Vaiz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Vaiz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Ocak 2015 Perşembe

Lezzetlerin ölümü...

Dünya gülümserken de ona 'hayır' diyebilmenin bir yolunu bulmamız lazım. İmtihan bunun üzerine dönüyor. O gülümsemezken, hatta surat asarken 'hayır' demek kolay. Kollarını açtığında nasıl 'Dur!' diyeceğiz? Ona değil, kendimize. Kendimizi, kuvvelerimizi, hislerimizi, nefsimizi nasıl durduracağız o böyle kolları açık 'Gel!' derken. Sınanmadığımız günahların takvası kolay oluyor. Korunmuş alanların içleri kısmen güvenli. Ya ateşe tutulursak? Ateşteyken elimizi 'kalmaya' ikna edebilir miyiz?

Benim aklımı çok kurcalıyor bu. Çünkü bunu başaramazsam geri kalan hayatımın kurgusal kaldığını düşünüyorum. İyi, neden iyi? Kötü, neden kötü? Mış gibi yapmaya düşman oldum her zaman. Kur'an'a ve sünnete teslim olmamak değil bu. Fakat istiyorum ki; Kur'an'ın kötü veya iyi dediğini bizzat kötü veya iyi olarak göreyim, bileyim. Bizzat günahın kendisinden soğuyayım. Bizzat günahın kendisi bana mantıksız gelsin. Anlamsız gelsin. Canım istemesin.

Evet, yine Markar Esayan'nın sözüne geldim. Ben bunu istemiyorum aslında: Kötülüğü canım istesin, ama yapmayayım yine de; bunu istemiyorum. "Canım da istemesin, çünkü o zaten kötü!" diyebilmek istiyorum. İçimdeki bu zıtlık, benim sorunumdur büyük ihtimal. Allah'ın varlığı yaratışında (hâşâ) bir çelişki yok. O vakit, kötü bana iyi geliyorsa; iyi bana kötü geliyorsa; birşeyleri gözden kaçırmamdan olmalı. Bu sorunu nasıl çözeceğim? Kötüyü kötü görmeyi nasıl başaracağım?

"Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sûreten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir. Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir."

Aslı öyle olan ve aslında öyle olan bana neden sûreten böyle görünüyor? Bu ikircik, savaşılması gereken alan, çünkü nefsin iknası böyle olur. Eskiler nefsin gırtlağına çökerek aşmışlar bu engeli; fakat ben denedim, başaramıyorum. 'Daha kolay bir yolu olmalı' diye düşünüyorum. Genele daha yakın bir yol, bir kolaylık. Nefis, aptal değil. Aceleci, ama kesinlikle aptal değil. Neyin iyi, neyin kötü olduğunu anlayabiliyor. Fakat kısavadede yapıyor bunu, hemen gerçekleşebilecek bir menfaatin taraftarı. Hızlı olanın, hemen olanın, çabuk ele geçenin aslında kârlı olmadığını anlatabilecek bir dil bulabilsem, pekâlâ sözden anlayacak gibi.

"His ve heves ise kördür, âkıbeti görmez; bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder; bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker; ve bir saat sefâhet keyfiyle, bir nâmus meselesinde, binler gün hem hapsin, hem düşmanın endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur."

Psikoloji zaten neyi yapıyor? Bunu yapmıyor mu? Nefsin, aklın diliyle ikna olabildiğini görmüş birileri. Doğruyu ve yanlışı, yeterli bir dille, yeterli şekilde, yeterli zamanda anlatırsan/gösterirsen, o da anlıyor bu işte bir tuhaflık olduğunu. Acele olanın kâr getirmediğini farkediyor. Bütün rehabilitasyonlar, terapiler, bağımlılık tedavileri bunun üstüne. Aklını ikna etmek değil bunlarla yapılmak istenen. Akılla kötü olduğu kabul edilmezse, zaten insanı tedavi edemezsin. "Tedavi, suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği yerde başlar..." diyor Irvin Yalom. Aklın bildiğini bir lisan-ı münasiple nefse de anlatmak. Kuvve-i akliyenin dilini kullanıp kuvve-i gadabiye ve şeheviyeye ders işittirebilmek. En sağlam tedavi burada sanki.

"Nasıl ki bir dakika hiddet yüzünden bir katl, milyonlar dakika hapis cezasını çektirir; öyle de, gayr-ı meşru dairedeki gençlik keyifleri ve lezzetleri, âhiret mes’uliyetinden ve kabir azabından ve zevâlinden gelen teessüflerden ve günahlardan ve dünyevî mücazatlarından başka, aynı lezzet içinde o lezzetten ziyade elemler olduğunu aklı başında her genç tecrübeyle tasdik eder."

'Aynı lezzet içinde o lezzetten ziyade elemler olduğunu akla gösterebilmek...' Aradığım cevap bu. Şehvetin, gadabın, hislerin vs. ifrat etmek için her malzemeye sahip olduğu bir zamanda ahiret mesuliyeti veya kabir azabı ile bir nefis ne kadar ikna olabilir? Bana şu anda, şu günde, şu görünende; o kem işe doğru giderken, o kem işi hayal ederken, o kem iş bana gülümserken ağzımın tadını kaçıracak birşeyler öğretmen/hatırlatman lazım. O lezzetin, günahtaki o arsız lezzetin aslında zehrolduğunu bilmem gerek. Camilerde ve her irşadda böyle bir dil geliştirmeye muhtacız. Kısavadede iyi gibi gözükenin, aslında kısavadede de kaybettirdiğine ikna edebilecek bir dil. 'Lezzetleri acılaştıran ölümü çok zikretmek' tavsiyesi içinde 'her lezzetin ölümünü' zeval-i lezzet ile hissetmek/hayal etmek; bence Bediüzzaman bu işi çok başka anlamış. Tefekkürümüzün tahtası eksik, ardından yürüyemiyoruz.

23 Nisan 2014 Çarşamba

Muvazenesiz vaiz

"Evet, muvazenesiz vâizler, çok hakaik-i neyyire-i diniyenin husufuna sebep olmuşlardır." Muhakemat'tan...


Seçimler geçti, ama ortalık daha durulacak gibi değil. The Cemaat, seçimlerden önce başladığı kamikaze dalışına, seçimlerden sonra da devam etmek niyetinde belli ki. En azından cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar tamtamlı günler bizi bekliyor. Onlar için bu, bir memleket meselesinden ziyade, cemaatlerinin varoluş mücadelesi. Paylaşımlardan anlıyorsunuz. Sonuçta Türkiye'nin ne hale geldiğini veya ekonomisinin ne duruma düşeceğini hiç umursamıyorlar.

Önemli olan, ne olursa olsun, hatta gerekirse başa en kötü iktidar gelsin, Erdoğan'ın koltuktan indirilmesi. Başka amaçları yok. Onu indirdikten sonra, elbette sıra kendilerine muhalif olanların ayaklarının kaydırılmasına gelecek. Diğer dinî gruplar, kanaat önderleri özellikle baskılanacak. Ama öncelikle Erdoğan gitmeli. Başka türlü başaramazlar çünkü. Zayıf bir hükümet olmalı başta paralel yapılanmalarını sürdürebilmeleri için. Baştaki kendilerinden daha güçsüz olmalı ki, rest çekmeyi göze alamamalı. Erdoğan lafını da, restini de esirgemiyor maşaallah.

Bu kısımları zaten biliyorsunuz, bildiğiniz şeyleri tekrar söylemiş oldum. Benim asıl bu yazıda altını çizmek istediğim şey, The Cemaat'in AK Parti'yi (ve özellikle Erdoğan'ı) dindar seçmenin gözünden düşürebilmek için seçtiği iki argüman: Hırsızlık ve muta nikahı meseleleri... Gerçi, muta nikahı mevzuuna tam dalamadılar, zira seçimlerde bir etkisinin olmayacağını erken farkettiler. Ama birkaç gün twitter tag'ları, köşeyazıları ve konferanslarla bunun denemelerini yapmışlardı. Hatta kendileriyle irtibatlı yayınevlerinden muta nikahı üzerine kitaplar bile çıkarmışlardı aynı dönemde.

Her neyse: The Cemaat, taktiksel olarak, seçmenin fikrini değiştirmek için hükümetin dinî kimliğini ve buna bağlı güvenirliliğini çürütmeye çalışıyor. Bunu iki yolla yapıyor işte: 1) Sürekli hırsızlıkla/yolsuzlukla ilgili paylaşımlar yapıyor. 2) AK Partililerin muta nikahı, dolayısıyla zina ettiği üzerinden bir yaygara koparmaya çalışıyor. Tabii The Cemaat'in hizmet faaliyetlerini bırakıp ne zamandır uçkur ve cüzdan takipçiliği yaptığını ben bilmiyorum. Ama belli ki, epeydir çalışıyorlarmış. Kayıtlar alıyor, mamaların genelev defteri tutması gibi muta nikahı defterleri tutuyorlarmış.

Sırf o kitapların paralel zamanlamayla yayınlanması bile hazırlığın aylar öncesinden olduğunun kanıtıdır. Başka delil göstermeye gerek yok. Çok organize bir darbe girişimiyle karşı karşıyayız. 27 Aralık'ın bir darbe girişimi olduğunu bugün söyleyemeyenler, yıllar sonra ayrıtılar tamamiyle ortaya döküldüğünde çok utanacaklar. Şu an parçaların tamamını birleştirebilenlerin sayısı az. Ama zaman geçtikçe, uzaklaştıkça, kuşbakışı daha net görünecek. Neyin içinde olduğumuzu, nasıl bir süreç yaşadığımızı, nasıl bir tehlike atlattığımızı daha iyi anlayacağız.

Ben bu yazıda, özellikle bu iki başlıkla ilgili yapılan bir baskı yöntemini deşifre etmek istiyorum. Bu baskılama yönteminin ismini de, Bediüzzaman'ın birkaç eserinde kullandığı bir ifadeyle adlandırmak istiyorum: "Muvazene-i şeriatı bozmak."

Evet, yöntemin ismi bu. Uygulanışı ise şöyle: 1) Önce beğenmediğiniz insanların günahlarını tesbit edersiniz. 2) Sonra o günahla ilgili hadis, ayet, vecize ne varsa toplarsınız. 3) O günahla ilgili değişik zamanlarda yaşanmış bütün örnekleri toplarsınız; gerekirse bekletirsiniz, hemen açıklamazsınız. 4) Aynı anda hem bütün bilgileri zaman/kişi/gerçeklik farkını ortaya koymadan ortalığa saçar ve topladığınız hadis, ayet, vecize ne varsa, hepsini 'söyleniş şartlarını' ve 'şeriatın muvazenesini' ıskalar bir şekilde hazır bütün zihinlere kusarsınız. 5) O günah üzerinde zihinleri ondan nefret ettirecek kadar öyle durursunuz ki, sonunda, iman-küfür denkleminde bir yeri olmamasına rağmen o günahın, kişiyi kafir ilan edersiniz. 6) Suçladıklarınızın iyilik ve hayır namına ne varsa, bütün davranışlarını ya unutturur veya kötüleyerek çürütmeye çalışırsınız. 7) Böylece o kişi veya kişileri hem gözden düşürmüş hem de işlerini bitirmiş olursunuz.

Bence yöntem bu. The Cemaat bu sistemle çalışıyor. Yaptığı şeyin adı, Bediüzzamanca, cerbeze:

"(...) Hem de büyük işlerde yalnız kusurları gören, cerbezelik ile aldanır veya aldatır. Cerbezenin şe'ni, bir seyyieyi sümbüllendirerek hasenata galip etmektir.

Meselâ, şu aşiretin herbir ferdi bir günde attığı balgamı, cerbeze ile, vehmen tayy-i mekân ederek, birden bir şahısta tahayyül edip, başka efrâdı ona kıyas ederek, o nazar ile baksa veyahut bir sene zarfında birisinden gelen râyiha-i kerîheyi, cerbeze ile, tayy-i zaman tevehhümüyle, birden dakika-i vâhidede o şahıstan sudurunu tasavvur etse, acaba ne derecede evvelki adam müstakzer, ikinci adam müteaffin olur? Hatta, hayal gözünü kapasa, vehim dahi burnunu tutsa, mağaralatından kaçsalar hakları var. Akıl onları tevbih etmeyecektir.

İşte şu cerbezenin tavr-ı acîbi, zaman ve mekânda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile herşeyi temâşâ eder. Hakikaten cerbeze, envaıyla garâibin makinesidir.
"

Biz de acayip gariplikler gördük bu cerbeze döneminde. 40 yıldır varolan bir cemaat, darbe dönemleri de dahil hiçbir iktidara itaat etmekten çekinmemişken; hiçbir iktidarı yolsuzluklar nedeniyle, bırakın tehdit etmeyi, uyarmamışken; birdenbire yolsuzlukla mücadeleyi birincil amaçları haline getirdiler. Sonra 'la tecessesu'yu unutup, zina isnadında aranan dört şahit meselesini bir tarafa bırakıp, yakaladıklarına zina isnadında bulundular. Hatta bu noktada öyle ileri gittiler ki, twitter üzerinden canlı şahidi olduğumuz şekilde, mesture/dindar kimlikleriyle tanınan, ama kendilerine muhalif kadın yazarlara bile isnadlarını açık açık yazdılar. Sonra özür dileseler de bu yaptıkları tamamıyle şeriatın muvazesine aykırı idi:

"Gıybetin en fena ve en şenîi ve en zâlimâne kısmı, kazf-i muhsanât nev'idir. Yani, gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen bir insan, bir erkek veya kadın hakkında zinâ isnat etmek, en şenî bir günah-ı kebâir ve en zâlimâne bir cinayettir, hayat-ı içtimâiye-i ehl-i imanı zehirlendirir bir hıyanettir, mesut bir ailenin hayatını mahveden bir gadirdir. Evet, Sûre-i Nur bu hakikati o kadar şiddetle göstermiş ki, vicdan sahibini titretiyor ve tüylerini ürperttiriyor: 'Onu işittiğinizde, 'Bunu söylemek bize yakışmaz. Hâşâ, bu büyük bir iftiradır' demeniz gerekmez miydi?' şiddetle ferman ediyor ve diyor ki: 'Gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen, merdûdü'ş-şahadettir; ebedî şahadetlerini kabul etmeyiniz. Çünkü yalancıdırlar.' Acaba böyle kazfe cesaret eden hangi adam var ki, gözüyle görmüş dört şahidi gösterebilir? Kur'ân-ı Hakîm bu şartı koşturmakla, 'Böyle şeylerde şakk-ı şefe etmeyiniz, bu kapıyı kapayınız' demektir."

Ama bu arkadaşlar, çok akıllılar, kendi kafalarında büyük günahların da sıralamasını değiştirdiler. Onlara göre önce en büyük günah önce yolsuzluk, sonra da muta nikahı idi. Ve her ne şekilde şüphelenilirse şüphelenilsin, gerekirse mahkeme beraatla neticelensin, yine de yakaladıkları suçlulardı. Onlar emindi ya, gerisi hiç önemli değildi. Gerekirse telefon da dinlenirdi. Evlere kamera da yerleştirilirdi. En mahrem yerlerden kayıtlar da alınabilirdi. Kardeşlerinin günahını ortaya çıkarmak ve onları rezil etmek için her yol mübahtı. Makyavelizmle İslam adaletini kaynaştırmanın böyle bir yolunu buldular. Kendilerince harikaydılar, ama ümmetin ehl-i sünnet çizgisi onları kustu. "Bu benden değil" dedi, reddetti.

Hatta bu insanların twitlerine bakın, hırsızlık konusunda ne kadar hadis varsa çalışmış, derlemişler. Bazıları hiç kaynak da göstermiyor, salladığını hadis diye yazıyor; ama bazısı var, hakkını takdir edelim, azıcık hadis kitabı karıştırmış. Fakat o da fıkıhtan anlamıyor. Anlamadığını da bilmiyor. Ne büyük günahların sıralamasını ne de bunların iman eksenindeki konumunu biliyor. En küçük hırsızlığı olanı bile ebedî cehennemde yanacak gibi lanse etmekten çekinmiyor. Fakat başka hadisler de var, affa dair şeyler, tevbenin geniş dairesine dair şeyler ve hatta kalbinde iman olanın kurtulacağına dair şeyler. Onları hiç anmıyorlar. Varsa da yoksa da yolsuzluk deyip duruyorlar. Ama tabii bu muvazenesizlik, bu dengesiz şeriat anlayışı, insanlara soğuk geldi ve geliyor.

"Hem de cerbeze ile, insan adalet yaparken zulme düşüyor. Zira insan kusursuz olmaz. Fakat uzun zamanda ve efrad-ı kesîre içinde ve tahallül-ü mehasinle tâdil olunan müteferrik kusurları cerbeze ile cem edip bir zaman-ı vahidde bir şahs-ı vahidden sudurunu tevehhüm ederek şedid cezaya müstehak görür. Halbuki bu tarz, bir zulm-ü şedîddir."

Bunlar da 12 yılda her ne kötülük yaşanmışsa, her kimden dolayı yaşanmışsa hepsini toplayıp bir zaman-ı vahidde ve bir şahs-ı vahidden (bu elbette Erdoğan oluyor) sudurunu tevehhüm edip saldırıyorlar. Adalet ettiklerini sanırken zulmün en şiddetlisini yapıyorlar. Ama kardeşlerim, böyleleri eskiden de vardı. Bediüzzaman Muhakemat isimli eserinde şöyle belirtiyor bunların halini:

"Mübalâğa ihtilâlcidir. Şöyle ki: Beşerin seciyelerindendir, telezzüz ettiği şeyde meylü't-tezeyyüd ve vasfettiği şeyde meylü'l-mücazefe ve hikâye ettiği şeyde meylü'l-mübalâğa ile, hayali hakikate karıştırmaktır. (...) Nasıl ki, bir ilâcı istihsan edip izdiyad etmek, devayı dâ'e inkılâp etmektir. Öyle de, hiçbir vakit hak ona muhtaç olmayan mübalâğalı tergib ve terhible, gıybeti katle müsavi; veya ayakta bevletmek, zina derecesinde göstermek; veya bir dirhemi tasadduk etmek, hacca mukabil tutmak gibi muvazenesiz sözler, katl ve zinayı tahfif ve haccın kıymetini tenzil ediyorlar. Bu sırra binaen, vaiz hem hakîm, hem muhakemeli olmalıdır."

Kimsecikler alınmasın. Mevzu bizi buraya çekiyor. Yoksa bana ne? Yine başka bir yerde vaizlere dair yaptığı bir eleştirisi de şöyledir:

"Ben vaizleri dinledim; nasihatleri bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasâvet-i kalbimden başka üç sebep buldum: (...) İkincisi: Birşeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden, muvazene-i şeriatı muhafaza etmiyorlar."

Bediüzzaman'ın bu bahsini okurken aklıma hep bir kişi geliyor. İsmini vermeyeyim, ama siz anladınız zaten. Onun ve takipçilerinin halini de buna çok benzetiyorum. Neye saldırsalar, neyi hedef tahtasına koysalar, sanki en büyük günah oymuş ve o olmasa kıyamet kopacakmış gibi coşuyorlar. Hangi kurumlarına bağlansalar '(...) olmasaydı' tagları açıp, o kurum zaruriyat-ı diniyedenmiş gibi savunmamızı bekliyorlar. Yahu nedir bizim bu coşkun vaizlerden çektiğimiz? Ne zaman koruyacaklar muvazene-i şeriatı da dengelerini bulacaklar? Çok kötülük gördük, ama yine de mesleğimiz beddua değil, "Allah ıslah etsin" deyip geçiyoruz.



Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...