İslam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İslam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Ocak 2024 Cumartesi

Kelime-i Tevhide saldıranda Türklük kalır mı?

"Türk Arapsız yaşamaz. Kim ki 'Yaşar!' der, delidir!/Arabın Türk ise hem sağ gözü hem sağ elidir./Veriniz başbaşa zirâ sonu hüsran-ı mübin./Ne hilafet kalıyor ortada billahi ne din!"
Mehmed Akif Ersoy

İslam Araplaşmak mıdır? Evet. Hayır. Cevap vermeyelim. Bu sual tuzaklıdır. Çünkü İslam, elimizden geldiğince, Aleyhissalatuvesselam Efendimize benzemeye çalışmaktır. Ona benzemeye çalışmaksa, hatırlayalım ki, önce Araplara teklif edilmiştir. Kureyş müşrikleri, üstelik aralarında akrabalık bağı bulunduğu halde, neden ona eza etmişlerdir? Neden iman etmemekte direnmişlerdir? Çağrıldıkları Araplıksa ne güçlüğünden bahsedilebilir onlar adına? Halbuki, onlar da biliyorlardır ki, çağrıldıkları şey Araplık değildir, çağrıldıkları müslümanlıktır. Çünkü Aleyhissalatuvesselam Efendimizle, değil yalnızca Araplık, insanlık da yeniden başlar. Araplar da öyle insan olmaya çağrılır. Yani ilk Araplar cahiliye Araplığını terkeder mü'min olmak için. Arkalarından diğer kavimler de bu hidayet pınarına koşarak 'Onun gibi olmaya' çalışır.

Hafızamda kaldığı kadarıyla aktaracağım. Detaylarında galat edersem müsamaha ile bakılsın. Esad Coşan Hocaefendi merhumun bir Ramuzü'l-Ehadis dersinde dinlemiştim. O diyordu ki: "Araptan başka müslümanların iki anadili vardır. 'Yahu nasıl olur?' diyeceksiniz. Anlatayım: Kur'an'da, Aleyhissalatuvesselam Efendimizin mübarek hanımları hakkında, 'Mü'minlerin anneleridir!' diye buyrulmuyor mu? İşte, demek, onlar da bizim annelerimizdir. Yani, bir Türk, Arapça öğrendiği zaman da yine annesinin dilini öğrenmiş olur. Hem neseben anasının dilini bilir (o Türkçedir) hem de ezvac-ı tahirat analarının dilini bilir (o da Arapçadır)."

Tabii, Esad Coşan Hocaefendi ayarında bir kemale ulaşması için insanın, insan-ı kâmil olması, Bediüzzaman'ın tabiriyle 'buz parçası hükmündeki enaniyetini havuzda eritmeyi göze alması' gerekiyor. Zaten beşeri mü'minane manalarla inşa etmek üzere gönderilmiş vahyin, sünnetin, şeriatın tasarrufuna açılması gerekiyor. Eskiden kalanları ehl-i sünnet mizanlarıyla tartması gerekiyor. Eğer, aksine, cahiliyesinin mirasına yapışırsa, yine elinde birşeyler kalıyor gerçi, ama ümmet havuzundan da mahrumiyet yaşamasına sebep oluyor. Öyleyse arkadaşım bu vazgeçiş daha azına razı olmak için değildir, hayır, daha ziyadesini elde edebilmek içindir.

"Bu zaman ehl-i hakikat için şahsiyet ve enaniyet zamanı değil. Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatten çıkan bir 'şahs-ı mânevî' hükmeder ve dayanabilir. Büyük bir havuza sahip olmak için, bir buz parçası hükmündeki enaniyet ve şahsiyetini, o havuza atmaktır ve eritmek gerektir. Yoksa, o buz parçası erir, zayi olur; o havuzdan da istifade edilmez. Hem mûcib-i taaccüp, hem medâr-ı teessüftür ki, ehl-i hak ve hakikat ittifaktaki fevkalâde kuvveti ihtilâfla zayi ettikleri halde, ehl-i nifak ve ehl-i dalâlet, meşreplerine zıt olduğu halde, ittifaktaki ehemmiyetli kuvveti elde etmek için ittifak ediyorlar. Yüzde on iken doksan ehl-i hakikatı mağlûp ediyorlar..."

Pek acı bir hâdise yaşadık geçenlerde malumunuz. Bir Türk (o kendine öyle diyor) kelime-i tevhidi taşıdığı için bir başka Türkü yumrukladı. Evet. Yumrukladı. Yumruklananın aktardığına göre arbededen önce 'Araplaşmakla' itham etmişti kendisini. Neden Araplaşmış? Çünkü kelime-i tevhid bayrağı taşıyor. Allah Allah! Hakikaten Türklük adına şu yaşanan ne acı bir hâdisedir. Öyle ya, hidayet nuruyla tanıştığından beri kendisini cihada vazifeli bilmiş; bin yılını o bayrağı yukarılarda tutmak için feda etmiş; bağrından nice nice salih sultanlar, komutanlar, devletler çıkarmış bir ecdadın evladının şu hali ehl-i hamiyeti ağlattıracak bir garabettedir. Lakin bir derdi anlamak da, ona ağlamak da, yine enaniyetinden vazgeçebilmeyi deruhte eder.

Müfid Yüksel Hoca, yıllar önce verdiği bir seminerde, "Devlet-i Osmanî ne üzerinde duruyor?" sualine, ulemanın şu şekilde cevap verdiğini nakletmişti: "Dört şey üzerinde duruyor: Arabın dini, Türkün tahtı, Kürdün ilmi, Arnavudun inadı..." Demek onlar, Osmanlı gibi büyük bir muvaffakiyeti, yine havuzluğun içinde anlıyorlardı. Bu havuza her kavim enaniyet buzunu atmıştı. Ve kemalini inkişaf ettirerek havuza katmıştı. Hep beraber sarfedilen emek sayesinde İslam medeniyeti gibi yüce bir destan husûle gelmişti. Yani herkes herkesleşmişti. Yani herkes müslümanlaşmıştı. Yani herkes Aleyhissalatuvesselam Efendimiz gibi olmak yoluna baş koymuştu. İslam havuzuna enaniyet buzunu atıp eritmişti. Bu yolda Türk Araplaşmıştı. Arap Türkleşmişti. Elhamdülillah. Rahmet olsun hepsine. Mübarek emeklerine. Yüce hamiyetlerine. 

Bugünlerdeyse inkârcılık, özellikle de ateizm, ırkçılığı kendisine bir güç kaynağı kılmaya çalışıyor. Safsatalarıyla İslamlığı müslüman kavimlerde geriletmeye gayret ediyor. Bununla da 'muasır medeniyetlerin(!) seviyesine çıkacağımızı' iddia ediyor. Oysa ki halihazırdaki perişanlığımız da 'havuzu bozmamızla' ilgili değil midir? Yumurta kadar küçük hükümetlere bölünmüşlüğümüz Emevilerden, Abbasilerden, Selçuklulardan, Osmanlılardan vs. işittiğimiz azameti yerle yeksan etmemiş midir? Üstelik şu bed yıkım halen sürmektedir. Hergün yeni bir şaşkın buzunu alıp çekilmektedir. Her çekilense diyar-ı küfrün canavarlarına lokma olmaktadır. Daha acısı da vardır üstelik. Evet. Ne garip. Ahmağa hata olarak havuzdan vazgeçtiği de yetmiyor bazen. Bir de vazgeçmeyenlere saldıracak cinnet u cür'eti kusuyor. Allah şerlerinden hepimizi muhafaza eylesin arkadaşım. Gençlerimizi tuzaklarından korusun. Âmin. Âmin. Âmin.

16 Aralık 2023 Cumartesi

Gazzeliler müslümansa biz neyiz?

Okuyanlar bilir. Bediüzzaman'ın gönlünde İşaratü'l-İ'caz'ın bambaşka bir yeri vardır. Sonradan satırlarına dokunmaya çekindiğini zikreder mesela. Neden? Bir müellif kendi satırlarına dokunmaya neden çekinir? Çünkü cephede yazılmıştır. Her an ölümün muhtemel olduğu bir mevkide tefekkür edilmiştir. Yeni Said bile, Eski Said'e dair bütün pişmanlıklarına rağmen, bu ihlasına hürmet gösterir: "Evet, tashihe muhtaç yerleri vardır; fakat hatt-ı harpte, büyük bir ihlâsla, şehidler arasında yazılıp giydirilen o yırtık ibarelerin tebdiline (şehidlerin kan ve elbiselerinin tebdiline cevaz verilmediği gibi) cevaz veremedim ve kalbim razı olmadı. Şimdi de razı değildir; çünkü o zamandaki ihlâs ve hulûsu şimdi bulamıyorum." Bu kanaatini Tenbih'inde tekrar be tekrar da ifade eder: "Fakat şimdi ise Yeni Said nazarıyla mütalâa ettim: Elhak, Eski Said'in bütün hatiatıyla beraber, şu tefsirdeki tetkikat-ı âliyesi, onun bir şaheseridir. Yazıldığı vakit daima şehid olmaya hazırlandığı için, hâlis bir niyetle ve belâgatın kanunlarına ve ulûm-u Arabiyenin düsturlarına tatbik ederek yazdığı için, hiçbirini cerh edemedim."

Geçenlerde ABD'li bir hanım Tiktok'da şöyle ağlıyordu: "Eğer bir Tanrı varsa bu insanlar kesinlikle Onun halkıdır." Yalnız gayrimüslimler sormuyor arkadaşım. 7 Ekim'den beri hepimiz soruyoruz: "Gazzelilerin imanındaki sır nedir?" Çünkü bu imanda, kâfirlerin anlayamadıkları kadar, bizim de ulaşamadıklarımız var. Evet. Nasıl bir insan ailesinin tamamını kaybeder de Allah'a karşı en ufak bir şikayette bulunmaz? Haydi, şikayeti geçtim, nasıl bir de övüncünü ifade eder? Bir şehir yokolur da kalanlar nasıl zayıflık emaresi göstermez? Başlarına tonlarca bomba yağan çocuklar bile nasıl kameralara heybetle Kudüs'ü geri alacaklarından bahseder? Nasıl olur bu? Nasıl? Nasıl?

Tamam. Biz de, elhamdülillah, müslümanız. Fakat bu halet-i ruhiyeyi artık kavrayamıyoruz. Herşey teoriden ibaret değil. Bir vaizin vaazında söylediklerini yaşaması kolay mı? Tarihten duyduklarımızı masal görmeye başlamıştık halbuki. Bedir, Malazgirt, Çanakkale... "Abartıyorlar canım!" diyorduk içten içe. Şimdi 'Gazzeliler' diye birileri ortaya çıktı. Hepsini masal olmaktan çıkardı. Vay arkadaş. Demek olurmuş. Demek yapılıyormuş. İşte şuradalarmış. Hiroşima'dan beter bombalandıkları halde yıkıntılar içinde göğüs göğüse çarpışmayı bekliyorlarmış. Onların üstünü toprak kaplarken bütün bir mazinin üzerinden ölü toprağı kalkıyor. Şehidlere cidden 'ölü' denmiyor. Çünkü onlar ölür gibi görünürken ümmetin göğsüne Muhammedîlik canı üflüyorlar. Her kim nasiplense diriliyor.

Bugünlerde, arkadaşım, Gazzelilerin imanını 'rabıta-i mevtleri' üzerinden de okuyorum. Ve, yukarıda zikrettiğim, Bediüzzaman'ın İşaratü'l-İ'caz'ı yazarkenki haletine benzetiyorum. Evet. Onlar ölümü hatırlarından çıkaramıyorlar. Ölümü hatırlarından çıkaramayacakları şartlarda yaşıyorlar. Kendilerini kemal-i fahirle 'gaza ehli' olarak tarif ediyorlar. Cihadda bu yönüyle bir bereket görüyorum. Hem mürşidim yine bir yerde hikmetle diyor:

"İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, rabıta-i mevttir. Evet, ihlâsı zedeleyen ve riyâya ve dünyaya sevk eden tûl-i emel olduğu gibi, riyâdan nefret veren ve ihlâsı kazandıran, rabıta-i mevttir. Yani, ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülâhaza edip, nefsin desiselerinden kurtulmaktır."

'Rabıta-i mevt' nedir? Rabıta-i mevt ölümle yaşamaktır. Bunu cephe hattından daha sıhhatli ne sağlayabilir? Öyle ya. Her an cennet pasaportunun bir İsrail bombardımanı, kurşunu veya işkencesiyle gelmesine hazır olan Gazzeli murabıtlardan daha iyi hangimiz rabıta-i mevt yapabiliriz? Onları böylesine ulaşılamaz kılan belki de bir ömür ölümle birlikte yaşamalarıdır. Yani akıllarından çıkarmadıkları ecel ihtimalleri imanlarını parlatmıştır. Ve yine belki İslam'da cihadın bu kadar önemsenmiş olmasının bir hikmeti de imana/amele takviye veren şu yönüdür. Yani, müslümanlar cihad ettiklerinde değil, cihadı bıraktıklarında ölür. Mesela, bizim gibi cihadı epeydir unutmuş milyonlar, aynı diriliği göğsümüzde bulamıyoruz. İmanın lezzetini tadamıyoruz. Dünyevîleşmekten kendimizi alıkoyamıyoruz. Ölüm çok uzağımızda geliyor. Hayat çok hoşumuza gidiyor. Kılıcı köreltip duvara astığımızdan ötürü gitgide çürüyoruz. Biliyorsun, mücahidler öldüklerinde çürümezler, ancak cihadı bıraktıklarında çürürler. Şu bilad-ı İslam'da yaşayan Türkler, Kürtler, Araplar... Bizdeki çürümeyi bundan daha zâhir açıklayacak başka ne var?

24 Kasım 2023 Cuma

Müslümanın ilk psikoloğu imanıdır

'Travma' konusunda uzman değilim. Fakat şöyle bir zannım var: Travmalar hayatın celalî yüzünü kaldırmakta zorlandığımızda ortaya çıkarlar. Celalî, yani kuşatılamayan, hikmetlerinin etrafı zihnen olsun sarılamayan, tasarrufunun dalgaboyu kestirilemeyen. Allah göstermesin, bir trafik kazasında yakınlarını kaybedenimiz, aslında celalî bir tecelli görmüştür. Depremde yaşadığımız esasında celalî bir tecellidir. Veyahut savaşlar en özünde celalî tecellilerdir. Biz bu celalî tecellileri 'kaldırmakta' zorlandığımızda travma ediniriz. Celalin kendisi travma teklif etmez. Celali doğru karşılayamamak travma etkisi yaratır. Tam bu eşikte travmaya da şöyle bir anlam verebiliriz belki: Travma celalî hadiselere cemalî anlamları verememekten çıkar. Evet. Travmalar ekseriyetle aklımızda, hafızamızda, kalbimizde vs. 'kapatamadığımız dosyalar'dır. Çünkü dosyalar ancak üzerlerindeki işlem tamamlandıktan sonra kapatılıp kaldırılabilir. Bitmeyen işlerse dönmeye devam eder.

Mesleğe sevkiyatçılıktan başladığım için bilirim. Sevkiyatçıyı en çok yoran sipariş 'gelince konulacak bir ürünün beklendiği' sipariştir. O ürün gelmediği için sipariş de bir türlü masadan kaldırılamaz. Fakat bir yandan da diğer işlerin aksamaması gerekir. Bu defa yarım kalmış sipariş diğerlerinin hazırlanmasına engel olur. Yer kaplar. Hatalara sebep olması riski yaşanır. O zaman dönüp pazarlamacılara sağlam bir serzenişte bulunursunuz: "Yahu madem bekleyecekti de bunu neden hemen hazırlattınız? Beklediği gelince hazırlasaydık. İşimizi zorlaştırıyor."

Travmalar da içimizde bekleyen siparişler gibidir işte arkadaşım. Ancak bunların gelince tamam olacağı ürün de belli olmadığından dosyaları asla kapatılamaz. Masada dururlar sürekli. Bir zaman sonra da sahiplerini zehirlemeye başlarlar. Kalan herşey kokuşur. Su bile durunca pislenir. Akışı yaraladıklarından ötürü işlemden geçen diğer bütün öğeler de aynı yaralarla berelenirler. Hatalanırlar. Yanlışlanırlar. Karışırlar. Zehirlenirler. Travma sahibi insanların duygu durumları giderek bozulur. Eşyayı algılama şekilleri sağlıklı insandan giderek farklılaşır. Dolayısıyla verdikleri tepkiler/anlamlar da farklılaşır. Çatlak giderek büyür. Bütün arıza halayın ilk adımının yanlışlığıyla ilgilidir halbuki. O ilk hataya dönülüp yarası merhemlenmezse sıkıntı biteviye sürer gider.

Diyebiliriz ki: Modern psikoloji neredeyse bunun üzerine kuruludur. Terapiler geçmişteki düğümleri açmaya yararlar. En azından buna çalışırlar. Çocukluğunuza kadar inmenizi teklif eden terapistiniz aslında 'yanlış adımı' bulmaya çalışır. Eğer takıldığınız yeri daha farklı, daha güzel, daha cemalî manalarla kavramanızı sağlayabilirse, siz de bu mana sayesinde derdinizle barışır, dosyanızı kapatırsınız. (Demek dosyaları cemal kapatır.) Gelmesini beklediğiniz gelmiştir artık. 'Güzel görmek' ile birçok yaranın iyileşmesi sağlanabilir. 'Bütün psikiyatrik rahatsızlıklar böyledir' demem elbette. Ancak terapilerle tedavisi başarılabilenler bu nevidendir.

Yani, celalî olandaki cemalî yakalayabilmek, celal ile cemal arasındaki kardeşliği kavrayabilmek, hayatın yükünü üzerimizden alır. İmtihanımızın büyük ölçüde başarısı bu geçişkenliği sağlayabilmeye bağlıdır. Eğer celalden cemale geçişi, aralarındaki yolları koşmayı refleks haline getirecek derecede, kendimizde yerleştirebilirsek, o zaman 'Subhanallah, Elhamdülillah, Allahu Ekber...' arası mesafeler de kısalır. Başı tenzih, ahiri azamet olan herşeyin ortasında bir 'hamd' bize tebessümle gözkırpmaya başlar.

İşte bu sebeple mürşidimin Mesnevî-i Nuriye'de zikrettiği şu cümleleri çok önemserim:

"İ'lem eyyühe'l-aziz! İsm-i Celâl, alelekser nevilerde, külliyatta tecellî eder. İsm-i Cemâl ise, mevcudatın cüz'iyatına tecellî eder. Bu itibarla, nevilerdeki cûd-u mutlak, celâlin tecellîsidir. Cüz'iyatın nakışları, eşhasın güzellikleri cemâlin tecellîyatındandır. Ve keza, celâl, vahidiyetin tecellîsinden, cemâl dahi ehadiyetin tecellîsinden zahir olur. Bazan da cemâl, celâlden tecellî eder. Evet, cemâlin gözünde celâl ne kadar cemîldir; celâlin gözünde dahi cemâl o kadar celîldir."

Yani belki de 'celal' ve 'cemal' aynı şeyin iki ismidir. İki başka resmidir. Bizim durduğumuz, gördüğümüz, anladığımız, talip olduğumuz vs. yere göre yüzlerinden birisini göstermektedirler. Rahmete susamışlar için gökgürültüsü nasıl şen bir şarkıdır. Fakat aynı gürültü çoğu kez korkuyla irkilmemize de neden olur. Süleyman aleyhisselamın ordusunu görmek mazlumlar için nasıl bir sevinç kaynağıdır. Fakat karıncaların, Neml sûresinde haber verildiği gibi, sakınmaları da lazımdır. Zaten en büyük daireye çıktığınızda, yani şecere-i kainatın bir bütün şeklinde Malik-i Ezelî'nin nazarına serildiği hengamda, vahidiyet-ehadiyet arasında bir fark da kalmaz. Vahidiyet aynı ehadiyet olur. Ehadiyet aynı vahidiyet olur. Çünkü küll de küllî ile aynı şeyi haber verir artık. Küll hiçbirşeyin parçası olmadığından küllîleşir. Küllî herşeyi içerdiğinde külleşir. Bütünlüğünün farkına vardığınızda ehadiyetin gölgesine sığınırsınız. Parçalığına uyandığınızda vahidiyete koşarsınız. Hangi mertebede neye uyandığınız karşınızdakinin sûretini sizin için değiştirir. Celalî olan cemalîye dönüşür. Cemalî olan da celalîye çevrilir. 

Elhamdülillah. Doğma büyüme mü'minleriz. Lakin biraz da sudaki balık gibiyiz. İslam, Esmaü'l-Hüsna tedrisiyle, eksik dosyalarımızı nasıl tamamlayıp kaldırıyor farkında değiliz. Ben "Müslümanın psikoloğa-psikiyatriste ihtiyacı olmaz!" gibi iddialı cümleler kurmayacağım. İmtihandır. Olabilir. Ama şunu cesaretle diyeceğim: Müslüman, imanı sayesinde, içinde travma adayı olarak bekleyen pekçok dosyayı kendiliğinden kapatıp kaldırır. Tefekkürüyle onu bir yere bağlayarak, bir anlam vererek, bir hakikatin habercisi kılarak gemiye yükler. Sırtında taşıması gerekmez. Bekleyenler azalırsa kokuşma da daha az olur elbette. Bunu söylemekten neden çekinelim? Eşyanın mahiyeti böyledir zaten. Kalmayanlar kokuşmaz. Temizlik bu yönüyle de imandandır arkadaşım. Evet. İçindeki dosyaların birikintisini de yine imanın süpürgesiyle temizlersin. Onu sakın bırakma.

12 Ekim 2023 Perşembe

En kalitesiz kâfir neden müslümanlardan çıkar?

"Çünkü mürtedin vicdanı tamam bozulduğundan hayat-ı içtimaiyeye zehir olur."
Lem'alar, s. 213


Küllîye düşmanlık cüz'e düşmanlığa benzemez. Bütüne düşmanlık bile parçaya düşmanlıktan başkadır. Gülün düşmanı gülün düşmanıdır. (Başka çiçeklere de düşmanlığını bu itiraftan çıkaramayız.) Papatyanın düşmanı papatyanın düşmanıdır. (Başka çiçeklere de düşmanlığını bu itiraftan çıkaramayız.) Fakat, her kim cem-i manasıyla 'çiçek' düşmanı olsa, artık bahane tutamaz, cümle çiçeklerin düşmanı olur. Zira çiçek tür ismidir. Nev'in nâmıdır. Açan herşeyi kapsar. Dışında çiçeklik bırakmaz. Evet. İslamiyet de, işte, sair itikadlara nazaran çiçek gibidir. Hepsinin (varsa) kısmî güzelliği onun güzelliğinden bazı şûlelerdir. İçlerinde, eğer kalmışsa bir dane-i hakikat, o hakikatin ağacı şeriattadır. Kemaliyle İslamiyet toprağında tebarüz eder ancak. İstikametiyle ancak onda görünür. Bu nedenle Bediüzzaman 'mürted' ile 'harbî kâfir' arasındaki şu farka dikkatimizi çeker:

"İslâmiyet sair dinlere kıyas edilmez. Bir Müslüman, İslâmiyetten çıksa ve dinini terk etse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez. Belki Cenâb-ı Hakkı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şeyi tanımaz; belki kendinde kemâlâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder. Onun için, İslâmiyet nazarında harbî kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte olsa, musalâha etse; dahilde olsa, cizye verse İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur. Fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünkü vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir hükmüne geçer. Halbuki, Hıristiyanın bir dinsizi, yine hayat-ı içtimaiyeye nâfi bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesâtı kabul eder ve bazı peygamberlere inanabilir ve Cenâb-ı Hakkı bir cihette tasdik edebilir."

Yani, arkadaşım, bu dinin kâfiri başka dinlerin(!) kâfirine benzemiyor. Onlar tahrif olmuş müfredatlarından edindikleri kadar bilgiyi reddedebiliyorlar. Bir tanrıyı inkâr ediyorlarsa da bu müslümanların nihayetsiz kemalde Allah'ı değil. Bir şeriata karşı koyuyorlarsa da bu İslam gibi her yönüyle sırat-ı müstakim bir içeriğe sahip değil. Hatta genellikle reddettikleri şey bâtılın şıklarından birisi oluyor. Başka bir bâtıla, yine bir bâtılı inkâr ederek, itikat ediyorlar. Tıpkı 'teslis'i reddedip ateist olan bir hristiyan eskisi gibi. Halbuki, İslam'a göre, ateizm ne kadar bâtılsa teslis de o derece bâtıldır. Şirk bütün efradıyla yine şirktir. Tevhidin dışında kalan hiçbir alan bizden değildir. Bu açıdan bâtılın kâfiri ancak bâtıldan bâtıla hasımdır. Bâtıla hasım olanın davasında bâtılla beraber hak birşeyler de bulunabilir. Lakin lebaleb hak ile dolu olana düşmanlık husumet sahibinde hiçbir nur bırakmaz.

Bu meseleyi 'bilim felsefesi' üzerine okuma yapmış olanlar için tanıdık gelebilecek bir temsille açıklayalım. (Çünkü bu temsil bilimsel bilginin hakikati ifade etmediğini savunanların kullandığı bir argümandır.) Bugün günlerden perşembedir. (Yazının yazıldığı gün itibariyle.) Ben eğer "Bugün günlerden çarşambadır!" desem, bu söylediğim hakikat değildir, ancak büsbütün yanlış da değildir. Zira "Bugün günlerden çarşambadır!" demek "Bugün günlerden pazartesi, salı, cuma, cumartesi, pazar da değildir!" demeyi kapsar. Ki kastettiği bu alt manalarda isabetlidir. Hepsi birden reddedilemez.

İşte, bilimsel bilginin kainatta bir kısım işlerimizi görmesi de, onu hakikat seviyesine çıkaramaz. Zira, bir konuda işe yarıyor olmak, nefsü'l-emirdeki hakikate isabet ediyor olmayı gerektirmez. Düğmeye her dokunduğumuzda lambanın yanması "Işığı düğme yaratıyor!" demeyi haklı kılmaz. (Elektrik de bundan aşkın değildir.) Cep telefonuyla çivi de çakabilirsiniz. Lakin bu cep telefonunun çivi çakmak için tasarlandığı anlamına gelmez. Furkan'da Hak Teala'nın "Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım!" buyurduğundan böyle bir mana da kavranmalıdır. Yoksa insanın ve cinlerin başka yan işler yapmadığı-yapamayacağı değil. Merkezdeki yaratılış maksadları bu alanlar değildir. Ve, evet, cep telefonuyla çivi çakarsanız sahibi de sizi cehenneme çakar.

Konuyu dağıtmaya başladık. Mürşidimin cümlelerine müracaat ederek toparlamaya çalışalım. O yine bir yerde diyor ki:

"Meselâ, nasıl ki bir saray bulunsa, büyük bir dairesinde büyük bir elektrik lâmbası bulunur. O elektrikten teşa'ub etmiş ve onunla bağlı küçük küçük elektrikler, küçük menzillere taksim edilmiş. Şimdi, birisi o büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirip ziyayı kapatsa, bütün menziller derin bir karanlık içine ve bir vahşete düşer. Ve başka sarayda, büyük elektrik lâmbasıyla merbut olmayan küçük elektrik lâmbaları, her menzilde bulunuyor. O saray sahibi büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirerek kapatsa, sair menzillerde ışıklar bulunabilir, onunla işini görebilir; hırsızlar istifade edemezler. İşte, ey nefsim! Birinci saray, bir Müslümandır. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm, onun kalbinde o büyük elektrik lâmbasıdır. Eğer onu unutsa, el'iyâzü billâh, kalbinden onu çıkarsa, hiçbir peygamberi daha kabul edemez. Belki hiçbir kemâlâtın yeri ruhunda kalamaz. Hattâ Rabbini de tanımaz. Mahiyetindeki bütün menziller ve lâtifeler karanlığa düşer. Ve kalbinde müthiş bir tahribat ve vahşet oluyor. Acaba bu tahribat ve vahşete mukabil hangi şeyi kazanıp ünsiyet edebilirsin? Hangi menfaati bulup, o tahribat zararını onunla tamir edersin? Halbuki, ecnebiler o ikinci saraya benzerler ki, Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın nurunu kalblerinden çıkarsalar da, kendilerince bazı nurlar kalabilir—veya kalabilir zannederler. Onların mânevî kemâlât-ı ahlâkiyelerine medar olacak, Hazret-i Mûsâ ve İsâ Aleyhimesselâma bir nevi imanları ve Hâlıklarına bir çeşit itikatları kalabilir."

O halde bana "Ben kâfirim!" diye soran kişiye benim de şunu sormak hakkım olur: "Neyin kâfirisin?" Bütün kemalatı kendisinde barındıran İslamiyetin mi? Yoksa başka bir bâtıl itikadın mı? Başka bir bâtılın kâfiri olmuşsan sende kimi doğrular ayakta kalmış olabilir. Ancak Muhammed Mustafa aleyhissalatuvesselama hasım olmuşsan, yandın, daha sende güzellik namına hiçbirşey ayakta duramaz. Zira kâfiri olduğun şeyler artık senin hasımlarındır. Reddettiğine göre kendine seçtiğin pozisyon onların karşısıdır. Veyahut onlar senin artık ulaşamayacaklarındır. Bu nedenle İslam mürtedine hakk-ı hayat tanımaz. Bu tavrında da gayet tutarlıdır. Eğer bir itikad bütün kemalatın kendinde olduğuna iman ediyorsa, içinden dışına inkâr ile çıkanın da, kemalata dair ne varsa yitirdiğini kabul etmek zorundadır. Böyle bir yitirişin de telafisi mümkün değildir. Çünkü yitirdiği şeylere husumeti nedeniyle içinde nokta kadar nur barındırmayan bir karanlığı büyütmektedir:

"Hüsün ve cemâl, görmek ve görünmek ister. Görmek ve görünmek ise, müştak seyirci, mütehayyir istihsan edicilerin vücudunu ister. Hüsün ve cemâl ebedî, sermedî olduğundan, müştakların devam-ı vücutlarını ister. Çünkü daimî bir cemâl ise, zâil bir müştaka razı olamaz. Zira, dönmemek üzere zevâle mahkûm olan bir seyirci, zevâlin tasavvuruyla muhabbeti adavete döner. Hayreti istihfafa, hürmeti tahkire meyleder. Çünkü, hodgâm insan, bilmediği şeye düşman olduğu gibi, yetişmediği şeye de zıttır. Halbuki, nihayetsiz bir muhabbet, hadsiz bir şevk ve istihsan ile mukabeleye lâyık olan bir cemâle karşı zımnen bir adavet ve kin ve inkâr ile mukabele eder. İşte, kâfir, Allah'ın düşmanı olduğunun sırrı bundan anlaşılıyor."

Dikkat et. Sen "Bugün günlerden çarşambadır!" demedin. "Bugün günlerden perşembe değildir!" dedin. Doğrudan hakikate kastettin. Doğrudan onu itham ettin. Onu reddettin. Senin mesuliyetin elbette 'harbî kâfir' ile bir olmaz. "Mürtedin katli var!" diye boşuna İslamiyete gönül koyma. Adaletsizlik ile de suçlama. Çünkü İslamiyet herşeyi olması gereken yere koyuyor. Seninle onu bir tutmuyor. Onunla seni bir tutarak ona da sana da zulmetmiyor. Herkes reddettiğine göre tartılıyor. Peki sen neyi reddettiğini hakikaten tartıyor musun? Vatanına ihanet edenin idamını aklın pekâlâ alıyor. Hak da veriyorsun. Peki Allah'ına ihanet edenin cezalandırılmasında alamadığın ne?

21 Eylül 2023 Perşembe

‘Tanrı Türkü korusun’ diyenlere aldanma, Allah, müslümandan başkasını korumaz!

“Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Sonra da ‘birbirinizi tanıyasınız diye’ milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız en ziyade takvâ sahibi olanınızdır. Allah ise herşeyi bilir. Herşeyden haberdardır.” (Hucurât sûresi, 13)



Mustafa Kutlu ‘Babam Cemil Meriç’ isimli eserde diyor ki:

“Biz bir hafıza kaybına uğradığımız için, irfanî bilinç kaybı yaşadığımız için, Cumhuriyet eliti Türklüğü hâlâ rakı şişesinde arıyor. Kimi Moğollara uzanmaya çalışıyor. Oysa zoraki kimlikler tutmaz. Avrupalılar, 1600 prenslikten 30 devlete, 30 devletten tek birliğe geldiler. Biz bir devletten 30 devlet çıkardık. Şimdi bu 30’u da parçalayıp 300’e gitmeye çalışıyoruz...”

Peki bu neden böyle oluyor? Yani ‘milliyetçilik’ Avrupa’ya böyle şifa(!) verirken İslam dünyasını neden zehirliyor? Bunun cevabı galiba ‘üstkimlik-altkimlik’ ilişkisinde saklı. Avrupalılar, milliyetçiliğin yükselişinden önce, hristiyanlık üzerinden çok zayıf bir üstkimlik oluşturabilmişlerdi. Cahiliye kabileciliği, daha doğrusu klancılığı, faaldi. Bu yüzden milliyetçilik ‘ulus fikri’ ile çıkıp geldiğinde onda yalancı bir şifa buldular. Dağınıklıklarını bu çeşit ‘hayalî cemaatlerle’ bir nebze topladılar. Fakat iki dünya savaşının ardından ulusçuluk da yetmemeye başladı onlara. Şimdi gözlerini ‘Avrupa Birliği’ dedikleri bütünleşmeye diktiler. Başarabilirler mi? Bediüzzaman’ın Lemeat isimli eserinde zikrettiği ‘ikiz iki deha’ analizi öngörüyor ki: Böyle bir şey mümkün olmayacak. Çünkü özlerinde bir fayhattı var. Tastamam asla barıştırılamayacak. İşte iki dünya savaşı bu fayhattının depremleriydi.

“Şimdi buna dikkat et: Eski Roma, Yunanın iki dehâsı vardı; bir asıldan tev'emdi. Biri hayal-âlûddu, biri maddeperestti. Su içinde yağ gibi imtizaç olamadı. Mürur-u zaman istedi, medeniyet çabaladı, hıristiyanlık da çalıştı. Temzicine muvaffak hiçbiri de olmadı. Herbiri istiklâlini filcümle hıfzeyledi. Hattâ el'an âdetâ o iki ruh, şimdi de cesetleri değişmiş. Alman, Fransız oldu. Güya bir nevi tenasuh başlarından geçmişti. Ey birader-i misâlî! Zaman böyle gösterdi. O ikiz iki dehâ öküz gibi reddetti temzicin esbabını. Şimdi de barışmadı. Madem onlar tev'emdi, kardeş ve arkadaştı, terakkide yoldaştı. Birbiriyle döğüştü; hiç de barışmadılar.”

Avrupa yine de fikr-i milliyetten alabileceğini aldı. Lakin müslümanlar fikr-i milliyeti yanlış bir hayranlıkla, adeta tangocu bir kadın libasını hocaya giydirmek gibi, beğenerek sinelerine bastılar. Halbuki, Avrupalıların aksine, ‘üstkimlik’ sorununu ta en baştan çözmüşlerdi. Çin’den İspanya’ya kadar bütün müslümanlar kendilerini ‘İslam’ üstkimliğinde buluşturuyorlardı. Kurdukları devletler de, belki binlerce kavimden derlenmiş, rengarenk ümmeti idare edebiliyordu. Hatta onlara asıl kavim kimliğini de dinleri yenibaştan kazandırıyordu. Tıpkı Bediüzzaman’ın Türkler hakkında dediği gibiydi durum:

“Türk milleti, anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi). Halbuki, küçük unsurlarda dahi, hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var. Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş; ondan kàbil-i tefrik değil. Tefrik etsen mahvsın. Bütün senin mazideki mefâhirin İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefâhiri kalbinden silme.”

Bu, Türkler için böyle olduğu gibi, Araplar için de böyleydi. Kürtler için de böyleydi. Bütün İslam kavimleri böyle düşündüğü için sünnet-i Resulullah aleyhissalatuvesselam üzere birleşebiliyorlardı. ‘Selamün aleyküm!’ deniliyordu merhabalaşılırken ezan okunan her yerde. Kudsî kelimeler anıldığında herkes birbirinin kalbinden geçeni anlıyordu. Fakat fikr-i milliyeti matah birşey sanıp alınca bu defa, Mustafa Kutlu’nun isabetle dikkatimizi çektiği, o facia yaşandı: Zaten sahip olunan üstkimlik yıkılma alametleri gösterdi. 1’imiz 30 oldu. 30’umuz da 300 olmaya zorluyor. Kimin yüzü gülüyor peki? Elbette kâfirlerin. Zira karşılarında duracak bir kalabalık birliktelik görmüyorlar. Ufak lokmalara böldükleri herkesi yutuyorlar. Eğer ittihad-ı İslam güneşiyle uyanmazsak varacağımız akıbet ortadadır.

Tamam, bunları yazdık ya, İslamiyette hiç mi fikr-i milliyetin yeri yoktur? Hiç mi insan kendi milliyeti ile sevinmez? Hiç mi onun aidiyetini hissetmez? Arkadaşlar, İslam fıtrî olan hiçbir ahvali terketmez, fıtrattan olan hiçbir bağı koparmaz. İslam’da bir milliyet şuuruna sahip olmanın elbette meşru bir zemini vardır. Lakin bu meşru zemin, o asabiyetin, kendisinden daha üstkimliği (veya bu kimliği kazandıran öğeleri) gördüğü zaman erimeye yatkınlığıyla ilgilidir. Yani: Eğer buz parçası hükmünde olan enaniyetini, buna ‘millet, kavim, cemaat, parti, memleket enaniyetleri’ de dahildir, ümmet havuzunda eritmeye bakmıyorsan, o asabiyetin artık parçalayıcıdır. Yemekte erimemiş tuz kristali gibidir. Dişi-dili taciz eder. Müsbet değil menfidir. Meşru değil gayrımeşrudur. Öldürücüdür. Hoşgörülemez. Ölçüsünü yine Bediüzzaman’ın bir talebesiyle ilgili aktardığı hatırasında buluruz:

“Ben Van'da iken, hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: ‘Türkler İslâmiyete çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?’ dedim. Dedi: ‘Ben Müslüman bir Türkü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar.’ Bir zaman geçti, (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul'da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksülâmel ile o da Kürtçülük damarıyla başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: ‘Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü salih bir Türke tercih ediyorum.’ Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki, Türkler bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur. Ey sual soran meb'uslar! Şarkta beş milyona yakın Kürt var. Yüz milyona yakın İranlı ve Hintliler var. Yetmiş milyon Arap var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin Van'daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o milletleri karıştıracak ve ırktaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiyeyi tanımayan, sırf ulûm-u felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir? Sizden soruyorum.”

Evet. Bir müslüman Türk, müslümanlığı hakkı için, İslam’a onca hizmet etmiş milliyetini sevse, o milliyetin asabiyetini dinine muhabbete sevketse, bu milliyetçiliğe meşru bir alan açabilir. “Ben öyle bir kavme mensubum ki, onlar İslam’a bin sene hizmet etmişler, cihad bayrağını taşımışlar, ben de onlara layık bir torun olarak İslam’a hâdim olmalıyım!” dese, burada asabiyet, İslamiyete hizmet etmiş sayılır. Zira ona sevgisi diğerine sevgisi içindir. Dolaylıdır. Araçsaldır. Aynısını Araplar, Kürtler ve sair milletler için de düşünebiliriz. Maksadı İslam’ı sevmek iken asabiyetini bir vesile/vasıta gibi sevkediyorsa bu meşrudur. Hatta Bediüzzaman’ın elmas-kale misalindeki duruma benzetebiliriz bunu:

“Müsbet milliyet, hayat-ı içtimaiyenin ihtiyac-ı dahilîsinden ileri geliyor. Teâvüne, tesanüde sebeptir; menfaatli bir kuvvet temin eder, uhuvvet-i İslâmiyeyi daha ziyade teyid edecek bir vasıta olur. Şu müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyete hâdim olmalı, kal'a olmalı, zırhı olmalı; yerine geçmemeli. Çünkü İslâmiyetin verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var; âlem-i bekàda ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kal'anın taşlarını kal'anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev'inden ahmakane bir cinayettir. İşte, ey ehl-i Kur'ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur'ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur'ân'ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur'ân'a ve İslâmiyete kal'a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı def ettiniz. (…) Şimdi Avrupa'nın ve frenk-meşrep münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız.”

Kale Türklüğümüzdür, Araplığımızdır, Kürtlüğümüzdür, Çerkesliğimizdir vs... İslam’a hizmetle geçmiş tarihimizdir. Mücahid dedelerimizdir. İliklerimize kadar işlemiş İslamiyet dokusudur. Kanımıza kadar işlemiş kokusudur. Elmas ise İslamiyettir. Bu asabiyet elması korumak için kullanılacaksa ne âlâ! Yoksa, elmasın yerine geçse, bu defa bizi hem dinimizden hem dünyamızdan hem de devletimizden edecek zehir hükmüne geçer. Yani ki: Milliyetçiliği, dostumuzu yoketmek için değil, düşmana karşı sertliğimizi arttırmak için kullanmalıyız. İslam’a cibilli taraftarlık için amel etmeliyiz. Zira, mürşidim, seyyidlerin bile ümmet içindeki nurdan mevkilerinin, böylesi bir cibilli damardan geldiğini söylüyor:

“Evet, Âl-i Beytin efradı ise, itikad ve iman hususunda sairlerden çok ileri olmasa da, yine teslim, iltizam ve tarafgirlikte çok ileridedirler. Çünkü İslâmiyete fıtraten, neslen ve cibilliyeten taraftardırlar. Cibillî taraftarlık zayıf ve şansız, hattâ haksız da olsa bırakılmaz. Nerede kaldı ki, gayet kuvvetli, gayet hakikatli, gayet şanlı bütün silsile-i ecdadı bağlandığı ve şeref kazandığı ve canlarını feda ettikleri bir hakikate taraftarlık, ne kadar esaslı ve fıtrî olduğunu bilbedâhe hisseden bir zat, hiç taraftarlığı bırakır mı? Ehl-i Beyt, işte bu şiddet-i iltizam ve fıtrî İslâmiyet cihetiyle, din-i İslâm lehinde ednâ bir emâreyi kuvvetli bir burhan gibi kabul eder. Çünkü fıtrî taraftardır. Başkası ise, kuvvetli bir burhan ile sonra iltizam eder.”

Arkadaşım, milliyetçiliği sinende tutuyorsan, bari onu İslamiyete hâdim eyle. Bütünlüğe hizmet ettir. Parçalayıcı olma. Eğer parçalamaya istimal edersen en nihayet dininden de olursun. Çünkü İslam öyle bir milliyetçiliği bünyesinde barındırmaz. İlla kusar. (Hatırlarsan: Kavim kavim yaratılış da Kur’an’da, tıpkı bir ordunun taburları gibi, birleştirmeye vesile olarak zikredilmiştir. Ayrılmaya kullanmak caiz değildir. Hilafa istimal eden fıtrata itiraz eder.) Ve sen illa İslamlığını kusarsın. Tamam. Şu dünyada soydaşlığın bir parça şevketi konuşuluyor olabilir. Ama mezarında herkes yalnızdır. ‘Tanrı Türkü korusun!’ yazanlara aldanma sakın. Allah müslümandan başkasını korumaz.

4 Eylül 2023 Pazartesi

Teoman da Bediüzzaman’a hakverdi sonunda!

Devletin dinsiz olmasının en kötü yanı ‘devletin dinsiz olması’ değildir. Devletin dinsiz olmasının en kötü yanı ‘dinsizlerin kendilerini devlet sanması’dır. Türkiye’nin de yakın tarihinde başına gelen budur. Evet. Bugün %99’unun kendisini müslüman bildiği şu diyar-ı İslam’da, İslam adına yapılmasa bile, hasbelkader İslam’a uygun verilmiş her hüküm, dinsizler tarafından şiddetle sigaya çekilir. Parmak sallanır. Hesap sorulur. ‘Tukaka’ edilir. (Yakın zamanda İstanbul valiliğinin içki yasağıyla ilgili tepkilerde gördük bunu.)

Kendisini devlet sayan dinsizliğin engizisyonudur aslında yaşanan. Bütün köşeler çoktan tutulmuştur. (B)okçular atış yapmaya başlar. %99 ihtimalle de o hatayı(!) yapmış hükümetlere geri adım attırılır. Zira laikliğin ‘pışpışladığı’ üzere hiçbir toplum normsuz yaşayamaz. Devlet de toplumun şahs-ı manevîsi olduğundan normsuz yapamaz. Eğer bu normlar dinin menfaatine bir şekilde şekillenmeyecekse, ister istemez, taraftarlığı dinin aleyhine olur. Arada nötr bir bölge yoktur. Aliya İzetbegoviç merhumun İslam Deklerasyonu’nda da dediği gibi “Dünyasına nizam verme hakkını mahfuz tutan İslam, sahasında, hiçbir yabancı ideolojinin faaliyet göstermesine olanak tanımaz. Bu nedenle ‘laiklik ilkesi’ diye birşey yoktur ve devletin dine ait değerleri desteklemesi gerekmektedir.”

Uygulamaya bakalım. Türkiye kurulurken anayasamızda yazılı olan “Türkiye devletinin dini din-i İslam’dır!” ifadesinin 1928’de çıkarılması, devletin nötr bir alana geçmesi şeklinde tecelli etmemiş, geçen süre dinin devletle ilgili her alandan ‘dehdehlenmeye’ çalışılmasıyla hakikatini ortaya koymuştur. Peki devletle ilgili alanlar nerelerdir? İnsanın evinin içi dahi bir yanıyla devleti ilgilendirmez midir? İşte, tam bu eşikten bakınca, İslam’ın da tıpkı sekülerizm gibi ‘hayatın tamamını istediğini’ söyleyenler isabet eder. Yani hayatın tamamını istiyorsanız müslüman olursunuz. Müslümanlık da hayatınıza girdiği anda hayatınızın tamamını Allah adına sizden ister. Siz de Allah adına hayatın tamamını istersiniz. Dolayısıyla devleti de istersiniz. Aynı şey laiklik için de geçerlidir. Laiklik de, İslam’ın ‘Allah’ın emri, Muhammed Mustafa’nın kavliyle’ istediği bütün alanları ‘Sekülerizmin emri, Mustafa Kemal’in kavliyle’ kendisine çağırır. Bu yüzden sanıldığının aksine müslüman gibi müslümanlar ile kemalist gibi kemalistler arasında ortak bir alan yoktur. Tıpkı suyla zeytinyağı gibi imtizaç etmezler. Aziz Nesin haklıdır. İmtizaç ettirebileceklerini sananlar, ikisinden birinde olup, ama samimi olarak orada bulunmayanlardır. Mesela: Teoman’ın yakın zamanda Altaylı ile yaptığı söyleşide söylediklerine gelelim:

“Türkiye laik olmalı. Eğer din devleti olursa toplum arasında uzlaşma alanı kalmıyor. Muhafazakârlar ya bu ülkeyi barışa götürecekler ya da bu ülke kan davasıyla sonsuza kadar gidecek.” Basına bu şekilde yansıyan beyanlarında Teoman samimi midir? Belki kalbinde samimiyet vardır. Fakat fikrî anlamda hesabı verilmemiş bir argümanı savunmaktadır. Sözgelimi: Laikliğin hakikaten ‘bir uzlaşı alanı’ oluşturduğu ne kadar doğrudur? Milan Kundera’nın ‘Efendilerin Barışı’ kavramlaştırması eşliğinde bakarsanız Hitler de barışçıl bir insandır. Stalin de barış istemektedir. Amerika’nın savaş çıkardığı bütün ülkelerde amacı zaten barıştır. Lakin bu barışlar acaba Hakkın veya halkın da ne istediğini sormakta mıdırlar? Herkes kendi sözüne gelindikten sonra barışçıldır. Musa aleyhisselam “Sen benim ilahımsın!” deseydi Firavun’un kavgacı bir tarafı kalır mıydı hiç? Laikliğin kendini uzlaşma zemini olarak görmesinin, en azından müslüman gibi müslümanın dünyasında, yukarıdakinden farkı var mıdır? Varsa nedir? Bana sorarsanız yoktur. Laiklik de müslümandan aynı şekilde imanını istemektedir.

Üstelik tarihsel zeminde de bir gerçeğe isabet etmiyor Teoman. Türkiye dediğimiz bölgenin varlığı yeni değil. Bin yıldır müslümanlar buralarda yaşıyorlar. (Kürtlerin yoğunluklu yaşadığı bölgelerde bu tarihlerden de daha eskidir.) Bin yıldır İslam üzerine varolmuş bir uzlaşmayı Batılılaşma adına yıktıktan sonra, geçen yüzyıllık kavgayı, ‘Laiklikte uzlaşalım gitsin!’ diye bitirmek(!) biraz ‘asma köprü’ hikâyesine benzemiyor mu? Hani anlatılır: Tek insanın ancak dikkatle ilerleyebildiği bir asma köprüden iki hasım karşıya geçiyormuş. Biri önde diğeri arkada. Arkadan geleni öndekinin dönememesini fırsat bilerek yol boyunca ensesine tokat atıp duruyormuş. Gelgelelim köprünün de bir sonu var. Genişe çıkılınca mazlum intikamını almak üzere hışımla dönmüş. Hasmı hemen ellerine yapışmış: “Yolda ne olduysa oldu. Hadi öpüşüp barışalım. Hakkını helal et.”

Seçimden önce CHP’nin, seçimden sonra da Teoman gibi argümanlar dillendirenlerin, müslüman gibi müslümanlarla hali biraz buna benziyor. Tokat vurabildikleri her darlıkta ensemizi affetmediler. Ne camimize, ne ezanımıza, ne de tesettürümüze acıdılar. Dehdehleyebildikleri her yerden bizi dehdehlediler. Lakin işler değişti. Vaziyet bizim de biraz intikam alabileceğimiz genişliğe döküldü. Şimdi hemen helallik istemeye davranıyorlar. Dahası da var. Bir de “Ensenizi tokatlamamız konusunda uzlaşalım!” diyorlar. “Yoksa kavga edip duracağız.” Gülecek kadar bile dermanımız kalmıyor şaşkınlıktan arkadaşlar. Pişkinliğin bu derecesine ne denilebilir? Ancak susulur. Ama ben böyle şeyler duyduğumda Keloğlan gibi sormadan yapamıyorum: “Adaletin bu mu cazgır?”

Ve Bediüzzaman’ın neredeyse yüzyıl önce bulunduğu öngörünün haklılığını Teoman gibi kabulleniyorum: “Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak çıkacak. O vakit milletin kuvveti, bir şık bir şıkkın kuvvetini kırdığı için, hiçe inecek. İki dağ birbirine karşı bir mizanın iki gözünde bulunsa, bir batman kuvvet, o iki kuvvetle oynayabilir, yukarı kaldırır, aşağı indirir.” Evet. Enerjimizin kaybolduğu doğrudur. Evet. Gündemde çok vakit kaybediyoruz. Fakat kavgayı biz başlatmadık. ‘Allah, Allah’ diyerek aldığımız memlekete “Yallah Arabistan’a!” diyenler çöktüğü için ortalık karıştı. Bir asırdır da bu karışıklık devam ediyor. Beyne beyne enseler kızarıyor. Yakın bir zamanda da sonlanacağa benzemiyor, doğrudur. Ama haberler yine de iyi: Biz de usanası değiliz. Bitirmek isteyenlere çözümü de söylüyoruz: Anayasadan çıkarılan yerine döndüğünde sulh olmaya hazırız. Siz bir ‘Efendi Barışı’ istiyorsanız, biz de ‘Âlemlerin Efendisi’nin barışını istiyoruz, Onun da adı İslam’dır.

25 Ağustos 2023 Cuma

Allah konuşmak zorunda mı?

“Kâinatın envâı insanı tanıyor değil. Belki insanı bilen ve tanıyan, merhamet eden bir Zâtın tanımasının ve bilmesinin delilleridir.”
Sözler’den.

Elhamdülillah. Müslümanın Allah’ı tutarsızlıktan münezzehtir. Deistlerin tanrısındaysa bir dizi tutarsızlık vardır. İlk tutarsızlığı ‘ilgi’ eşiğinden kendisini gösterir. Fakat, bir saniye, hızlı gidiyoruz. Bu mevzua dalmadan önce birşeyi itiraf etmeliyim: Bediüzzaman’ın bazı ifadelerini ilk okumalarımın üzerinden yirmi yıl kadar geçtikten sonra anlayabiliyorum. Evet. Sanki, daha önce hiç okumamışım, sadece yanlarından geçmişim gibi. “Kimbilir anlamadan yanından geçtiğim daha neler neler var?” diye kederleniyorum böyle anlarda. Eh, ne yapalım, kabımız bu kadarcık. Rabb-i Rahîmimiz azımızı çoğa saysın. Bahsi açtık. Misali de geliyor. İşte onlardan birisi: “Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur.”

Ben bu cümleyi her okuduğumda ‘yapmak ile bilmek’ arasındaki zarureti kavrar fakat ‘bilmek ile konuşmak’ arasındaki lüzumu kavrayamazdım. Nihayetinde her bilen konuşmak zorunda değildi. En azından beşerî düzlemde bu zarureti kavramamı sağlayacak kıyaslamalar bulamıyordum. Susmak da insanlığın bir parçasıydı. Ve bazen insanlar bile bile susarlardı. Peki Bediüzzaman bu zarurete nasıl intikal etmişti? Aradaki boşluğa(!) dair düşünmeye başladım. O düşünmek mesaisi epey bir sürdü.

‘Yapmak ile bilmek’ arasında ise aynı güçlüğü çekmediğimi belirtmiştim. Zira bilmesiz yapmak ancak yıkmak türünden ‘vücudî görünen ademîlikler’ için mümkündü. (Yokuş aşağı yuvarlanan bir kaya ne yaptığını bilemezdi, ama birşey de yapmış olmazdı zaten, yıkardı sadece.) Sistemli herşeyin inşasıysa bilgi isterdi. Kasıt isterdi. Dikkat isterdi. Israr isterdi. Bütüncül bakış isterdi. Çay yapmasını bilmeyenler çay yapamazdı. Bina yapmasını bilmeyenler inşaata girişemezdi. İlim, irade, kudret üçlüsü her eserin arkasında zaruret olarak kendisini gösteriyordu. Kader de, daha büyük resimde, kainatı varlığa çıkaran (ve onu varlıkta tutan) bilişin/ilmin adıydı. Evet. Kadere iman edilmeden iman tamam olamazdı. Çünkü Allah’ın yarattıklarını önceden (aslında, zamandan aşkın bir şekilde, ezelden) bilmeden yarattığını söylemek olurdu bu. Dolaylı olarak da, ne yaptığını bilmeden yaratan Allah gibi, hâşâ, imkansız birşeyin tasavvuruna giderdiniz. Kainatı binbir harikalıkla yaratan Allah, ilminin izleri her eserinde okunan Allah, nasıl böyle birşeyle itham edilebilirdi? Düpedüz iftira olmaz mıydı denilen?

Buraya kadar tamam. Fakat bilen neden konuşmak zorundaydı? İşte şu eşikten sonra deistlerin ilah tasavvurundaki tutarsızlık kendisini ele vermeye başladı arkadaşım. Deistler bize diyorlardı ki: “Kainatla ‘yaratacak’ kadar ilgilenen Allah insanlarla ‘konuşacak’ kadar ilgilenmedi.” Halbuki yaratmak ilgilerin en şiddetlisiydi. Cenab-ı Hak, daha varlık sahnesinde yokken, sadece ilm-i İlahî’de mevcutken, o kadar ilgilendi ki bizle, o kadar teveccüh etti ki keremiyle, varlık sahnesine çıkardı bizi. Sadece bizi değil cümle mahlukatını. Cenab-ı Hakkın ilgisi en çok rahmetiyle görünür. Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Rahmetiyle bildiğini bildirir.” Kainatta rahmet olarak okuduğumuz aslında Cenab-ı Hakkın, bize, bizi bildiğini bildirme şeklidir. Kusurlu bir ifade olsa da, kendi aramızda bunu, ‘ilgi’ olarak isimlendiriyoruz.

Zaten ilgi dediğimiz şey de genelde belirli seviyelerde ‘muhabbet’ ve ‘merhamet’ tecellileriyle kendisini gösterir. Sözgelimi: Ben yeğenimle ilgileniyorum. Nereden belli? Çünkü onunla oynuyorum. Çünkü onunla geziyorum. Çünkü ona dondurma alıyorum. Çünkü, çünkü, çünkü… Daha birçok şeyi sayabilirim. Bunlar hep belirli düzeylerde ‘yeğenimin varlığına düşkünlüğüm’ ile belli olmuştur. Evet. Ben yeğenimi severim. Ben yeğenime şefkat ederim. Eğer bu iddialarda yalancı değilsem hayatta tezahürleri olur illa ki. “Ben yeğenimi çok severim ama hiç yüzüne bakmam!” gibi bir ‘inkılab-ı hakaik’ (hakikatlerin tersyüz olması) yahut da ‘cem-i zıddeyn’ (zıtların birlikteliği) hakikatte varolamaz.

Tezat bir kusurdur. Nihayetsiz kemalde olan Allahımız kusurlardan münezzehtir. Madem ki, yoku vara çıkaracak kadar ilgilidir, o halde konuşacak kadar da ilgilidir. Esasında yaratması zaten bir tür konuşmasıdır. Konuşmasının dolaylı bir biçimidir. Yüzünüze güldürdüğü her bebek, uçarken gösterdiği her kelebek, açarken bulduğunuz her çiçek, Onun kendisini size bildirmesinin yollarıdır.

Yeğenime gösterdiğim ilginin ederi nedir? Çok cüzî şekillerde varlığına katkılar sunabilirim. Hak Teala ise bizimle yokluktan varlığa çıkaracak kadar ilgilenmiştir. Bize bütün kainatı kitap kılacak kadar ilgilenmiştir. Herşeye herşeyden kendisini bildirecek kadar ilgilenmiştir. Herşeyi yüzbin dilli bir mektub-u Samedanî kılacak kadar ilgilenmiştir. Kainattaki bu ilmî doluluk, bu iletişim zenginliği, bu daldıkça dibi görünmeyen marifet, ancak Cenab-ı Hakkın ‘konuşmaktaki arzusu’ ile açıklanabilir. Yani zaten Onun yaratmasında konuşmak/bildirmek arzusunun (Bu ifadenin de kusurlu olduğunu biliyorum. Fehminize yaklaştırmak için bir araç olarak görün lütfen. Münezzeh manalarla tefekkür edin.) tezahürleri okunmaktadır. Varlığa çıkışımız Onun eserleri üzerinden konuşmasıdır.

O halde, bizi yoktan vara çıkaracak, herşey üzerinden kendisini bildirecek kadar bizimle ilgili bir Allah; ağzımıza attığımız her lokmanın nereye/ne kadar dağılacağına kadar ilgilenen bir Allah; âlemin başından sonuna vücuda lazım yasalarını devam ettirecek dikkatte bir Allah; bu kadar detaylı bir kuşatıcılıkla iradesi üzerimizde bir Allah; nasıl olur da en çok ‘acaba’ya düştüğümüz yerlerde kalbimizi ‘konuşmasız’ bırakır? Nasıl dolaylı bir şekilde kendisini bu kadar çok anlatır da doğrudan mesajı ihmal eder? Halbuki dolaylı mesajın kavranması da çoğu zaman doğrudan mesajın varlığına bağlıdır.

Yine bir misale müracaat edelim: Diyelim ki bir mecliste konuşma yapıyorsunuz. Boynunuza da nereden geldiği bilinmez bir akrep çıktı. Seyirciler içindeki arkadaşınız durumu farketti. Size kaş-göz işaretleriyle durumu anlatmaya çalışıyor. Anlayamıyorsunuz. (Zaten işaret diliyle birşeyi anlatmak doğrudan anlatıştan her zaman daha zordur. Böylesi oyunlar oynayanlar bilirler. İşaret dili dolaylı bir dildir. İkincil bir dildir. Semboller insanların dünyasında her zaman aynı anlamlara karşılık gelmezler. Kelimelerse genelde yakın anlamları bulurlar.) Nihayetinde akrep de sizi sokuyor. O zaman arkadaşınıza sitem etmez misiniz: “Birader niye ağzını açıp söylemedin? İmâlarını anlamadım ki.”

Cenab-ı Hak da bize kainat üzerinden sonsuz akıbetimizi etkileyecek olan bilgiyi sürekli aktarıyor. Zaten yaratılış bu bilgi aktarımı ile anlamlı oluyor. (Belki, daha ileri bir hayalgücüyle, yaratılışın da ‘çok boyutlu bir bilgi aktarım şekli’ olduğunu söyleyebiliriz.) Böyle bir ilmin katman katman varolduğunu bilimdallarının herbiri bize, hatta en sekülerlerimize bile, gösteriyor. Daldıkça bilgi çıkıyor. Kazdıkça bilgi fışkırıyor. Kurcaladıkça bilgi kaynıyor. Kendisini bu denli şiddetli bir şekilde, böylesine yoğun bir ilgiyle, ama dolaylı olarak anlatan bir Alîm-i Hakîm, o dolaylı mesaj karşısında ‘acaba’ya düşmüş kullarına, yine sonsuz rahmetinin bir gereği olarak, göz açıcı doğrudan mesajlar da iletmez mi? Doğrudanı dolaylı ile birleştirerek hikmetini tamam etmez mi? Âlem kitabını, Resul kitabıyla ve vahy-i Furkanıyla ‘Ya Rabbi anlayamadım!’ bahanesi kalmayacak şekilde okunulur kılmaz mı? Bence “Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur…” böyle de okununca daha bir anlaşılır oluyor: Madem bildiğini bu kadar yapmakla (dolaylı biçimde) gösterir, elbette, konuşmakla da (doğrudan biçimde) bizzat gösterir. Çünkü yapması zaten bilmesindendir. Bu kadar eser üzerinden konuşmak arzusunu gösteren bilmek, elbette aciz değildir ki, bizzat kelamullahıyla da konuşmasın.

“Şu kâinatın Sahip ve Mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir ediyor ve herşeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve herşeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faideleri irade ederek tedvir ediyor. Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur. Madem konuşacak; elbette zîşuur ve zîfikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak. Madem zîfikirle konuşacak; elbette zîşuurun içinde en cemiyetli ve şuuru küllî olan insan nev'iyle konuşacaktır. Madem insan nev'iyle konuşacak; elbette insanlar içinde kàbil-i hitap ve mükemmel insan olanlarla konuşacak. Madem en mükemmel ve istidadı en yüksek ve ahlâkı ulvî ve nev-i beşere muktedâ olacak olanlarla konuşacaktır. Elbette, dost ve düşmanın ittifakıyla, en yüksek istidatta ve en âli ahlâkta ve nev-i beşerin humsu ona iktidâ etmiş ve nısf-ı arz onun hükm-ü mânevîsi altına girmiş ve istikbal onun getirdiği nurun ziyasıyla bin üç yüz sene ışıklanmış ve beşerin nuranî kısmı ve ehl-i imanı mütemadiyen günde beş defa onunla tecdid-i biat edip ona dua-yı rahmet ve saadet edip ona medih ve muhabbet etmiş olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ile konuşacak ve konuşmuş; ve resul yapacak ve yapmış; ve sair nev-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır.”

Bir de meselenin şu boyutu var arkadaşım: Dolaylı anlatım imtihanlıdır. Yukarıda da altını çizmeye çalıştım. İşaretler aynı karşılıkları bulmayabilir. Yine Bediüzzaman’ın “Küçük âlemde, yani insanda ene, büyük insanda, yani kâinatta tabiata benziyor. İkisi de tâğutlardandır…” demesini hatırlayalım. Allah’ın yarattığı ‘ene’ veya ‘tabiat’ neden ‘tağut’ oluveriyor? Çünkü dolaylılığına takılınıyor. Mana-i harfî ile işaretleşmesi gereken mana-i ismî ile bütün nazarı kendisine hapsediyor.

“Ene, haddizatında bir hava, bir buhar gibi iken, verilen ehemmiyete göre mâyi haline gelir. Sonra ülfetle kalınlaşır. Sonra gaflet ve isyan ile öyle kalınlaşır ki, sahibini yutar. Halkı, esbabı da kendisine kıyas ederek Hâlıkın evâmirine mübarezeye başlar. Küçük âlemde, yani insanda ene, büyük insanda, yani kâinatta tabiata benziyor. İkisi de tâğutlardandır.”

Esere baktığınızda müessiri görmek ikincil bir dikkate muhtaçtır. Eğer esere aşkınsız dikkat ederseniz, onda boğulursanız yani, göstermek için yaratılan şey görmenin engeli olmaya başlar. Mürşidimin ‘ene’ ve ‘tabiat’ta hissettiği tuzak budur. Cenab-ı Hak sırr-ı imtihan gereği varlığı bu şekilde halketmiştir. Ötesini görmeye çalışan öteyi bulur. Gördüğünden ibaret sayansa onda boğulur. Ancak, ötenin varlığından haberdar edilmemişlerse, nasıl öteden sorumlu tutulabilirler? İşte, Cenab-ı Hakkın peygamberleri göndermesi, bu hikmetin eda edilmesi için de gerekiyor. Mektubu vermeden önce okumayı öğretmek lazım. Yazıyı ‘okunacak’ bilmeyenin elinde mektup sırf resimden ibaret kalır. Ne diyelim? Cenab-ı Hak, bizi, huzurunda gözü başkalarına kayanlardan eylemesin arkadaşım. Âmin.

7 Temmuz 2023 Cuma

Değişmek istemeyenin hidayeti yoktur

Elbette biliyorum arkadaşım. Hidayet Allah'ın hediyesidir. O yakmadıktan sonra hiçbir kalpte nur yoktur. Fakat, 'Allahu a'lem!' kaydıyla diyeyim, tutuşmak için biriktirilecek bir sermayenin varlığını sezinliyorum ben. Nedir? 'Bedel'dir. Yani, hidayet, 'bedel ödemeye hazırlara' teşrif eden bir kıvılcımdır. Bilgiyle ancak 'bedelini ödemek üzere' muhatap olursanız hidayet eylemeye başlar. Bedeli göze alınmamışın hidayeti de yoktur. Malumat bedelsiz hayata dönüşmez. Yapılmak üzere dinlenmemiş nasihat tesir etmez. Bu yüzden, belki birçok müslümandan çok İslam'ı bildikleri halde, oryantalistlerin ekseri müslüman olmamıştır. Yine, Aleyhissalatuvesselam Efendimizi evlatlarından daha iyi tanıdıkları halde, pekçok müşrik hidayet pınarını yudumlayamamıştır. Evet. Hidayet silbaştan yeni bir varlık telakkisini yüklenmeyi gerektirir. O güne kadar sürmüş bozuk düzenin, içten dışa, değişmesi anlamına gelir. Belki bu değişim sırasında menfaatler yitirilecektir. Belki içimizdeki koca koca iddialar yıkılacaktır. Belki dostlar bile hasımlaşacaktır. (Allah razı olsun hepsinden: Sahabe, en ateşli şekillerde, ödenmesi gerekeni ödedikleri için başkadır.) Muannidlerse 'değişmek için' muhatap olmamışlardır zaten bilgiyle. Neşterin sızısını yüklenmemişlerdir. Nehir de ıslanmayı sevmeyen bu talihsizlerin yanından akıp gitmiştir. Gözlerine görünmüştür, hoş sesini duyurmuştur, ama parmaklarının ucunu dahi ıslatmamıştır.

Kibrin mübarek metinlerde böylesine kötülenmesinin hikmetini de buradan oku arkadaşım. Kibir zımnında 'değişimin reddini' de saklıyor. Kim ki kibirleniyor, özünü merkezleştiriyor, ‘olmazsa olmaz’ görüyor, ötesini detaylaştırıyor. Ayken dünyalık taslıyor. Dünyayken güneşlik kasıyor. Güneşken kendini samanyolu yerine koyuyor. Hatta, ayı dünyaya, dünyayı güneşe, güneşi samanyoluna, âlemi âleme peyk yapan Zât-ı Kudreti bile zerrecik cirminin uydusu zannediyor da, hevasından geçeni dinine ekliyor, geçmeyeni çıkarmaya teşebbüs ediyor. (Daha da beğenmedi mi inkâra gidiyor.) Şeriatı tenkid de buradan başlıyor, tahrif de, tahkir de. Her yanlışın başında 'değişmek için' değil 'değiştirmek için' muhatap olmak var. Kendini merkezden çekemeyiş var. Aslolanı karıştırmak var. Aynanın gösterdiği yerine oynaması var.

Yani, hâşâ, Allah'ın karşısında ‘Allahlık taslamak’ var. Halbuki İslam bidayette bir eksen değişimidir. Kul, kulluğunu kabul ettiği andan itibaren, bir daha kendini Allah sanmayacağını da kabul eder. Sandığı her yerden de tevbe eder. Kur'an, hangi şifalı hitabında mü'min kelimesini buyurur, hatırlattığı artık diğerleri gibi olmayacak yanlarımızdır. Elhamdülillah. Yine Allah’ın lütf u keremiyle bedel ödemeye ikna olduğumuz için hidayet bize hediye edildi. Tedavi için gereken işlemleri göze aldığımız için şifa nasip oldu. Evet, biz, artık odak algımızda diğerleri gibi değiliz. Değişiciyiz. Detaylaşıcıyız. Şeriatın buyruğu üzere başkalaşmaya yatkınız. Kurtarıldık kendimizden. Merkeziyet sanrımızdan. ‘Bana göre’nin köleliğinden. Hakiki yörüngemizi çözdük çünkü. Bizim için yalnız Allah Allah'tır. Bizse her sanrımıza rağmen kuluz. Hüda yörüngeye alınmaz. O, dilediğini, dilediği şekilde yörüngelere alır. Kullar Rabbine hesap soramaz. Ancak hikmetini öğrenmeyi dileyebilirler. Ve yanıldığını kabul etmeyene doğrunun nimetinden bahşedilmez.

Müslim'de geçen bir hadis-i şerifinde Aleyhissalatuvesselam Efendimiz buyuruyor ki: "Kalbinde zerre kadar kibir bulunan cennete giremez!" Sahabesi endişeyle soruyorlar: "Ya Resulallah, insan, elbisesinin/ayakkabısının güzel olmasından hoşlanır?" (Yani bunlar da kibir sayılır mı?) Efendimiz cevap veriyor: Allah güzeldir. Güzeli sever. Kibir ise ‘hakkı kabul etmemek’ ve ‘insanları küçümsemek’tir." Doğrusu, bu güzeller güzeli eşikten bakınca, mürşidimin 'modern medeniyet(!)' ile 'Kur'an medeniyeti' kıyaslamasını da daha zengin anlıyorum ben. Sanki orada anlatılan her olumsuz şeyin merkezinde ‘parçaların kendisini bütün yerine koyması’ var. Böyle yapılınca da yörüngeler arasında niza çıkıyor işte:

"İşte, medeniyet-i hazıra, felsefesiyle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede nokta-i istinadı 'kuvvet' kabul eder. Hedefi 'menfaat' bilir. Düstur-u hayatı 'cidal' tanır. Cemaatlerin rabıtasını 'unsuriyet ve menfi milliyet' bilir. Gayesi, hevesât-ı nefsaniyeyi tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi tezyid etmek için bazı 'lehviyattır.' Halbuki, kuvvetin şe'ni, tecavüzdür. Menfaatin şe'ni, her arzuya kâfi gelmediğinden, üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidâlin şe'ni, çarpışmaktır. Unsuriyetin şe'ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür. İşte, şu medeniyetin şu düsturlarındandır ki, bütün mehâsiniyle beraber, beşerin yüzde ancak yirmisine bir nevi surî saadet verip seksenini rahatsızlığa, sefalete atmıştır. Amma hikmet-i Kur'âniye ise, nokta-i istinadı, kuvvet yerine 'hakkı' kabul eder. Gayede, menfaat yerine 'fazilet ve rıza-i İlâhîyi' kabul eder. Hayatta, düstur-u cidal yerine, 'düstur-u teâvünü' esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında, unsuriyet ve milliyet yerine, 'rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî' kabul eder. Gayâtı, hevesât-ı nefsaniyenin nâmeşru tecavüzâtına sed çekip ruhu maâliyâta teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin etmektir ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevk edip insan etmektir."

Sen de bana katılır mısın arkadaşım: Hak merkezdeki kuvvetin 'ne üzere olduğunu' söyler. Kuvvetse parçanın 'neyi hak olarak vehimlediğini' anlatır. (Parça, Cenab-ı Hakkın kuvvetine dayanmak isterse, bütüne uyumla hakka; yok, yalnız parçalığının haklılığına inanıyorsa, bütüne uyumsuzlukla, şahsî kuvvetine dayanır.) Fazilet (ve derûnundaki rıza-i ilahî arayışı) 'bütünün üzerine kurulduğu şey için yaşamayı' ifade eder. (Yani faziletli olan bütünün menfaatinedir.) Menfaatse parçanın 'yalnız kendi varlığına hizmet etmesinin' tezahürüdür. (Yani, menfaat, yalnız bireyin faydasını kollayan bir sahte fazilettir.) Aynı yörüngeye hizmet edenler elbette birbirleriyle yardımlaşırlar. (Uyum için teavün kaçınılmaz görünür.) Fakat parçalardan herbiri, âlemi kendi merkeziyetine çağırdığında, oluşacak şey yalnız 'cidal'dir. Yani mücadeledir. Kavgadır. Anlaşmazlıktır. Uyumsuzluktur. Büyük balık küçük balığı yutardır. Eh, evet, pes. Yoruldum arkadaşım. Benden buraya kadar. Özetle ne demek istediğimi kavramışsındır zaten. Hazinenin geri kalanını gavvaslığına havale ediyorum. Dualarında beni unutma.

15 Şubat 2023 Çarşamba

Bizim depremlerimizin merkez üssü insandır

İnsan ilgi ister. Daha doğrusu varoluşunun, varlıkta kalışının ve varlığının arttırılmasının elinde olmadığını kalbinin derinlerinde hisseder. Buna tepkisi iki şekilde olur: 1) İlgiyi 'muhtaciyeti' açısından kavrar. Aczini görür. Fakrını idrak eder. Allah'ın merkezinde olduğu bir iletişim alanı açılır önünde. Bu alan Rahmet penceresinden kendisini de karşı merkezde tutmaktadır. Aczini bilmek öncelikle kendine şefkat etmektir. Yaratıcı olarak Allah merkezde olduğu gibi yaratılanlar içinde de insan merkezdedir. Hatta insanlar içinde herbir fert Ehadiyetin tecelli merkezidir. Odaktadır. Sorumlulukları vardır. Muhataptır. Bunlardan kaçamaz. Bunları unutamaz. 2) İlgiyi 'hakediş' yönünden tutmaya çalışır. Burası yüzeydir. Sözde gücünü düşünür. Sözde zekasına itimat eder. Bunların kendisini hiyerarşide yükselttiğini zanneder. Kibre sarılır. Kendisini şefkatin alanından dışarıya iter. Yalnız kibrin şöyle bir kem getirisi de vardır: Menfaat açısından herşeyin merkezinde görürken kendisini, sorumluluk açısından kaçabildiği kadar kaçar merkezden. İki merkezli bu yapı kaçış argümanlarını da üretir. Ve ister ki hep gündemde onlar olsun.

Bunu ilk olarak Lee Strobel'ın Hani Tanrı Ölmüştü'sünde okuduğumu hatırlıyorum. (Daha sonra bilim-din ilişkisi üzerine yazılmış başka eserlerde de rastladım.) Hristiyanlığın, aydınlanma çağında, ateizm karşısında hızla alan kaybetmesinin bir sebebinin de 'Aristo gökbilimi' olduğunu söylüyorlardı. Evet. Hristiyanlık, Aristo gökbiliminde dünyanın madde olarak da merkezî bir konumda tarif edilmesini avantajlı görmüş, onu din adına nass gibi sahiplenmiş, özümsemiş, yeni gökbilim karşı konulmaz kanıtlarıyla çıkageldiğinde de ister istemez ağır darbeler almıştı. Güneşin dünyanın değil dünyanın güneşin etrafında döndüğünü söyleyenlere direnişi de bundandı. Bu Yunan kozmoğrafyasının düpedüz yanlışlanmasıydı.

Ancak İslam aynı husustan dolayı bir sarsıntı geçirmemişti. 'Nasıl başardığı' konusu araştırıldığında şu sonuca varılıyordu: İslam hiçbir bilim anlayışını nassların yerine koyacak kadar sahiplenmiyordu. Onları bir tevil/tefsir olarak kulağına yakın tutuyordu. Âlimleri de eserlerinde bu tarz bilgilere yer veriyorlardı. Lakin ayetlerin/hadislerin 'metinlerinin ne söylediği' ile 'nasıl tevile/tefsire tâbi tutuldukları' apayrı meselelerdi. Bu nedenle, zamanın bilimine dair bir bilgi yanlışlandığında, İslam bu bilgi yanlışını kolaylıkla arkasında bırakabiliyordu. Nitekim, Aristo gökbiliminin 'dünyanın merkeziyeti' üzerine kurulu düzeni yanlışlandığında, müslümanlar bundan hiçbir sarsıntı geçirmediler. Çünkü insanın önemini dünyanın maddi merkeziyetine değil manevi merkeziyeti üzerine bina etmişlerdi. Manevi değeri sarsılmadığı sürece de maddi düzene dair söylenen şeylerin değişimi hiçbirşeyi değiştirmiyordu. İnsan hep odaktaydı.

Yazma Üzerine Sohbetler'de rastladığım satırlara şaşırmadım bu yüzden. David Naimon şöyle soruyordu sonlara doğru: "(...) Bilimkurguyu edebiyat olarak kabul etmeye direnmenin nedeni, kısmen, bu tür eserlerde insan olmayanın yüceltilmesi, insanlığın zeka veya başka açılardan merkezdeki yerinden edilmesi olabilir mi?" Ursula K. Le Guin'in cevabıysa şöyleydi: "Çok haklısın, bu konuda gerçek bir direnç var. Bilime gösterilen direncin çoğunun arkasında da bu yatıyor. Çünkü bilim (sadece Kopernik değil, bilimin büyük kısmı) bizi merkezdeki yerimizden uzaklaştırıyor. Çünkü merkezde değiliz. Yeryüzünün hayal edilmeyecek ölçüde yaşlı olduğunu öğrendiğinde bir nevi tahtından indirilmiş gibi hissediyorsun. Birçok insan buna tahammül edemiyor. Bundan nefret ediyor. Kendilerini yabancılaşmış hissediyorlar.(...)" 

Bilim gerçekten insanı/dünyayı merkeziyetinden uzaklaştırıyor mu? Bunun cevabını 'Goldilocks Bölgesi' tanımlamasının izahını yaparken Michio Kaku detaylıca veriyor. Evet. Dünya, Aristo gökbiliminin dediği gibi, güneşin bile etrafında döndüğü bir merkeziyette değil. Fakat bu 'varoluş şartları açısından' çok çok özel ayarlanmış merkezlerde, koşullarda, şekillerde yaratıldığını inkâr etmeyi gerektirmez. Zira bilim de birçok açıdan insanın-dünyanın varoluşunun bir 'tam yerine denk gelme' şeklinde mümkün olduğunu-olabileceğini kabul ediyor. Yani ne insan ne de dünya 'özellikle kastedilmiş olma' merkeziyetinden uzaklaşamıyorlar. Hakkaniyetli bilim adamları bunu reddedemiyor. Michio Kaku da bu gruba dahil.

Tevafuk, Le Guin'in satırlarıyla tanışmamın neredeyse bir-iki saat arkasından, Bediüzzaman'ın 24. Söz'ünü okumaya başladım. Orada, 12. Asıl'da, bilim felsefesinin konularından da sayılan bu mevzuun irdelendiğini gördüm. Başlarken diyor ki mesela: "Nazar-ı Nübüvvet, tevhid ve iman, vahdete, âhirete, Ulûhiyete baktığı için, hakaikı ona göre görür. Ehl-i felsefe ve hikmetin nazarı kesrete, esbaba, tabiata bakar, ona göre görür. Nokta-i nazar birbirinden çok uzaktır." Yani onlar, mevzuu zaten 'insandan uzaklaştırma' üzerine, 'kesret' üzerine çalıştıkları için, sonuçta da böyle birşey elde ediyorlar. Olan hiçbirşeyin kendileriyle ilgisi yokmuş gibi düşünüyorlar. Halbuki müslümanlar farklı bir odaklanmayla, Yaratıcının kendilerinden beklentilerini merkeze koyan bir anlayışla, âlemi temaşa ettikleri için çıkardıkları sonuçlar tastamam merkezî oluyor. Birisi depreme baktığında "Fay hatları kırılmış işte!" derken, diğeri "Allah bununla bana ne söyledi?" diye düşünüyor. Daha Nurcuca bir tabirle 'mana-i harfî' ve 'mana-i ismî' nesnede farklı merkeziyetler inşa ediyor. Bazıları şişeye bizzat bakıyor bazıları da şişede yansıyan sûretine... "Hem bir şey, iki nazarla bakıldığı vakit, iki muhtelif hakikati gösteriyor. İkisi de hakikat olabilir. Fennin hiçbir hakikat-i kat'iyesi Kur'ân'ın hakaik-ı kudsiyesine ilişemez. Fennin kısa eli onun münezzeh ve muallâ dâmenine erişemez."

Bu odaklanma farklılığının getirileri neler? İşte metnin devamında söylenenler: "Ehl-i felsefenin en büyük bir maksadı ehl-i usulü'd-din ve ulemâ-i ilm-i kelâmın makàsıdı içinde görünmeyecek bir derecede küçük ve ehemmiyetsizdir. İşte, onun içindir ki, mevcudatın tafsil-i mahiyetinde ve ince ahvallerinde ehl-i hikmet çok ileri gitmişler. Fakat, hakikî hikmet olan ulûm-u âliye-i İlâhiye ve uhreviyede o kadar geridirler ki, en basit bir mü'minden daha geridirler. Bu sırrı fehmetmeyenler, muhakkıkîn-i İslâmiyeyi, hükemâlara nisbeten geri zannediyorlar. Halbuki akılları gözlerine inmiş, kesrette boğulmuş olanların ne haddi var ki, veraset-i Nübüvvet ile makàsıd-ı âliye-i kudsiyeye yetişenlere yetişebilsinler?"

Sonra 'dünyanın konumu' meselesi geliyor gündeme. Sekülerler için dünya şöyle birşey: "Güneş etrafında mutavassıt bir seyyare gibi, hadsiz yıldızlar içinde döner. Yıldızlara nisbeten küçük bir mahlûk..." Anlamı bu kadar sığ. Bu kadar yüzey. Bu kadar teknik bir detaydan ibaret. Merkeziyetten bu denli uzaklaşmıştır dünya onlarda. İnsan önemsizleşmiştir. Ama İslam'ın yaklaşımı öyle mi: "Semere-i âlem olan insan en câmi', en bedî ve en âciz, en aziz, en zayıf, en lâtif bir mu'cize-i kudret olduğundan, beşik ve meskeni olan zemin, semâya nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber, mânen ve san'aten bütün kâinatın kalbi, merkezi; bütün mu'cizât-ı san'atının meşheri, sergisi; bütün tecelliyât-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrakiyesi... (...) İşte, arzın bu azamet-i mâneviyesinden ve ehemmiyet-i san'aviyesindendir ki, Kur'ân-ı Hakîm, semâvâta nisbeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan arzı, bütün semâvâta karşı, küçücük kalbi büyük kalıba mukabil tutmak gibi denk tutuyor."

Ve son darbe:

"İşte, sair mesâili buna kıyas et ve anla ki, felsefenin ruhsuz, sönük hakikatleri, Kur'ân'ın parlak, ruhlu hakikatleriyle müsademe edemez. Nokta-i nazar ayrı ayrı olduğu için ayrı ayrı görünür."

Yani, bilim-din arasında Celal Şengörîlerin teşhis ettikleri çatışma, nokta-i nazar farklılığından ibarettir. Âlem ona hangi sorularla yaklaştığınıza göre size cevap verir. Kur'an'ın ifadesiyle, ayetler indikçe, kâfirlerin dalaleti artar, mü'minlerin de imanı. Aynı nesneye bakan bir fizikçinin alacağı ile kimyacının aldığı dahi bir değildir. Bilim adamları arasında bile, merkeziyetler açısından, 'farklı cevaplar alma' kanunu câri iken müslümanın aldığı cevapların hayattan ötelenmesi elbette kabul edilemez. Bu deprem konusunda da böyledir. Müslüman depreme imanının gereği olan sorular sorar. Kendisine Kur'an'da/sünnette öğretilmiş suallerle yaklaşır. Ve deprem, Zilzal sûresinde buyrulduğu gibi, Rabbisinin emriyle konuşur. Bu konuşmayı hayattan ötelemenin amacı insana yaratılışın tam da merkezinde olduğunu unutturmaktır. Konuşulanı anlayan konuşmanın ortasındadır. Muhataptır. Yüzeydeki hiçbir izah derinlerdeki bu mesajı yokedemez.

10 Kasım 2022 Perşembe

Allah varsa savaşlar neden var?

Nietzsche'nin kulakları çınlasın. Cemil Meriç merhumun Kültürden İrfana'da naklettiğine göre, Izoulet, Thomas Carlyle'ın Kahramanlar'ının Fransızca tercümesine yazdığı önsözde şöyle demiş: "Güneş tutulunca yabaniler 'Işık öldü' diye dövünürlermiş. Biz medeniler ellerimizi göğe kaldırarak çığlığı basıyoruz: 'Tanrı öldü!' Biz, yabaninin afallayışına nasıl gülüyorsak, gelecek nesiller de bize öyle gülecek."

Müslümanın varlık algısında 'hikmet' herşeyin rengini değiştirebilen bir tamamlayıcıdır. Sözgelimi: Çirkinin güzelliği hikmetindedir. (Çirkinlik hikmetliyse güzeldir.) Güzelin çirkinliğiyse hikmetsizliğinde görünür. (Güzellik hikmetsizse çirkindir.) Hikmetlerin en aziziyse bekadır. ('Sonsuzluğa dairlik'tir.) Amacın derinliği ıskalandığında sûretler yalancılaşır. Aldatır. Cehennemler cennet maskesini takar. Cennetler cehennem iftirasıyla yaftalanır. Yüzeydeki bu imtihanı geçebilmenin sırrı hakikat boyutuna uyanmaktadır. Birşey eğer hikmetliyse zamanın müfessirliğinden geçer. Birşey eğer hikmetliyse zekanın da müfessirliğinden geçer. Ona herhangi bir kısagörüşlü çirkinlik yakıştırılmışsa 'neticesi itibariyle' bu oyunu bozabileceğini ortaya koyar. Kabul ettirir. Zaten mürşidim de demiştir: "Evet, kâinattaki herşey, her hadise, ya bizzat güzeldir, ona 'hüsn-ü bizzat' denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona 'hüsn-ü bilgayr' denilir." 

Yılanın sûretindeki soğukluk onda çirkinlik değildir. Çünkü hikmetlidir. Aslanın duruşundaki şiddet varlığının parçasıdır. Çünkü lazımıdır. Herşey çiçek olamaz. Herşey diken de saramaz. Cemalden celale, cemalden celale, bu geçişlerde kimin hükmünün geçerli olduğunu hikmet söyler. İşte, biraz da bu yüzden, hikmetlerine vâkıf olunduğunda, ayrılık-gayrılık kalmamaya başlar. Allah dostlarına "Kahrın da hoş, lütfun da!" dedirten makam bu makamdır. Hikmeti okunur olduğunda çirkinlik güzelliğe dönüşür. Hikmetsizliği görüldüğünde güzellik çirkinliğe kalbolur. Ayraç okumaktır.

Mü'min şahitliğini böyle kavrar: Varlık Allah'ın aynısı değildir. Aynasıdır. O yalnızca tecellidir. Birşey aynılıktan tecelliye düştüğünde artık 'birebirlik' aranmaz olur onda. Ya? Tecelli yalnızca işaret eder. 'Birazcık' öğretir. 'Azıcık' gösterir. (Gölgesi kendisi olamaz.) O nedenle biz, Allah'ın kusursuzluğundan bahsettiğimizde, varlıktaki kusursuzlukla aynı şeyi kastetmeyiz. Allah'ta, hâşâ, çirkinliğin zerresi yoktur. Bulunmaz. Bulunamaz. Bütün güzelliklerin kaynağı olan sonsuz Cemal sahibi hiçbir şekilde cemalinden acze düşmez. Hiçbir şekilde acze düşmemesiyle cemali kemal olur. Yanıltmaz. Şaşırtmaz. Başka türlü görünmez. Kusur arız olmaz. Fakat yarattıkları sûretlerinde, gözlerimize kısıtlanan sûretlerinde, çünkü gördüğümüz de gözümüze kısıtlanmıştır arkadaşım, çirkin seçilebilir. (Miyop olan da her manzarayı bulanık seçmez mi?) Eşyanın kusursuzluğu görüşümüzle sınırlanan pencerelerde asla çirkinliğe düşmemesiyle sınanmaz. Ya? Şeylerin kusursuzluğu okunan her karesinin hikmetli oluşundadır. Çirkin olanın çirkinliği hikmetliyse güzeldir. Güzel olanın güzelliği hikmetsizse çirkindir. Acı şifaysa tatlıdır. Tatlı zehirse acıdır. Allah'ın kusursuzluğu ise nazara gelmez. Denî nazarlara gelmeyende kısıtlanmadan söz de edilemez. Elbette Hak Subhanehu masivasının kusurlarından beridir. Yani arkadaşım, Allah hiçbir zaman çirkin olmaz, çünkü ilahlığın nihayetsiz kemaline, o kemaldeki şanına çirkinlik yakışmaz. Fakat eşya kısıtlılığından dolayı evvelemirde şaşırtabilir. Hatta sarsabilir. Duvarı aşmak derinlik gerektirir.

"Hem esbab-ı zahiriyenin diğer bir hikmeti şudur ki: Haksız şekvâları ve bâtıl itirazları Âdil-i Mutlaka tevcih etmemek için, o şekvâlara, o itirazlara hedef olacak esbab vaz edilmiştir. Çünkü kusur onlardan çıkıyor ve onların kabiliyetsizliğinden ileri geliyor." Musa aleyhisselamla aynı beşerî 'kaldıramazlık' çerçevesine sahibiz. Allah'ın kemal-i Zâtını kuşatmamızın imkansızlığından kısıtlılığımız içinde marifetine yol alıyoruz. Eşya da Allah'ı bize kısıtlılığımız içinde öğretiyor. Gözümüzün gücü her çirkinin güzelliğini görmeye yetmiyor. O yüzden Hakîm ismine ikinci bir nazar atıyoruz. el-Hakîm körlüğümüze üçüncü bir göz oluyor. er-Rahman ve er-Rahîm el-Hakîm'den sonra müderrisliğe başlıyor.

Tam da bu yüzden "Allah varsa savaşlar neden var?" diye soran ateist klişesi bizim için anlamsızdır. Çünkü Allah'ın varlığı masivasında çirkinlik bulunmamasını gerektirmez. Çirkinliğin bir/binler anlamı olması yeterlidir. Eğer çirkinliğin hikmeti varsa o artık güzeldir. Sûretindeki farklılık bizi şaşırtmaz. Eşya Allah'ın bizzat kendisi değildir ki onda başkalık bulunmasın! Ayrımdaki rahatlığımızla, yani gölgenin/tecellinin Zât-ı Kudretin kendisi olmağa zorlanmayacağıyla, her engeli aşarız. Evet. Hak Teala mahlukatında bazı şerir şeyler de halketmiştir. Evet. Hak Teala mahlukatında bazı şeyleri çirkin de göstermiştir. Ancak anlamları evvellerindeki yaraları tedavi eder. Hikmetli eksiklik noksan olmaz.  

İstersen, bu girizgâh ile, Hac sûresinin 40. ayetine bakalım. Dersimizi bir de ondan alalım. İşte kısa bir mealiyle buyruluyor: "Eğer Allah insanların kötülüğünü birbirlerinin eliyle savuşturmasaydı, manastırlar, havralar, kiliseler ve mescidler—ki buralarda Allah'ın adı çok anılır—yıkılıp giderdi." Evet. Stefan Zweig de Günlükler'inde Dünya Savaşı'nın toplum üzerindeki etkisini şöyle anlatıyor: "Herşey bir son bulsun diye, inanmak, inanmak, inanmak istiyorlar. Modern insanın içinde unutulan bütün dinsel duyarlılık şimdi dışarı fışkırıyor, bu hedefe yöneliyor..." Buna benzer tesbitlere başka eserlerde de rastladım. Ortak parıltı sanki şu idi: Savaş imanı zayıflayan toplumları tekrar Allah'a doğru yönlendirmeye yarıyor. Onunla görünen celal tecellisiyle acziyetlerini yeniden farkediyorlar. "Şüphesiz insan azgınlaşır, kendisini ihtiyaçtan uzak gördükçe!" sırrı mana-i muhalifi ile zâhir oluyor. İnsanın azgınlığı geçiyor. Çünkü ihtiyaçlarını görüyor.

Hatta, Bediüzzaman da bir yerde, II. Dünya Harbi'nden böyle bahsetmez mi: "Nev-i beşer bu son Harb-i Umumînin eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadıyla ve merhametsiz tahribatıyla ve birtek düşmanın yüzünden yüzer masumu perişan etmesiyle ve mağlûpların dehşetli meyusiyetleriyle ve galiplerin dehşetli telâş ve hâkimiyetlerini muhafaza ve büyük tahribatlarını tamir edememelerinden gelen dehşetli vicdan azaplarıyla ve dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat olması ve medeniyet fantaziyelerinin aldatıcı ve uyutucu olduğu umuma görünmesiyle ve fıtrat-ı beşeriyedeki yüksek istidadatın ve mahiyet-i insaniyesinin umumî bir surette dehşetli yaralanmasıyla ve gaflet ve dalâletin, sert ve sağır olan tabiatın, Kur'ân'ın elmas kılıcı altında parçalanmasıyla ve gaflet ve dalâletin en boğucu, aldatıcı, en geniş perdesi olan siyaset-i rû-yi zeminin pek çirkin, pek gaddârâne hakikî sureti görünmesiyle, elbette ve elbette, hiç şüphe yok ki: Şimalde, garpta, Amerika'da emareleri göründüğüne binaen, nev-i beşerin mâşuk-u mecazîsi olan hayat-ı dünyeviye böyle çirkin ve geçici olmasından, fıtrat-ı beşerin hakikî sevdiği, aradığı hayat-ı bâkiyeyi bütün kuvvetiyle arayacak..."

Artık, Hac sûresinde buyrulan hikmeti, bu yamacından da temaşa edebiliriz sanki: Evet. Cenab-ı Hak birbirimizin eliyle birçok kötülüğü savuşturuyor. Bir kısmımızı diğerimize hikmetle musallat ediyor. Yine bir kısmımızın zararını diğerimize defettiriyor. Bazen bunu savaşlar sûretinde seyrediyoruz. Üzülüyoruz. Ancak yine bu savaşlar sayesinde ki, insanlar, özlerindeki kötülüğü, eksikliği, acizliği, hataları, fakirliği vs.'yi de farkediyorlar. Müstağniyet sanrısından gelen bozulmalardan fıtratlarını bir nebze kurtarıyorlar. Böylece manastırlar, havralar, kiliseler, mescidler, yani Allah'ın adının anıldığı yerler, dinin hayata dahil olduğu yerler, yıkılıp gitmiyor. Cihad mü'minlerin ibadet mekanlarını zalimlerden koruduğu gibi, savaşlar da, çok daha geniş bir resimde, insanlığın dinle olan bağının/ihtiyacının kopmamasını sağlıyor.

Şimdi sûreti sana çirkin görünen herşeye bu pencereden bakabilirsin arkadaşım. "Evet, bu cûd-u icad, Sâniin vücubundandır. Nevide celâlîdir, fertte cemâlîdir."  Bir gelincik yalnızken sana ne kadar güzel görünür. Koca bir gelincik tarlasının karşısındayken ne kadar hayretle irkilirsin. Belki çirkin sandığın her celalî şey de böylesi bir cemal örgüsünün korkusudur. Yok, hatta aslında korkmuyorsun, yalnızca bu kadar cemali birden kaldıramıyorsun. Kaldıramadığın cemal, kısıtlılığından ötürü, celal görünüyor. Halbuki hepsi güzellikten yapılıyor. Hikmetlice güzel olmuyorsan çirkinleşiyorsun. Günahın güzelliği burada yalan oluyor. Musibetin çirkinliği burada güzele dönüşüyor. Sanki sonsuzlaşan güzelleşiyor da.


4 Kasım 2022 Cuma

Ateistler de müşrik değil mi?

Bu da bir 'ders notu' gibi olacak arkadaşım. Eksiğime bakma. Yorgunum. Uykusuzum. Fakat parıltının kaybolmasından da korkuyorum. Ne kadarına yetişirse gücüm yazacağım. Tevfik Hüda'dan. 'Bismillah' ile başlayalım: 30. Lem'a'nın (yani ki Esma-i Sitte Risalesi'nin) İsm-i Kayyum bahsinin 5. Şua'ında bir cümleyle aniden mevzu değiştiriliyor: "İsm-i Âzamın altı ismi 'ziyadaki yedi renk gibi imtizaç ederek' teşkil ettikleri ziya-yı kudsiyeye bakmak için bir hülâsanın zikri münasiptir..." Yani metnin devamında öğreneceğiz ki: Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddûs esması arasında 'birbirini gösterir' pencereler var. Birbirlerini sarıyorlar. Hangisini tutsanız diğerleri peşinden sürükleniyor. Herbiri diğerine dayanıyor. Gerçi, Bediüzzaman'ın bu tefekkürü, yalnız şu metne/esmaya münhasır da değildir. Başka yerde daha açık bir şekilde der mesela: 

"Ezel ve Ebed Sultanı olan Rabbü'l-Âlemîn için rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı fakat 'birbirine bakar' şe'n ve namları vardır. Ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka fakat 'birbiri içinde görünür' isim ve alâmetleri vardır. Ve haşmetli icraatında ayrı ayrı fakat 'birbirine benzer' tecellî ve cilveleri vardır. Ve kudretinin tasarrufâtında başka başka fakat 'birbirini ihsas eder' ünvanları vardır. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka fakat 'birbirini gösterir' mukaddes zuhuratı vardır. Ve ef'âlinin cilvelerinde çeşit çeşit fakat 'birbirini ikmâl eder' tasarrufâtı vardır. Ve rengârenk san'atında ve masnûatında çeşit çeşit fakat 'birbirini temâşâ eder' haşmetli rububiyeti vardır."

Doğrusu mezkûr hikmeti pek kıymetli bulurum. Zira 'çok tanrılılar'ın ayağını kaydıran zeminin de tam burası olduğunu düşünürüm. Evet. Mesela: Onlar da bizim gibi kainattaki eserleri okumaktadırlar. Hatta eserlere lazım gelen oluşlara-'kün'lere de uyanmaktadırlar. Dahası: Okudukları fiillerden fail arayışına da girmektedirler. Fakat, gelgelelim, faillerin 'birlenmesi' yani 'tevhid' noktasında problemleri vardır. Zira sahadaki eserler birbirlerine benzememektedir. Benzemeyenlerin ardındaki fiilerin-faillerin de tıpkı onlar gibi benzeşmeyeceğini zannederler. Yani: "Suyun hilkati ateşten başkadır. Havanın hilkati de toprağın yaratılışına benzemez. O halde bunları yaratanlar farklı farklıdır..." gibi bir yanlışın kapısını tıktıklarlar.

Halbuki daralmaları ilah tasavvurlarındaki arızadan kaynaklanmaktadır. Evet. Allah'a insan üzerinden bakılır. (Çünkü o da Cenab-ı Hakkın aynasıdır.) Fakat insan kayıtlarıyla bakılmaz. (Çünkü sadece aynadır.) Fail değiştiğinde fiilin değişmesi mahluka ait bir olgudur. Ona dair bir sınırdır. İnsanların imzaları, sanatları, ustalıkları elbette birbirini tutmaz. Ancak Allah olmanın sonsuzluğunda "Birden ancak bir sudur eder..." gibi kısıtlamalar yoktur. Olamaz. Çünkü kısıtlanan Allah olamaz. Allah olmak beşer sınırı kaldırmaz. Sonsuzda ikilikten bahsedilmez. Bu tasavvur yanlışına da dikkat çekmek için belki, mürşidim, 5. Şua'da şöyle söyler: "Kafirler Allah'ı inkâr etmiyorlar. Yalnız sıfatlarında hata ediyorlar." Doğrudur: Ateistler de aslında politeisttir. 'Müşrik' dediğimizde, biz, Allah'tan ilahlık hakkını kırpan her zümreden bahsederiz. 'İki' diyen de müşriktir, 'sebepler sayısınca' diyen de. Materyalist de müşriktir naturalist de. Kim ki Vahid-i Ehad'den başkasına yaratıcılıktan pay verir, ister zerre ister güneş, o müşriktir, namını ne koyarsa koysun. İster 'ateist' desin. İster başka tabir söylesin. Lansesi bizi bağlamaz. Adı lügatimizde bellidir. Kendisi tastamam müşriktir.

Bağları farkettiğimiz anda, Allah'ın lütf u keremiyle, bu tehlikeden kurtarılıyoruz işte. Madem ki; isimler birbirine bakıyor, birbiri içinde görünüyor, birbirine benziyor, birbirini ihsas ediyor, gösteriyor, ikmal ediyor, hem de temaşa ettiriyorlar; o zaman ayrılık-gayrılık; yüzeyi aşamayan algımıza bağlı bir eksikliktir. Bir sanrıdır. Kainat cihazının arkasındaki kablolar birbirine kavuşmaktadır. Hepsi, temsilde hata olmasın, aynı merkezden gelmektedir. Onları evvelemirde bağdaştıramamak sınırlarımızdan ötürüdür. Mahlukun görüşü sınırlıdır. Hakkın Zâtını kuşatmaya yetmez. İhata edip düşünemez. O yüzden isimlere bölerek bir derece kavramaya çalışır. Esma bu yönüyle Allah'ın 'anlaşılmak için' insana bir bahşıdır. Lakin bu lütfu musibete dönüştürmek de mümkün. O da ehl-i şirkin mesleğidir. Yoksa bütün güzel isimler Allah'ındır. 

Girişe geri dönelim. İsimlerin birbirlerine nasıl baktıklarını pratikte görelim. İşte geliyor: "Bütün kâinatın mevcudatını böyle durduran, bekà ve kıyam veren ism-i Kayyûmun bu cilve-i âzamının arkasından bak: İsm-i Hayyın cilve-i âzamı, o bütün mevcudat-ı zîhayatı cilvesiyle şulelendirmiş, kâinatı nurlandırmış, bütün zîhayat mevcudatı cilvesiyle yaldızlıyor." Hayat sahibi olunmadan Kayyum olunabilir mi arkadaşım?

Hayat sahibi olmak nedir? Mevlana Celaleddin Hazretlerinden nakledilen şu hikmet müşkülümüzü çözüyor: "Can, tecrübeyle de sabittir ki, haberdar olmaktan ibarettir. Kim ki daha fazla haberdardır, daha fazla canlıdır." İstersen gel biz bunu 'farkındalık' diye tesmiye edelim. Evet. Kayyumiyet farkındalık olmadan açıklanamaz. Kayyum olan hem devam ettirdiğini hem de kendisini bilmelidir. Hayatsa bu haberdarlığın ismidir. Hayat sahibi olan şey, isterse en düşük düzeyde olsun, kendisini-başkasını birbirinden ayırır. Mahlukat bu gölgesinin gölgesi tecelli sayesinde bilgi-bilinç sahibi olur. Bir tepsiyi elinde tutan kişi hem tepsinin ne olduğunu hem de kendilik bilincini ilminde bulundurmalıdır. Tepsinin dökmeden taşınabilmesi, bu düzeyde düşük bir devam ettiricilik dahi, farkındalığa bağlıdır. Peki hayatı olmayan farkında olabilir mi? Farkında olmayan farkında olanlara farkında olmadan farkındalık bahşedebilir mi? Hiç böyle garipliklere savrulmayalım arkadaşım. Aklın bizi götürdüğü yön bellidir: Hayatı olmayan farkında da olamaz. Farkında olmayan devam ettiremez. Devam ettiremeyen de elbette el-Kayyum değildir. Allah el-Hayyu'l-Kayyum'dur.

Arkadaşım, kusuruma bakma, devamını da yazacaktım. Lakin yoruldum. Yazdıklarımı da sildim. Beş ismi ayrı ayrı anlatacak gücüm kalmadı. Belki başka bir yazıda tekrar denerim. Şimdilik el-Kayyum ile el-Hayyın birbirini nasıl gösterdiğini tefekkür etmiş olduk. Cenab-ı Hakkın rahmeti geniştir. Yine, inşaallah, bir imkan-iştiyak lütfeyler. Ben de öğrendiklerimi sana arzederim. Mevlam görelim neyler. Neylerse güzel eyler.

14 Eylül 2022 Çarşamba

Rafızî olacağına Emevî ol!

İmtihanı bidayetinde bitirmek, bitirdiğini sanmak, yetinmek, tembellerin şanıdır. Hiçbir maksûd ilk adımın garantisi altında olmaz. Her başlayan bitirmez. Bitiremez. Menzile ancak sebat edenler varır. Evet. İmanımız bizi süreçle de sorumlu tutuyor. Kimse yalnız "Kalbim temiz!" demekle kurtulmuyor. Çünkü kalbinin temizliği-kirliliği de süreçle isbatlanıyor. Yaşamak bir isbattır. İblisin iftiralarına karşı delilimizdir. Takva ehli misin? O halde hakikaten kalbin temiz. Fâsık mısın? O halde beyanın yalan. Akıbet aynadır. Yani ki arkadaşım: Delilsiz iddianın yalandan pek bir farkı yok. Burhanın söyleminin canıdır. Zamanda/mekanda bir iz bırakmış olmalısın. Varoluşun ağzından çıkanı doğrulamalı. Ateşli bir sınanmadan geçmedikten sonra altınla toprak bir. Aleyhissalatuvesselam davasıyla parladıktan sonra anlıyorsun kim Ebu Bekir (radyallahu anh) kim Ebu Cehil (aleyhi'l-la'ne). Kim elmas kim kömür? Kim üzerindeki nuru inkâr ediyor. Kim "O söylemişse doğrudur!" diyor. İş her şekilde 'sürecin hakkını vermeye' bakıyor yani. Başlamak bitirmek değil.

Hem biliyor musun: İlk adımdan ötesini düşünmeyenlerin tehlikesi de çoktur. Mürşidim bir yerde musırrane der ki: "Lâkayt Emevîlik, nihayet sünnet cemaate, salâbetli Alevîlik, nihayet Râfizîliğe dayandı."

Neden öyle oldu? Çünkü taraflardan birisi haklı bir noktadan başladığı halde haklı kalmaya konsantre olmadı. İlk adımıyla baştan çıktı. Ehl-i Beyti bahane tuttu. "Bidayetteki haklılığım bana yeter!" dedi. Diğeriyse haksız bir noktadan başladığı halde haklılığı elde etmeye gayret etti. Ümmetin desteğini arzuladı. İtibar kazanmaya çalıştı. O gözünü kendine, bu gözünü ehl-i sünnet ve'l-cemaate, sabitledi. Ötesine bakmayan istikamete çekecekleri de göremedi. Uyarıları işitemedi. Sapmalarını keşfedemedi. Gözünü cemaatten ayırmayansa en nihayet içine dahil oldu. Süreç onu terbiye etti. Çünkü, makamını korumak için bile olsun, ister-istemez, onların temayülünü yokluyordu. Rızalarını arıyordu. Teveccühlerini kazanmaya çalışa çalışa sonunda 'onlardan birisi'leşti. Ümmetin geneline aldırdı. O genel de onu irşad etti.

Metnin devamında mürşidim başka misaller de veriyor: "Hem zâlime karşı miskinliği esas tutan Hıristiyanlık, nihayat tecellüd; cebbarlıkta ve zâlime karşı cihad, izzet-i nefsi esas tutan İslâmiyet—eyvah!—nihayet miskinlikte karar kıldı. Hem mebdei, taassup derecesinde azîmet olsa, nihayeti müsaheleye, ruhsata taraftarsa, nihayeti salâbete müncer olur. Bir kısım Hanbelî, Hanefî gibi. Hatta en garibi, bir kısım mutaassıplar, mesleklerinin zıddına olarak, küffara karşı müsamaha dostluk ve lâkayt Jönler husumet ve salâbet taraftarı çıktılar. Güya mebde-i Hürriyetteki mevkilerini becayiş ettiler."

İşte, arkadaşım, bence bu neviden bütün sıkıntılar bir tür 'ilk adımına kapanma'dan kaynaklanıyor. Bugün de ilk adımının tesellisiyle, belki de kolaycılığıyla, sürecin devamındaki sınanmalara konsantre olmayanlar şaşırtıyorlar. "Ben haklı bir noktadan başlıyorum!" cümlesinden başka ses işitmeyenler pusulalarını da yitirmeye yaklaşıyorlar. Halbuki, sen de bilirsin, bu ümmetin istikameti sünnet ve cemaat üzerinde durur. Onlara yaslananlar onlarla ayakta kalır. İslam cadde dinidir. Sahabe yolu cadde-i kübradır. Bundan ayrılanların, istikametini ümmetle sınamayanların, belki onları elitik bir tavırla küçümseyenlerin akıbeti kötüdür. Arasokakların dini olamaz İslam. Arasokaklarda en doğrusunu arayanlar yollarını şaşırırlar.

Ben, bugünlerde neredeyse CHP'ye oy toplayacak kadar kafasını/kalbini karıştırmış dindarların da, böylesi bir arıza yaşadıklarını düşünüyorum. Çünkü onlar da 'hak-hakikat-istikamet' üzerine cesim iddialarla yola çıktılar. Sonra mesleklerinde öyle boğuldular ki, şimdi nereye doğru gittiklerini, "Delil ve akıbete bakınız!" sisteminde sorgulatmıyorlar. Sağlama yapamıyorlar.

Ha, AK Parti'nin hatası yok mu? Elbette var. O da bir çeşit Emevîliğe gitmiş olabilir. İktidar mutlaka bozar. Güç, maddiyat, siyaset elbette zehirleyicidir. Fakat AK Parti'nin Emevîliği kimsenin Rafizîliğine bahane olamaz. Kimse Yezit'in yezitliğini bahane ederek Bizans ordusuna katılamaz. (Hz. Ali radyallahu anhın en ciddi taraftarlarından olan Ebu Eyyüb el-Ensarî radyallahu anh buna pek kıymetli bir misaldir. Kendisi İstanbul'un kuşatmasına Emevîlerin yönetimindeki bir orduyla katılmıştır.) Burası ne kadar kötüleşse yine dindar halkın teveccühüne bakıyor. İster-istemez desteğini kazandıracak şeyler yapıyor. Yapmaya zorunluluk hissediyor. Çünkü tabanı onlar. Ötekilerin böyle bir arayış içinde olduğu düşünülebilir mi? Takıyyelerine inanılır mı? Şahsen ben hiçbir türlü inanmıyorum. Eğer Emevîlik ve Rafızîlik arasında bir seçim yapmak zorunda bırakılacaksam oyum Emevîliğin olacak. Ehvenü'ş-şerreyn olarak onu destekleyeceğim. Çünkü onların gözü bizde. Nehirden ayrılan yine nehre karışabilir. Gözü dışarıda olan sonra bize karışır mı?

29 Temmuz 2022 Cuma

Kurbanıma laf eden bari vejetaryen olsa!

Bir kurban bayramını daha geride bıraktık muhterem kârilerim. Hamdolsun. Cenab-ı Hak tekrarını nasib eylesin. Âmin. Hem de Türkiye müslümanlarına güç-kuvvet versin. Yok. Yanlış anladınız muhterem kârilerim. Güç-kuvvet duası 'kaçan boğaları kovalamakla' veya 'kaçamayanları kıbleye yatırmakla' ilgili değil. Ona bir şekilde muvaffak oluyoruz zaten. Bin yıllık tecrübemiz var. Değil mi ya? Hey yavrum hey! İspanyollar boğadan kaçar boğalar da bizden. O kadar. Bayram sporu sayarız onu. Kavurmasını yemeden kalorisini yakarız yani. Neyse. Asıl tecrübesiz olduğumuz konuda Hak Tealanın yardımına muhtacız. Nedir? Artık geleneksel hale gelen, yani ki her kurban bayramında yaşadığımız, 'Allahsızların Allahlık taslaması' dramıdır. Evet. Müslümanlara güç-kuvvet daha çok bu alanda lazım şimdilerde.

Diyeceksiniz ki: "Be Ahmed ne abarttın! Hele sen Hindistan coğrafyasına bak. Oradaki müslümanlara yaşatılanlara bak. Onlarınki yanında seninki dert mi ki?" Doğrudur muhterem kârilerim. Hindistan müslümanlarının yaşadıkları yanında yaşadıklarımızın çok bir hükmü yoktur. (Allah yardımcıları olsun.) Fakat yine de âdemoğlunun kanına dokunmaktadır. Nihayetinde burası özbeöz bilâd-ı İslam'dır. Hinduların çoğunlukta olduğu bir yer değildir. Yani ki müslümanlar Türkiye'de esir değildir. Azınlık değildir. Mülteci değildir. Vatanın asıl sahipleridir. Hadi, dün secde ettiği sarı tosunu, ertesi gün müslümanın kıyma tenekesinde görünce hinduların şafağı atmaktadır. Peki bizim Allahsızların şafağı kimedir-neyedir? Öyle ya. Kurbanıma laf eden bari vejetaryen olsa! Bunlarda vejetaryenliğin 'v'si de yoktur.

Evet. Yanlış duymadınız. Hangisinin mazisini şöyle bir tarasanız bir kebapçının kartviziti çıkar. Olmadı bir balıkçıda poz verilir. Daha olmadı 'Kendin pişir kendin ye'de boyverilir. Yani bunların kurban husumetinin hindularınki kadar bile saygı duyulacak yanı yoktur. Hindu, öküzlüğünün gereği olarak, taptığı öküzün etini yemez. Bâtıl itikadında bir tutarlılık sahibidir. Bizimkiler kurbanın kavurmasını da kaşıklarlar. Hem şöyle ikircikli bir yanları daha vardır:

Gündelik hayatı tastamam bir Allahsız olarak yaşamaya devam ederler. Hatta bununla övünürler. Oruç tutmazlar. Namaz kılmazlar. Kur'an okumazlar. Yanlarında hasbelkader 'Allah' diyene aldırmazlar. (Belki epeyce rahatsız olurlar.) Lakin iş müslümanların bunları yapmasına geldi mi (mesela, ramazana erişildi mi, kurban bayramına kavuşuldu mu, hac mevsimine yetişildi mi) Allahsızlığı bir kenara bırakıp müslümanlara Allahlık taslama görevini de üstlenirler. Yani inanmadıkları dinin de, hâşâ, Allah'ı onlar olmaya çalışırlar. Hem de nasıl! Oruç tutulacaksa nasıl tutulacağını da onlar söylerler. Bayram kutlanacaksa nasıl kutlanacağını da onlar anlatırlar. Hacca gidilecekse nasıl gidileceğini de onlar tembih ederler.

Elbette bu psikolojinin altından 'sosyal darwinizmin' kokusu yükselmektedir. Hastalığın özeti şudur: Bu insanlar 'doğrusal tarih anlayışları' gereğince müslümanların evrimin daha aşağı bir katmanında kaldığını düşünürler. Onlar basit varlıklardır. Varoşlardır. Köylülerdir. Maymunluktan pek az çıkmışlardır. Ama kendileri? Kendileri öyle midir ya! Konken bilirler. Vals ederler. Salsa sallanırlar. Başkalarından karılarını-kızlarını da sakınmazlar. Hoş, batılı insanlar kadar onlar da 'insan-üstü'leşememişlerdir ya, olsun. En azından yolunda giderler. Tuvaletlerinden taharet musluğunu çoktan sökmüşlerdir. Küvetlerindeki durgun suyla şıpşıp yıkanmışlardır. Rakı bardağıyla poz da vermişlerdir. Bunlar elbette onları üst-insan sınıfına yaklaştırmıştır. Müslümanlar doğrudan batılılardan sufle almadıklarına göre bir de. O zaman iş başa düşmüştür. Nasihati onlar vereceklerdir. Köylü kızları plaj hayatına hazırlanacaktır.

Halbuki standart müslüman mevzuun 'kendisi kalmak' olduğunu bilir. Dünya imtihanında muvaffakiyet her zurnaya köçek olmakta değildir. Ya? Aleyhissalatuvesselam Efendimizin öğrettiği sünnet üzerine yaşamaktadır. Bizde değişmesi gerekenleri birdörtyüzyıl önce gelip o değiştirmiştir zaten. Cahiliyeden bilgeliğe o taşımıştır. Bunda sonra müslüman için yakîn gelinceye kadar korunması gereken sabiteler vardır. O sabitelerden birisi de kurbanıdır. Kestiğinde kimliğini korumuş olur. Bediüzzaman da ibadetler hakkında der ki: "İmanî hükümlerin takviye ve inkişaf ettirilmesi ancak tekrar ile teceddüd eden ibadetle olur." 

Müslümanlar neden hindular gibi öküzleri kutsamamaktadır? Neden hayvanlarla ilişkilerinde şefkatlerini korudukları halde ifratları yoktur? İşte bu eşikte istikametlerini  sağlayan eğitimi kurbanda bulabilirsiniz. Mürşidim de başka bir yerde aynen öyle der:

"Mısır kıt'ası, kumistan olan Sahrâ-yı Kebirin bir parçası olduğundan, Nil-i mübarekin feyziyle gayet mahsuldar bir tarla hükmüne geçtiğinden, o cehennem-nümun sahrâ komşuluğunda şöyle cennet-misal bir mevki-i mübarekin bulunması, felâhat ve ziraati, ahalisinde pek mergup bir surete getirmiş ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki, ziraati kudsiye ve vasıta-i ziraat olan bakarı ve sevri mukaddes, belki mâbud derecesine çıkarmış. Hattâ, o zamandaki Mısır milleti, sevre, bakara, ibadet etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler. İşte, o zamanda Benî İsrail dahi o kıt'ada neş'et ediyordu; ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, 'icl' meselesinden anlaşılıyor. İşte, Kur'ân-ı Hakîm, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın risaletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidatlarına işlemiş olan o bakarperestlik mefkûresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhiyle ifham ediyor. İşte şu hadise-i cüz'iye ile bir düstur-u küllîyi, her vakit, hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet olduğunu, ulvî bir i'câz ile beyan eder."

Musa aleyhisselam, İsrailoğullarına öyle bir inek kestirdi ki, bir daha ineğe tapmadılar. Maşaallah. O yaralarından şifa buldular. Kurtuldular. Belki sen de her sene böylesi bir ibadetle içindeki birçok kaymadan-yaradan kurtuluyorsun. Olamaz mı? Olur elbette. Ama lütfen kavurmasını yeyip sonra müslümanlara Allahlık taslayanların sözlerine kanma. Onların derdi seni müslümanlığının sabitelerinde tutmak değil. İnsanlığının ayarlarıyla oynamak! Belini ayıya çiğnetirsen, elbette omurlarının başka şekle girdiğine şaşırmayacaksın, vesselam.

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir." 11. Söz'den. Mürşidim, Ramazan Risa...