Cerbeze etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cerbeze etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Nisan 2022 Pazartesi

Şeytandan yaşlı kim var?

Eğer bir mü'min hak-bâtıl mevzuunda 'objektiflik' gibi gayr-ı mümkün bir yer tutmuşsa şeytanın zokasını yutmuş demektir. Hak ile bâtıl eşit olamaz. Eşit muamele göremez. Eşit şeylermiş gibi tartışılamaz. (En azından müslüman gönlünde durum bu olmalıdır.) Bediüzzaman böylesi muhakemeye(!) 'bitarafane' değil 'taraf-ı muhalifi iltizam' der. Ahirzamanda bu tarz cerbezeler çok yapılır. Zaten cerbezenin bir mukaddimesi/öncülü de şudur: Hak-bâtıl arasındaki nüansları törpülemektir. Sûreten birbirine 'olabildiğince' benzetmektir. (Gerçekte benzemez ya sathî nazar da detayları gözetemez.) Muhatabında böyle bir etki oluşturmayı başarmışsa işi kolaydır cerbezecinin. Artık çektiği yere götürür onu. Tıpkı yularından tuttuğu eşek gibi.

Modernistler, yani ehl-i bid'a, böylesi tuzakları sünniler üzerinde çok deniyorlar. Sık rastlananlardan birisi: Ayetlerin muhataplarını-makamlarını törpülemek. 'Ne için indiklerini' düşündürmemek. Halbuki belagatta kaidedir arkadaşım: Bir söz; kim söylemiş, kime söylemiş, ne makamda söylemiş, ne söylemiş; tamamı kuşatılarak anlaşılabilir. Kimin söylediği bilinmeyen söz askıdadır. Kimin kime söylediği bilinmeyen söz askıdadır. Kimin, kime, hangi makamda söylediği bilinmeyen söz askıdadır. Sadece 'ne söylendiğine' bakılarak hakkı verilmiş olmaz. Mana hem mekanın hem zamanın parçasıdır çünkü. (Yani o mekan-zaman ilişkisi içinde dokunmuştur.) Yerini bulması da ancak onlarla birlikte olur. Boşverdiğiniz zaman gözün güzelliğini yüzden edersiniz.

Sözgelimi: 'Ataların dini' meselesi. Kur'an'da "Atalarımızın dininden vazgeçmeyiz!" diyenlerin yerildiği birçok ayet var. Kimin söylediği belli. Amenna. Hak Subhanehu buyuruyor. Ama kime söylemiş bu ayetleri? Muhatabı kimler? Müslümanlar mı? Elbette değil. Yani atası mü'min olanın "Babam gibi müslüman olacağım!" demesi yerilmiyor Furkan'da. "Her nesil yeni bir din çıkarsın da ona uysun!" buyrulmuyor. Hâşâ, zaten böyle birşey emredilse, Kur'an kendisiyle çelişiyor olacak. İnsanları hem İslam'a çağırıyor hem de men ediyor sayılacak. Böyle bir tezat kelamullahta bulunabilir mi? Biz Allahımızı da, Peygamberimizi de, Kur'an'ımızı da cümle tezatlardan tenzih ederiz. Bizim Allahımız çelişkiye düşmeyecek bir Allah'tır. Dini de öyle kemalde bir dindir. Hem, arkadaşım, çelişkiye düşene ilah denemez. Çünkü kusurdur. Kusurlu olandan nasıl 'ilah' olur?

Öyleyse pusunun adını tam koymak lazım: Bid'a ehlinin böylesi ayetler üzerinden çevirdiği dolap cerbezedir. Cer-be-ze. Hakikati eksilterek saptırma. Veya resmin tamamını gözden kaçırarak arzuladığına baktırma. Kelamın doğru anlaşılmak için muhtaç olduğu dört öğeden ikisini berhava etme. 'Kime' ve 'ne makamda' söylenildiğini unutturma. Hatta bu unutturmayla manayı tam tersi istikamete çevirmektir. 'Bâtıl hakkındaki' hükümleri 'hakka dairmiş gibi' okutmaktır. Evet. Mezkûr ayetler bir müslümanın yüzüne 'hakkında nazil olmuş gibi' okunursa yapılan şey cerbezeye girer.

Bir de şu var arkadaşım: Kur'an bu ayetlerden ibaret değil ki. Mü'minlere 'evvelki salihlerin yolunu takip etmelerini' emreden pekçok hitap da var. Onları ne yapacağız? Görmezden mi geleceğiz? Hatta, hepsini geçtim, 'Fatiha' diye birşey var. Kur'an'dan ilk öğrendiğimiz. Her namazda okuduğumuz. Onsuz namaz olmayan. 'Kalbi' olarak sayılan. İşte o Fatiha'da bile söyleniyor bu hakikat bizlere. Hatırladın mı? Sonundan başlayalım nasıl çözeceksin. Kısacık mealiyse şöyle: "Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet, gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil." Evet. Demek 'ataların yolu' da tek değil. Bir 'nimet verilenler' var. Bir de 'gazaba uğrayanlar ve sapıklar.'

Şu ahirzaman şaşkınlarının haline gül arkadaşım. Çünkü hakediyorlar. (Zarara rızasıyla girene merhamet edilmez.) En çok kendileri Kur'an'dan anlıyormuş gibi kasılıyor da Fatiha'yı bile kavramaktan acizler. Üstelik bu 'ayetlerin bir kısmını alıp diğer kısmını görmezden gelme' kemlikleri yüzünden muvazene-i şeriatı da bozuyorlar. Herkesin öncesini bir sayıp; Musa aleyhisselam ile Firavun'u, İbrahim aleyhisselam ile Nemrut'u, Davud aleyhisselam ile Calut'u eşitleyip; hak-bâtıl nüanslarını törpüleyip hatta; bizi güya Kur'an eliyle böylesi hatalardan(!) men ediyorlar. Halbuki men ettikleri tarafta salihler var. Cenab-ı Hakkın imanla aziz kıldığı mü'minler var. Sahabe var. İmamlar var. Ehl-i Sünnet mirası var. Kendilerinin tuttuğu yolsa tastamam cahiliye yoludur. Evet. Sünnetin hak dairesini reddeden şeytanının soytarısı olur. Öyle ya. Şeytandan yaşlı/ata kim var?

6 Kasım 2018 Salı

FETÖ fitnesi neden nurcuların başına geldi?

Başlarken bir hikayeyi paylaşmak istiyorum sizlerle. Hayatımızdaki her olaya, hatta en acılarına bile, hikmet penceresinden bakmayı öğütleyen bir hikaye. Hatırımda kaldığı kadarıyla nakledeceğim: Ava meraklı sultanlardan birisi, herhalde Afrika'da hüküm süren bir sultan idi kendileri, erkânıyla birlikte aslan avlamak üzere yola çıkmışlar. Av sırasında nasıl olmuşsa, öldüğü sanılan aslanlardan biri, civarına fazla yanaşan sultanın bir kolunu kapıvermiş. Tabii etrafındakiler bir yandan sultanı tedaviye çalışıyorlar diğer taraftan da acısını paylaşıyorlarmış. Bu sırada bilge veziri sultanının kulağına şöyle fısıldamış: "Sultanım bunda da bir hayır vardır."

Sultan çok sinirlenmiş. "Ulan, benim kolup koptu, sen aforizma derdindesin!" diyerekten vezirini hapsettirmiş. Tabii huylu huyundan vazgeçmez. Aradan zaman geçince bizim sultanın da av merakı tekrar kıpırdanmaya başlamış. Yine balta girmemiş ormanlara doğru açılmışlar. Galiba biraz da fazla açılmışlar. Bunlar bir aslanı kovalamaya dalmışken etrafları yamyamlar tarafından sarılmış. Adamları kendisiyle birlikte esir alınmış. Yamyamlar, haklarını yemeyelim şimdi, insaflı adamlarmış. Karınları acıktıkça içlerinden birisini katledip kazana atıyorlarmış. Sıra en son sultana geldiğinde, bir bakmışlar, adamın tek kolu eksik. Hayda!

Neden 'Hayda?' Çünkü yamyamların bile kendince bir töresi vardır. İşte bizim yamyamlarımızın da töresi dermiş ki: "Bir uzvu eksik adamı yemek uğursuzluktur!" Başlarının-gözlerinin sadakası olarak onu serbest bırakma kararı almışlar. Kolunun eksikliği nedeniyle canı kurtulan sultan sarayına kavuşunca hemen zindana koşmuş. Vezirinin dizlerine kapanmış: "Kıymetini bilemedim. Sözünün hikmetini anlayamadım. Beni affedebilecek misin?" demiş. Sultanın bu yakarışları karşısında vezir gülümsemiş, hiçbir kırgınlık hissetmediğini belirtmiş ve eklemiş: "Sultanım, bunda da bir hayır vardır, eğer beni zindana attırmamış olsaydınız, av sırasında ben de sizin yanınızda olurdum. Ve görüyorsunuz: Benim hiçbir uzvum eksik değil."

Aynı hikmet okumasını çağrıştırır bir başka ders de Hz. Hızır ve Musa aleyhisselam kıssasında karşımıza çıkar. Hz. Hızır, yolculuk ettikleri gemiyi deldiğinde, Musa (a.s.) ona itiraz eder. Hızır (a.s.) bu delişteki hikmeti şöyle anlatır: "Gemi var ya, o, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu kılmak istedim. (Çünkü) onların arkasında her (sağlam) gemiyi gasbetmekte olan bir kral vardı." Yani Hızır aleyhisselamın kusurlu kılışı aslında koruyuşudur. Bu okuma şekli kaderimizle barışmanın yollarını da gösterir bizlere. Cenab-ı Hakkın, bizi 'zâhiren eksik bıraktığı' öyle hususlar vardır ki, aslında o eksiklikler ikramın ta kendisidir. Hediyesidir. Belki bizim hayatlarımız da çok belalardan o eksikler sayesinde korunmuştur.

Buradan şuraya geçeceğim: Kıssadaki 'her sağlam gemiyi gasbetmete olan kral' ifadesi, bana, mürşidimin 'seküler medeniyet' hakkında yaptığı bir tesbiti hatırlatıyor. II. Dünya Savaşı hakkında söylenilenini alıntılayalım: "İşte böyle hiçbir kanun-u adalete ve insaniyete ve hiçbir düstur-u hakikate ve hukuka muvafık gelmeyen boğuşmalardan, elbette âlem-i İslâm ve Kur'ân teberrî eder. Yardımcılıklarına tenezzül edip tezellül etmez. Çünkü onlarda öyle dehşetli bir firavunluk, bir hodgâmlık hükmediyor; değil Kur'ân'a, İslâma yardım, belki kendine tâbi ve âlet etmekle elini uzatır. Öyle zâlimlerin kılıçlarına dayanmak, hakkaniyet-i Kur'âniye elbette tenezzül etmez. Ve milyonlarla mâsumların kanıyla yoğrulmuş bir kuvvet yerine, Hâlık-ı Kâinatın kudret ve rahmetine dayanmak, ehl-i Kur'ân'a farz ve vaciptir." Yine başka bir tanesi de şöyle: "(...) şimaldeki dehşetli anarşistlik tohumunu saçan ve nesil ve milliyeti mahveden ve herkesin çocuklarını kendine alıp karâbet ve milliyeti izale eden ve medeniyet-i beşeriyeyi ve hayat-ı içtimaiyeyi bütün bütün bozmaya yol açan kızıl tehlikeyi kabul etmekle ancak Nur şakirtlerine medar-ı mes'uliyet cemiyet namını verebilir." Böylesi metinlerin bütününe bakıldığında görülense şudur kanaatimce: Bediüzzaman tüm seküler ideolojilerin benzer bir yanı olduğunu düşünmektedir. Onlar, başarıya ulaşabilmek için, çevrelerindeki her türlü enstrümanı araçları kılarlar.

Bu 'araç kılma' meselesinin günümüze bakan diğer bazı yanlarını bir kenara bırakarak, çünkü onları ayrı bir yazı konusu yapmayı Cenab-ı Hak'tan diliyorum, FETÖ fitnesinin ortaya çıkışıyla ilgili bir hikmetini konuşmak istiyorum bugün sizlerle. Ve eğer becerebilirsem bu yazı vesilesiyle, başta nurcular olmak üzere, tüm İslamî gruplar adına da bir özeleştiri yapabilmeyi umuyorum. Yani en büyük hisse şüphesiz nurculara düşecek, çünkü ben onların evladıyım, çuvaldınızı kendimize batıracağım, fakat diğer gruplar da şu iğne sızısından mahrum kalmayacak.

Öncelikle şunu kabul etmemiz gerektiğini düşünüyorum: FETÖ'nün yaşattığı travma tüm İslamî grupların, cemaatlerin, gayretlerin (şöyle veya böyle) yara almasına neden oldu. Neyin-ne için-ne çerçevede yapıldığını iyi bilenler hariç tutulursa, sempatizanların büyük bir kısmının gönüllerine tereddüt geldi. "Acaba bunlar da onlar gibi çıkar mı?" şeklinde bir soruyu her grubun bağlısı karınca-kaderince işitir oldu. Hatta, şunu da ilave edeyim, yayıncılığımızın yaşadığı krizin bir yüzünün de buraya baktığını düşünmekteyim. Evet. İnsanlar metinlere olan güvenlerini yitirdiler. Mübarek metinleri okuyup-okutarak bu hale gelebilen bir örgütün varlığı 'onları okudukça herşeyin yolunda gireceği' güvenini yaraladı. Kitapların değiştiriciliğe ilgi azaldı. Hatta kimileri 'bu metinlerle fazla meşgul olmanın sorunun anneliğini yaptığını' iddia etmeye kadar gittiler. Allah hidayet versin.

Elbette bu işte en büyük pay nurculara düştü. Çünkü nurcuların FETÖ'yle diğer gruplara nazaran aşkın sayılabilecek bir bağı vardı. Evet. Derine inildiğinde birçok şeyde farklı düşünüyorlardı. (Ben de bunları dersane krizinin yaşandığı yıllarda "Çok Kimlikli Olmanın Kökenleri" başlıklı bir yazıserisinde dilegetirmeye çalışmıştım.) Fakat en nihayetinde onlar da Risale metinlerinin varisi olduklarını iddia ediyorlardı. Bu da ister-istemez aramızdaki nüansın yitimine neden oluyordu. Elinizde Risale-i Nur gören herkes sizi pekala 'Fetullahçı' sanabiliyordu. Üstelik sayılarının/imkanlarının çokluğu da, vurguyu kendilerine kaydırarak, diğer nurcuları görünmez kılıyordu.

Bu nedenle yaşattıkları yıkımın nurculara da ödettiği bir bedel oldu. Nurcuların paylarına düşen bedeli hakettikleri yerler var mıydı? Bu konuda hepten tenzih edici olamıyorum. Hataların olduğunu düşünüyorum. Fetullahçılığın gittiği yolun yanlışlığını ortaya koymada daha toplu/önde/net duruşlar sergilenmesi gerektiğine inanıyorum. Ancak bütün bunlar FETÖ'nün 'bin yüzlü yapısı' ile yine de absorbe edilebilirdi. Herkes onlarda 'onların görmemizi istediği kadarını' gördü.

Fakat bu bedelin Risale-i Nur'a ödetilmek istenen kısmını o mübarek metinler kesinlikle haketmiyor. FETÖ'nün bükme yeteneğinin önlerindeki metinlerle hiçbir ilgisi yok. Onların cerbezeleriyle bir ilgisi var. Çünkü, kitaplarını okuyanlar veya vaazlarını dinleyenler bilirler, Gülen'in Asr-ı Saadet anlatılarından Kur'an ayetlerine, hadis-i şeriflerden Necip Fazıl şiirlerine, kendi yoluna uydurmadığı hiçbir metin yok. O hepsinde aynısını yapabiliyordu. Ve yolundan gidenler de aynısını yapabiliyorlardı.

Yapabilmeleri metinlerin sorumluluğundan ziyade ehl-i sünnet ve'l-cemaatin istikamet dairesini/çerçevesini bilemeyen bizlerin sorumluluğuydu. (Bir de bilip de söylemeyenlerin sorumluluğu.) Fakat kesinlikle metinlerin sorumluluğu değil. Onların yazarlarının da suçu değil. Her neyse...

Bu tarafı işin acı yanı. Fakat, alıntıladığımız Kur'an kıssası perspektiğinden bakacak olursak, yaşananların bir de hikmet boyutu var. Cenab-ı Hak, bunu bize, cemaatlere, bütün dinî gruplara boşuna yaşatmadı. Bu gemiler boşuna delinmedi. Peki niye başımıza geldi şu dehşetli musibet? Evet. Allahu'l-a'lem kaydıyla söyleyeyim. Bunun cevabını, Bediüzzaman'ın, Abdulhakim Arvasi Hazretleri ile aralarında geçen meseleyi analiz ettiği yerde buluyorum:

"Amma, kader-i ilâhinin veçh-i adaleti şudur ki: Risale-i Nur'un hakikatıyla ve şakirtlerinin şahs-ı mânevîsiyle tezahür eden fevkalâde imanî hizmetlerin ehemmiyetli bir kısmını biçare tercümanına vermek ve ehl-i dünya ve ehl-i siyaset ve avâmın nazarında birinci derece ve hakikat nazarında, imana nispeten ancak onuncu derecede bulunan siyaset-i İslâmiye ve hayat-ı içtimaiye-i ümmete dair hizmeti, kâinatta en büyük mesele ve vazife ve hizmet olan hakaik-i imaniyenin çalışmasına râcih gördüklerinden, o tercümana karşı arkadaşlarının pek ziyade hüsn-ü zanları ehl-i siyasete, inkılâpçı bir siyaset-i İslâmiye fikrini vermek cihetinde, Risale-i Nur'a karşı hayat-ı içtimaiye noktasında cephe almak ve fütuhatına mâni olmak pek kuvvetli ihtimali vardı. Bunda hem hatâ, hem zarar büyüktür. Kader-i İlâhî, bu yanlışı tashih etmek ve o ihtimali izale etmek ve öyle ümit besleyenlerin ümitlerini tâdil etmek için, en ziyade öyle cihetlerde yardım ve iltihaka koşacak olan ulemadan ve sâdâttan ve meşayihten ve ahbaptan ve hemşehriden birisini muarız çıkardı, o ifratı tâdil edip adalet etti. 'Size, kâinatın en büyük meselesi olan iman hizmeti yeter' diye, bizi merhametkârâne o hâdiseye mahkûm eyledi."

Bediüzzaman'ın buradaki tereddüdünü anlamak gerek. O her zaman 'ikincil niyetlerin birincil niyetleri öldürdüğü' imanında olmuştur: "Hayrat ve hasenâtın hayatı niyet iledir. Fesadı da ucub, riyâ ve gösteriş iledir. Ve fıtrî olarak vicdanda şuur ile bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyet ile inkıtâ bulur. Nasıl ki amellerin hayatı niyet iledir. Onun gibi, niyet bir cihetle fıtrî ahvalin ölümüdür. Meselâ, tevâzua niyet onu ifsad eder; tekebbüre niyet onu izâle eder; feraha niyet onu uçurur; gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hâkezâ, kıyas et."

Bu nedenle, hangi hayır amacı güdülürse güdülsün, ikincil bir niyetin karıştığı amellerle mesafelidir Bediüzzaman. Özellikle de Risale-i Nur ile ettiği Kur'an ve iman hizmeti hususunda. Hatta canı gibi sevdiği, bu zamanın en büyük farzı dediği İttihad-ı İslam'a bile, bir siyaset haline getirildiğinde, alet olmak istemez. Eserlerinin İslam coğrafyasına yayılmasını engelleyen bir olay hakkında söylediklerine bakalım:

"(...) Çok da isabet olmuş. Çünkü, benim ve Nur şakirtlerinin namına şimdi bu mecmuaları göndermek, her halde inkişafa başlayan İslâm birlik fikri ve ittihad-ı İslâm siyaseti, Risale-i Nur'u kendine bir kuvvet, bir âlet yapmaya çalışacaktı ve bizleri siyaset-i İslâmiyeye bakmaya mecbur edecekti. Halbuki Risale-i Nur'un mesleğindeki sırr-ı ihlâs; iman, Kur'ân hakikatlerinden başka hiçbir şeye âlet, tâbi olmadığı; hem müşterileri aramak değil, belki müşteriler hakikî ihtiyacını hissedip ve yarasının tedavisi için Risale-i Nur'u aramasının lüzumu; halbuki gönderilecek o mübarek merkezler, şimdilik Nurlara hakikî ihtiyacını değil, belki âlem-i İslâmın hayat-ı dîniyesine ait cihetlerinden düşünmeye mecbur olması; hem Nur mesleğinde benlik ve gösteriş bir nevi şöhretperestlik, merdud olduğundan, bu enaniyet zamanında insanlara kendini satmaya çalışmak ve beğendirmek, bir anda Nur şakirtleri böyle büyük bir imtiyaz gibi bu eserlerle meşhur mevkilere kendilerini göstermek bir nevi gösteriş olması cihetiyle, kader-i İlâhî, Nur şakirtlerini tam ihlâsın muhafazası için şimdilik müsaade etmiyor."

Bu manayı destekleyen bir başka metni ise şöyledir: "Risale-i Nur dünya işlerine âlet olamaz, dünya işlerine siper edilmez. Çünkü, ehemmiyetli bir ibadet-i tefekküriye olduğu cihetle, dünyevî maksatlar onunla kasten istenilmez. İstenilse, ihlâs kırılır, o ehemmiyetli ibadet şekli değişir."

Peki asıl söylemek istediğimize gelelim şimdi: Bugün de İslam dünyasında, Türkiye merkezli olarak, güzel şeyler yaşanıyor. AK Parti'nin 16 yıllık iktidarı sayesinde iyiye giden, bu gidiş nedeniyle bizim de kalbimizi heyecan içinde bırakan, şeyler var. Dengeler değişiyor ve bizi de gelecek adına umutlandırıyor Elhamdülillah. Fakat, uzun süre inkisar-ı hayal yaşamış bizim gibi milletlerde, umudun ziyadesi zarardır. Temkini elden bırakmaya neden olduğundan tehlikelidir. Umuduna fazla kapılanlar sahip oldukları diğer bütün herşeyi o umut uğrunda vermek isterler. İnanmak isterler. İnandırmak isterler. Bütün gemileri bir uğurda yakmak isterler.

Bugün Kur'an'dan, hadisten veya Risale-i Nur'dan AK Parti'ye veya Erdoğan'a işaretler çıkaranlar, ona 'mehdi' veya 'ceh-cah' gibi yakıştırmalar yapanlar, hadi bu dereceye çıkmasalar bile, siyaset-i İslamiyeyi hakaik-ı İslamiyenin önüne koyacak derecede herşeyi siyaset odaklı okuyanlar, işte onlar, geminin delinmesine sebep oluyorlar. Kadere fetva verdiriyorlar. Allah da arızalar ile gemimizi yaralıyor. Ve bu sayede herşeyi gasbeden hâkim ideolojiler, akımlar, heyecanlar, siyasetler ve umutlar gemimizden soğuyorlar. Gemimiz yaraları sayesinde kullanılmaktan kurtuluyor. Çünkü biz geminin tayfaları olarak 'kullandırmayacak' basirete sahip değiliz.

Ben şimdi FETÖ fitnesine biraz da Bediüzzaman'ın Abdulhakim Arvasî Hazretleriyle aralarında geçen meseleye baktığı gibi bakıyorum. "İfratımız tâdil ediliyor!" diyorum. "Hem gözden düşürülüyoruz." Düşürülüyoruz ki, gemimize el konulmasın, o yoluna selametle devam etsin. Siyasetçiler siyasetleriyle meşgul olsunlar, dindarlar din hizmetleriyle... Allah ikisine de istikamet versin. Ama birbirlerinin müşterisi/taliplisi eylemesin. Âmin. Çünkü, yukarıda da gördük, ikincil niyetler birincilerini öldürürler. Ehl-i Beyt mesleğindeyiz. Ne zaman siyasete elimizi uzatsak başımıza işler gelir. Ne zaman bölgemizin dışına çıksak niyetimiz de bozulur. Başımıza birşey gelmeden bölgemizin sınırlarında kalmayı öğrenmemiz gerek.

14 Ekim 2017 Cumartesi

İnsan Allah'a iyilik edebilir mi?

Belki de iyilik tek bir tür değil ha? Daha doğrusu: İyilik, yaratılışı itibariyle tek bir tür de, insan onu iki farklı perspektiften görüyor. (Yahut 'iki farklı şekilde algılıyor' diyelim.) O perspektifleri de, kendimce, şöyle iki başlıkla ayırıyorum: 'İhsan iyilikler' ve 'itaat iyilikler.' Peki, adını koymak kolay da, hakikaten ne demek bunlar? Onu da bencileyin şöyle izah etmeye çalışayım:

Bir iyiliği sizi zorlayan hiçbir neden olmadan yapmanız onu 'ihsan iyilik' sınıfına sokuyor. (Burada iyiliği vücudîlik/varlıksallık ile yakın bir anlamda kullandığımı belirtmeliyim.) Fakat, tersi bir şekilde, bir iyiliği herhangi bir mecburiyet tahtında yapıyorsanız, bu da onu 'itaat iyilik' sınıfına dahil ediyor. Örnek vermem gerekirse: Bir yardım kuruluşuna, sizi zorlayan hiçbir sebep yokken, bağışta bulunmanız bir 'ihsan iyilik'tir. Fakat o yardım kuruluşunun maaşlı çalışanıyken (işiniz icabı) yaptığınız hayırlar 'itaat iyilik'tir.

Bu kategorizasyondan bir aşağılama çıkmasın. Öyle düşünmüyorum. Bunlar basamak. Aralarında, yazının ilerleyen kısımlarında bana çok lazım olacak, bazı nüanslar var. Onları anlatabilmem için bunları aktarabilmem lazım. Onu deniyorum. Bir kısmını tez elden ifade etmem gerekirse: Bu iki iyilik türü üzerinden insanın içdünyasında büyük bir cerbeze yaşandığını zannediyorum.

Yazıya geri dönelim: Kanaatimce 'ihsan iyilik' ve 'itaat iyilik' arasında 'zorlayıcılık' dışında başka ayraçlar da var. Mesela: İhsan iyilik kendisiyle başlayan bir bütünü ifade ediyor. İtaat iyilik ise ancak 'talimatlara uygun hareket ederseniz hoş sonucu netice verecek' bir parçalılığı tanımlıyor. Dahil oluşu anlatıyor.

Bir fabrikanın patronunun işçilerine içinden gelerek prim vermesi bu açıdan ihsan iyiliğe benzerken, işçilerin görevlerini yaparak fabrikaya kazandırdıkları ise itaat iyiliği andırıyor. (Hatta, olmaz ihtimal, işçiler bu primi topluca reddedecek olsalar bile, bu durum patronun kalbindeki iyiliğin vücuduna zarar vermez. Ancak işçilerden birisinin görevini terki, pozisyonuna göre, yansımalarıyla tüm fabrikayı etkileyebilir.)

Teorimi özetlersem: İhsan iyilikler ayakta durabilmek için kendilerinden başka birşeye ihtiyaç duymuyorlar. İtaat iyilikler ise ayakta durabilmek için bir bütünün içinde 'uygun bir adım' olmaya muhtaçlar. Hem de bazen mecburlar. Zira onların görevlerini yerlerine getirmemeleri bütünün sonuçlarını etkileyebiliyor. Bütünün sahibi, ihmalinin bütüne uzanan sonuçlarından dolayı, parçayı icbar ve tehdit ile itaate zorlayabiliyor.

İşte, ben, tam da bu noktada, bu dünyada yaptığımız her türden iyiliğin aslında 'itaat iyilik' cinsinden olduğunu düşünüyorum. Çünkü biz, bizden önce 'iyilik' veya 'hayır' olarak tarif edilmemiş hiçbirşeyi yaratabiliyor değiliz. Yapabildiğimiz her iyilik, mürşidimin o güzel temsiliyle, 'cetvelin deliğini açmak'tan ibaret.

"Meselâ, bir bahçeyi sulayan cetvelin deliğini açmayan adam, o bahçenin kurumasına ve o nimetlerin ademine sebep ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka, yüzer şerâitin vücuduna tevakkufla beraber, illet-i hakikî olan kudret ve irade-i Rabbâniye ile vücuda gelir. İşte bu mağlâtanın ne kadar hatası zâhir olduğunu anla ve esbabperestlerin de ne kadar hata ettiklerini bil."

Halimiz böyle: Bizden önce Cenab-ı Hakkın yaratışı ve 99 isminin tecellisiyle şartları hazırlanmış bir büyük düzeneğin 'yap' tuşuna basıyoruz sadece. Elimizden gelen yalnızca bu. O da yapmamız öğretilmiş, tavsiye edilmiş, şevklendirilmiş, ödüllendirilmiş ve bazen de emredilmiş olarak basabiliyoruz tuşlara.

Bütün bu ön hazırlıklar/yaratışlar olmadan hiçbirşeyin varlığa gelmesini sağlayabiliyor değiliz. Allah muradımızı yaratmayı dilemese kendiliğimizden birşey, hâşâ, icad edebiliyor değiliz. Yalnız bize açılan küçük bir alanda, cüzî irademize bırakılmış şıklara, itaatimizle 'devam işareti' koyuyoruz. Bunu koyarsak ve Cenab-ı Hak da irademizin dileğini kabul edip yaratırsa elimize bir varlık, bir hayır, bir iyilik geçiyor. Bazen de isyanımızla nice büyük iyiliklerin vücuda gelişine engel oluyoruz. Bediüzzaman bu yüzden diyor:

"Ve keza insan vücut, icad, hayır, ef'al cihetiyle pek küçük, nâkıs olmakla karıncadan, arıdan ednâ, örümcekten daha zayıftır. Fakat adem, tahrip, şer, infial cihetiyle semâvat, arz, cibalden daha büyüktür. Meselâ, hasenat yaptığı zaman, habbe habbe yapar. Seyyiat yaparsa kubbe kubbe yapar. Evet, meselâ küfür seyyiesi bütün mevcudatı tahkir eder, kıymetten düşürür."

Yapmakta payımız bir itaatçik kadardır. Yıkmakta payımız engel olduğumuz kadardır. İrade-i cüziye sahibi olmakla aslında aldığımız 'büyükçe bir risk'tir. İyiye kullanırsak mübarektir ama kötüye kullanıma açık olmasıyla risktir. Öyle ya! Acaba her zaman doğru şıkkı seçebilecek miyiz? Cevapları kaydırmadan bir ömürlük sınavı geçecek miyiz? İşte, bizi serçeden, karıncadan, arıdan, örümcekten zayıf kılan budur. Onların doğru şıkkı seçmesi ihtimali, bizim kadar serbest bırakılmadıklarından dolayı, daha kolaydır.

Biz serbestiz. Serbestliğimizden dolayı aynı zamanda tehlikedeyiz. Aklımız ihtimalleri çoğaltıyor. Nefsimiz yanlış olana da meylediyor. Şeytan yanlışı doğru diye fısıldıyor. İrademizin kalemi hepsinin üzerinden geçiyor. Yanlışı seçebilme bir açıdan özgürlükse de sonuçlarının tehlikelerinden dolayı korkuludur. Dağları emaneti yüklenmekten korkutan da, Allahu'l-alem, budur.

Cenab-ı Hakkın vücuda gelmesi için 99 ismiyle yarattığı uygun şartları birtek itaatsizliğimizle boşaçıkarabiliriz. Zekat vermemiz için inşa edilen zenginliği cimrilikle yıkabiliriz. Namaz kılmamız için verilen bol vakti bir tembelliğe satabiliriz. Yüz günde yapılmış sarayı bir günde yakabiliriz. Basmamız gereken tuşa basmayarak her iyiliği engelleyebiliriz. Fakat şu var: Bütün şartların vücuduyla ancak vücuda gelebilecek bir iyiliği istesek de yaratamayız. Bizden önce tayin edilmiş düzenin içinde kendi 'onay'ımızla bir yer tutarız. O kadar... Bazen 'o kadar'cık bile yer kalmaz bize. Engel olmak istesek bile kader hükmünü verir. Halkeder. İnsan, sadece arzu ettiklerine değil, arzu etmediği halde yaratılan şeylere de sabreder.

Esad Coşan Hocaefendi merhum Ramuzü'l-Ehadis derslerinde Eşrefoğlu Rumî Hazretlerinin bir tesbitini sıkça alıntılar. (Allah ikisinin de şefaatlerine nail eylesin.) Hatırımda kaldığı kadarıyla şöyledir 'hakiki mürşidin fonksiyonlarını anlatan' o güzel tesbit: "Mürşid, Allah'ı kuluna sevdirir, kulu da Allah'a sevdirir. Allah'ı kuluna sevdirmesi öğrettiği marifetullah iledir. Kul, mürşidi sayesinde Allah'ı tanıdıkça, Allah'ı daha çok sever. Kulu Allah'a sevdirmesi ise sünnet-i seniyye iledir. Kul, sünnet-i seniyyeyi öğrenip ona ittiba ettikçe, Allah kulunu daha çok sever."

"(Resûlüm!) De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir!" ayetinin bir tefsirini de içeren bu izah, bir açıdan benim 'ihsan' ve 'itaat' ayrımıma da bakıyor. Çünkü mürşidim de 11. Söz'de diyor: "Ey ahali! Şu kasrın meliki olan seyyidimiz, bu şeylerin izharıyla ve bu sarayı yapmasıyla kendini size tanıttırmak istiyor. Siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımaya çalışınız. (...) Hem bu gördüğünüz ihsanat ile size muhabbetini gösteriyor. Siz dahi itaat ile ona muhabbet ediniz."

Söyleyelim o zaman: Allah'ın kuluna muhabbetinin tezahürü ihsanı iledir. Kulun Allah'a muhabbetinin tezahürü itaati iledir. Allah'ın ihsanının derecelerini bize ancak marifeti söyler. (Çünkü onu tanıdıkça ihsanlarını da/ihsan edebileceklerini de yeni yeni detaylarıyla farkederiz.) Allah'ın razı olduğu/sevdiği şeyleri ise bize sünnet-i seniyye aktarır. Aleyhissalatuvesselama ittiba ile Allah'a muhabbet arasında kurulan ilgi budur. Biz Allah'ın sevgisini, hâşâ, ona ihsan ile değil, ancak itaat ile kazanabiliriz. Çünkü o masivasının ihsanlarına muhtaç olmaktan münezzehtir.

Ancak bazen nefsimizde bir karışıklık yaşanıyor. Nasıl bir karışıklık bu? Biraz şöyle: 'İhsan iyilik' ve 'itaat iyilik' arasındaki 'iyilik' benzeşmesi birisinden ötekine geçildiği sanrısına kapılmamıza neden olabiliyor. Yine mürşidimin tabiriyle 'niyazdan naza sapmalar' meydana gelebiliyor. İnsan, eğer yaptığı ihsan ise, naz edebilir. Fakat yaptığı itaatten ibaretse niyazdan başka birşeye hakkı olmaz. Biz de, Cenab-ı Hakkın rızasını kazanmak için yaptığımız hiçbirşeyle, ona karşı hak iddia ediyor olamayız. Çünkü ihsan etmiyoruz. İtaat ediyoruz. Yaratmıyoruz. Dahil oluyoruz. Hatta itaatimiz dahi onun bir ihsanı olarak tecelli ediyor. Biz hidayete dahi böyle bakıyoruz.

Bu nedenle Bediüzzaman'ın birkaç yerde ifade ettiği "Allah abdini tecrübe eder. Abd Allah'ını tecrübe edemez!" hakikati bu iç karışıklığını tedavi etmede büyük bir deva işlevi görüyor. İtaat eden tecrübe edemez. İhsan eden tecrübe eder. Kusurlu bir temsille ifade edersek: Bir komutan askerini emirlerine itaati konusunda sınayabilir. Fakat er komutanını ihsanları konusunda sınayamaz. Çünkü ona emredemez. Çünkü ona ihsanda bulunmamıştır. İhsanda bir mecbur ediş vardır. İhsan eden kişi, ettiği kişiyi, bir derece onun karşılığı hakkında sınayabilir. Ancak itaat etmek görevinde olan birisi, bu itaati ile, üstünü sınayamaz. Zira yapması gerekeni yapıyordur zaten. İtaat, parça olup, bütün içinde yapılması gerekeni yapmaktır. İhsan ise bağımsız olup fazlından yapmaktır. Tam da bu yüzden: "Cehennem ceza-yı ameldir, fakat cennet fazl-ı İlâhî iledir."

17 Aralık 2014 Çarşamba

Ahirzaman illüzyonistleri...

Bediüzzaman, kuvve-i akliyenin ifratı için 'cerbeze' der ve ekler; "(...) hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekaya malik olur." Ahirzamanda Mürşidim kuvve-i akliyenin ifratı için ‘cerbeze’ der ve ekler: “(…) hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekaya malik olur.” Ahirzamanda deccal/süfyan karakterlerini anlatan hadisler de bu noktaya parmak basar. ‘Cennet görünümlü cehennem’ veya ‘cehennem görünümlü cennet’ ile anlatılmak istenen de işte biraz bu ilizyondur. Bazı olur cennet ‘uydurulmuş cehennem’ diye size sunulur. Cehennem ise ‘indirilmiş cennet’ olarak.

İllüzyonun fikirdeki haline ‘cerbeze’ desek herhalde yanılmış olmayız. Peki cerbeze denilen bu fırıldak nasıl çevrilir? Onun da izahını buluyoruz Risale-i Nur’da. Mesela: 14. Şua’da Bediüzzaman savcının iddianamesinde yaptığı bir cerbezeyi şöyle tarif ediyor: “Makam-ı iddia cerbezesiyle binler mesail içinde bir-iki meseleye hatırımıza gelmeyen bazı mânâlar vererek bizi itham ediyor.” Demek ki: Cerbeze ‘kişinin cümlelerine kendisinin yüklemediği anlamlar yüklenerek’ yapılır. Başka? Yine 14. Şua’da var: “Memleketimdeki biraderime yirmi senede hiç yazmadığım halde iddianamede beni emniyeti ihlâl suçu ile itham edip ve cerbeze ile eski nakaratı tazeleyerek ‘İnkılâba karşı geliyor!’ demiş.” Demek cerbeze ‘geçmiş iftiraları yeni yalanlarla/yöntemlerle yeniden piyasaya sürerek’ de yapılır. Başka? “Halbuki sarahat değil, o kendi cerbezesiyle küllî beyanatımızı ona tatbik etmiş.” Demek cerbeze kelamın açıkça kastetmediği birşeyi tek kastı oymuş gibi göstererek de yapılır. Başka?

“İddiacı, bin dereden su toplamak gibi, Nur şakirtlerinin birbirlerine karşı muhabbetkârâne ve hususî hissiyatlarını ve Nurlardan istifadelerini, samimâne ve bazen müfritâne gösteren mektuplarını bir esas yaparak cerbezesiyle onlardan medar-ı itham çıkarıp bizi irtica ile itham etmeye çalışması öyle bir hatâdır ki, kabrinde onun çok azabını çekecek.” Demek cerbeze ‘müfritane tavırların derlemesiyle ve umumun ondan ibaretmiş gibi sunulmasıyla’ da yapılır. Başka?

“(…) insan kusursuz olmaz. Fakat uzun zamanda ve efrad-ı kesîre içinde ve tahallül-ü mehasinle tadil olunan müteferrik kusurları cerbeze ile cem’ edip, bir zaman-ı vahidde, bir şahs-ı vahidden sudûrunu tevehhüm ederek, şedid cezaya müstehak görür. Halbuki, bu tarz, bir zulm-ü şediddir.” Demek; cerbeze, farklı zamanlarda meydana gelen kusurları bir anda ve bir kişiden ortaya çıkmış gibi göstermekle de yapılır. Başka?

“Yanlışlık, tatbik-i nazariyat ve mukteza-i hali düşünmemekten çıkar. Ben ki ümmî bir köylüyüm, böyle cerbezeli ve mugalatalı ve ağrazlı muharrirlere nasihat ettim; demek cinayet işledim.” Demek cerbeze ‘tatbik-i nazariyatı ve mukteza-i hali görmezden gelerek’ de yapılır. Başka? “Cerbezenin şe’ni, bir seyyieyi sümbüllendirerek hasenata galip etmektir.” Demek cerbeze bir tek günahı abartarak bütün iyilikleri örtmekle de yapılır. Başka? “En müthiş maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura istinad eden tenkittir. Tenkidi eğer insaf işletirse, hakikati rendeçler. Eğer gurur istihdam etse, tahrip eder, parçalar. O müthişin en müthişidir ki, akaid-i imaniyeye ve mesail-i diniyeye girse!” Demek cerbeze gurura yaslanmış bir eleştiri aşkıyla da yapılır. Başka?

“Cemaat itibarıyla görüyoruz ki, bir şahs-ı muhteris, bir intikamla veya muntakim bir muhalefetle, arzuyu tazammun eden bir fikirle demiş ki, ‘İslâm parçalanacak veyahut hilâfet mahvolacak.’ Sırf o meş’um sözünü doğru göstermek, gururiyetini, enaniyetini, tatmin. Hasmın zulm-ü kâfiranesini, hayale gelemez cerbezeli tevillerle adalet suretinde göstermek ister.” Demek cerbeze ‘ihtirasla, intikamcı bir muhalefetle, öyle olmasını arzulayan bir arayışla, enaniyetini tatmin isteğiyle teviller/yorumlamalar ve bunu adalet şeklinde sunarak’ da yapılır. Başka?

Neyse, çok alıntı yaptık, uzatmayalım. İşte arkadaşlar, size akıl aşırılığının Risale-i Nur’un diliyle bir resmini çektim. Şimdi alın Mustafa İslamoğlu’nun, Caner Taslaman’ın, Abdulaziz Bayındır’ın, Mehmet Okuyan’ın, Emre Dorman’ın, Mustafa Öztürk’ün vs.’lerin iddialarını, ahlakını, tenkidini, gururunu, iftiralarını koyun bu metinlerin içine. Hepsi nasıl tıkır tıkır tutuyor görün. ‘Avrupa’ya şedit meftuniyet‘iyle oradan ne bilgi alıntılasa ona vahiy gibi sorgulanmaz davranan ama Buharî’den bir hadis işitse yüzünü eşkiten; Bediüzzaman’a ve diğer âlimlere söylemediklerini söylettiği gibi söylediklerine de kendince ‘hatırımıza gelmeyen bazı mânâlar vererek’ kamuya öyle lanse eden; ‘sırf o meş’um sözünü doğru göstermek, gururiyetini, enaniyetini, tatmin’ için Risale-i Nur’da olmayan beyanları uydurup eserine katan ve tashihi istendiğinde de çarpıtmaya çalışan; başka türlü anlamak mümkünken ‘sarahat değil, o kendi cerbezesiyle küllî beyanatımızı ona tatbik etmiş’lerden olmayı tercih eden; cümle İslam ulemasının yalnız bir kusurunu bulmakla veya uydurmakla ‘bir seyyieyi sümbüllendirerek hasenata galip etmek’e çalışan ve o yolla tüm ehl-i sünnet geleneğini çürütmeye gayret eden; ‘O müthişin en müthişidir ki, akaid-i imaniyeye ve mesail-i diniyeye’ bile aynı seviyesizlikle girmekten çekinmeyen…

Bir eserin içindeki eleştirileri haklı çıkarmayacak metinleri görmezden gelip suçlamasına yarayacak malzemeyi seçerek ‘cerbezesiyle onlardan medar-ı itham çıkarıp’ insanların aklını karıştırmaya çalışan; ‘uzun zamanda ve efrad-ı kesîre içinde ve tahallül-ü mehasinle tadil olunan müteferrik kusurları cerbeze ile cem’ edip, bir zaman-ı vahidde, bir şahs-ı vahidden sudûrunu tevehhüm ederek’ oradan Nur talebelerinin veya ehl-i sünnetin topyekûn dinden çıktığına/çıkacağına imanlarda bulunmaktan utanmayan; ‘en müthiş maraz ve musibet’ olan, ‘cerbeze ve gurura istinad eden tenkiti’ akaid-i imaniyenin en derin meselelerinde ve en muhterem şahıslar hakkında bile kullanmaktan hayâ etmeyen vs… Yani dostlarım, cerbeze ile ilgili hangi metne koysanız uyan bu adam, Mr. Cerbeze: Mustafa İslamoğlu, daha bizi ‘bizden görünerek’ kandırmasın.

Uyanık olalım. Ne olduğunu bilip öyle dinleyelim. Ne olduğunu görüp öyle konuşalım. Risale-i Nur’un içinden bir fotoğraf çektim size. Böylesi insanların yazdığı, söylediği, eylediği ‘hikmet’ değildir. Hikmet istikamettedir. Tastamam cerbeze yapıyor adamlar. Akıllarının ifratıyla hakikati bükmeye çalışıyorlar. Nakil karşısında gözetmeleri gereken dengeyi kollayamıyorlar. Aforizmalarla avlıyor itikadımızı. Şu yukarıdaki ifadeleri kendiniz inceleyin ve sonra isterseniz sohbetlerini de bu gözle dinleyin. Kitaplarını da bu gözle okuyun. Hepsinin şıkır şıkır, tıkır tıkır, patır patır teşhislerle tuttuğunu göreceksiniz.

Allah böyle hakkı bâtıl, bâtılı hak gösterenlerin cerbezelerinden cümlemizi muhafaza eylesin. Ağızlarında ‘Allah kelamı’ olduğu halde, ‘cennet suretinde cehennem’ veya ‘cehennem suretinde cennet’ler sunulabilen ahirzaman fırıldaklarından korusun. Artık kimse de bizi ehl-i sünnetin hak dairesinden kendi uydurduğu dine “Kur’an müslümanlığı budur!” diyerek çağıramasın. Çağırsa da karşılık bulamasın. Çükü feraset mü’minin şiarıdır.

23 Nisan 2014 Çarşamba

Muvazenesiz vaiz

"Evet, muvazenesiz vâizler, çok hakaik-i neyyire-i diniyenin husufuna sebep olmuşlardır." Muhakemat'tan...


Seçimler geçti, ama ortalık daha durulacak gibi değil. The Cemaat, seçimlerden önce başladığı kamikaze dalışına, seçimlerden sonra da devam etmek niyetinde belli ki. En azından cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar tamtamlı günler bizi bekliyor. Onlar için bu, bir memleket meselesinden ziyade, cemaatlerinin varoluş mücadelesi. Paylaşımlardan anlıyorsunuz. Sonuçta Türkiye'nin ne hale geldiğini veya ekonomisinin ne duruma düşeceğini hiç umursamıyorlar.

Önemli olan, ne olursa olsun, hatta gerekirse başa en kötü iktidar gelsin, Erdoğan'ın koltuktan indirilmesi. Başka amaçları yok. Onu indirdikten sonra, elbette sıra kendilerine muhalif olanların ayaklarının kaydırılmasına gelecek. Diğer dinî gruplar, kanaat önderleri özellikle baskılanacak. Ama öncelikle Erdoğan gitmeli. Başka türlü başaramazlar çünkü. Zayıf bir hükümet olmalı başta paralel yapılanmalarını sürdürebilmeleri için. Baştaki kendilerinden daha güçsüz olmalı ki, rest çekmeyi göze alamamalı. Erdoğan lafını da, restini de esirgemiyor maşaallah.

Bu kısımları zaten biliyorsunuz, bildiğiniz şeyleri tekrar söylemiş oldum. Benim asıl bu yazıda altını çizmek istediğim şey, The Cemaat'in AK Parti'yi (ve özellikle Erdoğan'ı) dindar seçmenin gözünden düşürebilmek için seçtiği iki argüman: Hırsızlık ve muta nikahı meseleleri... Gerçi, muta nikahı mevzuuna tam dalamadılar, zira seçimlerde bir etkisinin olmayacağını erken farkettiler. Ama birkaç gün twitter tag'ları, köşeyazıları ve konferanslarla bunun denemelerini yapmışlardı. Hatta kendileriyle irtibatlı yayınevlerinden muta nikahı üzerine kitaplar bile çıkarmışlardı aynı dönemde.

Her neyse: The Cemaat, taktiksel olarak, seçmenin fikrini değiştirmek için hükümetin dinî kimliğini ve buna bağlı güvenirliliğini çürütmeye çalışıyor. Bunu iki yolla yapıyor işte: 1) Sürekli hırsızlıkla/yolsuzlukla ilgili paylaşımlar yapıyor. 2) AK Partililerin muta nikahı, dolayısıyla zina ettiği üzerinden bir yaygara koparmaya çalışıyor. Tabii The Cemaat'in hizmet faaliyetlerini bırakıp ne zamandır uçkur ve cüzdan takipçiliği yaptığını ben bilmiyorum. Ama belli ki, epeydir çalışıyorlarmış. Kayıtlar alıyor, mamaların genelev defteri tutması gibi muta nikahı defterleri tutuyorlarmış.

Sırf o kitapların paralel zamanlamayla yayınlanması bile hazırlığın aylar öncesinden olduğunun kanıtıdır. Başka delil göstermeye gerek yok. Çok organize bir darbe girişimiyle karşı karşıyayız. 27 Aralık'ın bir darbe girişimi olduğunu bugün söyleyemeyenler, yıllar sonra ayrıtılar tamamiyle ortaya döküldüğünde çok utanacaklar. Şu an parçaların tamamını birleştirebilenlerin sayısı az. Ama zaman geçtikçe, uzaklaştıkça, kuşbakışı daha net görünecek. Neyin içinde olduğumuzu, nasıl bir süreç yaşadığımızı, nasıl bir tehlike atlattığımızı daha iyi anlayacağız.

Ben bu yazıda, özellikle bu iki başlıkla ilgili yapılan bir baskı yöntemini deşifre etmek istiyorum. Bu baskılama yönteminin ismini de, Bediüzzaman'ın birkaç eserinde kullandığı bir ifadeyle adlandırmak istiyorum: "Muvazene-i şeriatı bozmak."

Evet, yöntemin ismi bu. Uygulanışı ise şöyle: 1) Önce beğenmediğiniz insanların günahlarını tesbit edersiniz. 2) Sonra o günahla ilgili hadis, ayet, vecize ne varsa toplarsınız. 3) O günahla ilgili değişik zamanlarda yaşanmış bütün örnekleri toplarsınız; gerekirse bekletirsiniz, hemen açıklamazsınız. 4) Aynı anda hem bütün bilgileri zaman/kişi/gerçeklik farkını ortaya koymadan ortalığa saçar ve topladığınız hadis, ayet, vecize ne varsa, hepsini 'söyleniş şartlarını' ve 'şeriatın muvazenesini' ıskalar bir şekilde hazır bütün zihinlere kusarsınız. 5) O günah üzerinde zihinleri ondan nefret ettirecek kadar öyle durursunuz ki, sonunda, iman-küfür denkleminde bir yeri olmamasına rağmen o günahın, kişiyi kafir ilan edersiniz. 6) Suçladıklarınızın iyilik ve hayır namına ne varsa, bütün davranışlarını ya unutturur veya kötüleyerek çürütmeye çalışırsınız. 7) Böylece o kişi veya kişileri hem gözden düşürmüş hem de işlerini bitirmiş olursunuz.

Bence yöntem bu. The Cemaat bu sistemle çalışıyor. Yaptığı şeyin adı, Bediüzzamanca, cerbeze:

"(...) Hem de büyük işlerde yalnız kusurları gören, cerbezelik ile aldanır veya aldatır. Cerbezenin şe'ni, bir seyyieyi sümbüllendirerek hasenata galip etmektir.

Meselâ, şu aşiretin herbir ferdi bir günde attığı balgamı, cerbeze ile, vehmen tayy-i mekân ederek, birden bir şahısta tahayyül edip, başka efrâdı ona kıyas ederek, o nazar ile baksa veyahut bir sene zarfında birisinden gelen râyiha-i kerîheyi, cerbeze ile, tayy-i zaman tevehhümüyle, birden dakika-i vâhidede o şahıstan sudurunu tasavvur etse, acaba ne derecede evvelki adam müstakzer, ikinci adam müteaffin olur? Hatta, hayal gözünü kapasa, vehim dahi burnunu tutsa, mağaralatından kaçsalar hakları var. Akıl onları tevbih etmeyecektir.

İşte şu cerbezenin tavr-ı acîbi, zaman ve mekânda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile herşeyi temâşâ eder. Hakikaten cerbeze, envaıyla garâibin makinesidir.
"

Biz de acayip gariplikler gördük bu cerbeze döneminde. 40 yıldır varolan bir cemaat, darbe dönemleri de dahil hiçbir iktidara itaat etmekten çekinmemişken; hiçbir iktidarı yolsuzluklar nedeniyle, bırakın tehdit etmeyi, uyarmamışken; birdenbire yolsuzlukla mücadeleyi birincil amaçları haline getirdiler. Sonra 'la tecessesu'yu unutup, zina isnadında aranan dört şahit meselesini bir tarafa bırakıp, yakaladıklarına zina isnadında bulundular. Hatta bu noktada öyle ileri gittiler ki, twitter üzerinden canlı şahidi olduğumuz şekilde, mesture/dindar kimlikleriyle tanınan, ama kendilerine muhalif kadın yazarlara bile isnadlarını açık açık yazdılar. Sonra özür dileseler de bu yaptıkları tamamıyle şeriatın muvazesine aykırı idi:

"Gıybetin en fena ve en şenîi ve en zâlimâne kısmı, kazf-i muhsanât nev'idir. Yani, gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen bir insan, bir erkek veya kadın hakkında zinâ isnat etmek, en şenî bir günah-ı kebâir ve en zâlimâne bir cinayettir, hayat-ı içtimâiye-i ehl-i imanı zehirlendirir bir hıyanettir, mesut bir ailenin hayatını mahveden bir gadirdir. Evet, Sûre-i Nur bu hakikati o kadar şiddetle göstermiş ki, vicdan sahibini titretiyor ve tüylerini ürperttiriyor: 'Onu işittiğinizde, 'Bunu söylemek bize yakışmaz. Hâşâ, bu büyük bir iftiradır' demeniz gerekmez miydi?' şiddetle ferman ediyor ve diyor ki: 'Gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen, merdûdü'ş-şahadettir; ebedî şahadetlerini kabul etmeyiniz. Çünkü yalancıdırlar.' Acaba böyle kazfe cesaret eden hangi adam var ki, gözüyle görmüş dört şahidi gösterebilir? Kur'ân-ı Hakîm bu şartı koşturmakla, 'Böyle şeylerde şakk-ı şefe etmeyiniz, bu kapıyı kapayınız' demektir."

Ama bu arkadaşlar, çok akıllılar, kendi kafalarında büyük günahların da sıralamasını değiştirdiler. Onlara göre önce en büyük günah önce yolsuzluk, sonra da muta nikahı idi. Ve her ne şekilde şüphelenilirse şüphelenilsin, gerekirse mahkeme beraatla neticelensin, yine de yakaladıkları suçlulardı. Onlar emindi ya, gerisi hiç önemli değildi. Gerekirse telefon da dinlenirdi. Evlere kamera da yerleştirilirdi. En mahrem yerlerden kayıtlar da alınabilirdi. Kardeşlerinin günahını ortaya çıkarmak ve onları rezil etmek için her yol mübahtı. Makyavelizmle İslam adaletini kaynaştırmanın böyle bir yolunu buldular. Kendilerince harikaydılar, ama ümmetin ehl-i sünnet çizgisi onları kustu. "Bu benden değil" dedi, reddetti.

Hatta bu insanların twitlerine bakın, hırsızlık konusunda ne kadar hadis varsa çalışmış, derlemişler. Bazıları hiç kaynak da göstermiyor, salladığını hadis diye yazıyor; ama bazısı var, hakkını takdir edelim, azıcık hadis kitabı karıştırmış. Fakat o da fıkıhtan anlamıyor. Anlamadığını da bilmiyor. Ne büyük günahların sıralamasını ne de bunların iman eksenindeki konumunu biliyor. En küçük hırsızlığı olanı bile ebedî cehennemde yanacak gibi lanse etmekten çekinmiyor. Fakat başka hadisler de var, affa dair şeyler, tevbenin geniş dairesine dair şeyler ve hatta kalbinde iman olanın kurtulacağına dair şeyler. Onları hiç anmıyorlar. Varsa da yoksa da yolsuzluk deyip duruyorlar. Ama tabii bu muvazenesizlik, bu dengesiz şeriat anlayışı, insanlara soğuk geldi ve geliyor.

"Hem de cerbeze ile, insan adalet yaparken zulme düşüyor. Zira insan kusursuz olmaz. Fakat uzun zamanda ve efrad-ı kesîre içinde ve tahallül-ü mehasinle tâdil olunan müteferrik kusurları cerbeze ile cem edip bir zaman-ı vahidde bir şahs-ı vahidden sudurunu tevehhüm ederek şedid cezaya müstehak görür. Halbuki bu tarz, bir zulm-ü şedîddir."

Bunlar da 12 yılda her ne kötülük yaşanmışsa, her kimden dolayı yaşanmışsa hepsini toplayıp bir zaman-ı vahidde ve bir şahs-ı vahidden (bu elbette Erdoğan oluyor) sudurunu tevehhüm edip saldırıyorlar. Adalet ettiklerini sanırken zulmün en şiddetlisini yapıyorlar. Ama kardeşlerim, böyleleri eskiden de vardı. Bediüzzaman Muhakemat isimli eserinde şöyle belirtiyor bunların halini:

"Mübalâğa ihtilâlcidir. Şöyle ki: Beşerin seciyelerindendir, telezzüz ettiği şeyde meylü't-tezeyyüd ve vasfettiği şeyde meylü'l-mücazefe ve hikâye ettiği şeyde meylü'l-mübalâğa ile, hayali hakikate karıştırmaktır. (...) Nasıl ki, bir ilâcı istihsan edip izdiyad etmek, devayı dâ'e inkılâp etmektir. Öyle de, hiçbir vakit hak ona muhtaç olmayan mübalâğalı tergib ve terhible, gıybeti katle müsavi; veya ayakta bevletmek, zina derecesinde göstermek; veya bir dirhemi tasadduk etmek, hacca mukabil tutmak gibi muvazenesiz sözler, katl ve zinayı tahfif ve haccın kıymetini tenzil ediyorlar. Bu sırra binaen, vaiz hem hakîm, hem muhakemeli olmalıdır."

Kimsecikler alınmasın. Mevzu bizi buraya çekiyor. Yoksa bana ne? Yine başka bir yerde vaizlere dair yaptığı bir eleştirisi de şöyledir:

"Ben vaizleri dinledim; nasihatleri bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasâvet-i kalbimden başka üç sebep buldum: (...) İkincisi: Birşeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden, muvazene-i şeriatı muhafaza etmiyorlar."

Bediüzzaman'ın bu bahsini okurken aklıma hep bir kişi geliyor. İsmini vermeyeyim, ama siz anladınız zaten. Onun ve takipçilerinin halini de buna çok benzetiyorum. Neye saldırsalar, neyi hedef tahtasına koysalar, sanki en büyük günah oymuş ve o olmasa kıyamet kopacakmış gibi coşuyorlar. Hangi kurumlarına bağlansalar '(...) olmasaydı' tagları açıp, o kurum zaruriyat-ı diniyedenmiş gibi savunmamızı bekliyorlar. Yahu nedir bizim bu coşkun vaizlerden çektiğimiz? Ne zaman koruyacaklar muvazene-i şeriatı da dengelerini bulacaklar? Çok kötülük gördük, ama yine de mesleğimiz beddua değil, "Allah ıslah etsin" deyip geçiyoruz.



Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...