atları içinde, nasıl ki maddenin kıymetiyle san'atın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazan müsavi, bazan madde daha kıymettar; bazan oluyor ki, beş kuruşluk demir gibi bir maddede beş liralık bir san'at bulunuyor. Belki, bazan, antika olan bir san'at bir milyon kıymeti aldığı halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor. İşte, öyle antika bir san'at, antikacıların çarşısına gidilse, hârika-pîşe ve pek eski, hünerver san'atkârına nisbet ederek, o san'atkârı yad etmekle ve o san'atla teşhir edilse, bir milyon fiyatla satılır. Eğer kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir bahasına alınabilir."

Sorarım sana arkadaşım: Demirci için varlık nedir? Demirci için varlık zanaati çerçevesinde şekillendireceği bir hurdalar yığınıdır. En sanatlı, pahalı veya işlevsel bir eşyayı demirciler çarşısına götürün mesela. Orada ona 'vaktiyle satıldığı fiyata' veya 'vaktiyle gördüğü işe' veyahut 'ustasının sanatına' atıfla bir değer verilmez. Ağırlığına bakılır. Neden? Çünkü demirci onu ancak ağırlığınca dönüştürebilecektir. Kendi istediği şekle onu ancak maddesince sokabilecektir. Menfaati oradadır. En pahalı mekanik eşyanızın değeri bile birkaç liradan fazla olmaz onun yanında. O hünerini eşyaya sonradan katacaktır. Öncesinde sanat aramaz. Umursamaz. Görmez. Eşya, onun için 'dönüştürülmeye muhtaç olan'dır. Nötrdür. Hamdır. Varlığın kendisinde ona göre bir hüner yoktur. Nitekim tartıldıktan sonra en nihayet kaldırılıp bir kenara atılır ve eritilip dönüşeceği günü bekler.

Fakat antikacı eşyaya böyle bakmaz. Onun eşyaya bakışı 'ne kadar dönüşeceği' üzerine değil 'nasıl öyle olduğu' ile ilgilidir. Yani varlık nasıl bir tasarrufla 'öyle olmuş'tur? Öyleliğinin alakaları nelerdir? Kimlere bağı vardır? Öyle olurken hangi ellerden geçmiştir? Başka nelere dokunmuştur? Zamanın hangi ötesinde oluşmuştur? Öyle oluşunun detayları nasıldır? Ne ayrıntılar gizlidir bu öyle oluşta? Eyleyenine dair neler söyler?

Antikacı bunlarla ilgilenir. Varlığı 'öyle olduğu' ile masaya yatırır. Varoluşuna saygı duyar ve onu o varoluşun zamansal, mekansal veya sanatsal çizgisinde tarif eder. Yani antikacı 'dönüştürmekten' çok 'öyle kalmasını' sağlamakla ilgilidir. Öyle kalmasını sağlarken de öyle olmasını sağlayan 'O'nun bilgisini keşfe çıkar. (Nasıl bir 'O' onu 'öyle' kılmıştır?) Hatırlayınız: Müzelerde eşyalar fazla ışıktan bile sakınılır. Tabir-i caizse, antikacı, eşyanın fıtratını sakınan bir muhafızdır. Çünkü onun eşyaya verdiği değer fıtratı üzerindendir. Fıtratın değeri ise Fatır'ına atıf yapmadan ölçülemez. Özen gösterilmeden de korunamaz.

Evet. Bediüzzaman'ın külliyatın çok yerinde bu iki varlık algısına atıfları var kanaatimce. Mesela birisi felsefe hikmeti ile Kur'an'ın hikmeti mukayesesinde karşımıza çıkıyor: "Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı 'kuvvet' kabul eder. Hedefi 'menfaat' bilir. Düstur-u hayatı 'cidal' tanır..."

Şu sayılanlar ne kadar da 'demirciler çarşısı' meziyetlerine benziyorlar öyle değil mi? Göremediniz mi? Hadi beraber düşünelim: Bir kere elbette demiri dönüştürmek için kuvvete ihtiyacınız var. Ve bu dönüştürme işlemi varlığın 'öyle olmasıyla' bir cidal içeriyor. Çünkü varlık aslında böyle değil. Siz onu 'yaratıldığı öyle'den 'sizin istediğiniz böyle'ye çevirmeye çalışıyorsunuz. Bu varlığın fıtratıyla bir mücadele değil mi? Fatır mı? O da kim? Hurdalık burası. Hurdanın ustası olur mu? Sanatın ne işi var ki hurdada bir de Sânii aransın? Hakikati yoktur ki, hâşâ, Hakkı olsun.

İşte, varlık algısındaki bu bozulma, bu antikacıdan demirciye dönüşüm, modern medeniyeti varolanı yeniden kurgulamada böylesine cüretkâr yapıyor. Ve bugün insanlık, tarihin hiçbir yerinde rastlanmamış bir şekilde, doğayla savaşta. Onu değiştirerek değerli kılmaya çalıştıkça modern medeniyet "Ben bunun üzerine yaratılmadım!" diyerek onu reddediyor tabiat dediğimiz kitap. Türlü çevre felaketleri dış dünyamızda sosyolojik ve psikolojik felaketlerse iç dünyamızda bu reddin delilleri.

İşte, kanaatimce, Bediüzzaman sadece akaidimizi ehl-i sünnet çizgisi üzere düzeltmiyor, aynı zamanda varlık algımızı da fabrika ayarlarına döndürüyor metinlerinde. Yahut da şöyle söylemeli: İtikadımız düzeldikçe varlık algımız da düzeliyor. Mesela şurası ne güzel bir örneği:

"Yahu, sen divane olmuşsun. Batnındaki çirkinlikler zahirine aksetmiş olmalı ki, gülmeyi ağlamak, terhisâtı soymak ve talan etmek tevehhüm etmişsin. Aklını başına al, kalbini temizle—ta şu musibetli perde senin nazarından kalksın, hakikati görebilesin. Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyetperver, muktedir, intizam perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemâlât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz."

Evet, memleket, senin algıladığın gibi dönüşmeye muhtaç olamaz. Ya nasıldır peki? Hayr üzeredir. Zaten olması gereken şekil üzerinedir. Kapitalistçe bir sömürüyle evren âbâd olmaz. Alıntı yapmaya devam edelim: "Amma hikmet-i Kur'âniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel 'hakkı' kabul eder. Gayede menfaate bedel 'fazilet ve rıza-i İlâhîyi' kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine 'düstur-u teâvünü' esas tutar."

İşte antikacılara yakışan meziyetler. Yukarıda altını çizmeyi unuttuğum için burada çizeyim: Menfaat en baştan beri ima ettiğim 'dönüştürme' işleminin kendisidir. Yani insan, dünyevî menfaati ekseninde, 'öyle' olanı 'böyle' kılmaya çalışır. Nefis de işte bu 'öyle olanı böyle kılma arzusu'nun merkezidir. Zira nefis varlığı menfaatinden tanır. Menfaatinden tanıdığı için de tehlikelidir. Bencil olduğunda herşeyi 'ben'ine göre yeniden kurgulamaya gayret eder. Aslolana zarar verir. Fıtrî olanı bozar.

Peki aslolan ne? Aslolan haktır. Hak derken bizim kastettiğimiz birşeyin aslıdır. Ne demek bu? Bir misal verelim: Sizinle bir alışveriş yaptık diyelim. Siz anlaştığımızdan az para verdiniz. 'Aslında' ne kadar verecektiniz? İşte o aslında benim 'hakkım'dır. Asıl ve hak arasında böyle bir ilişki de bulunur.

Aslı kabul ettiğinizde sanat, artık sizin katacağınız değil, sizin takdir edeceğiniz birşey oluyor. Siz yaratmıyorsunuz. Müşahade ediyorsunuz. Mü'minin varlıkla ilişkisi böyledir. Sahip değil şahittir. Hakkı teslime çalışmak aynı zamanda o şeyin yaratıldığı gibi olmasına/kalmasına çalışmaktır. Fazilet ve rıza-i ilahî ise, aslolana saygı duyduktan sonra, o aslın sahibine de duyulan saygının ifadesidir. Neyin fazilet olduğunu da, neyden razı olunacağını da artık 'ben' değil, 'o' belirler. Ben ancak varlıkla aramdaki uyumun ifadesi olan 'yardımlaşmayı/teavünü' gözetirim. Üzerime düşeni yaparım. 'Öyle olmasına' yardım ederim, 'böyle olmasını' zorlayamam.

"Demirci herşeye dönüştürebildiği kadar kıymet verir..." dedik. Modern medeniyet ve onun yerli versiyonu olan modernist İslam anlayışı da bu temayülde değil mi? Onun gözünde geleneğin bir kıymeti yok. Çünkü gelenek 'antikacı' çağrışımı yapıyor. Dönüştürülemeyeceğini ifade ediyor. Birşey zamanın bir yerinden ve o yere yakın olan kimseler üzerinden değerlenmeye başlarsa aslına yaklaşır. Antikalaşır. Modernizmin İslam'ı aslına yaklaştırma diye bir argümanı varsa da bu sadece dilinde. Aslında yapmak istediği İslam'ı dönüştürmek. Modern medeniyetin kullanabileceği bir hurda sağlayabilmek. 'Öyle kalmak' değil 'adapte' hatta 'asimile' olmak.

Ne tuhaf zamanlardayız! En büyük antikacı olduğu iddiasındaki en kaba demirciler ile uğraşıyoruz bugün. Bizi çağırdıkları 'indirilmiş din' aslında modern medeniyetin hurdalığı. Ve onlar şaheseri hurdalığa düşmekten kurtaracak geleneğe verdiğimiz kıymetten dolayı bizi 'antika kafalı' buluyorlar. Evet bayım elbette sünnet-i seniyye gibi antika sizin pazarda kıymet bulmaz. Çünkü dönüşmez. Siz dönüştüremediğinize saygı duymazsınız. Orası demirciler çarşısıdır. Eh, ne diyelim, antikasının değerini demirciler çarşısında arayan da mandal teklif edildiğinde şaşırmasın. Hatta şimdi biz soralım: Bir ayet kaç mandal eder?

11 Haziran 2015 Perşembe

Belki de sorun kendimizi yeterince neşter altına itmemekte

Yazılarımda kalemimi önce kendime/hayatıma batırmayı severim. Bu, hem bildiğim bir yerden yola başlamamı sağlar ve yazmamı kolaylaştırır; hem de ilk bıçağı kendime çaldığım için, ilerde muhatabıma da ucu battığında; "Sen kendine bak!" deme şansı kalmaz. Çünkü bilir: Ben önce kendimi yerin dibine batırdım. Kendimden razı değilim. Bu haltları ben de yedim. Benim de kendilerinden Allah'a sığındığım kuytu köşlerim, kusurlarım var. "Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez!" cümlesini biraz da böyle anlarım. Ateşe senden bir adım daha yakın olan kişinin seni de ateşe koşturmasına kızmazsın. Ağır bir işte senden daha çok çalışan kişinin, seni ağır bir işe sevketmesinden gocunmazsın. Yükün fazlasının onda olduğunu bildiğin adama öfkelenmek hatırına gelmez. Sitemlerimiz hep 'ötekinin' bizden çok kendini kayırdığı, canına canımızdan daha iyi baktığı durumlara yöneliktir. Kayırmadığından emin olursak sitem de kalmaz.

Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın meşhur yemini olan "Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki..." beni, biraz da bu manayı hissettiğim için, çok etkiler. (Nasıl?) Muhatabına ne diyecekse, ne hakkında nasihat edecek veya uyaracaksa; onun ilk adımını/tebliğini mübarek zatına doğru atmıştır Allah Resulü. "Benim nefsim de Onun kudret elinde. Şimdi seninkinin de Onda olduğunu hissettirecek şeyler söyleyeceğim. Ağırına gitmesin. Burada nasihat veren benim amma, ben de kemal-i teslimiyetle senin tâbi olmanı beklediğim şeye tâbi oluyorum. Seni davet ettiğim şeye önce ben tâbiyim." Böyle şeyler hissederim o yeminde. Muhatabından önce kendine bir dönüş. Muhatabından önce kendine bir dokunuş. Muhatabından önce kendine bir hatırlatma. Bir keresinde Siyer Okumaları'nda Metin Karabaşoğlu abi de birisinden naklen (Asım Köksal merhum olabilir diyeceğim, ama emin değilim) şöyle demişti nazil olan ilk ayetler için: "Allah Resulü, önce kendi nefsine peygamber oldu. İlk ayetler, önce onu bir mübarek okumaya davet etti/emretti. Sonrakiler, halkı da çağırmasını söyledi."

Mürşidim de, Şualar'da, nebilerin dilinden şöyle demez mi: "Madem bizimle görüşmek ve dersimizi dinlemek istersin. Bil ki, başta Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ve Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan olarak bütün peygamberlere vasıtamızla gelen mesâil-i imaniyeye en evvel biz iman etmişiz."

Bediüzzaman, 19. Söz'ün hemen başında şöyle söylüyor: "Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var: Birisi şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini on üç Lem'a ile Arabî Nur Risalesinden On Üçüncü Dersten işittik. Birisi şu kitab-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü'l-Enbiyâ aleyhissalâtü vesselâmdır. Birisi de Kur'ân-ı Azîmüşşandır."

Ben bunu biraz da şöyle anlıyorum: Cenab-ı Hakkın üç şekilde bilinmesi lazım. 1) Kainat üzerinden bilinmesi/okunması lazım. 2) Nübüvvet, yani 'içimizden/insandan elçiler' üzerinden okunması lazım. 3) Bizzat kendi kelamından okunması/bilinmesi lazım. Bu üç bilme yöntemi birbirinden kopuk olarak ele alınmamalı. Yani buradaki üç küllî muarrif söylemi bence "Öyle de bilsen olur, şöyle de bilsen olur, böyle de bilsen olur..." şeklinde değil. Üçünü beraber götürmelisin. Eğer bunlardan birisini eksik/yarım bırakırsan marifetinin dengesi de bozulmaya başlıyor. Bunun en açık örneği, nübüvvet hakikatini (ve özellikle onun hayatımızın içinde yaşamaya devam eden ruhu/yankısı olan sünnet-i seniyyeyi) kısmen veya tamamen terkeden 'Kur'an müslümanları'nda görünüyor.

Sünnete ve onun kelamî yanını ifade eden hadislere, vehmettikleri şüphelerle sırtını döndükçe bu akılsızlar, giderek vayhin mesajından da uzaklaşıyorlar. Zâhiren vahye hasr-ı nazar etmekle birlikte giderek 'bilmede' dengesizleşiyorlar. Kainatı ve Kur'an'ı ne kadar tefekkür ederlerse etsinler, tatmin etmek istedikleri şey akılları ve hevaları olduğu için oluyor bu. Vahyin bir parçası olan Allah Resulünü denklemden çıkarmaya çalışıyorlar. Yine deistler dediğimiz güruh da, Kur'an ve sünnetten bağımsız bir kainat marifeti peşinde koştukları için, buldukları hakikî marifetin yanında zerre bile olamıyor. Ne kalpte bir heyecan yaratıyor ne de fikirde büyük bir inbisat. Halbuki Allah sadece akılla bilinebilecek birşey değildir. Allah aynı zamanda hissedilecek de birşeydir. İnsanî olan her yan ve yön bir bilme şeklidir Allah'a dönük. İbn-i Arabî'nin (k.s.) kalbin köşkünden, aklın sultanı Fahreddin-i Razi'ye (k.s.) dediği gibi: "Allah'ı bilmek varlığını bilmenin gayrıdır."

Başa dönersem: Bediüzzaman'ın tefsir metodunda hatıralarına sıkça yer vermesinin manidar olduğunu düşünüyorum. Bence Bediüzzaman, nübüvvet-kainat-Kur'an düzleminde dengeli bir marifetin yine sünnete, kainata ve Kur'an'a; enfüsî tefekkür de dediğimiz, insan üzerinden uğramakla mümkün olabileceğini gösteriyor onlarla. İnsan hakikatinin sırça sarayını Allah Resulü aleyhissalatuvesselam ifade ederken, Kur'an'ın ifadesiyle onun 'içimizden birisi' olması da her insana dokunan yerini temsil ediyor.

Nübüvveti ve velayeti... Ondan bize gelişiyle bir elçi insan, bizden ona gidişiyle bir veli insan. Yani biz kendi hatıralarımız/tecrübelerimiz eşliğinde, Kur'an'ın, kainatın ve sünnetin mesajının izdüşümlerini okumuş oluyoruz. Tefekkürümüz de kalbimize dokunuyor böylece. Kendi kavrayış sebeplerimizi de buluyoruz. "Ha, demek burada aslında şu denilmek istenmiş!" diyoruz. Burada insanın, hem (nebiler de insan oldukları için) nübüvvete ve hem (kainata dahil olduğu için) kainata bakan bir tarafı var. Belki kainat, Kur'an ve sünnet okumalarımız arasında geçişken bir bölge, insanlığımız. Biz herşeyi insan yolundan geçerek ve insaniyet gözlüğünden bakarak okuyoruz.

Alternatif Bakış programına konuk olduğunda Doç. Dr. İshak Özgel Hoca; Cemaleddin Afganî gibi, Reşid Rıza gibi, Muhammed Abduh gibi insanların eserlerinin Bediüzzaman'ınkiler kadar kalıcı olmamasının, revaç bulmamasının bir nedenini şöyle izah etmişti: "Onların insan tasavvurları eksikti." Çokça düşünmeli bunu. Çokça üstünden geçmeli... Size soğuk görünen bütün metinleri aklınızdan geçirin şimdi. Belki de sorun, kendimizi yeterince neşter altına itmemekte.

1 Ocak 2015 Perşembe

Lezzetlerin ölümü...

Dünya gülümserken de ona 'hayır' diyebilmenin bir yolunu bulmamız lazım. İmtihan bunun üzerine dönüyor. O gülümsemezken, hatta surat asarken 'hayır' demek kolay. Kollarını açtığında nasıl 'Dur!' diyeceğiz? Ona değil, kendimize. Kendimizi, kuvvelerimizi, hislerimizi, nefsimizi nasıl durduracağız o böyle kolları açık 'Gel!' derken. Sınanmadığımız günahların takvası kolay oluyor. Korunmuş alanların içleri kısmen güvenli. Ya ateşe tutulursak? Ateşteyken elimizi 'kalmaya' ikna edebilir miyiz?

Benim aklımı çok kurcalıyor bu. Çünkü bunu başaramazsam geri kalan hayatımın kurgusal kaldığını düşünüyorum. İyi, neden iyi? Kötü, neden kötü? Mış gibi yapmaya düşman oldum her zaman. Kur'an'a ve sünnete teslim olmamak değil bu. Fakat istiyorum ki; Kur'an'ın kötü veya iyi dediğini bizzat kötü veya iyi olarak göreyim, bileyim. Bizzat günahın kendisinden soğuyayım. Bizzat günahın kendisi bana mantıksız gelsin. Anlamsız gelsin. Canım istemesin.

Evet, yine Markar Esayan'nın sözüne geldim. Ben bunu istemiyorum aslında: Kötülüğü canım istesin, ama yapmayayım yine de; bunu istemiyorum. "Canım da istemesin, çünkü o zaten kötü!" diyebilmek istiyorum. İçimdeki bu zıtlık, benim sorunumdur büyük ihtimal. Allah'ın varlığı yaratışında (hâşâ) bir çelişki yok. O vakit, kötü bana iyi geliyorsa; iyi bana kötü geliyorsa; birşeyleri gözden kaçırmamdan olmalı. Bu sorunu nasıl çözeceğim? Kötüyü kötü görmeyi nasıl başaracağım?

"Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sûreten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir. Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir."

Aslı öyle olan ve aslında öyle olan bana neden sûreten böyle görünüyor? Bu ikircik, savaşılması gereken alan, çünkü nefsin iknası böyle olur. Eskiler nefsin gırtlağına çökerek aşmışlar bu engeli; fakat ben denedim, başaramıyorum. 'Daha kolay bir yolu olmalı' diye düşünüyorum. Genele daha yakın bir yol, bir kolaylık. Nefis, aptal değil. Aceleci, ama kesinlikle aptal değil. Neyin iyi, neyin kötü olduğunu anlayabiliyor. Fakat kısavadede yapıyor bunu, hemen gerçekleşebilecek bir menfaatin taraftarı. Hızlı olanın, hemen olanın, çabuk ele geçenin aslında kârlı olmadığını anlatabilecek bir dil bulabilsem, pekâlâ sözden anlayacak gibi.

"His ve heves ise kördür, âkıbeti görmez; bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder; bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker; ve bir saat sefâhet keyfiyle, bir nâmus meselesinde, binler gün hem hapsin, hem düşmanın endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur."

Psikoloji zaten neyi yapıyor? Bunu yapmıyor mu? Nefsin, aklın diliyle ikna olabildiğini görmüş birileri. Doğruyu ve yanlışı, yeterli bir dille, yeterli şekilde, yeterli zamanda anlatırsan/gösterirsen, o da anlıyor bu işte bir tuhaflık olduğunu. Acele olanın kâr getirmediğini farkediyor. Bütün rehabilitasyonlar, terapiler, bağımlılık tedavileri bunun üstüne. Aklını ikna etmek değil bunlarla yapılmak istenen. Akılla kötü olduğu kabul edilmezse, zaten insanı tedavi edemezsin. "Tedavi, suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği yerde başlar..." diyor Irvin Yalom. Aklın bildiğini bir lisan-ı münasiple nefse de anlatmak. Kuvve-i akliyenin dilini kullanıp kuvve-i gadabiye ve şeheviyeye ders işittirebilmek. En sağlam tedavi burada sanki.

"Nasıl ki bir dakika hiddet yüzünden bir katl, milyonlar dakika hapis cezasını çektirir; öyle de, gayr-ı meşru dairedeki gençlik keyifleri ve lezzetleri, âhiret mes’uliyetinden ve kabir azabından ve zevâlinden gelen teessüflerden ve günahlardan ve dünyevî mücazatlarından başka, aynı lezzet içinde o lezzetten ziyade elemler olduğunu aklı başında her genç tecrübeyle tasdik eder."

'Aynı lezzet içinde o lezzetten ziyade elemler olduğunu akla gösterebilmek...' Aradığım cevap bu. Şehvetin, gadabın, hislerin vs. ifrat etmek için her malzemeye sahip olduğu bir zamanda ahiret mesuliyeti veya kabir azabı ile bir nefis ne kadar ikna olabilir? Bana şu anda, şu günde, şu görünende; o kem işe doğru giderken, o kem işi hayal ederken, o kem iş bana gülümserken ağzımın tadını kaçıracak birşeyler öğretmen/hatırlatman lazım. O lezzetin, günahtaki o arsız lezzetin aslında zehrolduğunu bilmem gerek. Camilerde ve her irşadda böyle bir dil geliştirmeye muhtacız. Kısavadede iyi gibi gözükenin, aslında kısavadede de kaybettirdiğine ikna edebilecek bir dil. 'Lezzetleri acılaştıran ölümü çok zikretmek' tavsiyesi içinde 'her lezzetin ölümünü' zeval-i lezzet ile hissetmek/hayal etmek; bence Bediüzzaman bu işi çok başka anlamış. Tefekkürümüzün tahtası eksik, ardından yürüyemiyoruz.

25 Eylül 2013 Çarşamba

Nefsiyle barışmayan, başkasını barıştıramaz

Arapça’da ıslah/düzeltme kelimesi, sulh/barış kelimesinin kardeşi. Ben, bu kardeşliği seviyorum. Müfessirler, Kur’an’ı yorumlarken bu kardeşliklere çok önem veriyorlar. Bu aynı kökten geliş, birisinin diğerini yerine koyabilme veyahut birisinin burcuna diğerinin eşiğinden bakabilme şansı sağlıyor bize... Mesela; sulhü nasıl ki, ‘iki kişinin/tarafın arasını düzeltmek’ olarak anlayabiliyorsam; ıslahı da ‘insanı, hakikatiyle barıştırmak’ şeklinde anlayabiliyorum.

Bu, birbirinin yerine koyabilme; birini anlamada diğerini merdiven kılabilme imkanı, ‘ıslah’ kelimesiyle kardeş olan diğer kelimeleri anlamama da yardımcı oluyor. Mesela; yine kulağımıza çok aşina ‘salih’ kelimesini şöyle yorumlayabiliyorum: “Allah’ın nizamıyla barışık kişi/nesne/şey...” Amel-i salih’e de bu pencereden bulduğum bir anlam var: “Allah’ın kainattaki nizamıyla ve şeriatıyla uyumlu/barışık olan iş/eylem. Bir tür uygun adım yürüme...”

Bu ‘barış’ eksenli bakış, Bediüzzaman’ın “Nefsini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez” sözüne bakışımı da değiştiriyor. Orada kastedilenin nefsi düzeltmek olduğu kadar; nefsi kâinatla, nefsi şeriatla, nefsi vahyin vazettiği düzenle, nefsi kendisiyle barıştırmak olduğunu da düşünüyorum.

Ki Kur’an da insanın günahlarını tarif ederken ‘nefsine zulmetme’ tabirini mükerrer kullanıyor. Demek ki, bizim hatalarımız öncelikle kendimizle barışık olmadığımız yanlarımız. Tevbemiz, istiğfarımız, ıslahımız ise bir nevi; nefsi, fıtratına işlenmiş ve vahiyle de ayrıca emredilmiş şeriatla barıştırma çabamız. Biz; amel-i salih ile biraz da buna çalışıyoruz. Bütün bunlar belki de biraz varlıkla sulh sağlama gayretimiz.

Melekler, Hz. Âdem’in yaratıldığını öğrendiklerinde, endişelerini şöyle dile getirmiyorlar mıydı: “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek bir nesil mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamdederek daima tesbih ve takdis ediyoruz.”

Burada ‘kan dökücülüğün’ karşıtı/zıttı olarak ‘hamd, tesbih ve takdisin’ zikri, benim amel-i salih’i bir barış çabası olarak yorumlamamı kolaylaştırıyor. Evet, bizler; kâinat, kendisine emredilmiş düzenle barışık yaşarken ahengi bozan/kan döken ‘farklılar’ gibiyiz. İslam’ın, bize, fıtrî şeriata ek olarak ikinci bir kez emredilmesi, bunu tebliğ için peygamberler gönderilmesi, biraz da fıtratla barışmanın yollarının öğretilmesi bize. Dinin bize emrettiği herşey—yine Bediüzzaman’ın altını çizdiği gibi—aslında bizim muhtaç olduğumuz, kendimizle barışık olmayan yanlarımızı tedavi eden ilaçlar. Takva ve amel-i salih de bu barışma sürecinin göstergeleri, adımları, çabaları.

Neyse, bir nefes alalım. Ben, bu ‘ıslah’ meselesine nasıl geldim, onu anlatayım: Geçenlerde, bir grup talebe, Zerre Risalesi okumamızı yaparken, Metin Karabaşoğlu abi küçük(!) birşeye dikkatimizi çekti. Birinci haşiyenin, ilk cümlesiydi dikkatimiz çekilen: “İkinci Maksadın, tahavvülât-ı zerrâtın tarifine dair olan uzun cümlenin haşiyesidir.” Buradan Metin abi, Üstadın, Risale-i Nur’daki genel tarzı üzerine dedi ki: “Bakınız Üstadımız ne kadar rahat. Ne kadar kendisiyle barışık. Bizzat kendisi, kendi cümlesinin uzun olduğunu okurlarına söyleyebiliyor. Onun bu halinden alabileceğimiz çok ders var.” (Cümleler bana aittir. Mana Metin abinin.)

Hakikaten de külliyatın içinde Bediüzzaman’ın kendisiyle barışık pekçok itirafı vardır. Bazen, Risale-i Nur’un meziyetlerini anlatırken, Eski Said’in, ‘en zahir hakikatleri bile karmaşık anlatma’ şöhretini zikreder. Bazen, Haşir Risalesi gibi bir harika eserin sonunda okurunun ‘anlayamama’ sıkıntısını anlayışla karşıladığını ve okurunun da kendisini ‘meselenin yüksekliğini düşünerek’ anlaması gerektiğini ifade eder. Bazı yerlerde ‘kuru üzüm çubuğuna’ benzetir kendisini. Bazı yerlerde ‘en çok kendisinin muhtaç olduğu’ vurgusunu yapar.

Bütün bunlar aslında müellifin kendisiyle ne denli barışık olduğunun da delilleridir. Ve bu barışıklık; eserlerinde insanı anlayan, en naif ve zayıf yanlarını şefkatle kucaklayan bir dile dönüşür. Onun metinlerine ben gibi meftun olanlar, belki de en çok bu yönüne vurgundurlar: Kendisini—tüm meziyetlerine rağmen—yine sizin yanınızda ve sizin gibi konumlandırmasına... Okuruyla ve özündeki insanla yaptığı empatiye... En çok buna hayran olurlar. Ki zaten bir okur olarak da ben, üstperdeden ‘doğru insan olmanın yollarını öğretenleri’ değil, beni anlamaya çalışırken değiştirenleri severim. Kendisiyle cesurca yüzleşebilenler, ancak bizi kendimizle yüzleştirebilirler.

Bediüzzaman’da tam da bu vardır. “Nefsini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez” sözünün zikredildiği yerden, en son cümlesine kadar sizi anlamaya, mümkün mertebe empati yapmaya gayret eden bir müellifin metinlerini okursunuz. Mutluluğunuz ve huzurunuz bundandır. Bunun bir delili ‘bahtiyar doktor’ mektubundaki şu paragrafta ne güzel saklıdır: “Acaba benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen, malûmatın içinde ne kadar lüzumsuz, faidesiz, ehemmiyetsiz, odun yığınları gibi câmid şeyleri bulursun. Çünkü ben teftiş ettim, çok lüzumsuz şeyleri buldum.”

Bunu kendi adına söyleyebilen, ben’iyle bu denli barışık olan bir yazarın, sizin üzerinizde etkili olmaması mümkün değildir. Çünkü konuşulan dil; fıtratın dilidir, samimiyetin dilidir. Müellif, nefsini ıslah etmiş, onu vahiyle barıştırmış ve kendisi dahi nefsiyle barışmış bir konumdadır. Onun fıtratıyla bu barışıklığı, özünde olan şeyle bu dostluğu, sizi de özünüzün sesini dinlemeye zorlar. Bu insanlar, bizi cebren değiştirmeye çalışmayan, bizi anlamaya çalışan yazarlardır. Bu onların dili gerçekten ‘mukavemetsuz’dur. İnsan, kendisine dair olana ne kadar mukavemet edebilir ki? Tebliğ makamını, bir tür üstperdeden konuşmak olarak görenlerin kulakları çınlasın! Aramıza karışın. Aramıza karışmadan bizi ıslah edemezsiniz.



19 Eylül 2013 Perşembe

İnkar etme, ikna et

Bediüzzaman’ın, Kur’an’dan mülhem öğretisindeki başarıyı biraz da nefsi ‘inkâra’ değil, ‘iknaya’ dayalı öğretim metoduna bağlıyorum. (Lahikalar bunun hazinesi...) “Nefsi öldürmek...” üzerine kurgulu terbiye metotlarının günümüz gençlerine pek birşey ifade etmediği kanaatindeyim. Elbette yine bu cevheri içinde taşıyan büyükler olacaktır. Ama irşad avama/genele göre olur. Ve benim de içinde bulunduğum genel; nefsini öldürmeye, ezmeye, hiç müsait değil. Büyük cihadda farklı bir dile ihtiyacımız var.

Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki; insan iradesini zorlukla kontrol ediyor. Bize lazım olan; bu canavarı daha fazla üstümüze salacak küçük saldırılar değil. (Çünkü yenilirsek, bütün bütün kendimizi onun kollarına bırakma ihtimalimiz de var. Ve çoğumuz böyle bir yol ayrımında yanlışa sapıyoruz.) O canavarı ehlileştirmenin/ikna etmenin yollarını bulmalıyız. Bunun çok dersleri Kur’an’da var. Bediüzzaman, kendi eserlerinde oradan alıntıladığı bu metodu şöyle anlatıyor:

“Kur’ân-ı Hakîmin sırr-ı i’câzıyla hakîki bir tefsiri olan Risâle-i Nur, bu dünyada bir mânevî cehennemi, dalâlette gösterdiği gibi, imanda dahi bu dünyada manevî bir cennet bulunduğunu ispat ediyor; ve günahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde mânevî elîm elemleri gösterip, hasenât ve güzel hasletlerde ve hakâik-i şeriatın amelinde cennet lezaizi gibi manevî lezzetler bulunduğunu ispat ediyor.”

Risale-i Nur’da çok örnekleri var bunun. Metinlerle aşina olanlar hatırlayacaklardır. Gıybet, haset, husumet gibi kavramlarda uygulamalarını gösterir Bediüzzaman. Ancak Risale-i Nur’un bu tip eğitimlerinin bir güzel yönü daha var ki; o da, öğrendiğiniz bu metodu artık kendiniz de farklı konular üzerinde kullanabiliyorsunuz. Asâ-yı Musa gibi: Bir kere elde edilince, bir daha bırakılmıyor. Nereye vurulsa, su çıkarıyor.

Ben mesela bu paragrafı suizan ekseninde hemen şöyle uygulayabiliyorum: Tanıdığım (veya yabancım) olan bir insanın, hakkımdaki düşüncelerini kötü tahmin etmek, kötüye yormak, benimle ilgili fikirlerini suizanla değerlendirmek, ondan önce benim dünyama azap olup yağıyor. Artık ne yapsa bana batar hale geliyor. Beni strese sokuyor. Beni kırıyor. Huzur muzur kalmıyor artık.

Belki o bu niyetle de yapmıyor fiillerini. Ama ben bir kere suizana alıştım ya, artık ne yapsa bana batıyor. Öylece durması bile dokunuyor, manidar geliyor. Sadece bu bile nefse hoş gelen kötü işlerin, aslında ona da kötü geldiğini (fakat nedenini farketmediğini) göstermeye yeter. Bence bütün günahlarda böyle bir yön var. Onu nefse gösterebilirsek, ikna olması mümkün. Üzerindeki necaseti gören göz, hiç insana elindeki baklavayı yedirir mi? Nefsin de bir aklı var. Ama kalp gibi çalışmıyor.Aklı olmayan menfaatini nasıl bilsin? Ki, kısa vadede, nefisten iyi menfaatini bilen bulamazsın.

Mesela bu yönüyle ‘bahtiyar doktor’ mektubundaki şu ders nasıl da anlamlıdır:

“Bilirsin ki, ömür kısadır, lüzumlu işler pek çoktur. Acaba benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen, malûmatın içinde ne kadar lüzumsuz, faidesiz, ehemmiyetsiz, odun yığınları gibi câmid şeyleri bulursun. Çünkü ben teftiş ettim, çok lüzumsuz şeyleri buldum. İşte o fennî malûmatı, o felsefî maarifi faideli, nurlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lâzımdır. Sen dahi Cenâb-ı Haktan bir intibah iste ki, senin fikrini Hakîm-i Zülcelâlin hesabına çevirsin, tâ o odunlara bir ateş verip nurlandırsın. Lüzumsuz maarif-i fenniyen, kıymettar maarif-i İlâhiye hükmüne geçsin.”

Çok şey bilmenin, eğer o bilgi insanı ‘asıl bilmesi gerekene’ götürmüyorsa, bir yük olduğu öğretisi; mantıkla birlikte nefse de verilen enteresan bir derstir. Hepimizin şehveti var. Her birimiz kuvvelerimizdeki potansiyeli başka kanallara yönlendirerek oralardan ‘amel’ devşiriyoruz. Burada da Bediüzzaman Hazretleri, kuvvelerinin cazibe merkezi ‘daha çok şey bilme’ olan bir mütefennine, çok şey bilmenin de (eğer doğru bir bakış açısı kuşanılmazsa) bir nevi cehalet olacağını ders vermekle nefsine bir tokat atıyor.

Böyle bir tokatın iki türlü faydası var: Birincisi; hakikatin nerede olduğunu öğretmesi. İkincisi; geçmiş emeklerin ziyan olmasını önlemek çaresini aratması ve yolunu da göstermesi. Ve böylece emekleri konusunda hassas olan nefsi harekete geçirmesi. Yani ikna etmesi... Öyle ya, hangimizin nefsi şimdiye kadar harcadıklarının ziyan olduğunu düşünmek ister? Hangimizin tabiatı iflastan hoşlanır? Ona, kaybettiklerini geridönüştürmenin bir yolunu gösterirseniz, koşarcasına gider peşinden. Ki nefsin bu tabiatını, Furkan sûresi 70, şöyle ders veriyor:

“Ancak tövbe edip de inanan ve salih amel işleyenler başka. Allah işte onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” Bu ayetteki çift müjde, bu mektupta da ‘bahtiyar doktora’ müjdelenenden çok farklı değil. Önce tövbelerinin kabulü, sonra ise geçmiş seyyiatın hasenata dönüşeceği müjdesi veriliyor. Tıpkı bahtiyar doktora yapıldığı gibi; emekleri konusunda hassas olan nefse, bir çıkış formülü sunuluyor: “Onları da kurtarabilirsin!” Görüyorsunuz ya, küçücük lahika mektuplarında bile Kur’an’la irtibatlı ne dersler var. Yeter ki, marifete açlığımız geçmesin. Amin.



Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...